ORTADOĞUDAKİ İSRAİL TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
GÖRÜŞ
Türkiye-İsrail normalleşmesinden stratejik ittifak çıkar mı?
Türkiye ile İsrail’i yakınlaştıran en temel faktör, İran’ın bölgesel hegemonyasına Washington tarafından onay verilmesi. İlişkilerdeki normalleşmeyi de stratejik bir ittifak yerine ideolojik ve jeostratejik rakipler arasında üçüncü taraflardan gelen tehditlere karşı geçici olarak ortaya çıkan bir işbirliği olarak kabul etmek daha makul olur.
27 Haz 2016 Güncelleme
Konular:
ORTADOĞU, TÜRKİYE - İSRAİL İLİŞKİLERİ, İSRAİL - FİLİSTİN SORUNU, GAZZE
Hasan Kösebalaban
Uluslararası ilişkilerde dengeler çok hızlı değişebiliyor. Daha 1997 yılında savaşın eşiğinden dönen Türkiye ve Suriye 2011’e gelindiğinde sınırları ortadan kaldırmış, ekonomik entegrasyon yolunda ilerleyen ve askeri işbirliği arayışı içinde olan iki ülkeydi. Türkiye, Suriye İç Savaşı boyunca Esad rejimini yıkmaya çalışan ılımlı muhalif güçlerin en önemli destekçisi oldu.
Buna mukabil 1997’de Türkiye’nin stratejik ve askeri mütteği olarak görülen İsrail’le ilişkilerde, 2010’da 9 Türk vatandaşının yaşamına malolan Mavi Marmara saldırısı başta olmak üzere sayısız kriz yaşandı. Ancak aradan geçen altı yıl sonra ikili ilişkileri normalleştirecek ve belki de stratejik ittifak seviyesine ulaştıracak bir anlaşmayı gerçekleştirdi. Türkiye’nin Mavi Marmara olayından sonra İsrail’le normal diplomatik ilişkilerin başlaması için ortaya koyduğu şartları yumuşatması, bu sürecin hızlanmasına ve tamamlanmasına imkân sağladı.
İsrail: ABD’ye Açılan kapının Anahtarı
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye’nin 1990’lara kadar İsrail’e verdiği önemin büyük ölçüde ABD’de sağladığı lobi avantajından kaynaklandığını söylemek mümkün.
Türkiye hem Yunan lobisinin baskısıyla karşılaştığı silah alım güçlüklerini hem de Ermeni lobisinin 1915 olaylarının soykırım olarak tanınması konusundaki baskılarını aşabilmek için özellikle Kongre üzerinde güçlü etkisi olan Yahudi lobisinden istifade etti. Kısacası İsrail kendi başına değil, ABD içindeki lobi gücü nedeniyle önemliydi.
Bu yorum, 1990’larda değişikliğe uğradı. Özal’ın vefatından sonra siyasete yeniden ağırlığını koyan güvenlikçi bakış açısı, Suriye-Yunanistan-PKK gizli ittifakına karşı bir denge unsuru olarak İsrail’i kendi başına değerli, bir stratejik müttefik olarak görmeye başladı. 28 Şubat sürecinde ve 1998’de Türkiye’nin Suriye’yi savaş tehdidi altında Öcalan’ı ülkeden çıkarmaya zorlamasında bu stratejik ittifak önemli rol oynadı.
2002 seçimlerinden sonra iktidara gelen AK Parti dış politika programının merkezine AB’ye tam üyelik perspektifini koydu. Bu arada parti ve hükûmet yetkilileri İsrail’e karşı da negatif bir söylem takınmaktan özenle kaçındılar. Ancak gelişen olaylar Türkiye’yi İsrail konusunda giderek daha sert tavır almaya zorladı. 2004’te İsrail’in Hamas liderlerine suikast düzenlemesi, 2006’da Hamas’ın lideri Halid Meşal’in Ankara ziyareti ve Aralık 2008-Ocak 2009’da bini aşkın sivil hayatını kaybettiği Gazze saldırısı iki hükûmetin karşılıklı tepkilerine neden oldu. 2009’da ikili ilişkilerde gerginliğin tırmanmasında sembolik bir dönüm noktasını olan One Minute hadisesi yaşandı. Bunu Ocak 2010’da alçak koltuk krizi izledi.
İki ülke açısından ikili ilişkilerin normalleşmesine olan ihtiyacın stratejik olduğu kadar ekonomik nedenleri var. Yaşanan onca gerilime rağmen ilginç bir şekilde iki ülke arasındaki ticaret hacmi artmaya devam etti.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin asıl kopuş noktası ise 31 Mayıs 2010’da yaşandı. Gazze’ye insani yardım taşıma amacıyla yola çıkan uluslararası filonun en büyük gemisi olan Mavi Marmara’da İsrail deniz komandolarının açtığı ateş sonucu dokuz sivil hayatını kaybetti. Türkiye bu olayın ardından İsrail’le diplomatik ilişkilerini mümkün olan en alt seviyeye indirdi ve ilişkilerin normalleşmes için üç şart ileri sürdü: açıkca özür dilenmesi, hayatını kaybedenlerin yakınlarına ve yaralılara tazminat ödenmesi ve son olarak Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Başbakan Erdoğan ile yaptığı bir telefon görüşmesinde dilediği özrün kabul edilmesi ile ilk şart aşılmış oldu. Diğer şartların konusunda şimdiye kadar süren müzakere süreci başlatıldı.
Bu süreç sonunda, 27 Haziran’da, Başbakan Yıldırım ve Netanyahu’nun eş zamanlı olarak normalleşme anlaşmasını açıkladılar. Buna göre, İsrail hayatını kaybedenler ve yaralananlara tazminat ödeyecek, Gazze’ye uyguladığı ablukanın kaldırılmasa da Aşdod limanı üzerinden Türkiye’nin insani yardım sevkiyatına, altyapı, konut ve sağlık hizmetleri konusundaki yatırımlarına izin verecek. Haaretz gazetesinin İsrail kaynaklarına dayalı olarak verdiği bilgiye göre, İsrail aynı zamanda Hamas’ın Türkiye’deki diplomatik temsilciliğine de razı olmuş durumda.
Anlaşma neden şimdi?
Ne oldu da 6 yıldır beklemede olan Türk-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi sürecinde karşılıklı tavizlerle böylesine hızlı bir ilerleme kaydedebildi?
Bu sorunun cevabı Orta Doğu’nun Arap Baharı süreci sonrasında içine girdiği yeni stratejik ortamda aranmalı. 2003 Irak Savaşı sonrasında Türkiye İran’la Arap kamuoyu üzerinde bir rekabete girmiş, bunun için de İsrail’le yaşadığı gerilim Türkiye’nin yumuşak gücünü artırmıştı. Türkiye İran’ın doğal nüfuz alanı olan Suriye, Irak Şiileri ve hatta Hizbullah ile de yakın ilişkiler peşinde oldu. Türkiye, İsrail’le süreç içinde gerginleşen ilişkileri, Suriye ile kurulan stratejik işbirliği yoluyla dengelemişti.
Ancak Arap Baharı Türkiye’nin stratejik hedeflerini değiştirdi. Türkiye’nin bu süreçte Şam ile ilişkilerini koparması neticesinde yakın tarihte ilk defa hem Suriye hem de İsrail’le eşzamanlı krizin yaşanmasına neden oldu. Buna Mısır’la darbe sonrasında yaşanan diplomatik kriz eklenince Türkiye Orta Doğu’nun bu önemli üç ülkesinde büyükelçi seviyesinde temsil edilme imkânı bulamadı.
Diğer tarafta, İran’ın Batılı güçlerle sağladığı nükleer anlaşma sayesinde yelkenleri rüzgarla dolmuş durumda. İran bir yanda kendisini Batı ekonomik sistemine entegre çabaları gösterirken, diğer yanda mezhepçilik kartını kullanarak Orta Doğu’daki nüfuz alanını genişletiyor. Giderek küresel bir alana yayılan IŞİD tehdidi, Türkiye’nin Suriye ve Irak konusunda stratejik rekabet yürüttüğü İran’ın Batılı güçlerce bölgesel istikrarın temel unsurlarından biri olarak görülmesini sağladı.
Diğer tarafta IŞİD Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınağına ve böylece Türkiye ile Rusya’nın Suriye konusunda karşı karşıya gelmesine imkân sağladı. Türkiye’nin sınırlarını ihlal eden bir Rus savaş uçağını düşürmesiyle başlayan krizin siyasi ve ekonomik etkileri sürüyor.
Yine Türkiye Suriye’de müttefiği ABD’den destek alamadığı gibi, gelinen noktada ABD’nin desteğini PKK ile irtibatlı gruplara kaydırması ikili ilişkileri gerginleştirdi. Türkiye, Suriye sınırında PKK ile irtibatlı bir Kürt devleti kurulmasından endişe ediyor.
Son olarak, Türkiye AB tam üyelik perspektifinin gerek Avrupa’nın gönülsüz tutumu, gerekse AB’nin kendi içindeki kriz nedeniyle giderek anlamsız hale geldiğini düşünüyor. Türkiye açısından bütün bunlara çözüm sürecinin bitmesi ve terörün yeniden ülke gündeminin birinci maddesi haline gelmiş olmasını da eklemek gerekiyor. Türkiye’nin devam eden terör sorunu Avrupa ile ilişkilerini de derinden etkiliyor. Dolayısıyla iç politikada artan gerilimlere sahip Türkiye’nin dış politikada “dostların sayısını çoğaltıp, düşmanların sayısını azaltmaya” yönelik hamleler yapması zaten bekleniyordu.
İki ülke açısından ikili ilişkilerin normalleşmesine olan ihtiyacın stratejik olduğu kadar ekonomik nedenleri var. 2009-2015 yılları arasında yaşanan onca gerilime rağmen ilginç bir şekilde ticaret hacmi yüzde 20 artış gösterdi. Türkiye, uçak krizi sonrasında Rusya’dan gelen turist sayısındaki azalma nedeniyle turizm sektöründe yaşadığı krizi İsrail’den gelecek turistlerle aşmayı planlıyor.
Filistin sorunu çözüme kavuşturulmadan, İsrail’le kurulacak bir yakınlık Türkiye’nin üzerine türlü maliyetleri de beraberinde getirecektir. Bu durum aynı zamanda hem İran hem de Türkiye’yi hedefleyen Selefi radikalizm tarafından propaganda unsuru olarak kullanılabilir.
Diğer tarafta, İsrail ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın en önemli ekonomik kazancı doğal gaz alanında olacak. Rusya krizi Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi konusundaki adımlarını hızlandırmaya zorluyor. İsrail’in Akdeniz’deki zengin doğal gaz rezervleri bu açıdan Türkiye’nin ilgisini çekiyor, İsrail de bu kaynakları Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ulaştırmak istiyor. Anlaşma sağlanması halinde, Akdeniz altına döşenecek yaklaşık 550 km uzunluğundaki boru hattıyla yılda 30 milyar metreküp gazın Mersin’e getirilecek ve muhtemelen TANAP projesine dahil edilecek.
Bölgesel ittifak mümkün mü?
Geleneksel olarak Türk siyasetçileri İsrail’le ilişkileri ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarını etkilemenin bir aracı olarak ya da ABD’yle iyi ilişkilerin zorunlu bir maliyeti olarak görmüşlerdi. Ancak bugün İran nükleer anlaşmasının gösterdiği gibi İsrail’in Amerikan politikaları üzerinde eskisi kadar belirleyici değil. Türkiye’nin ABD ile ilişkileri de eskisi kadar güçlü ve belki de önemli görülmüyor.
Bu nedenle Türkiye İsrail’i Amerikan siyasetini etkileme aracı olarak değil, tıpkı 90’lı yıllarda olduğu gibi, bölgesel bir ittifakın parçası olarak görmeye başladı. Bu yorumun temelinde liberal entegrasyon düşüncesi değil, güvenlikçi paradigma yatıyor. Türkiye’nin 2002’den bu yana hem Arap Baharı öncesinde, hem de sonrasında izlediği dış politika perspektifinden çok farklı bir anlayış bu.
Türkiye ile İsrail’i yakınlaştıran en temel faktör, İran’ın bölgesel hegemonyasına Washington tarafından onay verilmesi. ABD güçlerini Asya’da toparlamak maksadıyla, Orta Doğu’dan geri çekilirken, uluslararası sistemle entegre olmuş bir İran bırakıyor. İsrail, Türkiye ve onlarla birlikte Suudi Arabistan ise kendilerini ABD tarafından yalnız bırakılmış hissediyorlar. Bu durum ABD’nin üç bölgesel müttefikini arasında farkedilir bir yakınlaşmaya sevkediyor.
Türkiye’nin AB tam üyelik perspektifinin tartışıldığı, Batı yönelimli dış politika perspektifinde kriz yaşadığı bir dönemde, İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi ve belki de Suudi Arabistan’ı da içine alacak bir stratejik ortaklığa doğru adım atmak istediğini gösteriyor. Bu ortaklık Türkiye’ye başta ABD olmak üzere Batı’yla yaşadığı kimi sorunların aşılmasında yardımcı olabilir. Yine geç de olsa ABD’nin pasif kaldığı Suriye krizinin çözülmesine yönelik koordinasyon imkânlarını artırabilir.
Buna rağmen, Filistin sorunu çözüme kavuşmadan Türk-İsrail ilişkilerinin zemini her zaman kırılgan kalacaktır. Filistin sorunu çözüme kavuşturulmadan, İsrail’le kurulacak bir yakınlık Türkiye’nin üzerine türlü maliyetleri de beraberinde getirecektir. Bu durum aynı zamanda hem İran hem de Türkiye’yi hedefleyen Selefi radikalizm tarafından propaganda unsuru olarak kullanılabilir.
Türkiye-İsrail normalleşmesi konusunda atılan adımın Türkiye’de güçlü bir kamuoyu desteğine sahip olmadığı ortada. Şayet Filistin sorunu konusunda son derece hassas, güçlü bir siyasi tabana sahip AK Parti muhalefette olsaydı, farklı bir iktidar döneminde bu adım kolay atılamazdı.
İki ülke arasında kültürel birlikteliğe, ortak güvenlik algısına, ortak dost ve düşman tanımlarına dayalı bir stratejik düşünce birliğinden bahsedilemez. Bunun yerine Türkiye-İsrail yakınlaşmasını, ideolojik ve jeostratejik rakipler arasında üçüncü taraflardan gelen tehditlere karşı ortaya çıkmış, geçici bir çıkar ittifakı (alliance of convenience) olarak tanımlamak daha makul ve gerçekçi olur.
Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi. Aynı zamanda Five Colleges, Inc. (Amherst, Massachusetts) araştırma görevlisi.
Twitter’dan takip edin:
@hkosebalaban1
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiye-israil-normallesmesinden-stratejik-ittifak-cikar-mi
***