Refik Halit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Refik Halit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

ESKİ VE YENİ ALİ KEMALLER,

ESKİ VE YENİ ALİ KEMALLER, 


Hulki CEVİZOĞLU 


Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme hizmet eden satılık, kiralık ya da doldurma kalemler deyince en başta Ali Kemal, Refi Cevat Ulunay, Refik Halit ve Sait Molla akla gelmektedir. 

Bir örnek olarak Ali Kemal’i anlatmak yeterlidir. 

Ali Kemal’in asıl adı Ali Rıza’dır. 1869’da İstanbul’da doğdu. 

1.Dünya Savaşı sonrasında, İstanbul işgal altındayken, Millî Mücadele aleyhindeki yazılar yazmış, ama işgal kuvvetlerine dost bir yazar ve politikacı olmuştur. 

Mandacılık ve ihanetin sembolü olarak ünlenmiş, bu nedenle adı Artin Kemal’e çıkmış, bugünkü mandacıların önderi olmuştur. 
Gazeteci ve yazarlığı ile tanınmasına rağmen, bunların yanı sıra Damat Ferit Hükûmetlerinde Millî Eğitim ve İçişleri Bakanlıkları da yapmıştır. 

Hayatı hep yurt dışında geçiyor. 1869’da İstanbul’da doğuyor ama henüz 17 yaşındayken Paris’e gidiyor (1886). Sonra, Cenevre, İstanbul (1 yıl), Halep, İstanbul (2 yıl), Paris, Brüksel, Mısır ve Londra. İngiliz’le evlendi. (İngiliz ajanı rahip Frew ile çok yakındı. Atatürk Nutuk’ta bunun da haince faaliyetlerini anlatmaktadır.) İngiliz Muhipleri (Dostları) Cemiyeti’nin “onur üyesi” idi. 

Hayatı sürekli kaçma-kovalama ile geçiyor. Bu fizîken olduğu gibi, düşünsel olarak da böyle. Vur-kaç taktiği içinde bir hayat sürüyor. 
Gazeteciliği sırasında sahtecilik ve “intihalin” de kötü örneklerinden birini oluşturuyor. Fransız basınında yayınlanan röportajları çevirip, İkdam Gazetesi’ne göndermiş, bunları kendi özgün röportajları gibi yutturmuştur. Gazetecilikteki bu sahtekarlıkları da Hüseyin Cahit tarafından ortaya çıkarılmıştır. 

Türkiye’de (İstanbul’da) olabildiği sürelerde bir şeyler kapıyor: 

1.Damat Ferit Paşa Hükûmeti’nde Eğitim Bakanı (Maarif Nazırı), 
2.Damat Ferit Hükûmeti’nde ise İçişleri Bakanı (Dahiliye Nazırı) oluyor!.. Atatürk Samsun’a çıktığı gün İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyor. İlginçtir, yaklaşık bir ay sonra, 26 Haziran 1919’da görevinden istifa ediyor!.. Bakanlık görevleri ile değil, İkdam, Peyam ve Peyam-ı Sabah gazetelerindeki Millî Mücadele karşıtı ve hakaret dolu yazılarıyla öne çıktı, ün yaptı. Mustafa Kemal’in ordudan azlini O sağladı. 

Kendisini linçe kadar götürecek işgalcileri savunan Millî Mücadele aleyhindeki yazıları, halkı tahrik ediyordu. Ders verdiği Darülfünunda Edebiyat Fakültesi’nde verdiği siyasi tarih derslerindeki tahrikleri 31 Mart olaylarına kadar gitti. 31 Mart kalkışmasını bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’ndan korkarak yeniden Paris’e kaçtı (1909). 

4 Kasım 1922 tarihinde İstiklal Mahkemesi’ne çıkarılmak üzere Ankara’ya götürülmek üzere evinden alındı. Ama, İzmit’te 1. Ordu Karargahında Komutan Sakallı Nurettin Paşa’ya teslim edildi. 6 Kasım’da Paşa ile görüşmesinden dışarı çıkarken, bina dışında bekleyenler tarafından linç edildi. 

İçişleri Bakanı olduğu sırada, Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk gibi yeni kurulan millî örgütlerin telgraflarının çekilmesini yasaklar ve Yunanlılarla çatışmaya başlamış olan Millî Kuvvetlerin bastırılıp dağıtılması için genelge yayımlar. Hükûmet, işgalin protesto edileceği İstanbul’daki mitingleri yasaklar. 

Yazılarından bazı alıntılar: 

- “Kurtuluşumuza son darbe, bu (millî) harekettir.” (Peyam, 29 Ekim 1919) 
- “M. Kemal ve Rauf Bey ikbal hırsı içindedirler. Siyasetten habersizdirler. Millî Kuvvetler, ateş olsalar, cirimleri kadar yer yakarlar.” (Peyam, 14 Kasım 1919) 
- “Kuva-yı Millîye ancak çetecilik yapar, vurur, kırar, geçirir.” (Peyam-ı Sabah, 2 Mart 1920) 
- “Millî Teşkilatı yok etmek, millet için var olma meselesidir. Dahildeki Müslümanlar bilmelidir ki, o alçaklara karşı çıkanlar dine, halifeye, millete, unutulmaz hizmetlerde bulunmuş olacaklardır.” (Refi Cevat Ulunay, Alemdar, 
4 Nisan 1920) 

- “Büyük Millet Meclisi, küçük heriflerin eseridir” (Peyam-ı Sabah, 28 Mayıs 1920) 
- “Anadolu’nun henüz istilaya uğramayan yerlerini M. Kemallerden, Ali Fuatlardan, o ipsiz sapsız, akılsız fikirsiz zorbalardan, canilerden temizlemelidir. Kan, can, mal ne pahasına olursa olsun, temizlenmelidir!” (Peyam-ı Sabah, 5 Ağustos 1920) 
- (13 Nisan 1920, Peyam-ı Sabah’ta) “Anadolu Türkler’i şeriat hükmüne ve Padişah fermanına dayanarak, bu şaklabanlara hadlerini bildirmelidir.” 
- (TBMM’nin açıldığı tarihte, kuva-yi millîyecileri yargılamak için Divan-ı Harp’ler kurulur. İki gün sonra, 25 Nisan’da) “İdam! 

İdam! M.Kemal cezasını bulacak!” (Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığını yaptığı Harp Divanı, 11 Mayıs’ta M.Kemal’i idama mahkum eder) Ali Kemal’in oğlu büyükelçi Zeki Kuneralp’tir. Zeki Kuneralp babasının linç edilmesinden 20 yıl sonra Dışişleri Bakanlığı’na girdi, Türkiye’nin Bern, Londra ve Madrid büyükelçiliklerini yaptı. (Eşi 1978’de ASALA tarafından Madrid’de öldürüldü.) (Ali Kemal’in torunu, Zeki Kuneralp’in oğlu, Selim Kuneralp de Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliğinden sonra Seul Büyükelçiliğini sürdürmektedir.) 

Ali Kemal, Hürriyet ve İtilaf Partisinin önde gelenlerinden biri idi. Bu parti 1911’de, İttihat ve Terakki iktidarını devirmek için kurulmuştu. 

İçinde din adamlarından, en keskin Batı yanlılarına kadar pek çok kişi vardı. 

Hürriyet ve İtilaf Partisi, 13 Ekim 1919 tarihinde hükûmete bir muhtıra vererek, Kuva-yı Millîye’nin “millî kuvvetler” değil, Kuvayı Bagiye yani, “asi kuvvetler” olduğunu vurgular ve buna göre önlem alınmasını ister. Hükûmet de, bu parti ile İngilizler’in desteğini arkasına alarak Millî Mücadele’ye karşı yerel ayaklanmalar çıkarır, çete hareketlerini destekler: 

Adapazarı Olayları (Ekim 1919), Şeyh Recep Olayı (18 Ekim 1919), Birinci Anzavur Ahmet Ayaklanması (25 Ekim-30 Kasım 1919), Birinci Bozkır Ayaklanması (27 Eylül-4 Ekim 1919), İkinci Bozkır Ayaklanması (20 Ekim-4 Kasım 1919) 

Ali Kemal, İçişleri Bakanı olduğu dönemde, Atatürk’ün Samsun’a çıkışından 6 gün sonra (25 Mayıs’ta), Mustafa Kemal’in “cebren ve mahfuzen” geri gönderilmesi emrini verir. 

Ali Kemal ile Hürriyet ve İtilaf Partisi, 16 Mart’ta İstanbul’un işgaline de çok sevinir. Ancak bir üzüntüleri vardır: “Bu işgal bir önlem niteliğindedir ve gecikmiştir!...” 

Ali Kemal’in gazetesi Peyam-ı Sabah’da, Kuva-yı Millîye’ye karşı hükûmet bildirisi ve fetvalar yayınlanır. Bunlar İngiliz, Fransız ve Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılır. Bu fetva ve bildirilerde şöyle deniliyordu: 

“Padişahtan izinsiz olarak istilacılara karşı direnen millîyetçileri tek tek veya topluca öldürmek, din gereği ve görevidir. Bu uğurda ölenler şehit, öldürenler gazi sayılır.” 

Bugünkü Ali Kemallerin sayısı daha fazla. Bunlar AB ve ABD ile işbirliğinin “kayıtsız koşulsuz” savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar: 
“Biz adam olmayız. Kendimizi yönetemeyiz. Kanunlar çıkaramayız. Kendi kendimize uygarlaşamayız. Ancak AB dayatması (sopası) ile bir şeyler yapabiliriz. İnsan hakları o zaman yürürlüğe girebilir.” 
Yabancıların “kanun zoruyla tarih yazma” komedisini destekleyerek, 
“Türkler’in 30 bin Kürt, 1, 5 milyon Ermeni’yi öldürdüğü” yalanını savunuyorlar. Bunları söyleyerek Avrupa’dan ödül almaya çalışıyorlar. 

Atatürk ve onun ilkelerinden vazgeçmemizi emreden AB’nin dümen suyunda, bata çıka ilerlemeye çalışıyorlar. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözlerine nispet olarak, “Türkler’in kanının kirli” olduğunu yazıyorlar!.. 

Birlik ve beraberliğimizin simgelerinden Millî Marş’ımızı karalayarak, tam tersi propaganda yapıyorlar, “Millî Marş’ın sözleri bölücü” diyebiliyorlar!.. 

Milyonların gözünün içine bakarak, televizyon canlı yayınlarında, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adı değişmelidir” diyerek, “Türkiye Silahlı Kuvvetleri” adını önerebiliyorlar!.. 

Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün bile, “ Terör örgütü AB vasıtasıyla isteklerini Türkiye’ye dikte ettiriyor ” demek zorunda kaldığı 2005’deki Genel Değerlendirme toplantısındaki konuşmasına rağmen, PKK’nın Siyasallaşmasını açıkça savunabiliyorlar!.. 

“ PKK terör örgütü değildir” diyen belediye başkanlarına; 

“ Kürdistan’ın başkenti Diyarbakır’a geldim” diyen AB müfettişlerine, milletvekilleri ne; 

“ Ermeni Soykırımı yoktur, Diyemezsiniz” diyen AB ülkelerine destek çıkıyor, açıkça savunuyorlar!.. 

Terör örgütü başı Öcalan’ın affedilmesini isteyebiliyor, terörle mücadele etmek için çıkarılmak istenen yasaları engellemek için ise, ellerinden gelen propaganda yı yapıyorlar!.. Avrupa Birliği fonlarından sürekli olarak besleniyorlar!.. 

   Oysa Atatürk: “ Şunu bilmenizi isterim ki ” diyordu; 

“Biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş, sefil bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğlu sıfatı ile vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.” 

Türk Vatanını değil, başka vatanları seviyorlar; elden çıkması tehlikesine aldırmıyorlar. Oysa bakınız vatan şairimiz Namık Kemal ne diyor: 

“Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir. Bir Millet, Vatanını sevmezse çok zaman geçmez, vatanını, vatan sevgisiyle dolu olan başka milletlerin İstilası altında görür.” 

Bu topraklarda, Ali Kemallere karşı Mustafa Kemaller’in sayılamayacak kadar çok olduğuna ve dip dalgası olarak şahlanan bu yurtseverlerin, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti sonuna kadar yaşatacağına inanıyor, 
Saygılar., Sunuyorum. 


***


1 Kasım 2019 Cuma

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ.,

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ.,


TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ

Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876 da Diyarbakır da doğdu. II. Meşrutiyet ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır.

Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa'da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığı'dır. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa'daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi.

Avrupa ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie'nin içine girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un Pierre Laffite'in, Ali Paşa'nın özel sekreterleri olan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa'daki bu hareket tamamen Türkiye'deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur.

Avrupa'da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu. Özellikle Fransız tarihçilerinden Deuignes'nin Türkler Hunlar ve Moğollara ait yazılmış olduğu büyük tarihle; İngiliz bilim adamlarından Sir Davids Lumley'in Üçüncü Selime ithaf ettiği Kitab-ı İlmü'n Nafi (yaralı bilim kitabı) adındaki genel Türk grameri, aydınlarımızın ruhunda büyük etkiler yaptı. Bu ikinci eser, yazarı tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir süre sonra annesi bu kitabı Fransızca'ya çevirerek Sultan Mahmut'a ithaf etti. Bu eserde, Türkçe'nin çeşitli dallarından başak, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden söz ediliyordu.

Sultan Abdülaziz'in son dönemi ile Sultan Abdülhamid'in ilk devirlerinde, İstanbul'da büyü bir düşünce hareketi görüldü. Burada hem bir Encümen-i Daniş (akademi) oluşmaya başlamış, hem de bir Darülfünun (üniversite) kurulmuştu. Bundan başak askeri okullar yeni bir ruhla yükselmeğe başlamıştı.

O zaman bu Darülfünün'da Tarih Felsefesi profesörü Ahmet Vefik Paşa'ydı. Ahmet Vefik paşa, Şecere-i Türkiye'yi (Türklerin soy kütüğü) Doğu Türkçe'si'nden İstanbul Türkçesi'ne çevirdi. Bundan başak, Lehçe-i Osmani (Osmanlı lehçesi) Türk lugati hazırlayacak Türkiye'deki/Türkçe'nin genel ve büyük Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında da karşılaştıralar yaparak meydana koydu.

Ahmet Vefik Paşa'nın bu bilimsel Türkçülükten başka, bir de sanat Türkçülüğü vardı. Evinin bütün fertlerinin mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri genellikle Türk ürünüydü. Hatta, çok sevdiği kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, " evine Türk ürünlerinden başka bir şey giremez" diyerek bu arzusuna engel oldu. Ahmet Vefik Paşa'nın başka bir orijinalitesi de, Moliere'in komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkleştirerek Türkçe'ye aktarması ve milli bir sahneden oynatması idi.

Darülfünün'un bir profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî okullardan sorumlu bakan olan Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askeri okullara sokmağa çalışıyordu. Süleyman Paşa'nın Türkçülüğünde, Deguignes'in tarihi etkili olmuştur, diyebiliriz. Çünkü yurdumuzda ilk defa olarak Çin kaynaklarına dayanarak Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde, özellikle Değuignes'i kaynak almıştır. Süleyman Paşa Tarih-i Alem (Dünya Tarihi) adlı eserinin başında, bu kitabı niçin yazmağa başladığını anlatırken diyor ki: "Askeri okulların başına geçince, bu okullara gerekli olan kitapların dilimize çevrilmesini uzmanlara bıraktım. Fakat sıra tarihe gelince, bunun çeviri yoluyla yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa'da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize, veya milliyetimize (Türklüğümüze) ait karalamalarla doludur.

Kitaplardan hiç birisi dilimize çevirtilip de okullarımızda okutturulamaz. Bu nedenledir ki, okullarımızda okunacak tarih kitabının yazılması işini ben üzerime aldım. Yazmış olduğum bu kitapta gerçeğe ters hiç bir söze rastlamayacağı gibi, dinimize ve milliyetimize ters düşecek hiç bir sözle karşılaşmak imkanıda yoktur.

Avrupa tarihlerindeki Hunlar'ın. Çin tarihindeki Hiyong-nu'lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han'ın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması gerektiğini bize ilk kez öğreten Süleyman Paşa'dır. Süleyman Paşa, bundan başka, Cevdet Paşa gibi, dilimizin grameriyle ilgili bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi, Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca kuralları) adını vermedi. Çünkü, dilimizin Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca adı altında üç dilden... yapılmış bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu konudaki düşüncesini, Ta'lim-i Edebiyyat-ı Osmaniye (Osmanlı edebiyat öğrenimi) adıyla bir kitap yayınlayan Recaizade Ekrem Bey'e yazdığı bir mektupta meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: "Osmanlı edebiyatı demek, doğru değildir. Ayrıca, dilimize Osmanlı dili ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise, yalnız Türk'tür. Bundan dolayı dili de Türk dilidir, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.

Süleyman Paşa, askeri okulların ilk kısmında okunmak üzere, Esma-yı Türkiye (Türk isimleri) adlı kitabı da Osmanlıcanın etkisi altında Türkçe kelimelerin unutulmaması amacı ile yazmıştı.

Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa'dır. Türk ocaklarında ve diğer Türkçü kuruluşlarda bu iki Türkçülük öncüsünün büyük boyda resimlerini asmak, değerbilirlilik gereğidir.Türkiye'de Abdülhamid bu kutsal akımı durdurmağa çalışırken, Rusya'da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi Mirza Fethali Ahundzade'dir ki, Azeri Türkçesi'nde yazdığı orijinal komediler bütün Avrupa dillerine çevrilmiştir. ikincisi, Kırım'da Tercüman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail'dir ki, Türkçülükteki ilkesi dilde, fikirde ve işte birlik idi. Tercüman gazetesini Kuzey Türkleri anladığı kadar Doğu Türkleri ile Batı Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmeleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmelerinin mümkün olduğuna bu gazetenin varlığı canlı bir delildir.

Abdülhamid'in son devrinde, İstanbul'da Türkçülük akımı tekrar uyanmağa başladı.Rusya'dan İstanbul'a gelen Hüseyin-zade Ali Bey, Tıbbiye'de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşı (1897) başladığı sırada, Türk şair Mehmet Emin bey:Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur. Dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir haber veriyordu Hüseyin-zade Ali Bey, Rusya'daki milliyetçilik akımlarının etkisiyle Türkçü olmuştu. Özellikle, daha kolejde iken, Gürcü gençlerinden son derece milliyetçi olan bir arkadaşı ona milliyet aşkını aşılamıştı.

Türk şairi Mehmet Emin Bey'e Türkçülüğü aşılayan kendisinin söylediğine göre Afganlı Şeyh Cemaleddin'dir. Mısır'da Şeyh Muhammed Abduh'un Kuzey Türkleri arasında Fahreddin oğlu Rızaeddin'i yetiştiren bu büyük İslam lideri Türkiye'de Mehmet Emin Bey'i bularak hak dilinde, halk vezninde millet sevgisiyle dolu şiirler yazmasını söylemişti. Türkçülüğün ilk devrinde, Deguignes tarihinin etkili olduğunu görmüştük. İkinci devirde, Leon Cahun'ün Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük etkisi oldu. Necip Asım Bey, birçok eklemlerle bu kitabın Türklerle ilgili bölümünü Türkçe'ye aktarmıştı. Necip Asım Bey'in bu kitabı, her tarafta, Türkçülüğe doğru eğilimler uyandıydı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necib Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleri idi.

Fakat, ikdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden özellikle Fuat Raif Bey'in Türkçe'yi sadeleştirmek konusunda yanlış bir teoriyi izlemesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine neden oldu. Bu yanlış, tasfiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi."Arı Türkçecilik" dilimizden Arap, acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri, veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimeleri yerleştirmek demekti. Bu teorinin uygulamasını göstermek için yayınlanan bazı makaleler ve mektuplar, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeğe başladı. Halk diline yerleşmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe'den çıkarmak bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefî kavramlardan yoksun kılacaktı. Türkçe köklerden yeni yapılan kelimeler gramer esaslarını altüst edeceğinden başka, halk için yabancı kelimelerden daha yabancı, daha bilinmezdi. Bundan dolayı bu hareket dilimizi sadeliğe, açıklığa doğru götürecek yerde karışıklığa ve karanlığa doğru götürüyordu.

Bundan başka, doğal kelimeleri atarak onların yerine yapay kelimeler koymağa çalıştığı için, gerçek dil yerine yapay bir Türk esperantosu oluşturuyordu. Ülkenin ihtiyacı ise, böyle yapma bir esperantoya değil, bildiği ve anladığı, alışılmış ve yapmacık olmayan kelimelerden oluşmuş bir anlaşma aracı idi. İşte, bu nedenden dolayı, ikdamdaki arıcılık akımından yarar yerine zarar meydana geldi.
Bu sarıda Tıbbiye'de şekillenen gizil bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Pan-İslamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa'daki ve Mısır'daki Genç Türklere de yapılarak; kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri de Pan-Ottomanizm idealini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır'da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal Osmanlı Birliği fikrini ileri sürerken Akçura - oğlu Yusuf Bey'le Ferit Bey Türk birliği politikasını öneriyorlardı.

Bu sırada, Hüseyin - zade Ali Bey İstanbul'dan ve Ağaoğlu Ahmet Bey Paris'ten Baku'ya gelmişler ve orada mücadele için el ele vermişlerdi. Topçubaşıoğlu da bunlara katıldı. Bu üç kişi, orda o zamana kadar hakim olan Sünnilik ve Şiilik çekişmelerini gidererek Türklük ve İslamlık çerçevesindeki bir örgütlenmede bütün Azerbaycanlıları toplamağa çalıştılar.

23 Temmuz (1908) hareketinden sonra, Türkiye'de Osmanlıcılık düşüncesi hakım olmuştu. Bu sıralarda yayınlanmaya başlayan Türk Derneği dersini, gerek bu nedenden gerek yine ara Türkçecilik akımına kapılmadan dolayı hiç bir rağbet görmedi.31 Mart'tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski geçerliliğini kaybetmeğe başladı. Zamanında Abdülhamid'e İslam Birliği düşüncesini aşılamış olan Alman Kayzer'i, bu fırsattan yararlanarak, Sultanahmet Meydanın'da İslam Birliği adına bir miting yaptırdı. Bu günden itibarın, ülkemizde, gizli İslam Birliği örgütlenmeğe başladı. Genç Türkler, "Osmanlıcı" ve "İslam Birliği taraftarı" olmak üzere, iki karşı guruba ayrılmağa başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İslam Birliği taraftarları ise, ültramonten idiler.Her iki akım da ülke için zararlıydı. Ben, 1910 kongresinde Selanik'te Genel Merkez üyeliğine seçildiğim sırada, politik görünüş böyleydi.

Bu sırada, Selanik'te Genç Kalemler adında bir dergi çıkıyordu. Derginin başyazarı Ali Canip Bey ile, bir gece, Beyaz Kule bahçesinde konuşuyorduk. Bu genç bana dergisinin dilde sadeliğe doğru bir dönüşüm gerçekleştirmeğe çalıştığını; Ömer Seyfettin'in dil hakkındaki bu fikircileri tamamiyle benim düşüncelerime uyuyordu. Gençliğimde Taşkışla'da tutuklu bulunduğum sırada erlerin mülazım-ı evvel'e evvel mülazım (teğmen), Trablus-ı Garp'a Garp Trablus'u (Libya), Trablus-ı Şam'a Şam Trablus'u demeleri bende şu kesin yargıyı uyandırmıştı:

Türkçe'yi yeniden düzenlemek için, bu dilden bütün Arapça ve Farsça kelimeleri değil, Arap ve Fars kurallarını atmak, Arapça ve fakça kelimelerden de Türkçe'si olanları çıkararak, Türkçe karşılığı bulunmayanları dilde bırakmak.Bu düşünceyle ilgili bazı yazılar yazmış isem de, yayınlanmağa fırsat bulamamıştım. Nasıl ki, Türkçülük hakkında yazı yazmak içinde henüz bir fırsat çıkmamıştı. Daha on beş yaşında iken Ahmet Vefik paşa'nın Lehçe-i Osmani'si ile Süleyman Paşa'nın Tarih-i Alem'i bende Türçülük fikri uyandırmıştır. 1896 da İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığımız kitap Leon Cahun'ün tarihi olmuştur. Bu kitap, adeta, Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek, üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyin-zade Ali Bey'le temas ederek, Türkçülük hakkındaki görüşlerini öğreniyordum.
Özetle on yedi- on sekiz yıldan beri Türk milletinin sosyolojisini incelemek için harcadığım çalışmaların ürünleri kafamın içinde toplanmış duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir nedenin oluşması gerekiyordu. İşte, Genç Kalemler'de Ömer Seyfettin'in başatmış olduğu fikir mücadelesi bu sebebi hazırladı. Fakat ben dil meselesini yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün idealleriyle bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri kapsayan Turan şiirini yazarak Genç Kalemler'de yayınladım. Bu şiir tam zamanında yayınlamıştı.

Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam Birliği fikrinden de ülke için tehlikeler doğacağını gören geç ruhlar, kurtarıcı bir ideal arıyorlardı. Turan şiiri bu idealin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra sürekli bu şiirdeki esasları açıklamak ve yorumlamakla uğraştım.Turan irinden sonra Ahmet Hikmet Bey, Altın ordu makalesinin yayınladı. İstanbul'da, Türk Yurdu dergisi ile Türk Ocağı cemiyeti kuruldu. Halide Edib Hanım, Yeni Turan adlı romanı ile,Türkçülüğe büyük biri değer verdi. 

Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün aktif bir öndeki oldu. İsimleri yukarıda geçen veya geçmeyen bütün Türkçüler gereke Türk Yurdu'nda, gerek Türk Ocağı'nda birleşerek beraber çalıştılar. Fuat Köprülü, Türkoloji alanında büyük bir bilim adamı oldu. İlmi eserleri ile, Türkçülüğü aydınlattı.

Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe'yi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris'teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir. Yalnız. Türk mimarlığında, Mimar Kemal Bey'i unutmamak gerekir. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında, onun büyük bir etkisi vardır.

Bununla beraber, Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye'de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk'ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür.

***