GELECEĞİNE ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GELECEĞİNE ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Nisan 2017 Cumartesi

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 4


ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 4

Bu durum HAMAS iktidarının önündeki en önemli engeldi. 

Orta Doğu ve dünya kamuoyunu şaşırtan HAMAS zaferinin etkisi henüz geçmemişti ki bu kez de Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed’e 
ait karikatürler nedeniyle Orta Doğu’da yeni olaylar patlak vermeye başladı. Şubat 2006 başlarında önce Suriye’de Danimarka ve Norveç elçilikleri 
yakıldı, bir gün sonra 5 Şubat 20006’da da Beyrut’taki Danimarka konsolosluk binası ateşe verildi.106 Hariri suikastı nedeniyle BM’nin görevlendirdiği Mehlis Raporu gereği köşeye sıkıştığı iddia edilen Suriye’nin, bu kez “Karikatür krizi” ile Beyrut’ta karışıklığı sürdürmek istediği de ileri sürülmüştü.107 Böylece Suriye kuvvetleri ayrıldıktan sonra, 2006 yılı içinde Lübnan’daki ilk istikrarsızlık görüntüleri ortaya çıkmıştı. 

İsrail İşçi Partisi Lideri Şimon Peres, Kasım 2005’te başkanı olduğu partisinden istifa etmiş, bir süre önce de Başbakan Ariel Şaron da Likud partisinden ayrılarak Kadima adlı yeni bir parti kurmuştu. Peres, parlamento seçiminde Şaron’u desteklemişti.108 İsrail genel seçimleri yaklaştığında genel seçim kararı alan ve Kadima partisini de kurmuş olan İsrail Başbakanı Ariel Şaron hastaneye kaldırıldı. Şuuru yerinde olmayan Şaron’un yerine Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert vekalet etmeye başladı. Ocak 2006 içinde komaya giren Şaron daha sonra bir daha kendine gelemeden ölecekti. 28 Mart 2006’da yapılan genel seçimler sonucunda Kadima 120 sandalyeden 28’ini kazanarak hükûmet kurma görevini üslendi.109 Kadima lideri Ehud Olmert liderliğinde kurulan yeni dört partili (Kadima, İşçi, Şaas ve Emekliler) hükûmet 5 Mayıs 2006’da göreve başladı. 25 kişilik kabinedeki en ilginç isim kuşkusuz, İşçi Partisi Lideri ve sendikacılıktan gelen İsrail tarihinin ilk sivil Savunma Bakanı Amir Peretz idi.110 

Lübnan Krizi - BM’nin 2 Yıl Sonra Yeniden Lübnan’a Asker Çağırması 

Filistinli militanların Haziran 2006 sonlarına doğru Gazze Şeridi sınırındaki Kerem Şalom geçiş noktasını basarak iki İsrail askerini öldürüp bir askerî de kaçırmasının ardından bölgede yeni bir gerginlik başladı. Hatta bu olayda İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ü arayarak İsrailli askerin bulunması konusunda destek ve yardım istediği duyuldu. Abdullah Gül Filistin Başbakanı İsmail Haniye ile telefonla görüşmüş, Haniye sorunları diplomasi yoluyla çözmeye çalıştıklarını ifade etmiş, İsrail tarafının gerekçeleri dinlememesinin, bölgeyi üçüncü bir intifada tehlikesiyle karşı karşıya getirdiğini söylemişti. Bu arada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da rehin alınan İsrail askerini kurtarmak amacıyla gittiği Gazze Şeridi’nde, İsrail’in kaçırılan askerin serbest bırakılmasını sağlamak için Gazze Şeridi’ne uyguladığı abluka nedeniyle mahsur kalmıştı.111 Aslında aynı günlerde Hükûmette aradığını tam olarak bulamayan Filistin Başbakanı Haniye’nin başını çektiği HAMAS, El-Fetih’in de lideri olan Filistin Devlet Başkanı Abbas ile uzlaşmak üzereydi. Bu uzlaşı yoluyla Filistin’de bir birlik hükûmeti kurarak içeride yaşanan karışıklığı sonlandırmak, İsrail karşısında bir muhatap yaratarak tek taraflı İsrail politikalarına maruz kalmaktan kurtulmak ve AB’den yardım almak planlanıyordu. Asker kaçırma olayı ile her ne kadar İsrail suçlansa da, aslında HAMAS’ın başarısını önlemeye yönelik, Filistin iç politikasındaki 
anlaşmazlığın ve güç mücadelesinin bir ürünü olduğunu söylemek mümkündür.112 

İsrail’in henüz HAMAS’la sorunu devam ederken bu kez de Hizbullah’la yeni bir çatışmaya zemin hazırlandı. 12 Temmuz 2006’da Hizbullah’ın sekiz askerini öldürmesi ve ikisini de kaçırması üzerine İsrail, Lübnan’a savaş ilan etti. İsrail Litani nehrine kadar olan bölgede Hizbullah’ı etkisiz hâle getirmek için havadan, karadan ve denizden saldırıya geçti. İsrail saldırıları karşısında sadece Hizbullah değil, sivil halk ve çocuklar da can ve mallarını kaybettiler. Bu saldırılardan en kanlısı 30 Temmuz 2006’da İsrail’in Kana yerleşim bölgesine gece yarısı düzenlediği bir saldırıydı. Kana bulanan Kana’da o gün 37’si çocuk 60 kişi katledilmişti. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora ile görüşme talebi, Sinyora tarafından reddedilmişti. Kana katliamı Fransa, İKÖ, Türkiye, İngiltere ve Avrupa Komisyonunda kınanmış, BM soruna acil çözüm bulabilmek için toplanmıştı.113 Bu arada Hizbullah da İsrail’i caydırmanın yolunu bulmuştu. Elinde 20 km menzilli Katyuşa, 45 km menzilli Fecir-3 ve Fecir-5 füzeleri bulunan Hizbullah114, çatışmanın ilerleyen dönemlerinde Hayfa dâhil İsrail yerleşim bölgelerine fırlattığı zaman, İsrail tam anlamıyla buna karşı bir 
savunma önlemi bulamamanın çaresizliği içerisindeydi. 12.7.2006’da başlayan ve BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararını tarafların kabul 
etmesi ile 14.8.2006’da sona eren Lübnan krizi sırasında 1130’dan fazla ölü, 3600 kişinin yaralandığı, ölenlerden üçte birinin 12 yaş altı çocuklar olduğu 
öğrenildi. Ayrıca 312 asker ve jandarma da hayatını kaybetmişti.115 

Ateşkes sonrası pek çok batılı otorite bu savaşı Hizbullah ve lideri Nasrallah’ın kazandığında birleşti. İsrail, Hizbullah konusunda iyi istihbarat yapamamış, Hizbullah’ı çözememiş, açtığı savaşın hedefi Hizbullah’ı etkisizleştirmek iken bunu silah ve kanla yapamamıştı. Hizbullah bu savaşta 246 füze ateşlemiş, 159 İsrail askerini öldürmüştü.116 Savaşta ölen 159 İsrailliden 43’ü sivildi. İsrail her ne kadar Hizbullah militanını öldürmüşse de Hizbullah’ı zayıflatamadığı gibi Litani nehri kuzeyine de atamamıştı. Üstelik kaçırılan İsrail askerlerine de ulaşamamışlardı. İsraillilerin çoğunluğu, BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı ateşkes kararı ile Lübnan’a yerleştirilecek BM’ye bağlı askerî birlikler Hizbullah’ı Güney Lübnan’dan uzak tutacak ve Suriye’den silah desteği almasını engelleyeceklerdi.117 Lübnan’a ilki İtalya’dan olmak üzere, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeden BM Barış Gücü askerleri gönderildi.118 Bu kuvvetler taraflar arasındaki çatışmayı önlemeye çalışacaklar, yıkılan köprü, okul ve hastaneler ile bozulan yolları onaracaklar, hem de Hizbullah’ın karadan ve denizden silah ve lojistik yardım almasını önlemeye çalışacaklar. 

Lübnan krizinden sonra bölgedeki en önemli gelişme HAMAS ile El- Fetih arasında zaman zaman alevlenen çatışmalar olmuştur. Bu arada İsrail 
Başbakanı Ehud Olmert, Aralık 2006 başlarında Almanya’da iken, sonradan sözcüsü tarafından düzeltilmek istense de, İsrail’in nükleer silahlara sahip 
olduğunu belli eden ifadeler sarfetmiştir. Olmert’in bu “gafı” Likud Partisi milletvekillerinden Juval Steinitz tarafından, Olmert’in Başbakanlıktan istifa 
etmesi gerektiğini ileri sürecek kadar önemli bulunmuştur.119 Bu eleştirilere kulaklarını tıkayan Olmert, 6 yıl aradan sonra Filistin’le barış görüşmeleri 
yapmak için arayışlara girmiştir. Bu maksatla Filistin Devlet Başkanı Abbas ile 23 Aralık 2006’da bir araya gelmiş ve Haniya’nın HAMAS hükûmetinin değişmesi hâlinde, İsrail tarafından Filistin’e verilmekte olan gümrük gelirlerinden 100 milyon doların serbest bırakılacağını ve cezaevlerindeki pek çok Filistinlinin de bırakılacağını söylemiştir.120 Bu son gelişme üzerine Filistin’de erken seçim rüzgarları esmeye başlamış, seçimi isteyen El-Fetih’li Devlet Başkanı Abbas, HAMAS’a karşı bir bakıma sırtını bir zamanlar düşman olan “Batı”ya dayamıştır. Kuşkusuz Abbas burada pragmatik bir çözüm arayışı içerisine girmiştir. Zira HAMAS genel seçimleri kazandıktan sonra, neredeyse hiçbir üretim faaliyeti tam olmayan, geliri bulunmayan Filistin halkı için her yıl ABD’den ve AB’den yapılan mali yardımlar 7 Nisan 2006’dan itibaren kesilmiştir.121 İsrail ise gümrük gelirlerinden bir kısmını ayırdığı Filistin yönetimine, HAMAS seçildikten sonra, bu geliri vermeyeceğini baştan ilan etmişti. 

Arap-İsrail Çatışmalarında Türkiye 

Türkiye, 1965 yılından itibaren 1980’li yılların sonuna kadar Orta Doğu’da şöyle bir politika izlemeye çalışmıştı: (1) Haklı Arap davalarına siyasal destek sağlamak, (2) Arap ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklarda taraf tutmamak ve bunlara karışmamak, (3) Batı ile devam ettirilecek askerî, siyasi ve ekonomik ilişkilerin Arap ülkelerinin çıkarları üzerinde olumsuz etkiler yaratmamasına itina göstermek, (4) İsrail’le ilişkileri kesmemek; ancak asgari düzeyde de olsa sürdürmek, (5) Arap ülkeleriyle ekonomik, ticari ve diğer alanlarda yakın iş birliği kurmaya çalışmak.122 

1976’da Suriye kuvvetlerinin Lübnan’a girişinden sonra, Suriye’nin kontrolü altındaki Beka Vadisi’nde Türkiye’ye yönelik terör faaliyetleri ile tanınan ASALA, PKK ve bazı Marksist-Leninist örgütler için eğitim ve barınma imkânları sağlanmıştır. Türkiye’ye ilaveten Lübnan’da özellikle İsrail’e yönelik örgütler de barınmış ve bunların İran ve Suriye tarafından desteklendiği pek çok kez iddia edilmiştir. Özellikle PKK’nın Türkiye’ye verdiği can ve mal kayıplarının artış kaydetmesiyle Türkiye-İsrail arasında 1990’lı yılların ortasından itibaren önemli bir yakınlaşma tesis edilmiş, PKK terör elebaşısı Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve 20 Ekim 1998’de Adana Mutabakatı’nın imzalanması ile Türkiye-Suriye ilişkileri normalleşmeye başlamıştır. Suriye ile ilişkiler, 2000 yılı içinde Beşşar Esad’ın Suriye Devlet Başkanı oluşuyla iyileşme ivmesini artırmış, buna 
karşılık 3 Kasım 2003 genel seçimlerinin ardından AKP iktidarının gelişiyle ve hele de 2003 Irak Savaşı ile Türkiye-İsrail ilişkilerinde ABD’ye paralel 
olarak bir soğuma meydana gelmiştir. Başbakan dâhil Türk devlet adamları İsrail’in Filistinlilere füze ile saldırmasını “devlet terörü” olarak nitelemiştir. Bu 
eleştirilerden biri de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından İsrail’in Lübnan’a saldırısı sırasında, Ağustos 2006’da Washington Post’ta yayımlanan; “Dünyanın her yerinde aynı soru soruluyor: Tek başına bu trajediyi durdurma imkân ve kabiliyetine sahip olan dünyanın tek süper gücü, insanların bu kadar acı çekmesine neden göz yumuyor ve merhamet çağrılarını neden karşılıksız bırakıyor?”123 ifadelerinin yer aldığı makalesinde ABD’nin eleştirilmesiyle devam etmiştir. 

BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararı yayımlandıktan sonra, Lübnan’a asker gönderme konusu Türkiye’nin gündemine oturmuş ve Türkiye istihkam ağırlıklı bir kara birliği ile, denizde keşif-karakol görevi yapacak bir fırkateynini BM’nin emrine vermiştir. Türkiye Lübnan krizinin başından beri akan kanı ve gözyaşlarını durdurmak için uğraşmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: (1) Başbakan R. Tayip Erdoğan; Ağustos 2006 başında, Malezya’daki İKÖ’nün genişletilmiş yürütme kurulu toplantısında BM’yi eleştirmiş, AB’yi etkin olmaya çağırarak dünyayı uyarmıştır. “Bu savaşın galibi olmayacaktır, acil ateşkes ilan edilmeli. Orta Doğu yangını medeniyetler çatışması potansiyeli taşıyor. Bu ateş hepimizi yakar. Dünya barışı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük tehditle karşı karşıya” demiştir. (2) Başbakan ayrıca Ateşkes sağlandığında, tarafların kabulü ve uygun siyasi koşullar oluştuğu takdirde, Türkiye’nin BM çatısı altındaki istikrar gücüne katılabileceğini ifade etmiş, Lübnan’ın yeniden imarına katkıda bulunmak üzere bağışçı ülkeler konferansı düzenlenmesi fikrini desteklediğini söyleyerek, barış için her türlü girişimi İKÖ adına yürütecek bir 
temas grubu kurulmasını önermiştir. (3) Türkiye, AB içinde ayrıca İspanya ile birlikte “Medeniyetler İttifakı”nın özel temsilcisi sıfatıyla da Hristiyan ve 
Müslüman dünyaları arasında uzlaştırıcı rolüne de soyunmuştur. Tüm bunlar ve Lübnan’a gönderilen Türk askerlerinin mevcudiyeti, Türkiye’nin Lübnan 
konusundaki samimi icraatlarıdır. Türkiye, hemen sınırlarının yakınındaki bu yangından turizm bağlamında ekonomik yönden olumsuz etkilendiği gibi, 
petrol fiyatlarının yükselmesiyle de olumsuz etkilenebilmektedir. Üstelik bölgeye mücavir olmasıyla, çıkabilecek bir savaşın önlenememesi hâlinde, ekonomik, siyasi ve sosyal açılardan olumsuz etkilenmesi devam edecektir. Hem bu nedenlerle, hem de bölgeyle yüzyıllardır süren kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler, Türkiye’nin bölgede etkin bir rol oynamasını gerektirmektedir. Şayet komşuda başlayan yangına müdahalede bir kova da Türkiye su dökmezse, yangının kendi üzerine gelmesi veya kendi üzerine yönlendirilmesi mümkün olabilir… 

Arap - İsrail Anlaşmazlığının Derin Yaraları 

Arap-İsrail çatışmalarının tarihi yukarıda ayrıntılarıyla verilmeye çalışıldı. Gelinen noktada önemli hususları şöyle sıralamak mümkündür: 

İsrail’in bölgedeki varlığı başta HAMAS olmak üzere Arap halklarının bir kısmı tarafından kabul edilmemektedir. 

Bölgede kalıcı barış için ikna edilmesi gereken devletlerden en önemlisi Suriye’dir. Suriye’nin ise en önemli şartı, İsrail’in 1967 savaşında işgal etmiş olduğu toprakları koşulsuz geri iade etmesidir. 

Bölgede, İsrail’in varlığına tahammül edemeyen İran’ın etkisi, İsrail’e yönelik terör faaliyetlerinin desteklenmesi ile sürmektedir. İran’da mevcut Molla rejimi devam ettikçe, İran yanlısı örgütler desteklenecek ve desteklendikçe bölge istikrar bulmakta sorun yaşayacaktır. 

Suriye, İsrail’in işgal ettiği topraklara koşulsuz kavuşsa dahi, ön bahçesi gibi gördüğü Lübnan’ın iç işlerine karışmayı sürdürecek, günün birinde Lübnan’ı Suriye’ye katmak için enerjisinden taviz vermeyecektir. 

Bölgede Ürdün ve Lübnan gibi, kendi ayakları üzerinde duramayan ve içeriden yada dışarıdan silahlı müdahaleler karşısında yabancı askerlerin yardımına muhtaç ülkelerin yaşayabilmesi ve istikrar bulabilmesi için öncelikle Suriye-İsrail, İran-İsrail, ABD-İran ve ABD-Suriye ilişkilerinin normale dönmesi gereklidir. 

Bölgede istikrarın sağlanabilmesi için gereken en önemli hususlardan biri de Filistin devletinin artık terörle bir yere varılamayacağını anlayan Devlet Başkanı Mahmud Abbas gibi kişilerin çoğunlukta ve iktidarda olmasıyla mümkün olabilecektir. Zira her ne kadar İsrail Filistin halkının toprakları üzerinde zorla oturup devlet kurmuşsa da, mevcut siyasi koşullar içinde İsrail’in bu bölgeden başka bir yere taşınması yada kazınması mümkün değildir. İsrail, yaşayabilmek için mücadele etmesi gerektiğini, bu mücadelede de en az kayıpla var olabilmek için her türlü savunma ve güvenlik önlemini almakta, almaya devamda da kararlı gözükmektedir. Filistinlilere karşı Kudüs’te duvar örerek Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında onlarca kontrol noktası ve yasak bölgeler uygulamalarının Filistinlileri perişan ettiği doğrudur. Bu ıstıraptan kurtulmanın yolu ise “bileğini bükemediği” İsrail’le savaşmak yerine, onunla uzlaşmaktan geçmektedir. İzlenecek bu tür bir yol, gerektiğinde Batı dünyasının bile İsrail’e baskı yaparak Filistinlilere uyguladığı baskıyı azaltmasında önemli bir rol oynayabilecektir. 

Orta Doğu’da Bölge Dışı Güçlerin Rolü 

Bölgeye XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren artan İngiltere ve Fransa’nın ilgisi, 20. yüzyılın başında Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali’nin Hidiv oluşuyla artmış, Mısır sayesinde Fransa Haçlı seferleri döneminden beri sürdürdüğü Lübnan’daki Marunilerle ilişkisini geliştirmişti. Osmanlı topraklarında Fransız İhtilalinin ardından ortaya çıkan isyanlar ve yeni devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması, azınlıklar için Batılı ülkelerin baskısıyla, 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlatılan iyileştirme çalışmaları, daha sonra Filistin bölgesi için ayrı bir tabloya dönüşmüştü. 1820’lerden itibaren Osmanlı topraklarında baş gösteren “Misyoner” faaliyetlerin ağırlıklı olarak Filistin-Lübnan bölgesine kaymış, bu bölgede İngiltere’den Fransa’ya, Almanya’dan Rusya’ya varıncaya kadar tüm büyük devletlerin misyoner teşkilatları kurulmuş, bölge gayrimüslimleri için “koruyucu” ülke olmak, büyük devletlerin hükümdarları için birer onur vesilesi olmaya başlamıştı.124 Filistin ve Lübnan’da o dönemde çoğunluğu Sünni Arap, Alevi Arap, özellikle Lübnan’da Maruni Hristiyanları ve Dürzi Müslümanları, Şii Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Grek Ortodoksları, Türkler ve daha küçük gruplar 
yaşıyordu. Birinci Dünya Harbi yaklaşırken Filistin’e Avrupa’dan Yahudi göçleri başlamıştı. 

Orta Doğu’nun XIX. yüzyıldaki en büyük önemi Hindistan-Akdeniz- Avrupa arasındaki ticaret yolu olması, bölgenin önemli ipek üreticisi olması ve nihayet 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla dünya deniz ticaret yollarından önemli bir kavşak noktasına sahip olmasıydı. Doğu Akdeniz’e ve dolayısıyla Orta Doğu’ya hâkim olan hem Kızıldeniz-Akdeniz, hem de Akdeniz-Karadeniz arasındaki deniz ticaret yollarını da kontrol edebilirdi. Bu nedenledir ki İngiltere, 1878’de önce Kıbrıs’ı, 1882’de de Mısır’ı işgal etmişti. Arkasından da İran Körfezi’nde boş durmayacak ve Kuveyt’i ilhak edecekti. 

O dönemde bölgeye inmeye çalışan bir diğer büyük devlet Rusya idi ve genellikle zayıf Osmanlı Devleti’nden çok, karşısında güçlü İngiliz donanmasını bulmuştu. XIX. yüzyılın sonlarına doğru bölgeye XIX. yüzyılın yeni büyük devleti Almanya girmeye başladı. Hedef, Berlin-İstanbul-Bağdat demir yolu projesiyle İngiltere’den daha önce Hindistan’a ulaşmaktı. Bu kez bölgedeki çıkarları tehlikeye düşen İngiltere, Rusya ve Fransa ile bir araya gelerek Almanya’ya karşı cephe almıştı. Sonuç ise Birinci Dünya Harbi ve bu harbin sonunda yenilen Osmanlı topraklarında, İngiliz ve Fransız çıkarları doğrultusunda cetvelle çizilen manda yönetimlerinin kurulmasıydı. Bölgede Fransa ve İngiltere gibi iki müttefiki bile birbirine düşüren önemli bir gelişme, petrolün makinelerde kullanılması, XX. yüzyılın yeni enerji kaynağı petrolün Orta Doğu’daki tanımsız varlığıydı. 

Orta Doğu’da İngiliz ve Fransızların çizdiği sınırları tanımayan ve en kısa sürede bağımsızlığına kavuşan tek ülke Türkiye olmuştur. Öte yandan Fransa’nın manda yönetimindeki Suriye’de, İngilizlerin manda yönetimindeki Irak’ta başta olmak üzere birçok yerde yerli halkın bu Avrupalı yönetimlere karşı bağımsızlık savaşları sürüp gitmişti. Özellikle İkinci Dünya Harbi sırasında bölgeye Almanya sızmak istemiş ancak Alman etkisi İngiltere ve Fransa tarafından silinmişti. 

İkinci Dünya Harbi sonunda 1946’da Lübnan ve Suriye bağımsızlığını kazanmış, Suriye Hatay ve Lübnan’ı topraklarına katma isteğini hiçbir zaman yitirmemişti. 1948’de ise, İkinci Dünya Harbi sırasında Almanya tarafından soykırıma uğrayan Yahudilerden kaçanlar da dâhil, Filistin’e yerleşen Yahudiler tarafından İsrail devleti kuruldu. Aslında İngiltere, İsrail’in kurulmasına pek de gönüllü gözükmezken özellikle Amerika’daki Yahudi lobisinin etkinliğiyle ABD, İsrail’in kuruluşunda koruyucu rol üslenmişti. İsrail’in kuruluşundan sonra da Orta Doğu’daki Anglo-Sakson milletlerin çıkarları ABD tarafından gözetilmeye başlanmıştı. Bu çıkarları koruyabilmek için bölgede kendilerine en yakın müttefik olarak gördükleri ülke de İsrail’di. Yani dünya enerji ham maddelerinin çoğunluğu Orta Doğu’daki Müslümanların elinde bulunurken bu kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen Hristiyan dünyasının bölgedeki en büyük güvencesi Musevilerdi. 

İsrail’in kuruluşundan önce başlayan Arap-İsrail çatışmaları, kuruluşundan sonra savaşlara da dönüşerek devam etmiş ve hiç durmamıştır. Hemen her defasında başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeler genellikle İsrail’in yanında saf tutmuşlardır. İkinci Dünya Harbi sonunda Varşova Paktı’nın kurulması ve iki kutuplu dünyada Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Akdeniz’i bir atlama tahtası olarak düşünen Sovyetler Birliği de bölgeye girmiştir. Sovyetlerin taraf olduğu yer de İsrail karşıtı olan Arapların yanı olmuştur. Öyle ki 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Araplarla Yahudiler birbirleriyle savaşırken bir bakıma da Sovyet ve ABD harp silah ve araçları da birbirleriyle çatışma içinde olmuştur. Çatışmaların galibi her defasında İsrail olurken harp silah ve araçlarında da üstünlük ABD’de olmuştur. 

Bölgede Müslüman ülkeler içinde ABD’ye en yakın petrol üreticisi ülkelerden İran, Arap-İsrail çatışmasında genellikle suskun kalırken 1979 Molla rejiminin İran’a yerleşmesiyle İsrail’e karşı Filistin’de yeni bir müttefik ortaya çıkmıştır. Hele de 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Arap-İsrail çatışmasında, Şam-Tahran eksenli ve Lübnan’da İsrail’e yönelik birçok grubun saldırılarında İran’ın ekonomik ve eğitim desteği olduğu iddia edilmiştir. Bir bakıma, bölgede Arapların yanındaki Sovyet ittifakının yerini İran doldurmuştur. 

2003 Irak Savaşı ve ABD’nin Orta Doğu’ya yerleşme düşüncesi, bölgeye yeniden bir çekidüzen verme düşüncesi gibi pek çok tasarı ile ABD, dünyanın tek küresel gücü olarak Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının sorunsuz olarak ve kendi kontrolünde üretim ve ulaştırmasının sağlanması için bir dizi önlem almak istemiştir. Bu nedenle Irak Savaşı’ndan sonra bölgede Suriye ve İran muhtemel hedefler olarak gösterilmiştir. Ancak zaman içinde Irak’ta ABD’nin kontrolü sağlayamaması, Irak’taki direnişin gittikçe artması sonucunda Suriye ve İran’ın hedef tahtasından silinmesine neden olmuştur. Buna karşılık 2004’ten itibaren İran’ın nükleer silah ürettiğinin duyulması ve İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın “İsrail’in yerinden kazınması”nı öngören söylemleri, ABD’nin bölgedeki politikalarını olumsuz etkilemeye başlamıştır. Üstelik Irak’ta sözde Saddam rejiminden kurtarılan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin de yer yer direnişe katılması, hatta İran etkisine girmekte oluşu, Arap-İsrail çatışmalarında, Araplardan daha çok İran’ın varlığını hissettirmiştir. Bu nedenledir ki Lübnan’daki Şii Hizbullah örgütü Temmuz-Ağustos 2006 aylarında İsrail’e karşı mücadelede, kaybetmemiş, hatta savaşı kazandığı yönünde bölgede büyük itibar kazanmıştır. Hizbullah’ın kazanmasına neden olan en önemli etkenlerden biri ise ellerindeki İran yapısı yerden yere atılan füzeler olmuştur. 

Irak’ta kaybetse de dünya enerji ham madde kaynaklarının büyük bir çoğunluğu Orta Doğu’da var olmaya devam ettikçe küresel ticaretin aksamaması ve küresel hegemonyanın devamı için ABD bölgede kalmaya, bölgedeki en önemli müttefiki İsrali’i de desteklemeye devam edecektir. Soğuk Savaş sonrasında eski Sovyet topraklarında kurulan devletlerden Rusya’nın da bölgeye ilgisi olmakla birlikte, küresel güç ABD ile gelinen aşamada bir mücadele içerisine girmemektedir. AB ülkeleri içinde İngiltere ABD ile birlikte hareket ederken, zaman zaman aykırılıkları görülen Fransa ve Almanya da esas itibariyle ABD çizgisinden fazlaca sapmamaktadırlar. Dünyanın gelecekteki potansiyel küresel gücü Çin’in de bölgedeki çatışmalara doğrudan müdahalede bulunmak gibi çabalarının olmadığı, enerji ham maddelerinin kesintisiz transferi konusuna özen gösterdiği görülmektedir. 

Sonuç 

Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Orta Doğu’nun kaderi, karteline dâhil şirketlerle Büyük Devletler, yerli hanedanlar, çeşitli milliyetçi ve Siyonist parti yada hareketlerin ellerinde şekil bularak, sınırları çiziliyordu. İngiltere ve Fransa bu bölgeyi coğrafi, kültürel, politik, demografik, sosyolojik ve tarihî bir alan gibi görürken, bu alanın kaderi üzerinde tek söz sahibi olarak kendi varlıklarını ileri sürüyorlardı. Doğu onlar için yeni bir buluş, tarihin basit ve kolay bir icadı değil; fakat Avrupa’nın doğusunda uzanan ve görevleri Avrupa ile birlikte düşünülmesi gereken çıkarlarının bir parçasıydı. Zira Doğu’nun, Avrupa’nın bilimine, tekniğine, zihin gücüne ve yönetim metotlarına ihtiyacı vardı.125 

Samuel Huntington da Edward Said gibi Batı’nın bölgeye bakışını özetlemekte; ancak o da İslami terör diye aslında hiçbir Müslüman’ın kabul edemeyeceği yanlış bir terimi kullanmaktan geri durmamaktadır. Keza petrolün önemini vurgulamakta; ancak petrol uğruna petrol karteline tabi şirketlerin, ait oldukları devletleri kanalıyla bölgede estirdikleri devlet terörüne değinmemektedir. Sanki “bölgedeki petrolün ait olması gereken ülkeler Batı ülkeleri, petrolü kullanan insanlar da Batılı olmalıymış gibi” imada bulunmaktadır.126 

Batı’ya karşı meydan okumanın Müslümanlardan geleceğinin altını çizen Huntington, bir bakıma Batı ülkelerine de yol göstermektedir. Oysa Müslüman ülkelerinin Batı’nın topraklarında ya da Batı’daki çıkarlar konusunda herhangi bir isteği ve hedefi yoktur. Burada çıkarı olan Batı’dır ve çıkar sahaları da Müslüman ülkelerin sahip olduğu topraklardaki petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Bu topraklar da ki pazar paylarıdır. Bu topraklarda yetişen bilgili ve zeki insanları devşirmek ve kendi sistemini güçlendirmek için onlardan yararlanmaktır. Yeni dünya düzeni kurulması senaryosu da yeni değildir ve Birinci Dünya Harbi başlamadan önce ortaya konulmuş, 

Birinci ve İkinci Dünya Harplerinden sonra sahnelenmiş, XX. Yüzyıl sonunda bir başka savaşın sonunda, “Soğuk Savaş” sonrasında yeniden sahne almıştır. Arkasında ise Müslümanları “hasım” ve “terörist” gibi göstermek isteyen petrol karteli bulunmakta, teröre destek veren Müslüman ülkeler ve kuruluşlar da farkında olmadan bu petrol kartelinin emellerine alet olmaktadır. 

Orta Doğu’daki kalıcı barış, bölge ülkelerinin, eğer yapabilirlerse çok yakını dâhil “geçmişe sünger çekmeleri” ile mümkündür. Barışın tesisine katkısı olacak bölge dışındaki aktörlerin en başında da ABD gelmektedir. Ancak ABD’nin özellikle George W. Bush’un başkanlığı döneminde böyle bir girişime sıcak baktığını söylemek mümkün değildir. Filistin asıllı ABD’li araştırmacı Edward Said ABD’nin tutumu konusunda, daha 20-26 Aralık 2001 tarihlerinde; “ABD’nin terörizme karşı savaşı yayıldıkça daha fazla huzursuzluğun ortaya çıkması kesin gibi. İşleri yoluna koymak şöyle dursun, ABD iktidarı muhtemelen sorunları kontrol edilemez şekilde işin içinden çıkılmaz hâle getiriyor. ABD ve Avrupalılar bir anti-Taliban koalisyonu oluşturma ihtiyacı duydukları için Filistin sorununa yönelik yenilenmiş bir dikkatin ortaya çıktığını söylemek ironi olarak anlaşılmamalıdır.” şeklindeki ifadeleri ile doğru teşhisi koymuştu sanki.127 Gerçekten de o tarihten sonra anti-Taliban maskesi altında Irak’a İngiltere ile birlikte savaş açan ABD, 
Avrupa’nın tamamını değilse bile önemli bir bölümünü yanına alarak hareket etmiş, BM kararlarını bile hiçe saymıştı. AB’nin ağır topları olan Almanya ve 
Fransa’yı bile karşılarına almayı göze almış, bu yüzden AB’nin çatırdamasına aldırış bile etmemişti. 

Suriye’nin mutlak surette bölgedeki terör örgütlerine desteği kesmesi, hatta bu konuda uluslararası bir iş birliğinin tesisi yoluna gitmesi gereklidir. 

Terör konusunda XXI. yüzyılın en hassas ülkesi olan ABD’nin yöneticileri de bu konuda Suriye’yi zorlamaktadır. ABD’nin maksadı, Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisini azaltmak, İsrail’e karşı terörist saldırılar yapan Hizbullah ve Filistinli diğer terörist gruplara yardımını kesmektir. Böyle bir hareket tarzı uygulandığı takdirde, ABD’nin Suriye’ye karşı güveni gittikçe artacaktır.128 Golan tepeleri ve 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların koşulsuz Suriye’ye verilmesi hâlinde Suriye’nin tavrı olumlu yönde değişebilir. Ancak İsrail bunu kabul edebilecek midir? Zira İsrail’in BM Genel Kurulunda 10 Kasım 1975’te, “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğunu” kabul eden 3379 (XXX) sayılı, ve 35’e karşı 72 devlet tarafından desteklenen (32 çekimser, üç oylama harici) kararı karşısında,129 “Siyonizm” tutumunu değiştirebilecek midir? Öte yandan Yitzak Rabin gibi cesaretini canıyla ödeyebilecek yeni liderler çıkabilecek midir? Zira BM’nin almış olduğu karara rağmen Filistinlilerle arasına yeni bir duvar çekmesi ve Suriye ile yaşanan Golan Tepeleri çıkmazı da Orta Doğu’daki kalıcı barışın sağlanmasına engel olan diğer önemli gerçeklerdir. 

Yahudi Yazarlardan Norton Mezvinsky, İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan “İsrailli Araplar”ın durumunu incelemiş ve bunların yasalar uyarınca yurttaşlık haklarından tam olarak yararlanamayıp ikinci sınıf yurttaş konumuna düşürüldükleri sonucuna varmıştır. Yahudi yazar Mezvinsky’e göre çözüm yolu şöyledir: “Çözüm, İsrail devletini Siyonizm’den kurtarmaktır. Siyonist devletin barışçı yoldan ortadan kalkmasını ve yerine laik, demokratik, çok ırklı bir devletin kurulmasını gündeme getiren bu öneri Orta Doğu halklarının tüm sorunlarını çözmeye yeterli olmamakla birlikte somut ve olumlu bir adım sayılabilir.”130 

DİPNOTLAR;


1 Suleiman Mousa; “The Rise of Arab Nationalism and the Emergence of Transjordan”, Nationalism in a non-National State (The Dissolution of the Otoman Empire), (Edited by: William 
W. Haddad and William L. Ochsenwald), Ohio State University Pres. Columbus, 1997, s. 242. 
2 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. 4 1. Kısım, Sina-Filistin Cephesi, Ankara, ATASE Yayını, 1979, s. 689-690. 
3 K. Krüger; Kemalist Türkiye ve Orta Doğu, (çev.: Nihal Önol), Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, s. 156. 
4 a.g.e.; s. 156-157. 
5 Albert H. Hourani; Arap Halkları Tarihi, (çev.: Yavuz Alogan), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 379. 1949 yılına gelindiğinde 
Yahudiler Filistin’deki nüfusun yüzde 30’undan fazlasını oluşturuyordu. 
6 Krüger; s. 157. 
7 Arab Higher Committee. 
8 Pious Faundation. 
9 William R. Polk; The Arab World Today, Harvard University Pres, Cambridge, Massachusette, London, 1991, s. 170-172. 
10 Thomas Koszinowski; Die Palaestinenser und der arabisch-israelische Konflikt: Deutschearabische Beziehungen, (Herausgeber: Udo Steinbach), Schriften 
des Forschungsinstituts der Deutschen Gesellschaft für Auswaertige Politik e.V. Bonn, R. Oldenburg Verlag, München, Wien, 1981, s. 285. 
11 Jewish Agency. 
12 Stern Gang. 
13 Polkss; 172-175. 
14 Çağrı Erhan; Ömer Kürkçüoğlu, “Filistin Sorunu”, Türk Dış Politikası, (Editör: Baskın Oran), C. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 637. 
15 Franz W. Seidler, Alfred M. De Zayas; Kriegsverbrechen in Europa und im Nahen Osten im 20. Jahrhundert, Verlag E.S. Mitler und Sohn GbmH, 
Hamburg-Berlin-Bonn, 2002, s. 285-287. 
16 Hourani; s. 418 ve Polk, s. 177-180. 
17 Abd el-Qadir Huseini. 
18 Burada belirtilmesinde yarar görülen bir husus vardır. 2004 yılı içinde de İsrailli liderlerin izlediği yol aynıdır. Zira 2003 ve 2004 yılı içinde de HAMAS’ın 
lider kadrosu İsrail tarafından izlenmekte ve bunlar ilk fırsatta yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumu Başbakan Şaron da bizzat bir “Hükûmet politikası” olarak 
açıklamaktadır. 
19 Polk, s. 182. 
20 Çağrı Erhan, Ömer Kürkçüoğlu; s. 639. 
21 A.L. Ratcliffe; Zur strategischen Lage im Nahen Osten, Wehrwissenschaftliche Rundschau, E.S. Mitler und Sohn Gmbh, Darmstadt, 1952, s. 457. 
22 Alain Gresh, Dominique Vidal; Orta Doğu-Mezopotamya’dan Körfez Savaşı’na, (çev.: Hamdi Türe), Alan Yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 61: Mısır’daki bu 
“Hür Subaylar”ın başındaki genç ve atak Mısır subayı Cemal Abdülnasır idi. 1848 Filistin Arap-İsrail Savaşı’nda sarsılarak çıkmış, 23 
Temmuz 1952’de Hür Subayların yardımıyla iktidarı ele geçirerek 1953’te krallığı ortadan kaldırmıştı. Nasır’ın rengi o yıllarda henüz belli olmamıştı. 
Arkadaşları içinde komünistler ve Müslüman Kardeşler de bulunmaktaydı. 1955 yılında “Bağlantısızlar Hareketi”ne katılacak, 1956’da Süveyş Kanalı’nın 
millîleştirilmesi, politikasının ana hatlarını ortaya koyacaktı 
23 Türkçe “Şükrü El Kuvvetli” olarak çağrılıyor. 
24 Türkçe “Çiçekli” olarak çağrılıyor. 
25 Nikolaos van Dam; Suriye’de İktidar Mücadelesi, (çev.: S. İdiz, A.F. Çalkıvık), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 59-60. 
26 George Lenczowski; The Middle East in World Affairs, Cornell University Pres, Ithaca and London, 1982, s. 327 ve Bessam Tibi, Arap Milliyetçiliği: Yöneliş, 
(çev.: Taşkın Temiz), İstanbul, 1998, s. 279. Antoun Saadeh (Sa’ada) tarafından kurulan ve orijinal adı “Syrian National Party” olan partidir. 
Mezopotamya’ya “Doğu Suriye” diyen ve “Büyük Suriye” devleti kurulmasını öngören Arap milliyetçisi bir parti olup lideri Sa’ada 1951’de ölmüştür. 
27 İrfan Acar; Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, TTK, Ankara, 1989, s. 35-36. 
28 Melek Fırat, Ömer Kürkçüoğlu; “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, (Editör: Baskın Oran), C. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 627-628. 
29 Tibi; s. 295-296. 
30 Polk; s. 206. 
31 Peter Mansfield; Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, (çev. Nuran Ülken), Sander Yayınları, İstanbul, 1975, s. 162-163. 
33 Polk; s. 37-40. 
34 Fatrat el-Infisal. 
35 van Dam; s. 60-64. 
36 Mansfield; s. 175. 
37 Lenczowski; s. 347-348. 
38 Hourani, s. 472. 
39 Tibi; s. 296-297. 
40 Salah Jadid. 
41 Ebru Metli; Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi Gelişimi ve İki Ülkenin Milli Menfaatleri/Hedefleri (Uzmanlık Tezi), MGK Genel Sekreterliği, 
Ankara, 2000, s. 44-45 ve Lenczowski; s. 350. 
42 Mansfield; s. 178-182. 
43 Koszinowski; s. 288. 
44 Fahir Armaoğlu; XX. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1995, Genişletilmiş 2. Baskı, Akım Yayınevi, 
İstanbul-Ankara, s. 702-703: 1964 Mayıs ayı içinde, çoğunluğu Ürdün’de, diğerleri de Arap 
ülkelerine yayılmış durumda bulunan Filistinli Arapları organize edip onları İsrail’e karşı 
mücadeleye sevk etmek maksadıyla o zamanlar Ürdün toprakları içinde bulunan Doğu Kudüs’te 
“Birinci Filistin Kongresi” toplandı. Bu kongre ile FKÖ kurularak, 33 maddelik bir “Filistin Millî 
Misakı”(Al-Misak Al-Vatani Al-Filastani) kabul edildi. Bu misaka göre, İngiliz mandası altındaki 
Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6. maddeye göre de “Siyonist istilasından önce”, yani 
“Balfour Deklarasyonu”ndan önce, Filistin topraklarında devamlı oturmakta olan Yahudiler de 
Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947’ye kadar Filistin topraklarında yaşayan “Arap 
vatandaşları” ile bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında ister bu toprakların dışında doğmuş 
olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9. madde, Filistin topraklarının kurtarılması 
için silahlı mücadele öngörüyordu. 19. madde, Filistin’in 1947’deki bölünmüşlüğünü ve kurulmuş 
olan İsrail devletini geçersiz sayıyordu. 21’inci madde ise Filistin topraklarının tamamen 
kurtuluşunun dışındaki hiçbir çözümü kabul etmiyordu. FKÖ’nün silahlı mücadeleyi yürütmek 
için “fedayin” denen gerillalardan oluşan bir askerî teşkilatı “El-Fetih” (Al-Fatah) teşkilatı da 
kurulmuştu. 
45 Hourani; s. 475 ve Koszinowski; s. 289. 
46 O zamanlar dünya kamuoyunda “Fedain” olarak biliniyorlardı. 
47 Armaoğlu; s. 702-704. 
48 Hourani; s. 475-477. 
49 Mansfield;.s. 186. 
50 Lenczowski; s. 352. 
51 Mansfield; s. 188-189. 
52 Hourani; s. 480. 
53 Mansfield; s. 187-188. 
54 Hourani; s. 481. 
55 Bu tarihi 16 Kasım 1970 olarak verenler de mevcuttur. Bk. Bahattin Karakaya; “Suriye Dosyası”, Avrasya Dosyası, C. 4, Sayı 1-2, Ankara, 1998, s. 241. 
56 van Dam; s. 118-119. 
57 Daniel Dishon; “Greater Syria”: Reviving an old Concept, The Syrian Arab Republic, (Edited by Anne Sınai, Allen Pollack), American Academic Assoc. 
For Peace in Middle East, New York, 1976, s. 83. 
58 Büyük Suriye Hayali: Hafız Esad yönetiminin en büyük ideali Büyük Suriye’yi kurma hayali idi. 
59 Lenczowski; s. 356. 
60 Mansfield,s. 195-196. Bu federasyona başlangıçta Sudan da katılmak istemiş; ancak bu, rejimin komünist kesiminden gelen muhalefet sonucu mümkün olamamıştı. 
61 Michael Krupp; Zionismus und Stadt Israel, Gütersloher Verlagshaus Gerd Mohn, Gütersloh, 1983, s. 157-158. 
62 Armaoğlu; s. 719-721. 
63 Lenczowski; s. 357. 
64 Krupp; s. 160-161. 
65 Acar; s. 71. 
66 Arap Liga. 
67 Tel-Aviv’de Filistin komandolarının bir İsrail otobüsüne yönelik operasyonu sonucunda 31 İsraillinin ölmesi üzerine İsrail 14 Mart 1978’de 20 binden fazla bir 
kuvvetle kara, hava ve denizden Güney Lübnan’a çıkartma yapmış, iki gün içerisinde Lübnan’ın yüzde 10’unu işgal etmişti (Acar; 1989,s. 84). 
68 Lenczowski; s. 358-359. 
69 UNIFIL. 
70 Acar; s. 85-87. 
71 İrfan Acar; ss. 83-89. 
72 Tuna Köprülü, “30 Yıl Sonra Ortadoğu’da Denge Değişiyor”, Hürriyet, 27.3.1979. 
73 İrfan Acar; s. 92. 
74 Ariel Şaron 2000’li yılların başında İsrail’de tekrar iş başına hem de Başbakan olarak gelmiş olup, İsrail’de Filistinlilere karşı aldığı radikal kararlarla sadece 
Arap ve Müslüman ülkelerin değil, Batı ülkelerinin ve hatta kendi ülkesindeki Yahudilerin dahi sert eleştirileri ile karşı karşıya kalmaktadır. 
75 İsrail’in Lübnan’ı işgalinin gerçek nedeninin su sorunu olduğunu iddia edenler mevcuttur. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Türkkaya Ataöv de bunlardan biri olup, 
İsrail’in bu Lübnan harekatının asıl sebebi, Litani suları üzerinde egemen olma isteğidir. Ayrıntı için bk: Ekrem Memiş, Kaynayan Kazan Ortadoğu, 
Çizgi Kitapevi Yayınları, Konya, 2002, s. 217. 
76 Acar; s. 93. 
77 a.g.e.; s. 95. 
78 Hourani; s. 496. 
79 Şule Kut; “Filistin Sorunu ve Türkiye”, Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, (Editör: Haluk Ülman), TÜSES, İstanbul, 1991, s. 25-27. 
80 Al-Jihad al-islam. 
81 Armaoğlu; s. 870-871. 
82 Armaoğlu; s. 871-872. 
83 Mustafa Coşkun; “İsrail’in Güney Lübnan Serüveni”, Stratejik Analiz, ASAM, Ankara, Temmuz 2000, s. 19. 
84 Arnold Blumberg; The History of Israel, Greenwood Pres, Westpor, Connecticut, London, 1998, s. 164-171, 174. 
85 Ferhad İbrahim; “Syrien nach Hafiz al-Asad: Zwischen Kontinuität und Wandel”, 
www.bpb.de/publikationen/V8F2UP,0,0,Syrien_nach_Hafiz_alAsad:_Zwischen_Kontinuit, (erişim: 22.10.2005), s. 5. 
86 Hillel Haklin; “The Rabin Assassination: A Reckoning”, (Edit: Neal Kozod), The Mideast Peace Process, Encounter Boks, San Fransisco, 2002, s. 47. 
87 İsrail, bu tarihten sonra Filistin’le ipleri koparmaya başlayacak, bu konuda İsrail’le anlaşmaya 
yanaşmayan radikal Filistinli gerilla örgütleri de yardımcı olacaktır. Çeşitli provokasyonlardan sonra da Nisan 1997’de Kahire’de bir araya gelen 
Arap Birliğinin Dışişleri Bakanlarının toplantısı sonunda “Barış Süreci Görüşmelerinin” sona erdiği bildirilecekti. 
http:// www. sophienschule. de/extern/ israel/ mat1ge9. htm. 
88 Kamel S. Abu Jaber; The Arab-Israeli Peace Process: A Critical Evaluation, Perceptions Journal of International Affairs, 
Volume V, Number 1, March-May 2000, s. 113. 
89 İbrahim; s. 5. 
90 Metli; s. 49. 
91 117 STAT.2482, PUBLIC LAW 108-175, Dec. 12, 2003. 
92 Ümit Enginsoy; “Sıra Suriye’de mi?”, Ulusal Strateji, Yıl 5, Sayı 35, 5 Mayıs 2003. 
93 Star; 19.1.2004. 
94 Cumhuriyet; 19.3.2004. 
95 Gökhan Gök; http://www.wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=12252. 
96 Milliyet; 13.10.2005. 
97 Celalettin Yavuz; “Genişletilmiş Orta Doğu Projesinin İkinci Durağı Suriye mi?”, 2023, 15.12.2005, Sayı 56, s. 14-15. 
98 Zaman; 20.1.2004. 
99 Milliyet; 23.3.2004. 
100 Milliyet; 12.11.2004. 
101 “Arafatçılar Tasfiye Edildi, İsrail Memnun”; Milliyet, 25.2.2005. 
102 “Kan ve Gözyaşı”; Milliyet, 18.8.2005, s. 20. 
103 “Türkler Yıkmamıştı, Biz Neden Yıkıyoruz?”; Milliyet, 23.8.2005, s. 20. 
104 Thomas Avenarius; “Die Grenzen des Wiederaufbaus”, Süddeutsche Zeitung,24./25. September 2005, s. 11. 
105 “Hamas Dünyayı Böldü”; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=176961, 28.6.2006. 
106 “Dün Suriye'deki Elçilik Yakılmıştı. Bu Kez De Beyrut'taki Danimarka Konsolosluğu Yakıldı”, 5.2.2006, http://www.nethaber.com/?h=44726. 
107 Oky; “Damaskus nutzt den Streit, um in Beirut Chaos zu stiften”, 7.12.2006, 
http://www.welt.de/data/2006/02/07/842059.html. 
108 “Peres tritt aus Arbeitspartei aus”; http:// www. welt. de/ data/ 2005/ 11/ 30/ 811405. html, 2.12.2005. 
109 “İsrail’de Seçimleri Kadima Kazandı”; http:// www. usakgundem. com/ haber. php? id= 3783, 29.03.2006. 
110 “İsrail: Hükûmet Güvenoyu Aldı”; VOA Türkçe, 5 Mayıs 2006, 
http://www.usakgundem.com/haber. php? id= 4565. 
111 İsrail Türkiye'den yardım istedi, http://www.milliyet.com.tr/2006/06/28/dunya/axdun01.html, 30.11.2005, (erişim:28.6.2006). 
112 Serhat Erkmen; “İsrail, Hizbullah, HAMAS Savaşı”, 26.7.2006, (erişim: 27.12.2006), http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1057&kat1=32&kat2=#_ednref1 
113 “İsrail’den Çocuk Katliamı”, Akşam, 31.7.2006, s. 17. 
114 “Mit eiserner Faust”; Der Spiegel, 24. Juli 2006, s. 80-87. 
115 “İsrail Hem Onayladı Hem Vurdu”; Akşam, 14.8.2006, s. 12. 
116 “Nasrallah wins the war”; The Economist, August 19th 2006, s. 9. 
117 “The blame game”; The Economist, August 19th 2006, s. 33. 
118 Türkiye, TBMM’de 5.9.2006 günü Lübnan’a asker gönderme iznini Hükümete verdi. 
119 “Olmert versucht politischen Sprengsatz zu entschärfen”, 12. Dezember 2006, 
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,454120,00.html 
120 “Olmert startet Diplomatie-Offensive mit Abbas”, 24. Dezember 2006, 
http:// www. spiegel.de/ politik/ ausland/ 0, 1518, 456486, 00. html. 
121 “Beziehungen zwischen Israel und den Palästinensern”; 23. Dezember 2006, 
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,456447,00.html 
122 Ekmeleddin İhsanoğlu; Türkiye ve İslam Konferansı Teşkilatı, Yeni Türkiye, “Türk Dış Politikası Özel Sayısı”, Sayı 3, Ankara, 1995, s. 418. 
123 “Gül’den ABD’ye Eleştiri”; Akşam, 4.8.2006. 
124 Ayrıntılar için bk. Celalettin Yavuz; Geçmişten Geleceğe Suriye-Türkiye İlişkileri, ATO Yayını, Ankara, 2005, s. 76-92, 104-108. 
125 Edward Said; Oryantalizm-Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çev.: Semih Uzel), Pınar Yayınları, İstanbul, 1982, s. 372-373. 
126 Samuel Huntington; Medeniyetler Çatışması, (Derleyen: Murat Yılmaz), Vadi Yayınları, Ankara, 2001, s. 31-32. 
127 Edward Said; Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu, (Çev.: A. Cüneyt, A. Kerem, N. Ersoy), Aram Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 192. 
128 Alan Makovsky; Syria’s Foreign Policy Challenges U.S. Interests, 2001, 
http: //www. ciaonet.org/ pbei/ winep/ policy_2001/maa03.html 
129 Humprey Walz; “Siyonizm ve Irkçılık: Çelişen Görüngüler ve Algılamalar”, (Çev.: Türkkaya Ataöv), Siyonizm ve Irkçılık, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985, s. 17. 
130 İ. Hatem Hüseyni; “Siyonizm’i Eleştiren Yahudiler”, Siyonizm ve Irkçılık, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985, s. 259. 


***

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 3



ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ.,
 BÖLÜM 3



Camp David ve Mısır - İsrail Anlaşması 

ABD, Orta Doğu’da barışı sağlamak düşüncesiyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile birlikte barış masasına oturması için adım adım ilerlediği bir diplomatik atak başlatmıştı. Birçok toplantı ve konferans yapılmış ancak; 1975 yılı yazının sonlarına doğru Suriye tarafından, Mısır ile İsrail arasındaki anlaşma zeminine açıkça karşı çıkılmaya başlanmıştı. Suriye’nin endişesi; Mısır’ın Sina Yarımadası ’nda kaybetmiş olduğu toprakların bir kısmını daha alması hâlinde, gelecekte İsrail’e karşı çarpışmakta daha isteksiz olabileceği ve böylelikle de Suriye’nin can düşmanı İsrail ile yüz yüze ve tek başına kalabileceği tehlikesiydi. Bu nedenle 1975’in Eylül ayında Sina II adındaki anlaşma metninin son şeklinin verilmekte olduğu sırada, Suriye’nin başını çektiği Arap ülkelerinden Irak, Libya, Cezayir, Güney Yemen ve FKÖ “Red Cephesi” oluşturdular. Suriye, evvelce İsrail tarafından işgal edilmiş olan Golan Tepelerinden İsrail’in tam olarak çekilmesi için kapının aralanmasını umuyordu.63 

1977’de ABD’nin Orta Doğu’da yürüttüğü yoğun barış görüşmeleri başarıya ulaşmış ve tarihe “Camp David Anlaşması” olarak geçen, İsrail- Mısır-ABD Anlaşması, bu ülkelerin liderleri olan Menahem Begin, Enver Sedat ve Jimmy Carter tarafından imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Filistin halkının hukuki hakları ile bu hakların getirdiği esaslar da tanınmış oluyordu.64 Neredeyse tüm Arap dünyası bu anlaşmaya karşı çıkıp imzacı Arap ülkesi olan Mısır’la ilişkilerini askıya almıştı. 

Lübnan’da İç Savaş ve İşgali Getiren Gelişmeler 

1946’da bağımsızlığına kavuşan her iki ülkeden Suriye, Lübnan’ın bağımsızlığını hiçbir zaman tanımamıştı. Benzer şekilde Lübnan da Suriye’ye diplomatik temsilci göndermemişti. 13 Nisan 1975’te Beyrut yakınlarındaki Ayn El-Rumana’da bir kilisenin açılış töreni sırasında arabadan açılan ateşle iki Falanjist asker ve Hristiyan liderlerden Emin Cemayel’in muhafızı öldürülmüştü. Ateşin Filistinliler tarafından açıldığını düşünen ya da inanan Falanjist milisler de aynı gün Tal el-Zatar kampına gitmekte olan bir Filistin otobüsünü Ayn el-Rumana’da durdurarak içindeki tüm yolcularını katlettiler. Kemal Canbolat radikal grupların oluşturduğu “Ulusal Cephe”yi toplantıya çağırarak Falanjist Partinin feshedilmesini ve kabinedeki iki bakanın görevine son verilmesini istedi. Öte yandan FKÖ Lideri Yaser Arafat da diğer Arap devletlerinin duruma müdahale etmeleri için çağrıda bulundu.65 Lübnanlı Lider Kemal Canbolat’ın Hafız Esad ile görüşmesinin ardından Nisan 1976’da Suriye lideri, savaşa son vermek 
üzere sınırlı sayıdaki Suriye birliklerini Lübnan’a göndermişti. Birkaç hafta içinde Suriye  birlikleri Lübnan’ın kuzeyinde ve merkezî bölgesinde ağırlıklı olmak üzere güneydeki Litani Nehri’ne kadar olan bölgede kontrolü ele geçirmeyi başardılar. Suriye kuvvetleri daha ileriye gidememişlerdi. Zira İsrail bu konudaki karşıt tutumunu ortaya koymuştu. Öte yandan Kahire’de 10 Haziran 1976’da toplanan Arap Ülkeleri Zirvesi66 sırasında 30 bin kişilik bir “Arap Caydırıcı Gücü” kurulması, bu güce de Suudi Arabistan, Sudan, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Yemen ve Suriye’den daimî katılımlı birlikler gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Lübnan’da askerî varlığını tesis eden Suriye, Arap Ülkeleri Zirvesi’nde alınmış olan bu kararla ikinci adım olarak da Lübnan’daki askerî varlığına hukuki zemin kazandırarak aşama kaydetmişti. Ancak Suriye’nin askerî varlığı Lübnan’ın Hristiyan kesimi tarafından kabul edilmemişti. Öyle ki sonunda bu Hristiyan milisler 1978’de Suriye birlikleri ile savaş açacak duruma kadar geldiler. Bu durumu hazırlayan etkenler ise şunlardı: (1) 1978’de İsrail, bölgedeki FKÖ Fedailerini yok etmek maksadıyla Güney Lübnan’ı işgal etmiş ve BM Güvenlik Konseyi ile ABD tarafından çekilmelerinin istendiği Haziran ayına kadar kalmışlardı.67 (2) Suriye’ye karşı olan güçler İsrail tarafından silah, teçhizat ve eğitimle desteklenmişti.68 

BM Güvenlik Konseyinin 19 Mart 1978 tarihli 425 sayılı kararıyla BM’ye bağlı uluslararası 6 bin askerden oluşan bir birliğin Güney Lübnan’ı kontrol etmesi kararlaştırılmıştı. İsrail, çekilirken kendi yanlısı olan Saad Haddad ve milisleri de bölgede kalmıştı. Dolayısıyla BM kuvvetleri69 ile gerek İsrail yanlısı Haddad milislerinin gerekse Filistinli grupların da zaman zaman karşılıklı çatışmaları kaçınılmaz oluyordu. Bu kargaşa içinde BM Güvenlik Konseyi 7 Ekim’de ateşkes çağrısı yaptı. Ateşkesi izleyen günlerde Lübnan Cumhurbaşkanı Sarkis’in daveti üzerine “Arap Caydırıcı Gücü”ne katkıları olan Suriye, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Sudan’ın katılımıyla 15 Ekim 1978’de Beyrut’ta bir toplantı yapıldı. Toplantı sonucunda Lübnan Silahlı Kuvvetlerinin mezhep yapısı da dikkate alınarak yeniden teşkilatlandırılması, daha da güçlendirilerek zamanla ülkedeki kontrolü Arap Caydırıcı Gücü’nden devralması kararlaştırıldı. Kararın açıklanmasından sonra Suriye, askerlerinin bir kısmını Doğu Beyrut’taki bazı semtlerden geri çekmişti.70 

1979 yılı içinde İsrail yanlısı Saad Haddam, kendi kontrolü altındaki bölgede “Özgür Lübnan” adıyla bir bağımsız devlet kurduğunu ilan etmiş, ciddiye alınmamış; ancak Lübnan’daki karışıklıklar da aralıksız devam etmişti. Bir taraftan Falanjistler ile Ermeniler arasında çatışma çıkarken diğer taraftan Doğu Beyrut Hristiyanları kendi aralarında çatışmaya başlamışlardı. 

1979 yılı yaz aylarında ise İsrail uçakları Güney Lübnan’daki FKÖ kamplarını bombalamış, Trablusşam’daki Suriyeli askerler ve Şii yandaşları da 
“Müslüman Kardeşler” adı ile bilinen Sünni örgüte karşı mücadeleye başlamıştı. 1980 yılına gelindiğinde Lübnan’daki çatışmalar çok eksenli bir hâl alarak sürüyordu. Bunlardan biri Hristiyan-Müslüman çatışması iken bir diğeri ise Sünni-Şii çatışması şeklinde mezhep çatışmasına zemin hazırlamıştı. FKÖ ile İsrail arasındaki mücadele bir başka çatışma eksenini oluştururken, Lübnan’da aynı din ve mezhepler içindeki çeşitli grupların da birbirleriyle çatışmaları da kaçınılmazdı.71 

26 Mart 1979’da Mısır ile İsrail arasında, Camp David’ten sonra ikinci bir anlaşma daha Washington (Vaşington)da imzalanmış, bunun üzerine Suudi Arabistan ve Ürdün ABD’ye cephe almışlardı. Filistin halkının haklarının savunulmadığı iddiasıyla bu anlaşmaya Suriye de karşı idi. Mısırİsrail 
anlaşması gereği İsrail Sina Yarımadası’ndan çekildi. ABD, İsrail’e iki milyar dolar, Mısır’a da üç milyar dolar ve askerî malzeme yardımı yaptı. 

İsrail gemileri Süveyş Kanalı’ndan geçebilecekti, Mısır’ın İsrail’e uyguladığı ambargo kalktı.72 

İsrail’in Lübnan’ı İşgali – Orta Doğu’da Yeni Çalkantılar 

İsrail Parlamentosu Knesset 30 Temmuz 1980’de Kudüs’ü “İsrail’in ebedî ve değişmez başkenti” olarak ilan etmişti. 8 Haziran 1981’de ise Irak’ta inşa edilmekte olan Osirak Nükleer Reaktörü İsrail uçaklarının hava saldırısıyla havaya uçuruldu. Aynı tarihlerde Güney Lübnan’da Filistinliler mevzilerini güçlendirirken bu durum Lübnan ile Filistinlilerin arasını açıyordu. Yaser Arafat ve FKÖ’nün bu tutumunu, “İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali için bir bahane olarak değerlendiren” dönemin ABD Devlet Başkanı Ronald Reagan, Arafat’ı bu konuda uyarma ihtiyacını hissetmiş, bölgeye Philip Habib’i özel temsilci olarak gönder mişti. Batı Beyrut’ta artan çatışmalar ve Arap ülkelerinin diplomatik temsilcilerine yöneltilen tehditlerle, bu ülkelerin temsilcilikleri ülkeyi terk etmişti. 24 Mayıs 1982’de Fransız Büyükelçiliğine düzenlenen bombalı bir saldırıda 12 kişi hayatını kaybetmiş, Batılı sefaretler birer birer kapanmaya başlamıştı. Hristiyan milisler, Suriye Lübnan’ı terk edinceye kadar mücadeleyi sürdüreceğini ifade ederken İsrail jetleri de Güney Lübnan’daki keşif uçuşlarını yoğunlaştır mıştı.73 

İsrail’de, 1981 yılı genel seçimleri sonrası Savunma Bakanı General Ariel Şaron’la74 birlikte Lübnan’ın işgal fikri kuvvet kazanmıştı. İsrail jetlerinin 
Güney Lübnan’daki icraatı, 21 Nisan’da Beyrut güneyindeki Damur şehrinin yakınındaki bazı Filistin mevzilerinin roket ateşine tabi tutulması ve daha 
sonra da Batı Beyrut üzerindeki uçuşlarla devam etmişti. 6 Haziran 1982’de güneyden Lübnan sınırlarına giren İsrail kuvvetleri, “Galilee Barış Harekâtı” 
adı altında Güney Lübnan’ı işgal harekâtına başlamıştı75. Bu harekât ile Arap–İsrail savaşlarında ilk kez İsrail–Filistin kuvvetleri bir cephede karşılıklı 
çatışmaya girdi.76 Filistinliler eğitilmiş İsrail kuvvetlerinin yetişmiş insan gücüne karşı koyabilecek yetenekte değillerdi. İsrail’in bu harekâtı sonunda 
FKÖ lideri Yaser Arafat da dâhil FKÖ gerillaları Lübnan dışına sürgün edildiler. 

İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında başlangıçta çarpışmaların dışında kalan Suriye’nin, Lübnan’daki “Arap Caydırıcı Gücü”nde yer alan kuvvetleri 
İsrail kuvvetleriyle yer yer çarpıştılar. Bu çarpışmalar 11 Haziran 1982’de doruğa ulaşmış, Bekaa Vadisi semalarında İsrail ve Suriye uçakları arasında 
bir hava muharebesi yaşanmış. Suriye 85 Mig uçağı kaybettiği gibi Bekaa’da konuşlu çok sayıdaki Rus yapımı SAM füze rampaları da İsrail uçakları 
tarafından imha edilmişti. Lübnan’da gerçekleşen Suriye–İsrail arasındaki bu dördüncü büyük düello, İsrail’in açık ara üstünlüğüne rağmen Suriye 
sınırlarını aşamamıştı. Bunun nedeni ise Suriye ile Sovyetler Birliği arasında 1980 yılı içinde imzalanmış olan “İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması”nın varlığıydı. İsrail, Suriye ile Bekaa’da bir ateşkes anlaşması yaparak 
çatışmayı sonlandırmıştı.77 Lübnan Hükûmeti, Dürzi ve Şiiler ile Suriye’nin karşı konulamaz direnişi karşısında İsrail ile yapılan anlaşmayı iptal etmişti. 
Bu arada Emel ve bazı Şii grupları Lübnan siyasetinde ön saflara yerleşmişti. Emel, Batı Beyrut’ta sıkı bir denetim sistemini kurmuş, kısmen de olsa 
Emel’in baskısıyla İsrail güçleri, güney sınırındaki bir şerit dışında, Lübnan’dan çekilmişlerdi.78 

Filistin Özerk Devleti’nin Kuruluşu ve Lübnan Bunalımı 

9 Aralık 1987’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde geniş çaplı bir ayaklanma ve direniş baş gösterdi. Taşlı-sopalı ve silahsız olan bu kendine özgü ayaklanma, Filistin devletinin ilanını hızlandıracak tarihî bir öneme sahip olmuştu. Bu intifadanın ardından 31 Temmuz 1988’de Ürdün, Batı Şeria ile Doğu Kudüs üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçtiğini açıklamış, bu durum üzerine intifadanın gerçekleştiği tüm topraklar, hiçbir ülkenin egemenliğinde olmayan topraklar konumuna dönüşmüştü. Bir başka ifadeyle; 1967’den beri İsrail’in işgali altında tutulan; ancak ilhak edilmemiş olan “Batı Şeria” ve “Gazze” ile gene İsrail’in 1980’de işgal ettiği Doğu Kudüs bir bakıma meşru sahibini bekler pozisyona düşmüştü. Zira BM Güvenlik Konseyinin 242 sayılı kararı 1967 Arap-İsrail Savaşı öncesi sınırları onaylıyordu. Ama artık Gazze ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs herhangi bir devletin meşru egemenliği altında değildi. Bu durum ise söz konusu topraklar üzerinde bir devlet kurulmasını ya da devletin 
mevcudiyetinin ilanını kolaylaştırıyordu. 15 Kasım 1988 sabahı Arafat’ın bizzat ifadesi ile “Filistin devletinin kurulduğu” tüm dünyaya duyuruldu. Bu ilan ile birlikte Filistinlilerin o güne kadar savunmuş oldukları, “Filistin’de tek Filistin devleti” düşü de terk edildi. Arafat, müteakip günlerde, BM Güvenlik Konseyinin Filistin ile ilgili olarak evvelce almış olduğu bir dizi kararı tanıdığını ve özellikle de “terörizmin her türüne karşı olduğunu” açıklamasının ardından, ABD-Filistin yakınlaşmasının temelleri de atılmıştı.79 

1985-1990 yılları arasında Lübnan’daki siyasi istikrarsızlık, iç karışıklık ve terör faaliyetleri devam etmiş, Lübnan’daki “pastadan” İran, Suriye ve diğer Arap ülkelerinin pay kapma çabaları mevcut olup Lübnan’da 1985 yılından itibaren egemen olan unsurlar şöyledir: (1) Lübnan’ın siyasi liderlerinden Nebih Berri’nin Suriye yanlısı “Emel” (Amal) örgütü, (2) Dürzi lider Velid Canbolat’ın İlerici Sosyalist Partisi’nin bir örgütü olan “Dürzi Milis Kuvvetleri”, (3) Aşırı İslamcı ve Sünni, ayrıca da Suriye karşıtı “İslami Birlik Hareketi”nin milis örgütü “Tevhid” (Tavhid), (4) Emel örgütünün 1983 yılındaki iç bölünmesinden ortaya çıkan Şii örgüt İslami Cihad80 (5) Emel örgütünden kopan ve lideri Şeyh Muhammed Fadlallah olan, doğrudan İran tarafından finanse edilen bir başka Şii örgütü Hizbullah, (5) Sünni ve aşırı İslamcı bir örgüt olan Cindullah (Allah’ın askerleri) örgütü. Bu örgütlerden Emel ve Hizbullah arasındaki mücadeleler en şiddetlisi olup 1988 yılına kadar sürmüştür. Aralarında mücadelelerin yaşandığı FKÖ ile Emel arasında Aralık 1989’da yapılan bir anlaşma sonunda FKÖ, Sayda ve Sur arasındaki Güney Lübnan topraklarında, İsrail’e karşı tam bir hareket serbestisi 
kazanmıştı.81 

Mayıs 1989’da Kazablanka’daki Arap Birliği zirve toplantısında Cezayir, Suudi Arabistan ve Fas devlet başkanları Lübnan için bir barış ve uzlaşma planı hazırlanmasına karar verdi. 16 Eylül 1989’da hazır hâle gelen planda çatışmalara son verilmesi yanında, siyasi reformlar da öngörülüyor, memuriyet ve silahlı kuvvetler mensuplarında mezhep ayrımı kaldırılıyor ve Lübnan halkının daha iyi temsil edilebilmesi için milletvekili sayısı 99’dan 128’e çıkarılıyordu. O tarihte Müslümanların sayısı Hristiyanlara oranla daha fazla olduğundan, eski düzen bu plana göre Müslümanlar lehine değişme kaydediyordu. 1972 yılından beri seçim yapamamış olan Lübnan Parlamentosunun 70 üyesinden Müslüman ve Hristiyan milletvekili sayıları 31’er kişi idi. Meclis 30 Eylül 1989’da toplandı. “Taif Anlaşması” denilen bu toplantı sonucunda hazırlanmış olan plan çoğunlukla kabul edildi. Ancak Hristiyan liderlerden bazıları Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini istemediğinden bu planı kabul etmemişti. Kasım 1989’da, Lübnan 
Parlamentosu Elias Hrawi’yi Cumhurbaşkanı seçti. Böylelikle Hristiyanlarla Müslümanlar arasında çatışma konusu olan Cumhurbaşkanlığı sorunu 
çözüme ulaştırılmıştı. Ancak bu kez de Hristiyanlar ikiye bölünmüşlerdi. Bu nedenle 1990 Ocak ayından Mart 1990’a kadar yaşanan çatışmalar, 
Hristiyan liderlerin Taif Anlaşması’nı kabul etmesiyle sona erdi. Ancak 1976 yılında imzalanan Riyad Anlaşması’na dayanarak 36 bin askerini Lübnan’a 
intikal ettirmiş olan Suriye, bu ülkenin önemli bir bölümünü kontrolü altına almış bulunuyordu. Tüm bu gelişmelerden sonra Lübnan bir bakıma Suriye’nin bir “eyaleti” konumuna girmişti.82 1991 yılında Lübnan Hükûmeti’nin aldığı bir kararla bütün silahlı gruplar silahlarından arındırılırken, Lübnan Hükûmeti’nin kontrolü dışındaki Hizbullah’ın varlığı, İsrail işgali yüzünden meşru sayılmıştı. Hizbullah’ın siyasi kanadının seçimlerde başarı kazanmasıyla Lübnan’da Hizbullah sadece askerî değil, aynı zamanda etkin bir siyasi güç olarak da hareket etmeye başlamış, Suriye ve özellikle de İran’ın desteğiyle, 1991 yılından itibaren Güney Lübnan’daki İsrail kuvvetleriyle mücadele etmiştir.83 

Orta Doğu Barış Görüşmeleri 

1991 Körfez Krizi ve Irak’a müdahale sonrasında ABD Başkanı George Bush’un Dışişleri Bakanı James Baker, Ekim 1991’de Madrid’te bir uluslararası konferans düzenleyerek düşman tarafları aynı masaya oturtmuştu. İsrail, Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün-FKÖ ortak delegeleri bir araya gelmişlerdi. ABD’ye ilaveten Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi ve Körfez Birliği Genel Sekreteri de konferansta hazır bulunmuşlardı. Konferansın devamı Washington’daki toplantıydı. Bu toplantıya İsrail adına katılan Başbakan Yitzak Şamir, Arap delegeleri ve ABD’nin istekleri karşısında katı bir muhalif olarak kalmıştı. Şamir’in 23 Haziran 1992 genel seçimlerine karar vermesiyle resim değişebilecekti. Bu arada seçimler 
arifesinde Şimon Peres’in ajanları ile Arafat’ın danışmanlarını bir araya getirebilmek için bir “Oslo Süreci” de başlatılmıştı. Oldukça gizli yürütülen 
Oslo görüşmelerinde Arap yerleşim bölgelerinin kendilerini yönetebilecekleri, kendi hafif silahlı polis teşkilatlarını kurabilecekleri ve Filistin Yönetimi olarak 
bilinen ve Filistinli Arap seçmenlerce seçilecek bir otoritenin varlığı konusunda uzlaşmaya varmışlardı. 13 Eylül 1993’te, 1992 seçimlerini kazanarak Başbakan olan Yitzak Rabin, Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve Filistin Yönetimi Lideri Yasir Arafat, ABD Başkanı Bill Clinton’un nezaretinde “Beyaz Saray”da Oslo paketi üzerinde anlaşarak el sıkışmışlardı. Rabin- 

Peres Hükûmeti 1993 ve 1995’te Suriye’ye karşı da barış taarruzlarında bulundu. ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Warren Christopher’un da girişimleri ile, İsrail bazı formaliteler karşılığında Golan tepelerini Suriye’ye bırakabileceğini söyledi. İsrail, Golan tepelerinde, Suriye’nin sürpriz taarruzlarından korunabilmek maksadıyla elektronik erken ihbar sistemlerinin daimî olarak kalmasını istiyordu. Benzer erken ihbar sistemi Mısır’a geri verilen Sina Yarımadası’nda da mevcuttu. İsrail ayrıca, bölgedeki suyun paylaşımında da bazı isteklerde bulunmuştu. Bu istekler karşısında Suriye, barış girişimini reddetmişti.84 Suriye 1. Başkan Yardımcısı Khaddam, “İsrail, açık ve kesin olarak herhangi bir sınırlama olmaksızın makul bir süre planlaması içerisinde geri vermeyi taahhüt etmelidir”85 demişti. Aslında, 1992 genel seçimlerinde bölgedeki bir Arap-İsrail barış anlaşmasının gerekliliğini savunan; ancak Kudüs’ün bölünmeksizin İsrail’e bağlı kalacağını, Ürdün’ün batısında ayrı bir Filistin devleti kurulmayacağını, Ürdün Vadisi ve Tiberia Gölü’nün batı sahillerinin İsrail’in egemenliği altında kalacağını ve Suriye ile yapılacak herhangi bir barış anlaşmasında Golan Tepelerinde İsrail’in askerî ve meskûn mahal olarak kullanım ve kontrolünün devam edeceği vaadinde bulunmuş Rabin, bu vaatlerinden oldukça uzaklaşmıştı.86 

1995 yılında İsrail–Filistin görüşmeleri de çıkmaza girmeye başlamıştı. Filistinliler, İsrail işgali altındaki toprakların sözleşme gereği boşaltılması 
gerekirken yeni yerleşim yerleri olarak açılmasından şikayetçi idiler. Buna karşılık İsrail Hükûmeti de FKÖ lideri Yaser Arafat’ı, Filistin Özerk Bölgesi’ndeki Yahudilerin hayatını garanti etmemekle suçluyordu. Bunların ardından, İsrail-Filistin Anlaşması’nı kabul etmeyen Filistinli radikal dinci örgütler Yahudilere karşı bombalı saldırılara başlamışlardı. İsrail cephesinde de durum farklı değildi. İsrail Hükûmeti’nin Filistinlilerle anlaşma yapmasını kabul etmeyen radikal Yahudi grupları da gizli faaliyetlerini 4 Kasım 1995’te Başbakanları Yitzak Rabin’i bir suikast sonucu katlederek ortaya koymuşlardı. Hukuk öğrencisi fanatik bir Ortodoks’un işlediği bu cinayetten sonra, 1996 yılında Benyamin Netanyahu başbakanlığa gelecekti. Netanyahu Hükûmeti’nin parolası ise “Güvenlik için Özgürlük” idi. Dinî partilerin desteklediği bu hükûmetin programı ise bir önceki hükûmetten taban tabana zıt olacak şekilde ve şöyle idi: (1) Golan Tepelerinden dönüş olmayacak, (2) Filistin Devleti’ne hayır, (3) Kudüs’ün gelecekteki statüsü 
konusunda tartışmaya gerek yok.87 

Rabin sonrası İsrail’in barış karşıtı tutumuna rağmen, ABD Başkanı Bill Clinton Kabinesinin yürüttüğü “Orta Doğu Barış Süreci” ile Orta Doğu’da barışın tesisi için önemli bir mesafe kat etmeyi başarmıştı. Bu girişimlerden biri de 15 Aralık 1999’da Washington’da ve Bill Clinton’ın ev sahipliğinde, İsrail Başbakanı Ehud Barak, Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara ile Lübnan Başbakanı Salim Hoss’un katılımı ile gerçekleşmişti. Bu görüşme, tüm dünyaya bizzat Clinton tarafından da deklare edilmişti.88 Ancak bu görüşmeleri izleyen aylarda ve Ehud Barak’ın 2000 yılı içinde pek yüksek çıkmayan “Golan’dan çekilme” çağrısı dışında, Suriye’ye ümit vaat eden herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Mart 2000 içinde Clinton ile Hafız Esad Cenevre’de kısa bir süreliğine bir araya gelmiş; ancak Esad, 1967 sınırlarından ve su konusunda ödün vermeyeceğini tekrarlamıştı.89 

Suriye diktatörü Hafız Esad’ın ölümü üzerine Devlet Başkanı olan Beşşar Esad, Suriye Halk Meclisindeki yemin töreninde, İsrail’le ilgili politikanın ana hatlarını şöyle çizdi: 
(1) Lübnan desteklenmeye devam edecek, 
(2) Golan Tepeleri başta, işgal altındaki Suriye toprakları kurtarılarak 1967 yılından önceki sınırlara dönülmesi konusundaki politikadan ödün verilmeyecek ti.90 

ABD’de George W. Bush Yönetimi - Irak Müdahalesi ve Suriye’de Endişe 

ABD’de Bill Clinton’dan sonra Başkan seçilen Cumhuriyetçilerin adayı George W. Bush’un dünya kamuoyunda “Yeni Muhafazakârlar” olarak bilinen şahinleri, Orta Doğu’da İsrail yanlısı politikayı benimsemişlerdi. Bu ise Orta Doğu barış sürecini geliştirmek bir yana, önleyici bir gelişmeydi. 

11 Eylül 2001’de ABD’nin Pentagon dâhil birkaç önemli bölgesine intihar uçuşları ile yapılan terör saldırılarının ardından önce Afganistan’a BM şemsiyesi altında müdahale edilmiş, ardından da 20 Mart 2003’te ABD-İngiltere ağırlıklı koalisyon güçleri Irak’a girmiş ve işgale başlamıştı. 

Irak’ta 2003 yılı içinde iki ay sonra savaşın fiilen sona erdiği bildirilmiş, gözler Suriye’ye çevrilmişti. ABD, 2003 Irak müdahalesinin ardından, Baas 
Partisin den kalanların Suriye topraklarında barındığını ve isyancıların bu topraklardan Irak'a giriş çıkış yaptığını iddia etmiş, sınırlarını kontrol 
edemeyen Suriye’yi suçlamıştı. ABD Kongresinin Aralık 2003 tarihli bir neşriyatında, “Suriye’nin terörizme desteğinin, Lübnan’ı işgalinin ve kitle 
imha silahları üretiminin durdurulması gerektiği, keza Suriye’nin Orta Doğu’da ciddi birçok uluslararası güvenlik sorununa sebebiyet veren açık 
tutumu” resmî olarak da belgelenmişti.91 Şahinler Suriye’ye karşı sert yaptırımlar uygulanmasını isterken ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ve 
ılımlılar buna karşı çıkıyor hatta “ABD’nin Suriye ile çok canlı bir diplomatik diyalog içinde olduğunu” ifadeyle Şam’a gitmeyi bile düşünmüştü. Öte 
yandan İsrail de ABD’nin Suriye’ye karşı çok sert baskı uygulamasından yanaydı. ABD yönetiminin şahinlerinin gönlünü okşayan açıklamalardan birini 2003 yılı ilkbaharı içinde İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz şöyle yapmıştı:“Amerikalıların, Suriye’nin ne yaptığını gözden uzak tutmayacağını sanıyorum. Bu, ABD’nin Suriye’ye askerî eyleme geçeceği anlamına gelmiyor. Ancak ABD’nin bir süper güç olarak ülkelerin düşünme ve eylem biçimlerini değiştirmek için güç kullanma imkânı var”92 

ABD 2004 içinde, Suriye’nin kitle imha silahları ve terörist eylemler konusundaki politikalarından kaygı duyduklarını ifade etmişti. 19 Ocak 2004’te, Suriye devlet radyolarından yapılan bir günlük yorumda; “Suriye’nin BM Güvenlik Konseyine sunduğu, Orta Doğu’nun, İsrail de dâhil olmak üzere nükleer silahlar dâhil çeşitli kitle imha silahlarından kurtarılması önerisini reddedenin ABD olduğu” duyurulmuştu. Suriye devlet radyosunun devam eden yorumunda; “Washington’un neden İsrail’den kitle imha silah programını bırakmasını ve kapılarını denetçilere açmasını istemediğini” de sorgulamıştı. Suriye radyosu değerlendirmenin devamında “Suriye’nin nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahlara sahip bulunmadığını” ancak “kendisini, 200 kadar nükleer savaş başlığına sahip olduğu tahmin edilen İsrail’e karşı savunma hakkı bulunduğunu” da belirtiyordu.93 2004’ün Mart ayı içinde Suriye’de bir spor karşılaşması sonrası çıkan Kürt-Arap çatışmasının ardından ABD’nin Suriye’ye yönelik yeni bir tehdidi daha dünya basınında yer almıştı. Beşşar Esad yönetimini ağır bir dille eleştiren ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Adam Ereli, Şam yönetimini “Kürtlere baskı yapmama” konusunda uyarmıştı. Gene aynı günlerde ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage de Beşşar Esad’ın yönetimi için, “…bir yol ayrımında. Ya yoluna devam eder ve güzel bir yaşamı olur ya da daha da izole edilir ve bölgedeki tek Baas Partisi olur.” diyerek Suriye’ye yeni bir tehdit 
yöneltmişti.94 

Amerikalı yetkililer, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta öldürülmesinin arkasında Suriye'nin bulunduğunu iddia ettiler. Zira, Hariri, Suriye askerlerinin Lübnan'dan çekilmesini istiyordu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 17 Şubat 2005 tarihinde, uluslararası toplumdan, başka ülkelerin iç işlerine karışan Suriye’nin durdurulmasını istedi. Suriye’nin Lübnan’ın işlerine karışmaktan vazgeçmesi gerektiğini Lübnan’da istikrarsız bir ortam yarattığını kaydeden Rice, “uluslararası toplumun Suriye'nin yaptıklarına karşı birleşmesine ihtiyacımız var. Suriye hem kendi topraklarını hem de Güney Lübnan’ı terörizmi desteklemek için kullanıyor” diyerek Suriye’yi hedef göstermişti.95 İyice daralan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, “ön bahçesi” Lübnan’da 1976’dan beri var olan askerlerini geri çekme kararı almıştı. 

Hariri suikastı nedeniyle Suriye’de sular bir türlü durulmak bilmemiş, 12 Ekim 2005’te Suriye İçişleri Bakanı Gazi Kenan’ın, Lübnan’ın Sesi radyosunda konuştuktan sonra intihar ettiği duyulmuştu. Ölümünden iki hafta önce Hariri suikastı nedeniyle BM müfettişlerince sorgulanan Gazi Kenan, son radyo konuşmasında “Bu, hakkımdaki iddialarla ilgili son açıklamam. Benim Hariri suikastıyla kesinlikle ilgim yok. Zaten BM müfettişine her şeyi anlattım.” diyerek son açıklamasını yapmıştır.96 Suriyeli bakanın intiharını Hariri suikastı ile bağlantılandıran ve Suriye yönetimini köşeye sıkıştırmak isteyen bazı otoriteler “şaibeli” olarak değerlendirilmişti. Bazıları, intiharın Suriye’nin kirli çamaşırlarını ortadan kaldırmak için gizli bir operasyon olabileceğini iddia ederken bazıları da bunun ABD’nin ya da İsrail’in işi olduğunu söylüyordu. Zira, intihar eden Suriyeli Bakan Gazi Kenan, bu görevden önce 1982’den itibaren Lübnan’a yerleşmiş olan Suriye’nin Bekaa’daki terör kamplarından, Lübnan’daki tüm gelişmelere kadar geniş bir haber alma ağının başındaki tek ve önemli yetkili idi. Daha sonra, BM’nin Hariri suikastını soruşturmakla görevlendirdiği Alman Savcı Detlef Mehlis’in raporu ile ortalık daha beter karıştı. 2005 Ekim ayı içinde ABD Başkanı Bush’un, Suriye’yi vurmak istediği, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın da 
bunu engellediği haberi basına yansımıştı. Uzun zamandır İran ve Suriye’yi hedef alan ABD yönetimi, uyguladığı baskı politikasıyla Suriye kuvvetlerinin 
Lübnan’dan çıkmasını sağlamış, Suriye’deki Kürtleri ayaklandırmış ve çatışmalara neden olmuştu. Bu arada ABD kuvvetleri Irak-Suriye sınırı 
üzerinde direnişçilerle çatışırken zaman zaman Suriye topraklarına girerek bazen Suriyeli askerlerle de çatışmışlardı.97 

İsrail-Filistin Bölgesindeki Gelişmeler-Arafat’tan Sonra Filistin, Şaron’dan Sonra İsrail 

ABD, Suriye’yi sık sık tehdit ederken İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 2004 yılı içinde milletvekillerine yapmış olduğu uyarıda: “Suriye ile müzakerenin, sonunda İsrail’in Golan’dan inmesi anlamına geleceğini bilmek gerekir.” Diyerek Golan’dan tamamen çekilmeye karşı olduğunu bir kez daha ima etmişti.98 İsrail’in Suriye ile barış görüşmeleri yapma konusundaki isteksizliği başka olaylarla da açıkça kendisini gösteriyordu. Dünya basını 23 Mart 2004’te, “İsrail’in Terörle Kumarı” başlıklı bir yazı kullanmıştı. Zira Filistin’de son yıllarda etkinliği oldukça artan ve İsrail’e oldukça ağır zayiatlar verdiren radikal dinci HAMAS örgütünün lideri Şeyh Yasin, İsrail helikopterleri tarafından
düzenlenen füzeli suikast sonucunda 22 Mart 2004’te katledilmişti. 

Gazze’de sabah namazı sonrası gerçekleştirilen bu infaz sonrasında Yasin’le iki oğlu dâhil 7 kişi ölmüş, 15 kişi ağır yaralanmıştı. İran olayı “Devlet terörü” 
olarak nitelerken ABD, “Haberimiz yoktu” şeklinde beyanat vermiş, AB Komisyonu ise suikastı kınayarak “durumdan ciddi endişe duyduğunu” açıklamıştı. 

İsrail Ana Muhalefet Partisi Lideri Şimon Peres bile “Yasin’in öldürülmesini hatalı bulduğunu” ifade etmiş, Türkiye’nin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan da “İyi olmadı, tansiyonu yükseltici bir gelişme.” diyerek İsrail’e bir bakıma, “Yanlış yaptınız.” mesajı vermişti.99 İsrail, HAMAS liderlerine karşı yürüttüğü bu suikast harekâtını daha sonra da sürdürmüştü. 

2004 yılı içinde uzun süre Filistin’de bir binada İsrail’in baskısıyla mahsur kalan Filistin Lideri Yaser Arafat hastalanmış, yaşamının son bir haftasında bakım ve tedavi için götürüldüğü Fransa’da 11 Kasım 2004’te hayata gözlerini yummuştu. Arafat’ın ardından Filistin’de gözyaşı dökülürken ve “Babamız öldü!” feryatları yükselirken İsrail’de ise Başbakan Ariel Şaron ve Adalet Bakanı Yosef Lipid adeta bayram yapıyordu. Lipid’in sevinci, “Dünya’nın Arafat’tan kurtulmasının sevindirici olduğu”nu söylemesi ile açıkça ortaya çıkıyordu.100 

Yaser Arafat’tan sonra, Filistin’de ılımlı tutumu ile bilinen Mahmud Abbas seçildi. Şubat 2005 içinde, Filistin hükûmetinde değişikliğe gidildi ve Arafat’a bağlılığı ile bilinen 7 isim kabine dışı bırakıldı. Bu durum “Arafatçıların tasfiyesi” olarak değerlendirilmiş ve bu gelişmeye en çok İsrail’in sevindiği söylenmişti.101 İsrail, 2005 Ağustos ayı içinde Gazze Şeridi’ndeki 21 yerleşim yerindeki Yahudileri zor kullanarak da olsa boşaltmıştı.102 38 yıldır işgal altında tuttuğu Gazze Şeridi’nden çekilen İsrail’in bu hareketi dünya kamuoyunda memnuniyetle karşılanırken geride kalan binaları Filistinli Arapların kullanmaması için yıkması, Filistinliler gibi bazı İsrail gazeteleri tarafından da kabul edilemez bulunmuştu.103 İsrail her ne kadar Gazze Şeridi’ndeki Yahudileri boşlattırmışsa da Gazze Şeridi ile Filistin’e ait Batı Ürdün arasındaki bağlantı yolu üzerinde duvar, çukur, yasaklı yollar ve hareketli kontrol noktaları dâhil, Filistinliler için 100’ün üzerinde engel mevcuttu. Bu aşırı kontrol yöntemi yüzünden hem 
Filistinlilerin ekonomik hayatı olumsuz etkileniyor hem bölünmüşlükten dolayı hoşnutsuzlukları yükseliyordu.104 Bu kadar kontrol nedeniyle kendilerini 
“özgür hissedebilmeleri de mümkün olamıyordu. 25 Ocak 2006’da Filistin’de yapılan genel seçimler sonucunda, evvelce terörist bir örgüt olarak anılan 
HAMAS 132 kişilik meclise 76 milletvekili sokarak tek başına iktidar şansını yakalamıştı. En yakın rakibi El-Fetih 46 sandalyede kalan HAMAS’ın bu 
seçim zaferi üzerine İsrail, ABD ve AB’den Filistin bütçesine darbe sayılacak açıklamalar geldi. Zira, Filistin bütçesi İsrail’e ve dış yardımlara bağımlıydı.105 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***