Gümrük Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gümrük Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2016 Pazar

Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?



Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
03 Ocak 2009 Cumartesi


- Acaba uygarlık, dengesizlik ve eşitsizlik üzerinde mi ortaya çıkıyor?

- “Gelişme” adını verdiğimiz şeyin özünde, farklılıkların ve haksızlıkların kaçınılmaz olarak bulunması mı gerekiyor?

- Acaba “ Haksız Rekabet ”, sistemin özünü mü oluşturuyor?

Roma İmparatorluğu, “zenginliğin adaletsizliği ve dengesizliği” üzerine oturmuştu. Roma’nın gücü, “askerlerinin aralarındaki tatbikatta bile birbirlerini öldürebilme özgürlüğünden” kaynaklanmıyor muydu?

Büyük Britanya’nın güneş batmayan topraklarına 19. yüzyılda götürdüğü Batı uygarlığı, özünde “güçlünün güçsüzü yönetmesi ve sömürmesi” üzerine oturmadı mı?

- Yoksa, üstün (ve gelişmiş) bir taraf ve azınlık olmadan uygarlık ve insanlık ilerleyemez mi?

Diğer bir deyişle, bir toplumun katmanları arasında farklar bulunmadan, ülkelerin bir bölümü gelişmiş, diğer bölümü az gelişmiş olmadan “dünyada uygarlık ilerleyemez” gibi bir sonuç çıkarmamız mı gerekecek?

Olaylara bu pencereden bakanlara toplumcu düşünürler, genellikle faşist nitelemesi yaparlar. Daha diplomatik bir dil kullanmaya çalışanlar “emperyal bakış” diyerek her tarafa çekilebilecek ifadelere sığınırlar.

Liberal düşüncede olduklarını söyleyenler ise daha hoşgörülüdürler! Bunun doğal bir toplumsal gelişme olduğunu, bu tür zıtlık ve çatışmaların yeni gelişmelere ve ilerlemelere yol açtığını düşünürler.

Avrupa’nın dayanağı

Avrupa Birliği kendisinin eski Yunan ve Roma’ya dayandığını söyler ve bugün onun devamı olan “bir aidiyet ve kimlik içinde olduğunu” varsayar. Bu kabulleniş, belgelerine geçmiştir.

Atina’da ve Roma’da kurulan eski uygarlıklar, “diğerlerinin ezilmesi ve onlara karşı üstünlük sağlanması sonucu ortaya çıkmıştır”. 

Bir yanda farklılık ve ezilmişlik, diğer yanda ise “uygarlık” vardır. Bu ikisi, birlikte mi yaşamak zorundadır? Avrupa’nın tarihsel dayanaklarında, “sömürü olmadan uygarlık olmaz” sonucu mu çıkıyor?

Esas olan haksız rekabet mi?

Bütün bunları felsefi bir siyasal egzersiz olarak söylemiyorum; buradan piyasa mekanizmasına ve kapitalist düzene gelmek istiyorum. Acaba kapitalist düzenin işlemesi ya da ayakta kalabilmesi için farklılıklar, baskılar ve sömürü düzeni vazgeçilmez bir dayanak mı?

20. ve 21. yüzyılda kapitalizmin işleyebilmesi için sömürü düzeninin devamı kaçınılmaz mı? Olayın teknik dişlilerinden felsefi boyutuna kadar düşünürlerin ve uzmanların binlerce, hatta on binlerce kitap yazdığı bu konuda, elimizde basit ama net bir gerçek var; “kapitalist piyasa düzeni rekabete değil haksız rekabete, yani haksızlığa dayalı bir düzen (düzensizlik) üzerine kuruludur”.

Aynen eski Yunan ve Roma’nın üzerine oturduğu “demokrasi anlayışı” gibi günümüzde kapitalist piyasa düzeni de “haksız rekabet üzerinde yürür”.

- Avrupa Birliği, kendi içindeki on binlerce sayfalık düzenlemeleri (müktesebatı) ile neyi sağlıyor; küresel boyutta kendisine dışarıda üstünlük getirmek için bir düzen oluşturuyor; “içerde rekabetçi, dışarıda ise haksız rekabete dayalı bir mekanizma”. Avrupa kapitalist piyasalarının ayakta kalabilmesi için “sistemi, dışarıya karşı haksız rekabet üzerine oturtmak zorundadır”.

ABD ise daha şanssız; haksız rekabeti oluşturabilmesi için dışarda, “askeri ve siyasi müdahaleler yapmak durumunda”. Kuveyt’i, Irak’ı işgal edip yönetimlerini ve petrolünü tekeline almak zorunda; Hindistan ve Çin’i sıkıştırmak için Afganistan’ı ve Pakistan’ı operasyonlarla denetlemek durumunda. Kısacası, iktisadi mekanizmalar ve paylaşım “serbest piyasa ekonomisi” ile değil, “haksız rekabete dayalı” baskıcı ve tekelci piyasa düzeni üzerine kurulmak zorunda.

Demokratik ülke farkı…

Batı’nın demokratik ülkeleri “haksız rekabeti ve tekelciliği içerde değil, dış ilişkilerinde oluşturuyorlar”. AB içinde İspanya veya Finlandiya için “haklı rekabet koşulları” işlerken “dışarıdaki Türkiye ile haksız rekabet düzeni kuruluyor”.

Gümrük Birliği, Türkiye için, AB ve üçüncü ülkeler lehine tek yanlı çalışan, “kurumsal bir haksız rekabet düzeni oluşturmak zorunda”. Türkiye’deki oligarşi, bunu gönüllü olarak kabullenir.

“Sürdürülebilir üstünlükler kuramı”…

Son on yıldır üzerinde çalıştığım ve kitaplarımda işlediğim sürdürülebilir üstünlükler kuramı, kapitalizmin üstün güçlerinin, “üstünlüklerini ancak haksız rekabet üzerine oturtarak ayakta kalabileceklerinin” mekanizmalarını inceler. (*)

Bu kuram, toplumların tarihsel gelişim süreci ile de örtüşmektedir. Özellikle son üç yüz yıl içinde Avrupa’nın gösterdiği iktisadi, sanatsal ve bilimsel gelişmelerin, “bu bozuk düzenin dışarıdakilere karşı kurulması ile sağlandığını doğrular”.

“ Göreceli üstünlükler ” geçmişte Avrupa devletlerine ve toplumlarına, her alanda getiri sağladı. “ Göreceli üstünlük ” haksız rekabet koşulları sonucu ortaya çıktı.

Haksız rekabet, göreceli üstünlük ve uygarlık zincirinde, akılda hep sonuçlar kalmıştır. Mısır’daki piramitleri hayranlıkla seyredenler, bunların on binlerce kölenin kanları karşılığında inşa edildiğini akıllarına bile getirmezler…

(*) Prof. Erol Manisalı, The Bush Administration’s Policy in the Middle East and Sustainable Superiority, Journal of Middle Eastern Studies (Japan), No. 481, 2002, p. 143

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/32284/Yoksa_Uygarlik_Esitsizligin_Turevi_mi_.html


..


10 Ocak 2016 Pazar

SESSİZ DARBE..,


SESSİZ  DARBE..,


Prof. Dr. Erol Manisalı 
24.02.2003/Sayı:24


Prof. Dr. Erol Manisalı  ile.., " Sessiz Darbe" Üzerine Söyleştik

“ Cinayeti Gördüm! ” Kareleri birleştirdim

TÜRKSOLU: Sessiz Darbe kitabınız birbiri ardına baskılar yapıyor. Bu yoğun ilginin sebebi sizce ne?

EROL MANİSALI: Aslında bu kitabın adını Sessiz Darbe değil de şöyle koyabilirdim: “ Cinayeti gördüm ”. Böyle bir film vardı aslında, bir İngiliz filmi. Orijinal adı “ Blow up ”tı. Fotoğrafçı bir kentin içinde parklarda, bahçelerde fotoğraflar çeker. Resim çekerken bir cinayet işlenir. Fakat o farkında değildir. Kareleri yan yana getirdiği zaman cinayetin farkına varır, peşine düşer.

Ben de 90 sonrasında içinde yaşadığım bazı olayları, legoları birleştirerek 94’ten itibaren görmeye başladım. Bu kitabın anlamı şu: Aslında 1989 yılında Soğuk Savaş biterken AB Türkiye’yi geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’ne almama kararını verince, o zaman Türkiye içinde bazı siyasiler, İşadamları ve büyük sermaye çevreleri Türkiye’yi AB’ye tek yanlı bağlama amacına düştüler. Niçin? Soğuk Savaş bitmişti. Baktı, Avrupa Türkiye’yi içine almıyor, ne yapmak lazımdı? Türkiye’yi Batı kapitalizminin himayesine sokmak lazımdı, bunu planladılar.

Ancak 1989-90 yıllarında böyle bir şey tartışamazlar dı. Halka, Türkiye’yi sömürge yaptırmak istiyoruz diyemezlerdi. Kimdi bunlar?

Türkiye’yi tek yanlı AB’ye bağlama Politikasını Turgut Özal başlattı

Özal 1989 yılında Türkiye’nin tam üyeliği AT tarafından reddedilince “ Biz AT’ye alınmasak da Gümrük Birliği’ne gireceğiz ” demekle Türkiye’nin kurumsal olarak AB’ye tek yanlı bağlanma politikasını kendisi ortaya koymuş oluyordu.

Özal bunu hükümet eşliğinde Meclis’te tartışmamıştı. Kimse olan bitenin farkında değildi. Özal bunu kendi başına düşünmedi aslında. Kendisine yakın birkaç iş adamıyla bu kararlaştırılmıştı. Gümrük Birliği diye ayrı bir kurum yoktu. Böyle bir kurumun başka bir üyesi de yoktu. Demek ki Türkiye’yi tek yanlı bağlama hadisesi bu yolla başlatılmış oluyordu.

Sessiz Darbe’de bunu safhalarıyla ortaya koydum. Nereden başladım? Şunları sorguladım: Turgut Özal niçin 1989 yılında Türkiye’yi tek yanlı bağlayacak bir belgenin imzalanması yolunda kapıyı aralamıştı? Amacı neydi? Kendisi bunun siyasi ve iktisadi olarak ne sonuç getirebileceğini görebilecek bir insandı. Niye bu himaye altına özellikle sokulmak istenmiştir.

Bu, Batının Türkiye politikasından kaynaklanıyordu. İşte bu sistemli bir şekilde bazı büyük sermaye çevreleri tarafından yürütüldü. 6 Mart 1995 belgesi imzalatılırken niçin büyük sermaye medyası halkı kandırıyor yalan söylüyordu? Niçin paralı kalemleri sürekli gazetelerde ve televizyonlarda halka “yarın AB’ye giriyoruz” diyebiliyorlardı. Çünkü bunlar aslında dışarıdaki büyük sermaye çevrelerinin uzantısı konumundaydılar. Aslında bunlar Truva atıydı. Kendileri çokuluslu şirketlere bağlı oldukları için Türkiye’yi de bu konuma sokmak istiyorlardı.

Şimdiye dek hiçbir siyasetçi veya büyük sermaye çevresi bunlara itiraz edemedi. Çünkü üzerime gelselerdi benim elimde yayınlayacağım daha fazla şeyler de vardı. Korktukları için başka yollardan beni ve benim gibi düşünen ulusalcı çevreleri engellemeye çalıştılar.

Şimdi BBC bile bu kitapla ilgili benimle mülakat yapma ihtiyacını duydu. Almanya’da bazı yayınevleri kitabı Almanca’ya çevirmek istiyor. İnternet sayfalarında bazı stratejik gruplar bana sormadan Fransızca, Almanca ve İngilizceye çevirerek kitabımdan bölümler kullanıyorlar. Niçin? Çünkü ben parçaları birleştirerek gerçek fotoğrafı ortaya çıkardım.

Erol Manisalı Avrupa bizi Lozan’dan Sevr’e taşıyor

TÜRKSOLU: Öyleyse sizin ortaya koyduğunuz AB tablosu medyanın bize söylediğinin tam zıddı. Onlar AB macerasını demokratikleşme ve şeffaflaşma olarak sunarken siz bu süreci “Sessiz Darbe” olarak tanımlıyorsunuz. Yani halktan gizli yürütülen bir süreç.

EROL MANİSALI: Doğru, bir iki üst düzey siyasetçinin ve yanındaki iki üç büyük işadamının birlikte planladığı ve uyguladığı bir harekettir. Örneğin Gümrük Birliği anlaşması halktan gizlenmiştir. Niçin aynı büyük sermaye çevreleri Türkiye - AB ilişkilerinde Kıbrıs’ı ver kurtul diyorlar? Çünkü tek yanlı bağlanma sürecinin Kıbrıs yüzünden sekteye uğramasından korkuyorlar.

Kıbrıs konusunda bir pürüz çıkarsa köprüler atılır, birileri gerçekleri görür. “Nedir bu Avrupa’nın istediği? Biz onun sömürgesi miyiz? Bizi işgal etmek mi istiyor? Bizi Lozan’dan Sevr’e mi taşıyor?” diye halk sokaklarda yürümeye başlarsa o zaman takkeleri düşer. Bu yüzden bunlar o kadar ileri gittiler ki paralı kalemleri Kıbrıs’ın Türk olmadığını ispatlamaya çalışıyorlar. Usanmadan Türk Ordusunu işgalci olarak göstermeye çalışıyorlar.

İşin doğası ulusal olmayı gerektiriyor

TÜRKSOLU: Ama kitabınızda da belirttiğiniz gibi bunlara karşı bir ulusal uyanış da başlıyor.

EROL MANİSALI: İşin mantığı bunu gerektiriyor. İşçi eziliyorsa, çiftçi ve ulusal sanayici eziliyorsa bu ezilme nasıl durdurulur? Ulusal politikalarla. Yani büyük sermaye çevrelerinin uygulamaya çalıştığı yabancı çokuluslu şirketlerin Türkiye’de egemen olmasıyla sağlanamaz bu. Fabrikaların yabancıların eline geçip işçilerin atılmasıyla sağlanamaz. Çiftçinin kendi ürününü üretemez hale gelmesiyle sağlanamaz. Nasıl sağlanır? Türk çiftçisini yabancı rekabete karşı koruyacaksın, ulusal sanayini, çokuluslu şirketlerin işgaline karşı koruyacaksın.

Türkiye kendi raflarını yabancı ürünlerle dolduran, kendi ulusal sanayisinin çökmesine yolaçan bir zihniyet sözkonusu. Elimiz ayağımız bağlansın ki artık çaresiz yapılacak bir şey kalmamıştır, yerli sanayimiz kalmamıştır, yabancıların bir uydusu durumundayız. Aynı bugünki gibi. Amerika nasılsa vuracak, bari biz de yanında yer alalım diyenler gibi veya Kıbrıs nasıl olsa gidecek bari sorun çıkarmayalım diyenler gibi. Türkiye’nin aleyhine, ulusal çıkarlar aleyhine hareket edebilmektedir.

TÜRKSOLU: Geçtiğimiz yıl Harp Akademileri toplantılarında sizin konuşmanızın ardından Tuncer Kılınç’ın size bütünüyle katıldığını ifade ettiği sözleri büyük tartışmalar koparmıştı. Bu, ulusal uyanışın TSK içinde de güçlü olduğunu göstermiyor mu?

EROL MANİSALI: Ben şunu söyledim: Mevcut düzen, yani Türkiye’nin tek yanlı olarak Batı himayesine sokulması 15 yıl daha devam ederse Türkiye’de hiç bir kurum, hiç bir sektör, TSK da dahil, parmağını dahi oynatamaz hale gelir. Şu anda da buna inanıyorum. Onun için ulusalcı politikalara dönerek bu sürecin durdurulması gerekiyor. Aslında Türkiye Lozan’dan Sevr’e doğru bir akış içinde bulunacaktır. Sevrcilerin, mandacıların bu Kıbrıs’ı verelim, Ege’yi verelim, Fener Partiğini ekümenik yapalım demesinin ardında da bu var.

Bölge ülkeleriyle işbirliği temelinde ulusal politika

TÜRKSOLU: Şimdi bir de Irak eklendi bu listeyle.

EROL MANİSALI: Irak’ta da aynı çevreler ABD’nin şantajına boyun eğelim diyorlar. Sen diyor “yardım etsen de etmesen de Irak’ı işgal edeceğim, sen benim yanımda yer almazsan Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti daha kolay kurulur” diye şantaj yapıyor.

O zaman senin Irak’ta Kürt devleti kurma amacın varsa ben sana yardım edersem işini kolaylaştırmış olurum. Türk ordusu ile ABD ordusu Irak’ı beraber işgal edecek. O kurucam diyecek ben kurdutmam diyeceğim. Ben sonra Irak’ı beraber işgal ettiğim ABD’yle savaşmak zorunda kalacağım.

Tek yanlı bağlanma süreci devam ederse Kuzey Irak’ta elimiz kolumuz bağlanır. Türkiye Atatürk’ün daha önce yaptığını yapmıyor. Ne yapmış Atatürk? Batı beni tek yanlı işgal edip çevremle bozuşturmak için üzerime geldiği zaman ortak menfaatim olan diğer devletlerle işbirliği yaparım. Hele bugün ortam buna çok daha fazla müsait.

Tek yanlı bağlanma sürecinin engellenmesi ancak ulusal politikaların izlenmesiyle olur. Ulusal politikaları da Türkiye Batı emperyalizminin dayatmacı politikalarından hoşlanmayan bölge ülkeleriyle ortak çıkarlar oluşturarak ve daha yoğun işbirliği yaparak sağlayabilir diyorum.


http://www.turksolu.com.tr/24/manisali24.htm


..