İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2017 Pazar

ORTADOĞUDAKİ İSRAİL TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

ORTADOĞUDAKİ İSRAİL TÜRKİYE  İLİŞKİLERİ



GÖRÜŞ

Türkiye-İsrail normalleşmesinden stratejik ittifak çıkar mı?

Türkiye ile İsrail’i yakınlaştıran en temel faktör, İran’ın bölgesel hegemonyasına Washington tarafından onay verilmesi. İlişkilerdeki normalleşmeyi de stratejik bir ittifak yerine ideolojik ve jeostratejik rakipler arasında üçüncü taraflardan gelen tehditlere karşı geçici olarak ortaya çıkan bir işbirliği olarak kabul etmek daha makul olur. 

27 Haz 2016 Güncelleme 
Konular: 
ORTADOĞU, TÜRKİYE - İSRAİL İLİŞKİLERİ, İSRAİL - FİLİSTİN SORUNU, GAZZE

Hasan Kösebalaban




Uluslararası ilişkilerde dengeler çok hızlı değişebiliyor. Daha 1997 yılında savaşın eşiğinden dönen Türkiye ve Suriye 2011’e gelindiğinde sınırları ortadan kaldırmış, ekonomik entegrasyon yolunda ilerleyen ve askeri işbirliği arayışı içinde olan iki ülkeydi. Türkiye, Suriye İç Savaşı boyunca Esad rejimini yıkmaya çalışan ılımlı muhalif güçlerin en önemli destekçisi oldu.

Buna mukabil 1997’de Türkiye’nin stratejik ve askeri mütteği olarak görülen İsrail’le ilişkilerde, 2010’da 9 Türk vatandaşının yaşamına malolan Mavi Marmara saldırısı başta olmak üzere sayısız kriz yaşandı. Ancak aradan geçen altı yıl sonra ikili ilişkileri normalleştirecek ve belki de stratejik ittifak seviyesine ulaştıracak bir anlaşmayı gerçekleştirdi. Türkiye’nin Mavi Marmara olayından sonra İsrail’le normal diplomatik ilişkilerin başlaması için ortaya koyduğu şartları yumuşatması, bu sürecin hızlanmasına ve tamamlanmasına imkân sağladı.

İsrail: ABD’ye Açılan kapının Anahtarı

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye’nin 1990’lara kadar İsrail’e verdiği önemin büyük ölçüde ABD’de sağladığı lobi avantajından kaynaklandığını söylemek mümkün.

Türkiye hem Yunan lobisinin baskısıyla karşılaştığı silah alım güçlüklerini hem de Ermeni lobisinin 1915 olaylarının soykırım olarak tanınması konusundaki baskılarını aşabilmek için özellikle Kongre üzerinde güçlü etkisi olan Yahudi lobisinden istifade etti. Kısacası İsrail kendi başına değil, ABD içindeki lobi gücü nedeniyle önemliydi.

Bu yorum, 1990’larda değişikliğe uğradı. Özal’ın vefatından sonra siyasete yeniden ağırlığını koyan güvenlikçi bakış açısı, Suriye-Yunanistan-PKK gizli ittifakına karşı bir denge unsuru olarak İsrail’i kendi başına değerli, bir stratejik müttefik olarak görmeye başladı. 28 Şubat sürecinde ve 1998’de Türkiye’nin Suriye’yi savaş tehdidi altında Öcalan’ı ülkeden çıkarmaya zorlamasında bu stratejik ittifak önemli rol oynadı.

2002 seçimlerinden sonra iktidara gelen AK Parti dış politika programının merkezine AB’ye tam üyelik perspektifini koydu. Bu arada parti ve hükûmet yetkilileri İsrail’e karşı da negatif bir söylem takınmaktan özenle kaçındılar. Ancak gelişen olaylar Türkiye’yi İsrail konusunda giderek daha sert tavır almaya zorladı. 2004’te İsrail’in Hamas liderlerine suikast düzenlemesi, 2006’da Hamas’ın lideri Halid Meşal’in Ankara ziyareti ve Aralık 2008-Ocak 2009’da bini aşkın sivil hayatını kaybettiği Gazze saldırısı iki hükûmetin karşılıklı tepkilerine neden oldu. 2009’da ikili ilişkilerde gerginliğin tırmanmasında sembolik bir dönüm noktasını olan One Minute hadisesi yaşandı. Bunu Ocak 2010’da alçak koltuk krizi izledi. 

İki ülke açısından ikili ilişkilerin normalleşmesine olan ihtiyacın stratejik olduğu kadar ekonomik nedenleri var. Yaşanan onca gerilime rağmen ilginç bir şekilde iki ülke arasındaki ticaret hacmi artmaya devam etti.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin asıl kopuş noktası ise 31 Mayıs 2010’da yaşandı. Gazze’ye insani yardım taşıma amacıyla yola çıkan uluslararası filonun en büyük gemisi olan Mavi Marmara’da İsrail deniz komandolarının açtığı ateş sonucu dokuz sivil hayatını kaybetti. Türkiye bu olayın ardından İsrail’le diplomatik ilişkilerini mümkün olan en alt seviyeye indirdi ve ilişkilerin normalleşmes için üç şart ileri sürdü: açıkca özür dilenmesi, hayatını kaybedenlerin yakınlarına ve yaralılara tazminat ödenmesi ve son olarak Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Başbakan Erdoğan ile yaptığı bir telefon görüşmesinde dilediği özrün kabul edilmesi ile ilk şart aşılmış oldu. Diğer şartların konusunda şimdiye kadar süren müzakere süreci başlatıldı.

Bu süreç sonunda, 27 Haziran’da, Başbakan Yıldırım ve Netanyahu’nun eş zamanlı olarak normalleşme anlaşmasını açıkladılar. Buna göre, İsrail hayatını kaybedenler ve yaralananlara tazminat ödeyecek, Gazze’ye uyguladığı ablukanın kaldırılmasa da Aşdod limanı üzerinden Türkiye’nin insani yardım sevkiyatına, altyapı, konut ve sağlık hizmetleri konusundaki yatırımlarına izin verecek. Haaretz gazetesinin İsrail kaynaklarına dayalı olarak verdiği bilgiye göre, İsrail aynı zamanda Hamas’ın Türkiye’deki diplomatik temsilciliğine de razı olmuş durumda.

Anlaşma neden şimdi?

Ne oldu da 6 yıldır beklemede olan Türk-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi sürecinde karşılıklı tavizlerle böylesine hızlı bir ilerleme kaydedebildi?

Bu sorunun cevabı Orta Doğu’nun Arap Baharı süreci sonrasında içine girdiği yeni stratejik ortamda aranmalı. 2003 Irak Savaşı sonrasında Türkiye İran’la Arap kamuoyu üzerinde bir rekabete girmiş, bunun için de İsrail’le yaşadığı gerilim Türkiye’nin yumuşak gücünü artırmıştı. Türkiye İran’ın doğal nüfuz alanı olan Suriye, Irak Şiileri ve hatta Hizbullah ile de yakın ilişkiler peşinde oldu. Türkiye, İsrail’le süreç içinde gerginleşen ilişkileri, Suriye ile kurulan stratejik işbirliği yoluyla dengelemişti.

Ancak Arap Baharı Türkiye’nin stratejik hedeflerini değiştirdi. Türkiye’nin bu süreçte Şam ile ilişkilerini koparması neticesinde yakın tarihte ilk defa hem Suriye hem de İsrail’le eşzamanlı krizin yaşanmasına neden oldu. Buna Mısır’la darbe sonrasında yaşanan diplomatik kriz eklenince Türkiye Orta Doğu’nun bu önemli üç ülkesinde büyükelçi seviyesinde temsil edilme imkânı bulamadı.

Diğer tarafta, İran’ın Batılı güçlerle sağladığı nükleer anlaşma sayesinde yelkenleri rüzgarla dolmuş durumda. İran bir yanda kendisini Batı ekonomik sistemine entegre çabaları gösterirken, diğer yanda mezhepçilik kartını kullanarak Orta Doğu’daki nüfuz alanını genişletiyor. Giderek küresel bir alana yayılan IŞİD tehdidi, Türkiye’nin Suriye ve Irak konusunda stratejik rekabet yürüttüğü İran’ın Batılı güçlerce bölgesel istikrarın temel unsurlarından biri olarak görülmesini sağladı.

Diğer tarafta IŞİD Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınağına ve böylece Türkiye ile Rusya’nın Suriye konusunda karşı karşıya gelmesine imkân sağladı. Türkiye’nin sınırlarını ihlal eden bir Rus savaş uçağını düşürmesiyle başlayan krizin siyasi ve ekonomik etkileri sürüyor.

Yine Türkiye Suriye’de müttefiği ABD’den destek alamadığı gibi, gelinen noktada ABD’nin desteğini PKK ile irtibatlı gruplara kaydırması ikili ilişkileri gerginleştirdi. Türkiye, Suriye sınırında PKK ile irtibatlı bir Kürt devleti kurulmasından endişe ediyor.

Son olarak, Türkiye AB tam üyelik perspektifinin gerek Avrupa’nın gönülsüz tutumu, gerekse AB’nin kendi içindeki kriz nedeniyle giderek anlamsız hale geldiğini düşünüyor. Türkiye açısından bütün bunlara çözüm sürecinin bitmesi ve terörün yeniden ülke gündeminin birinci maddesi haline gelmiş olmasını da eklemek gerekiyor. Türkiye’nin devam eden terör sorunu Avrupa ile ilişkilerini de derinden etkiliyor. Dolayısıyla iç politikada artan gerilimlere sahip Türkiye’nin dış politikada “dostların sayısını çoğaltıp, düşmanların sayısını azaltmaya” yönelik hamleler yapması zaten bekleniyordu.

İki ülke açısından ikili ilişkilerin normalleşmesine olan ihtiyacın stratejik olduğu kadar ekonomik nedenleri var. 2009-2015 yılları arasında yaşanan onca gerilime rağmen ilginç bir şekilde ticaret hacmi yüzde 20 artış gösterdi. Türkiye, uçak krizi sonrasında Rusya’dan gelen turist sayısındaki azalma nedeniyle turizm sektöründe yaşadığı krizi İsrail’den gelecek turistlerle aşmayı planlıyor.


Filistin sorunu çözüme kavuşturulmadan, İsrail’le kurulacak bir yakınlık Türkiye’nin üzerine türlü maliyetleri de beraberinde getirecektir. Bu durum aynı zamanda hem İran hem de Türkiye’yi hedefleyen Selefi radikalizm tarafından propaganda unsuru olarak kullanılabilir.
Diğer tarafta, İsrail ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın en önemli ekonomik kazancı doğal gaz alanında olacak. Rusya krizi Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi konusundaki adımlarını hızlandırmaya zorluyor. İsrail’in Akdeniz’deki zengin doğal gaz rezervleri bu açıdan Türkiye’nin  ilgisini çekiyor, İsrail de bu kaynakları Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ulaştırmak istiyor. Anlaşma sağlanması halinde, Akdeniz altına döşenecek yaklaşık 550 km uzunluğundaki boru hattıyla yılda 30 milyar metreküp gazın Mersin’e getirilecek ve muhtemelen TANAP projesine dahil edilecek.

Bölgesel ittifak mümkün mü?

Geleneksel olarak Türk siyasetçileri İsrail’le ilişkileri ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarını etkilemenin bir aracı olarak ya da ABD’yle iyi ilişkilerin zorunlu bir maliyeti olarak görmüşlerdi. Ancak bugün İran nükleer anlaşmasının gösterdiği gibi İsrail’in Amerikan politikaları üzerinde eskisi kadar belirleyici değil. Türkiye’nin ABD ile ilişkileri de eskisi kadar güçlü ve belki de önemli görülmüyor.

Bu nedenle Türkiye İsrail’i Amerikan siyasetini etkileme aracı olarak değil, tıpkı 90’lı yıllarda olduğu gibi, bölgesel bir ittifakın parçası olarak görmeye başladı. Bu yorumun temelinde liberal entegrasyon düşüncesi değil, güvenlikçi paradigma yatıyor. Türkiye’nin 2002’den bu yana hem Arap Baharı öncesinde, hem de sonrasında izlediği dış politika perspektifinden çok farklı bir anlayış bu.

Türkiye ile İsrail’i yakınlaştıran en temel faktör, İran’ın bölgesel hegemonyasına Washington tarafından onay verilmesi. ABD güçlerini Asya’da toparlamak maksadıyla, Orta Doğu’dan geri çekilirken, uluslararası sistemle entegre olmuş bir İran bırakıyor. İsrail, Türkiye ve onlarla birlikte Suudi Arabistan ise kendilerini ABD tarafından yalnız bırakılmış hissediyorlar. Bu durum ABD’nin üç bölgesel müttefikini arasında farkedilir bir yakınlaşmaya sevkediyor.

Türkiye’nin AB tam üyelik perspektifinin tartışıldığı, Batı yönelimli dış politika perspektifinde kriz yaşadığı bir dönemde, İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi ve belki de Suudi Arabistan’ı da içine alacak bir stratejik ortaklığa doğru adım atmak istediğini gösteriyor. Bu ortaklık Türkiye’ye başta ABD olmak üzere Batı’yla yaşadığı kimi sorunların aşılmasında yardımcı olabilir. Yine geç de olsa ABD’nin pasif kaldığı Suriye krizinin çözülmesine yönelik koordinasyon imkânlarını artırabilir.

Buna rağmen, Filistin sorunu çözüme kavuşmadan Türk-İsrail ilişkilerinin zemini her zaman kırılgan kalacaktır. Filistin sorunu çözüme kavuşturulmadan, İsrail’le kurulacak bir yakınlık Türkiye’nin üzerine türlü maliyetleri de beraberinde getirecektir. Bu durum aynı zamanda hem İran hem de Türkiye’yi hedefleyen Selefi radikalizm tarafından propaganda unsuru olarak kullanılabilir.

Türkiye-İsrail normalleşmesi konusunda atılan adımın Türkiye’de güçlü bir kamuoyu desteğine sahip olmadığı ortada. Şayet Filistin sorunu konusunda son derece hassas, güçlü bir siyasi tabana sahip AK Parti muhalefette olsaydı, farklı bir iktidar döneminde bu adım kolay atılamazdı.

İki ülke arasında kültürel birlikteliğe, ortak güvenlik algısına, ortak dost ve düşman tanımlarına dayalı bir stratejik düşünce birliğinden bahsedilemez. Bunun yerine Türkiye-İsrail yakınlaşmasını, ideolojik ve jeostratejik rakipler arasında üçüncü taraflardan gelen tehditlere karşı ortaya çıkmış, geçici bir çıkar ittifakı (alliance of convenience) olarak tanımlamak daha makul ve gerçekçi olur. 

Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi. Aynı zamanda Five Colleges, Inc. (Amherst, Massachusetts) araştırma görevlisi.

Twitter’dan takip edin: 
@hkosebalaban1


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiye-israil-normallesmesinden-stratejik-ittifak-cikar-mi

***

25 Ocak 2017 Çarşamba

ABD’NİN AVRASYA ENERJİ POLİTİKASI BAĞLAMINDA AZERBAYCAN VE ORTA ASYA ÜLKELERİYLE İLİŞKİLERİ,



ABD’NİN AVRASYA ENERJİ POLİTİKASI BAĞLAMINDA AZERBAYCAN VE ORTA ASYA ÜLKELERİYLE İLİŞKİLERİ,



Sina KISACIK,




ABD’nin de içerisinde yer aldığı endüstrileşmiş Kuzey ülkeleri var olan küresel enerji düzeninin temel belirleyicileri olup, dünyadaki CO2 salınımlarının % 75’inin de kaynağını teşkil etmektedirler. Ayrıca dünyanın mineral ve maden kaynaklarının % 70’ini tüketmektedirler.[1] ABD’nin enerji politikası öncelikle küresel bir boyuta sahip olup, bu politikanın temelini oluşturan ana unsur dünya çapında artmakta olan arz ve kaynak çeşitliliğidir. Mevcut durumda, ABD kendi enerji güvenliğini ve küresel ekonomik sistemin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik olarak dünyanın en önemli fosil yakıt ve hidrokarbon üreticisi ülkeleriyle yakın işbirlikleri tesis etmektedir.

1990larda Amerikan yönetimleri ülkenin daha çok uzun dönemli enerji güvenliğinin sağlanması için çaba göstermişlerdir. Amerikan ekonomisinin petrol ithalatına olan bağımlılığının sürekli olarak artması bu konudaki kaygıların gündemin en sıralarında yer almasına sebep olmuştur.[2] 2000li yıllara bakıldığı zaman ABD’nin özellikle Körfez ülkelerinden ithal ettiği petrol miktarında artış olduğu gerçeği ile yüz yüze kalınmıştır. Bundan ötürü, ABD’nin stratejik hedefi olarak hem Amerikan hem de dünya enerji talebini karşılayabilecek her türlü kaynak çeşitliliğinin (özellikle Hazar Havzası) ve enerji türünün temini olarak ortaya konulmuştur. Amerika, petrol ithalatında tek bir kaynağa bağımlı kalmayı istememektedir. Petrol ihracatçılarının sayısının çoğalması öncelikle Körfez bölgesinde meydana gelebilecek herhangi bir siyasi karışıklık durumunda ABD, Batı Avrupa ve Japonya’ya petrol sevkiyatında yaşanabilecek kesinti riskini de azaltmış olacaktır. Bu bağlamda, Körfez ülkelerinin ve OPEC’in dünya petrol fiyatlarını belirleme yeteneğini azaltması durumu da ortaya çıkabilecektir.

Hazar Havzası coğrafi açıdan kapalı bir bölge olmasından dolayı, burada bulunan fosil yakıt ve hidrokarbon üreticisi ülkeler bu kaynaklarını dünya pazarlarına iletmek konusunda birçok problem ile karşı karşıyadırlar. Bu ülkelerin enerji kaynaklarını değerlendirebilmeleri ve zenginlik seviyelerini artırabilmeleri için ABD, çeşitli boru hattı projelerine destek sunmaktadır. Hazar bölgesinin Amerikan politikasında sahip olduğu konumunun ana belirleyici faktörü ABD’nin enerji çıkarlarıdır.[3] 1990ların ortalarından itibaren Washington, Hazar Denizi ürünlerinin pazarlanması amacıyla bir doğu-batı eksenini destekleme kararını verdi. Amerikan yönetimine göre bu eksenin en temel özelliği Rusya ile İran arasındaki kuzey-güney ekseninin ehemmiyetini azaltıyor olmasıydı. Burada mevzubahis olan, bölgede Rusya’nın nüfuzunu sınırlandırmak, Kafkasya ve Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetlerinin “batı yanlısı” eğilimlerini desteklemek, dünya enerji kaynaklarının çeşitliliğini artırmak, İran’ı bölgesel düzeyde tecrit etmek ve de Amerikan şirketlerinin çıkarlarını korumak ve desteklemekti. Bu hedefler bağlamında, bölge ülkelerinin petrol ve doğal gaz kapasitelerinin geliştirilmesi için aşağıdaki gerekli önlemler belirlenmiştir. Bunlar;

Kısa ve uzun vadede enerji kaynaklarının ihracat yollarının çeşitlendirilmesi;
Türkiye üzerinden geçecek petrol boru hattı projesinin desteklenmesi;
İran’a önemli miktarda siyasal, ekonomik ve stratejik kazanımlar sağlayacak projelerin yasaklanması ve bloke edilmesi ve Amerikan şirketlerinin çıkarları doğrultusunda Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu’nun yeniden yapılandırılmasıdır.
Zbigniew Brzezinski’ye göre sınırlı bir büyüklüğe ve az bir nüfusa sahip olmasına rağmen, Azerbaycan elinde bulundurduğu çok büyük enerji kaynaklarıyla jeopolitik bakımdan çok önemlidir. Hazar Denizi yatağı ve Orta Asya zenginliklerini içeren şişe içindeki bir mantardır.[4] Eğer Azerbaycan tamamen Moskova’nın kontrolü altına girerse Orta Asya devletlerinin bağımsızlığı büyük ölçüde anlamsızlaşabilir. Bakü’nün bağımsızlığı anlamsız hale geldikten sonra son derece önemli petrol kaynakları da Rusya’nın hâkimiyetinin süjesi olabilir. Rusya’nın hâkimiyetinde olmayan bir bölgeden geçen boru hattıyla Batı pazarıyla bütünleştirilmiş olan Azerbaycan, ileri ve yüksek enerji tüketimi olan ekonomilerle enerji kaynakları bakımından zengin olan Orta Asya arasında ulaşımı gerçekleştirebilen bir anayol olma potansiyeline sahiptir.




Mayıs 1998’de Washington yönetimi, geniş ölçekli “Hazar Denizi Girişimi’ni deklare etmiştir. Aynı zamanda Amerikan firmalarının ilgilenmediği Bakü-Ceyhan projesine politik desteğini giderek artırmıştır. Hazar politikasının önemini vurgulamak ve etkinliğini sağlamak amacıyla, Haziran 1998’de Amerikan Başkanı ve Dışişleri Bakanı için ABD’nin Hazar temelli enerji diplomasisini organize edecek özel bir danışman (ilki Richard Morningstar) atanmıştır.[5] İlk başlarda Hazar kaynaklarının Amerikan enerji güvenliği açısından sahip olduğu önemin üzerinde daha çok durulurken, yeni dönemde özellikle bölge ülkelerinin petrol ve doğal gaz sektörlerinin geliştirilmesinin yanı sıra Beyaz Saray’ın, Orta Asya ve Kafkasya’daki stratejik çıkarlarının savunulmasını ön plana çıkarılmıştır. Enerji diplomasisi, içerik açısından daha kapsamlı bir stratejinin alt başlığı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Morningstar, “dört önemli stratejik hedefi” hayatiyete geçirmeye yönelik bir araç olarak gördüğü boru hattı projeleri ile ilgili görüşmeleri tamamıyla politik alana çekmiştir. Bu hedefler aşağıdaki hususları içermektedir;

Hazar bölgesindeki yeni cumhuriyetlerin bağımsızlıklarının ve refah seviyesinin güçlendirilmesi ve ekonomik ve siyasi reformların teşvik edilmesi; Bölgenin yeni ulus-devletleri arasında ekonomik ilişkileri geliştirmek suretiyle, bölgesel ihtilafların ve muhtemel savaşların önüne geçilmesi; Amerikan ve diğer şirketler için ticari ve yatırım imkânlarının iyileştirilmesi ve ABD ve müttefiklerinin enerji güvenliğinin desteklenmesi ve Hazar bölgesinin bağımsızlığının korunmasıdır.
Brzezinski’ye göre Birleşik Devletler, enerji ihracatçıları olan Orta Asya ülkeleri ile daha çok ve daha doğrudan ekonomik ilişkiler kurmaya yönelik yoğun çabalarda bulunmak zorundadır. Washington, bu ülkelerin çevrelenmesine izin vermemelidir.[6] Bu çerçevede Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı önemli bir stratejik başarıydı. Washington, Nabucco Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’ni bu erişimin güçlendirilmesi olarak değerlendirmektedir. Birleşik Devletler bu konuda ısrarcı olmalıdır. Brent Scowcroft’a göre Washington Hazar Denizi’nin altından geçip Kazakistan’dan Azerbaycan’a giden bir petrol boru hattının inşa edilmesi çaba göstermelidir. Bu durum Rusya’ya zarar vermez, sadece Rusya’nın Avrupa’ya karşı olan tekel olma şansına zarar verir.[7]

28 Ocak 2010 tarihinde Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı’nın Avrasya Enerji Birimi Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Morningstar Amerikan İlerleme Merkezi’nde yaptığı bir konuşma ile Birleşik Devletlerin 2010 ve sonrasında Amerikan hükümetinin Avrasya enerji konuları ile ilgili politikalarını ortaya koymuştur. Buna göre Washington’un Avrasya bölgesine yönelik stratejisinin 4 unsuru bulunmaktadır. Bunlardan ilki, aynı zamanda alternatif teknolojilerin yanı sıra tüm enerji kaynaklarının kullanımında verimliliği ve muhafazayı desteklerken, diğer yandan da yeni petrol ve doğal gaz kaynaklarının geliştirilmesini teşvik etmektir.[8] Washington burada Azerbaycan ya da Türkmenistan’da yeni doğal gaz üretiminden bahsederken bunun Birleşik Devletlerin çıkarı için olmadığını ifade etmektedir. Bu durum küresel enerji güvenliğini arttıracak biçimde uluslararası gaz akışına katkıda bulunacaktır. Bu stratejinin bir diğer parçası ise, Amerikan yönetimi, Avrupa’nın kendi enerji güvenliğini sağlamaya yönelik arayışlarına destek vermeyi arzu etmektedir. Bu stratejinin son ayağında ise; Birleşik Devletler, Kafkasyalı ve Orta Asyalı üretici ülkelerin hidrokarbon kaynaklarını satmaları için yeni pazarlar bulmalarına yardımcı olmak yer almaktadır.

Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı


Azerbaycan’ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra Batılı petrol şirketleri dikkatlerini Hazar bölgesi enerji kaynaklarına yöneltmişlerdir. Rusya’nın arzusu Azerbaycan petrolünün kuzey hattı adı verilen bir hatla taşınması yönünde olmuştur.[9] Böylece, Bakü’den Rusya’nın Novorossisk limanına taşınacak petrol buradan tankerlerle Boğazlar yoluyla dünyaya ulaştırılmış olacaktı. Rusya, Sovyetler Birliği döneminde inşa edilen boru hattının kendisini bu rekabette avantajlı kılacağını düşünmekteydi.

Türkiye ise petrolün taşınmasında kendi topraklarından geçecek olan Bakü-Tiflis-Ceyhan hattını ön plana çıkarmaktaydı. İran ise petrolün kendi üzerinden taşınmasını arzulamaktaydı. Bunlardan İran hattı, ABD’nin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Washington ve Ankara tarafından desteklenen Doğu-Batı Enerji Koridoru ve Rusya seçeneği arasındaki mücadelede Türkiye, Boğazlardaki var olan yoğun trafiği ve bunun İstanbul için oluşturduğu tehlikeleri gündeme getirmiştir. Türkiye’nin Boğazlar’ın var olan trafiğine ilaveten bir de Hazar petrolünün buradan taşınması durumunda ortaya çıkacak ilave trafiği kaldıramayacağı görüşünün yanı sıra Rusya alternatifine karşı başka düşünceler de öne sürülmüştür. Rusya’nın Novorossisk limanındaki iklim şartları, Azerbaycan’dan Rusya’ya giden boru hattının güvenli olmayan bölgelerden geçmekte olduğu ifade edilmiştir. Bakü’den Ceyhan Limanı’na ulaşacak bir hattın ise çevresel avantajlarının ortaya konulduğu gibi Ceyhan Limanı’nın lokasyonu, yılın 365 günü operasyonel olabilmesi ve de Ceyhan Limanı’nın yılda 120 milyon ton petrolü kaldırabilecek kapasiteye sahip olması Türkiye’nin hattın avantajlarıyla ilgili ileri sürdüğü tezlerdi. Bu hattın dezavantajını ise 3 milyar dolara varan maliyetin projeyi pahalı hale getirdiği hususu oluşturmaktaydı.

Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı’na (BTCHPH) giden sürecin başlangıcı 1994 yılında “Yüzyılın Anlaşması” olarak ortaya konan 8 milyar dolarlık anlaşma ile olmuştur. Amaco, Penzoil, UNOCAL, Exxon, Ramco, Staatoil, Itochu, Delta, SOCAR, TPAO ve Lukoil’in içinde bulunduğu Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu oluşturulmuştur.[10] TPAO’nun önceleri % 1,75’lik hissesi bulunmaktayken Azerbaycan şirketi SOCAR’dan aktarılan % 5’lik payla hisse oranı % 6,75’e çıkarılmış bulunmaktadır. BTC projesinin ticari çekiciliğini artırmak için Washington yönetimi, Ankara, Bakü ve Tiflis’e yatırımcılar için avantajlar sağlanması ve petrol geçişi için ödenen vergi oranlarının azaltılması konusunda baskıda bulunmuştur.

Projenin bölgesel bir inisiyatif olduğunu vurgulamak amacıyla ABD, Ekim 1998’de Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan Devlet Başkanlarının katıldığı Ankara Deklarasyonu adlı bir imza töreni organize edilmiştir. Bu Deklarasyona dönemin ABD Enerji Bakanı Bill Richardson da gözlemci olarak imza koymuştur. Richardson, doğu-batı enerji koridorunun parçası olan bu hattın bölgede ekonomik gelişme ve ulusların zenginliğine artı değer sağlayacağını belirtmiştir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın 1999 yılındaki zirvesinde Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan ve Kazakistan BTC’ye olan desteklerini tekrar vurgulamışlardır. 2000 yılında Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye ana boru hattı taslağı konusunda anlaşmaya vararak ileri bir aşamaya geçmişlerdir.

Gerçekleştirilen çalışmalar sonucunda finansman sorununun ortadan kaldırılmasıyla hız kazanan BTC boru hattından deneme amaçlı petrol, 25 Mayıs 2005 tarihinde pompalanmış ve daha sonra hattan petrol akışı başlatılmıştır. Yıllık 50 milyon ton (günde 1 milyon varil) kapasitesi olan BTC boru hattının açık denizlere çıkışı bulunmayan Hazar bölgesinin petrol kaynakları için ana ihraç güzergâhı olması düşünülmektedir. Çalışma ömrünün en az 40 yıl olması planlanan bu hattan ilk petrol 28 Mayıs 2006 tarihinde Ceyhan’da yapılmış olan ve dünyanın en büyük ham petrol ihraç tesisleri arasında gösterilen Ceyhan Haydar Aliyev Terminali’ne ulaştırılmıştır. 4 Haziran 2006 tarihinde BTC boru hattıyla Akdeniz’e getirilen petrol, ilk tankerle dünya pazarlarına gönderilmiştir.[11] Bu hattın resmi açılış töreni 13 Temmuz 2006 günü Ceyhan’da gerçekleştirilmiştir. Hattın toplam uzunluğu 1760 kilometredir (Azerbaycan: 445 km, Gürcistan: 245 km ve Türkiye: 1070 km). 5 Ocak 2009 tarihi itibariyle BTC üzerinden 653 tankere yaklaşık toplam 520 milyon varil petrol yüklemesi gerçekleştirilmiştir. 16 Haziran 2006 tarihinde Kazakistan, BTC petrol boru hattı projesine resmi olarak katılmıştır. Bu amaçla, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev arasında anılan tarihte, Almatı’da Ev Sahibi Ülke Anlaşması imzalanmıştır. Kazak ham petrolü, Hazar Denizi’nden tankerlerle Bakü’ye getirilerek, BTC boru hattıyla Ceyhan’a 2008 Kasım’ından itibaren pompalanmaya başlanmıştır.

ABD’nin genel olarak Avrasya, özel olarak da Kafkasya siyasetinin önemli bir parçasını oluşturan enerji konusunda petrolden sonraki diğer bir önemli kaynağı da doğalgaz oluşturmaktadır. Beyaz Saray, Hazar’daki doğalgazın uluslararası pazarlara sunulmasını da Doğu-Batı Enerji Koridoru stratejisinin bir parçası olarak kıymetlendirmektedir. Bu bağlamda, Azerbaycan’ın Şah Deniz doğalgazı ile Türkmenistan doğalgazının aynı koridorda taşınması ABD tarafından öngörülmüştür.[12] Bunun aracı ise Hazar geçişli bir boru hattıyla Azerbaycan ve Türkmenistan doğalgazlarının batıya iletilmesiydi. Bu boru hattının inşasının finansal açıdan gerçekleştirilebilirliğinin ise özellikle Türkiye’nin Türkmenistan doğal gazına meyil etmesine bağlı olduğu vurgulanmıştır. Öte yandan Türkiye’nin Rusya’dan Karadeniz’in altından geçen boru hattıyla doğalgaz getiren Mavi Akım projesini ön plana çıkarması ve bu projenin hayata geçirilmesi, ABD açısından Doğu-Batı enerji koridoru stratejisi için bir engel olarak değerlendirilmiştir. Rusya’dan Türkiye’ye 30 milyar metreküp gaz getirecek olan bu hattın Türkiye’nin talebini karşılayacağı ve Türkmenistan doğalgazına ihtiyacı olmayacağı, Hazar geçişli boru hattı projesi için anlaşma imzalayan Amerikan şirketi PSG tarafından da belirtilmiştir.

Fakat eğer Azerbaycan ile Türkmenistan arasında gelişen ilişkiler sonucunda Azerbaycan doğalgazıyla Türkmenistan doğalgazının ortak taşınması konusunda mutabakata varmaları kesin bir şekilde sağlanmış olunursa ve firmalar da bu doğalgaz boru hattının yapılması konusunda kararlı olurlarsa Hazar geçişli boru hattı projesi gerçekleştirilebilir. Çünkü Türkiye de Hazar geçişli doğalgaz boru hattı projesine destek vermekte ve bu hattan da doğal gaz almak arzusunda olduğunu ifade etmektedir. Buradaki temel sorunları, Türkmenistan ve Azerbaycan arasındaki sahalar konusundaki anlaşmazlık (Serdar/Kepez) ve Hazar’ın durumu ile ilgili tartışmalar oluşturmaktadır. 

Buna ilaveten Türkmenistan’ın Rusya ile yapmış olduğu uzun süreli gaz satış anlaşmasının da gazın miktarıyla ilgili probleme yol açabileceği vurgulanmakta dır. Bu boru hattıyla ilgili ilk teşebbüs 1998 yılında olmuş ve 2003 yılı başına kadar tamamlanması öngörülmesine rağmen henüz fiiliyata geçirilememiştir.

Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı


Bu boru hattı, Doğu-Batı Enerji Koridorunun ikinci bileşenini oluşturmaktadır. Güney Kafkasya Boru Hattı olarak da bilinen bu hat ile Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait kesiminde yer alan Şahdeniz sahasında üretilecek doğal gazı Gürcistan üzerinden Gürcistan-Türkiye sınırına ulaştıracak olan boru hattından yılda 6,6 milyar metreküp doğal gaz ihraç edilmesi öngörülmektedir.[13] Azerbaycan ile Türkiye arasında Mart 2001 tarihinde GKBH projesi ile ilgili olarak Hükümetlerarası Sözleşme ve Alım-Satım Sözleşmesi, Eylül 2002’de ise Azerbaycan ile Gürcistan arasında GKBH ile doğal gazın Azerbaycan ve Gürcistan’dan ve onların sınırları dışında transiti, transferi ve satışı konusunda sözleşme imza edilmiştir. Boru hattının inşasına Ekim 2004’de başlanmış ve Mayıs 2006’da ise ilk kullanım gazı, aynı senenin Aralık ayındaysa ilk ticari gaz gönderilerek boru hattı faaliyete geçirilmiştir. İlk Şahdeniz gazı Temmuz 2007’de Türkiye’ye ulaştırılmıştır.

BTE Doğal Gaz Boru Hattı aynı zamanda, Türkmenistan ve Kazakistan’da yer alan dünyanın dördüncü büyük doğal gaz rezervlerine erişecek olan Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin ilk saç ayağı olarak değerlendirilmekte dir. 2007 senesinde ise şu anda kullanılmakta olan tabakanın altında bulunan yüksek basınçlı yeni bir tabaka ortaya çıkarılmıştır. Bu keşif sonrasında yapılan kuyu verileri tetkiki sonucunda Şahdeniz projesinin 2. aşamasının başlatılması kararı alınmıştır. 2. aşamanın toplam maliyetinin 10 milyar dolar civarında olması öngörülmekte ve yıllık doğalgaz üretiminin ise 12-15 milyar metreküp seviyesinde olacağı düşünülmektedir. Güzergâh ve kaynak çeşitlendirmesine ekstra katkılarda bulunacak olması nedeniyle Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi özel bir ivedilik kazanmıştır. Arz güvenliği açısından, Kazakistan ve Türkmenistan’ın doğal gaz ve petrollerini Batı pazarlarına ihraçlarında tek bir ülke veya rotaya bağımlı kalmamaları da önem taşımaktadır.



Kaynak: http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=771:enerji-nakil-hatlar-cercevesinde-tuerkiye-azerbaycan-likileri&catid=131:enerji&Itemid=146

Nabucco Doğal Gaz Boru Hattı Projesi




Nabucco projesi, Haziran 2006’da tüm dâhil taraflarca onaylanmıştır.[14] Bu hat, şu ülkeler üzerinde olacaktır: Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya. Proje, alternatif doğal gaz kaynaklarına güvenli erişimi sağlamanın yanında bunların AB Tek Pazarı’na güvenli bir şekilde taşınmasına da yardımcı olacaktır. Nabucco’nun Ocak 2009’daki Bükreş Deklarasyonu’na bakıldığında, kaynak çeşitlendirilmesi temel hedef olarak ortaya konulmuştur. Enerji piyasalarının; daha güvenli hale gelmesi, şeffaflaştırılması, daha öngörülebilir olması, sürdürülebilirliği ve piyasa ekonomisi şartlarının daha kolay oluşması, kaynak çeşitlendirilmesinin temel sebepleri olarak ifade edilmiştir.

Deklarasyon ile projenin hem üretici hem tüketici hem de transit ülkelerin faydasına olacağı hususu belirtilmiştir. Projeye üye ülkeler, projenin Avrupa Birliği’nin son dönemdeki enerji konusundaki temel prensip ve politikaları ile de uyumlu olduğunu belirterek Brüksel’in Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’ya yeni bir enerji koridoru açmayı amaçladığının altını çizmişlerdir. Proje, gazı Azerbaycan, Kazakistan, Irak, İran, Mısır ve Türkmenistan’dan almayı hedeflemektedir. Nabucco, 13 Temmuz 2009 günü Ankara’da imzalanan anlaşmayla hayat bulmuştur.

ABD ve AB tarafından desteklenmekte olan bu projenin büyük kısmı Türkiye’den geçecek olan (yaklaşık 2000 km) 3300 km uzunluğunda boru hatları ağından oluşmaktadır. Yapılan hesaplamalara göre bu hattan taşınacak gaz miktarı 31bcm/yıl, tahmini harcama miktarı da 7,9 milyar Euro olarak planlanmıştır. Projenin ortakları; BOTAŞ Anonim Şirketi, Bulgarian Energy Holding EAD, MOL Plc, OMV Gas & Power GmbH, RWE AG, TRANSGAZ SA firmalarıdır. Her bir firmanın ortaklık payı % 16.67’dir. Projeyi hem Brüksel hem de Washington güçlü bir biçimde desteklemektedir. Bu destek, Amerika Dışişleri Bakanlığı’nın Avrasya Enerji Özel Temsilcisi Richard Morningstar tarafından dile getirilmiştir.[15] Washington’daki düşünce kuruluşlarından Amerikan İlerleme Merkezi’nde bir konuşma yapan Morningstar, güney koridorundaki alternatif projelere de bakmakta olduklarını ifade etmiştir.

“Nabucco’nun daha fazla dile getirilmesindeki gerekçe, bu projenin siyasi anlamda Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine daha fazla yararı olmasından dolayıdır… Avrupa başkentlerine uğradığım zaman, Türkiye-Yunanistan-İtalya boru hattından söz edilmiyor. Çoğunlukla Nabucco’dan söz ediliyor. Güney Koridoru projesinde payı olan şirketlere, siyasi gelişmelere de bakmalarını tavsiye ediyorum. Onlara, Orta ve Doğu Avrupa’da doğal gaz ihtiyacı açısından kırılgan ülkelere daha fazla yararı olacak projelerle gelmelerini öneriyorum. Eğer Türkiye-Yunanistan-İtalya boru hattı, stratejik olarak Nabucco’nun yapabilecekleri ni yapsa, bu durumda iki hattan hangisinin daha karlı olabileceği düşünülebilir. Belki de bu iki boru hattını savunanlar bir araya gelip, Orta ve Doğu Avrupa’ya daha etkili gaz sevk edilmesi konusunda işbirliğini görüşebilir. Bu konuda yaratıcı olmak gerek. Amerika’nın sadece Nabucco’yla ilgilendiği yaklaşımını kabul etmiyorum. Konu çok daha geniş…”



Kaynak: http://www.nabucco-pipeline.com/portal/page/portal/en/pipeline/route

Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız[16], Nabucco Projesi’nin olası faydalarını şu şekilde ifade etmiştir:

Projede yer alan ülkeler ve Avrupa için yeni bir gaz koridoru açmak;
Rota boyunca yer alan katılımcı ülkelerin geçiş profilini yükseltmek;
Tüm katılımcı ülkeler ve de bütün Avrupa için arz güvenliğine katkıda bulunmak;
Tüm Nabucco ortaklarının gaz boru hattı şebekelerinin Avrupa gaz ağıyla bağlantılı olarak rolünün güçlendirmek ve Avrupa Gaz Direktifinde bahsedilen şeffaflığı sağlama ve rekabeti artırma yoluyla iyi işleyen bir tek gaz pazarına katkıda bulunmaktır.
ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesinde diplomatik misyon faaliyetlerini denetleyen Genel Teftiş Bürosu (OIG), ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, İstanbul, Adana ve İzmir temsilcilikleriyle ilgili Temmuz 2010’da yayımladığı raporda bu makalenin konusuyla ilgili olarak şu tespitte bulunulmuştur; “Türkiye, kendisi aracılığıyla Azerbaycan’dan, Hazar bölgesinin diğer yerlerinden boru hatları aracılığıyla Batı Avrupa’ya petrol ve gaz temin edilmesinin çeşitlenmesinde giderek artan bir rol oynamaya da devam edecektir”.[17]

Bu boru hattının yapımı ile ilgili sorunların sorunlardan ilki, temin kısmında yaşanan sorunlardır. İkincisi ise talep kısmında var olan sorunlardır. Rus gazına alternatif olarak düşünülen kaynaklar Azerbaycan, Türkmenistan, İran, Irak ve Mısır’dır. İlk aşamada hattın bağlanacağı Azerbaycan’ın boruları doldurup dolduramayacağı söz konusudur. Özellikle Türkmenistan gazında ciddi şüpheler göz önünde bulundurulduğunda Azeri gazının kapasitenin çok altında olacağı ifade edilmektedir.[18] Türkmenistan’ın gaz kaynaklarına yönelik olarak Birleşik Devletler, Avrupa Birliği, Rusya, Çin ve İran arasında stratejik ve gaz çıkarları bakımından ciddi bir mücadele yaşanmaktadır. Washington ve Brüksel, Türkmenistan’ı kendi gazını Hazar’ı aşıp Azerbaycan ve Türkiye’ye giden teknik ve siyasi açıdan zor bir rota vasıtasıyla Avrupa’ya gönderme konusunda ikna etmeyi ummaktadırlar. Böylece Rusya ve İran’ın Avrupa’ya yönelik alternatif boru hattı rotaları olmasının engelleneceğini düşünmektedirler. Tahran, Türkmen gazının kendisi üzerinden Türkiye’ye oradan da Batı’ya iletilmesini hedeflemektedir.

Türkiye her iki durumda da kazanmaktadır fakat şu anda İran’ın gaz sahalarını geliştirip bunu kendisi almanın yanı sıra bu gazın Avrupa’ya aktarılması konusunda da taahhütte bulunmuş durumdadır. Washington bu durumdan memnuniyet duymamaktadır. Moskova, Tahran ve Ankara arasında Türkmen gazının Batı’ya akışının kontrol edilmesi konusunda asgari olarak üç yönlü bir mücadele vardır. Ne Türkiye ne de İran, bu konuda Washington kadar Moskova’ya stratejik bir meydana okuma durumunda değildirler. Fakat Türkmen gazının transfer edilmesi probleminin çözüme kavuşturulmasından gelecekte Rusya veya İran fayda sağlıyor olacaktır.

Diğer bir seçenek ise Mısır gazıdır. Fakat burada şöyle bir durum söz konusudur. Türkiye komşularıyla beraber Mısır doğalgazını Ürdün ve Suriye üzerinden Türkiye’ye oradan da Avrupa pazarlarına taşımayı amaçlayan Arap Doğalgaz Boru Hattı projesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Taşıma için mümkün olan gaz miktarı düşük seviyede olup yılda 1,5-2 milyar metreküptür. Mısırlı yetkililer taşımaya yönelik olan uygun miktarları sınırlandırmaya ve kendi rezervlerini gelecek nesilleri için korumaya çalışmaktadır. Öte yandan, Nabucco’nun yıllık ihtiyacı olan 30 milyar metreküplük doğal gazın yarısını sağlamayı taahhüt eden Irak‘ta ise ne yeterli bir istikrar ne de görüşmelerde bulunulacak güvenilir bir hükümetin varlığı söz konusudur.

İran gazı, ise ABD’nin Tahran’ın nükleer programından duyduğu rahatsızlık ve İran’a yönelik olarak uygulanan uluslararası yaptırımlardan dolayı şu anda devre dışı durumdadır.[19] İran, 29,6 trilyon metreküp doğal gaz rezerviyle dünya gaz rezervlerinin yüzde 16’sını elinde bulundurmaktadır. Rusya’dan sonra ikinci büyük doğal gaz tedarikçisi olan İran seçeneği, Türkmenistan bağlantısı açısından da hayati önemdedir. ‘Amerikan engeli’ aşılabildiği takdirde Nabucco’nun önünde Hazar engeli çıktığında Türkmen gazı İran üzerinden sevk edilebilir. Washington’ın Tahran’ın içinde bulunduğu bütün enerji projelerini engellediği bilinmektedir. Ankara’da Nabucco için beş ülkenin başbakanı tarafından imzaların atıldığı gün ABD’nin Avrasya Enerji Özel Temsilcisi Richard Morningstar İran’ın Nabucco’ya gaz sağlamasına karşı olduklarını ifade etmekteydi. İran, projeden dışlandığı takdirde, kıyıdaş ülke olarak Hazar’ın statüsü konusunda aynen Rusya gibi sorunlar çıkarması olasıdır.

Talep tarafında da sorunlar bulunmaktadır. Nabucco Doğal Gaz Boru Hattı’nın hissedarı olan ülkeler (Almanya, Bulgaristan, Macaristan, Romanya, Türkiye ve Avusturya) kendilerini Rus baskısına ve sindirme politikalarına karşı savunmasız bırakacak şekilde Moskova’dan doğal gaz ithalatına yüksek oranda bağımlıdırlar. Almanya için bu oran % 43, Bulgaristan’da % 89, Avusturya’da % 74’tür. Türkiye için bu oran % 60 civarındadır.

Washington’da bu sene 31.si gerçekleştirilen yıllık Türk-Amerikan Konseyi (ATC) kapanış oturumunda bir konuşma yapan Amerika Enerji Bakan Yardımcısı Daniel Poneman önemli açıklamalarda bulunmuştur.[20] Poneman, Türkiye’nin Avrupa’ya giden enerji yollarının yaşamsal kavşak noktasında yer aldığını ifade etti. Enerji güvenliği meselesinin bütün taraflar açısından önemli olduğunu belirten Poneman, Ankara’nın bu tarz enerji güvenliği tesis etme bakımından üstlenmekte olduğu rolün farkında olduklarının altını çizdi. Birleşik Devletlerin uzun zamandan beri güney koridorunu meydana getiren doğal gaz boru hatlarını desteklediğini vurgulayan Poneman, bu koridorun hedefinin Avrupa’nın yeni doğalgaz kaynaklarını Türkiye üzerinden Batı pazarlarına aktarmak olduğunu sözlerine ekledi.

Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi -TANAP


26 Haziran 2012’de Azerbaycan ve Türkiye arasında TANAP (Trans Anadolu) adı verilen bir doğalgaz boru hattı projesi ilgili anlaşmanın Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile Azerbaycan Sanayi ve Enerji Bakanı Natık Aliyev tarafından imzalanmıştır.[21] Erdoğan ve Aliyev anlaşmaya şahit olarak imza koydular. Ev sahibi ülke anlaşmasına ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile Socar Başkanı Rövnag Abdullayev tarafından imza konuldu. Bu boru hattına ilişkin mutabakat zaptına ise Socar Başkanı Rövnag Abdullayev ile Botaş Genel Müdür Vekili Mehmet Konuk tarafından imzalanmıştır. Azerbaycan devlet petrol şirketi SOCAR’ın, Türkiye’den BOTAŞ ile TPAO’nun ortaklığı ile 26 Aralık 2011 tarihinde ön anlaşması yapılan Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi, 7 milyar dolar yatırımla faaliyete geçecektir. Projenin ilk etabı 2018 yılında bitirilecektir. Bu proje için oluşturulan konsorsiyumda SOCAR, BOTAŞ ve TPAO ilk ortaklar arasında bulunmaktadır. Bu proje çerçevesinde Ankara’nın BOTAŞ ve TPAO ile beraber % 20lik bir hissesi bulunacaktır. Projenin % 80’lik hissesinin sahibi ise SOCAR olacaktır.

Bu boru hattı ile gazın Azerbaycan’dan çıkarılarak, Gürcistan’ı geçip Türkiye üzerinden satılması ve iletilmesi planlanıyor. Şah Deniz 2 Konsorsiyumu’nun 16 milyar metreküplük gazının 6 milyar metreküplük bölümü Türkiye’ye verilecek, 10 milyar metreküplük bölümü de TANAP kanalıyla Bulgaristan ve/veya Yunanistan sınırında teslim edilecektir. TANAP projesi planlanan 4 aşamanın ilki 2018’de ilk gaz akışıyla hayata geçirilecektir. 2020 yılında ise senelik 16 milyar metreküp olacak kapasitenin, 2023’te 23’e, 2026 yılında ise senede 31 milyar metreküp seviyesine ulaşması amaçlanıyor.

Türkiye Ulusal İletim Hattı’nın batı girişini beslemek suretiyle, batı bölgesi arz güvenliğini güçlendirecek proje, gelecekte Türkmen gazının Türkiye ve Avrupa’ya iletimi bakımından alternatif bir hat olma özelliğine de sahiptir.[22] İki başkent açısından çok büyük stratejik öneme haiz bulunan hattın, Türkiye ve Avrupa için makul fiyat ve belirlenmiş doğalgaz kapasitesiyle arz güvenliğine destek verirken, Bakü’nün elinde bulunan doğalgaz kaynaklarının yeni pazarlara iletilmesi gibi önemli kazanımlar da sağlamaktadır. Hazar Bölgesi doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını hedefleyen Nabucco Projesi’nde karşılaşılmakta olan ‘arz sıkıntısı’, TANAP Projesi’ne olan ilginin yoğunlaşmasına sebep oldu. TANAP’ın gaz arzı, Şahdeniz II sahasından gerçekleştirilecektir. Bundan dolayı, projenin arz hususunda bir sıkıntısı bulunmamaktadır. Bu sebepten ötürü Türkiye ve Azerbaycan tarafından ortaya konulan bu proje için, şu anda İngiliz BP, Fransa Gaz de France, Almanya’nın RWE, Avusturya’nın enerji şirketi OMV ile Norveç, Bulgaristan, Macaristan’ın enerji şirketlerinin ortak olmak için görüşmeler yaptığı ifade edildi.

18 Aralık 2012’de Atlantic Council’de yapılan “Energy and Security from the Caspian to Europe” adlı konferansta ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi üyesi Marik String, Azerbaycan hükümetinin elinde bulunan enerjiyi kullanarak Batı’yla olan stratejik bağlarını kuvvetlendirmek gibi stratejik bir davranış sergilediğini ifade etti. String’e göre Bakü, sahip olduğu doğal gaz kaynaklarını yerel ve bölgesel bazda rahatlıkla ihraç edebilir.[23] Ankara, Bakü’nün, bütün doğalgazını almaktan memnuniyet duymakta fakat Bakü, bu gazı Avrupa’ya taşıma kararını sabit tutuyor. String, üyesi olduğu komitenin Avrupa’ya akan doğal gazın Orta Avrupa’dan Nabucco West boru hattı kanalıyla aktarılmasına destek verdiğini ifade ederek, böylelikle; çoğunlukla Rusya’nın Gazprom firmasının tedarik ettiği doğalgaza bağımlı durumda bulunan Orta Avrupa bölgesindeki Washington’un müttefiklerinin, doğalgaz kaynaklarının çeşitlenebileceğini vurguladı. String, Nabucco West hattının geçtiği ülkelerden Bulgaristan’ın % 89, Macaristan’ın % 57 ve Romanya’nın % 23 oranında Gazprom’un tedarik ettiği doğalgaza ihtiyacı olduğunu vurguladı. Beyaz Saray’ın birçok müttefikinin gelecek senelerde Gazprom firmasıyla olan anlaşmalarının biteceğini ifade eden String, Nabucco West Hattı’nın şimdiye kadar görülmemiş bir avantaj sağlayacağının altını çizdi.

Aynı konferansta söz alan ABD Senatosu Dışişleri Komitesi’nin bir diğer üyesi Neil Brown ise Azerbaycan enerji kaynaklarını Batı’ya taşımayı sürdürmek arzusundaysa, doğusundaki komşusuyla ilişkilerini iyileştirmesi gerektiğini ifade etti. Brown’a göre BP ve ortakları tarafından gerçekleştirilen yatırımlarla beraber Bakü, Orta Asya’yı Avrupa’ya bağlayabilecek bir konuma sahip olabilir. 

Azerbaycan’ın bunu yapıp yapamayacağını soran Brown, ihtiyaç olan şeyin Türkmenistan’ın Avrupa’daki doğalgaz pazarındaki uzun vadeli geçerliliğinizi onaylaması olduğunu belirtti. İki başkent arasındaki münasebetlerin iyileştirilmesinin, her iki ülke tarafından kullanılan doğalgaz sahalarını bağlayacak Trans-Caspian boru hattının gelişiminde etkili olacağını vurgulayan Brown, bu hattın gelişim sürecinin, Türkmen gazının akışının Bakü tarafından da onaylanmasını kapsaması gerektiğini sözlerine ekledi.

1990ların başında SSCB’nin yıkılmasından sonra Kafkasya ve Orta Asya’da birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bu coğrafyalarda bağımsızlığını kazanan ülkeler arasında Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan yer almaktaydı. Bu üç devlet muazzam ölçekte petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahiptirler. Fakat SSCB’nin egemenliği altında uzun süre yaşamalarından dolayı bu kaynaklarını dışarıya satma konusunda çok büyük büyük sıkıntılarla karşı karşıyadırlar. 1990ların ortasından itibaren Birleşik Devletler, Orta Asya ve Kafkasya devletlerinin tekrar Rus hâkimiyetini girmesini önlemeye yönelik özellikle enerji kaynaklarının Batı pazarlarına transferi konusunda çeşitli projeler geliştirmektedir.

Rusya’nın tekrar bu bölgelerde üzerinde hâkimiyet kurmasını engellemenin yanı sıra o dönemden itibaren gittikçe artan bir biçimde uygulanan İran İslam Cumhuriyeti’ni çevreleme stratejisi bağlamında Tahran’ın Hazar kaynaklarının Batı’ya sorunsuz bir biçimde aktarılmasıyla ilgili geliştirilen projelere katılması engellemeye çalışılmaktadır. Bu devletlerin egemenliklerinin güçlendirilmesi Beyaz Saray’ın bu bölgeye yönelik geliştirdiği stratejinin ana unsurlarından birisini oluşturmaktadır. Rusya ve İran tarafından desteklenen Kuzey-Güney Enerji Koridoruna karşı Birleşik Devletler önderliğindeki Batılı devletler, Doğu-Batı Enerji Koridorunu ortaya atmışlardır.

Bu çerçevede geliştirilen en kayda değer proje Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi’dir. 1994 yılında imzalanan bir anlaşmayla başlayan süreç uzun çabalardan sonra 2006 yılında boru hattının faaliyete geçmesiyle sonuçlanmıştır. Günümüzde aktif olarak kullanılan bu hat aracılığıyla Azeri petrolü, Batı pazarlarına Rusya’yı bypass etmek suretiyle gönderilmektedir. Bunun dışında faaliyette olan diğer bir hat ise Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı’dır.

Kremlin, kendisinin bu alandaki üstünlüğüne karşı hareketler olarak değerlendirdiği alternatif projeleri engellemek için saldırgan bir politika takip etmektedir. Avrupa’nın enerji güvenliği açısından elzem bir proje olarak görülen Nabucco Doğal Gaz Boru Hattı, Moskova’nın yaptığı karşı ataklar sonucunda şu anda kadük durumdadır. Rusya, Orta Asya ülkelerinin petrol ve doğal gaz kaynaklarını, bu ülkelerle uzun vadeli sözleşmeler imzalamak suretiyle kendi tekeli altında tutmaya çalışmaktadır. Ayrıca geliştirdiği Kuzey Akım ve Güney Akım projeleri ile de kendisine alternatif olarak ortaya konulan projelere karşı boş durmadığını göstermekte ve ABD tarafından desteklenen Nabucco gibi projelerin atıl durumda kalmasına yol açmaktadır.

Birleşik Devletler, Moskova’nın bu stratejisine karşın Türkiye gibi alternatif güzergâhları öne sürmektedir. Türkiye’nin jeopolitik konumu, Azerbaycan ve Orta Asya ülkeleriyle olan yakın ilişkileri, bu bölgeye büyük önem atfeden Beyaz Saray tarafından dikkatle takip edilmektedir. Bu bağlamda son zamanlarda ortaya konulan en dikkat çekici proje Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’dir.

ABD’nin Avrasya Enerji Stratejisi bağlamında Azerbaycan ve Orta Asya ülkeleriyle olan ilişkilerine baktığımız zaman, Birleşik Devletlerin işinin hiç kolay olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü özellikle Vladimir Putin’in 2000 yılında iktidara gelmesi ve enerji fiyatlarının artmasıyla beraber tekrar güç kazanmaya başlayan Rusya, bu bölgedeki hâkimiyetini kaybetmemek için her türlü stratejiyi uygulamaktadır. Orta Asya ülkeleri bağlamında düşündüğümüzde Rusya’nın bu ülkelerin iktidarlarını devirip yerlerine demokratik yönetimler kurma bir derdinin olmaması Moskova’yı burada avantajlı kılmaktadır.

Burada yer alan büyük miktarlardaki petrol ve doğal gaz kaynaklarının Ortadoğu’daki kaynaklara alternatif olması düşüncesi göz önünde bulundurulduğun da Beyaz Saray ile Kremlin arasında bu konuda önümüzdeki yıllarda giderek artan bir rekabet olacağı öngörülmektedir. Bu rekabette avantaj sağlayabilmek için her iki devletin de ellerindeki tüm kozları sonuna kadar hiç çekinmeden kullanabileceklerini düşünüyorum.


DİPNOTLAR;


[1] Şatlık Amanov, ABD’nin Orta Asya Politikaları, (İstanbul: Gökkubbe Yayınları, 2007), s. 149.

[2] Gal Luft, “United States: A Shackled Superpower”, içinde Gal Luft and Anne Korin (eds.), Energy Securtiy Challenges for the 21st Century: A Reference Handbook, (United States of America: Praeger Securtiy International, 2009), ss. 149-150.

[3] Mohammed Reza Djalili, Thierry Kellner, Yeni Orta Asya Jeopolitiği: SSCB’nin bitiminden 11 Eylül Sonrasına,  Çev: Dr. Reşat Uzmen,  (İstanbul: Bilge Kültür Sanat,  2009), s. 180.

[4] Zbigniew Brzezinski, The Grand Chessboard: American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, (New York: Basic Books, 1997), ss. 46-47.

[5] Amanov, a.g.e, s. 161.

[6] Zbigniew Brzezinski, Brent Scowcroft, America and the World: Conversations on the Future of American Foreign Policy, Moderated by David Ignatius (New York: Basic Books, 2008), s. 174.

[7] Brzezinski, Scowcroft, a.g.e. , s. 191.

[8] Richard L. Morningstar, “2010 Outlook for Eurasian Energy”, Center for American Progress, http://www.americanprogress.org/events/2010/01/av/morningstar_remarks.pdf, (Erişim Tarihi:  30 Mart 2011).

[9] Merve İrem Yapıcı, Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler: Yeltsin ve Putin Dönemleri, (Ankara: USAK Yayınları, 2010), s. 300.

[10] M. Vedat Bilgin, Kafkasya’da Siyaset: Çatışma Ortamı ve Taraf Güçler, (Ankara: Kadim Yayınları, 2012), ss. 108-109.

[11] T.C. Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye’nin Enerji Stratejisi”, http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-enerji-stratejisi.tr.mfa, (Erişim Tarihi: 31 Aralık 2012).

[12] Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, (Ankara: USAK Yayınları, 2009), ss. 174-175.

[13] İbrahim Arınç, Süleyman Elik, “Turkmenistan and Azerbaijan in European Gas Supply Security”, Insight Turkey, Cilt 12, Sayı 3, 2010, s. 185.

[14] Bülent Aras, Emre İşeri, “The Nabucco Natural Gas Pipeline: From Opera to Reality,” SETA Policy Brief, No: 34, July 2009,  http://www.setav.org/Ups/dosya/7756.pdf, (Erişim Tarihi: 20 Temmuz 2012).

[15] Richard Morningstar, “Enerji yolları bazı ülkelerin güvenliği için”, http://www.enerjienergy.com/haber.php?haber_id=159, (Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2011).

[16] Taner Yıldız, “Turkey’s Energy Policy, Regional Role and Future Energy Vision”, Insight Turkey, Summer 2010, Cilt 12, Sayı 3, s. 37.

[17] United States Department of State and the Broadcasting Board of Governors Office of Inspector General Report of Inspection Embassy Ankara, Turkey Report Number ISP-I-10-55A, July 2010, http://oig.state.gov/documents/organization/146175.pdf, (Erişim Tarihi: 31 Temmuz 2012).

[18] Ceyhun Haydaroğlu, “Türkiye-Avrasya İlişkileri Bağlamında Enerjinin Jeopolitiği”, içinde Murat Ercan (ed.), Değişen Dünyada Türk Dış Politikası,  (Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 2011), ss. 384-389.

[19] Gürkan Zengin, Hoca: Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”, (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 2010), ss. 417-418.

[20] Alparslan Esmer, “ABD’den Enerji Güvenliği Konusunda Türkiye’ye Destek,” Amerika’nın Sesi, 13 Haziran 2012, http://www.amerikaninsesi.com/content/abd-enerji-guvenligi-konusunda-turkiye-destek/1208145.html, (Erişim Tarihi: 16 Temmuz 2012).

[21] “Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı, TANAP Raporu”, Hazar Strateji Enstitüsü Enerji Araştırmaları Merkezi, Yazarlar: Gulmira Rzayeva, Burcu Gültekin Punsmann ve M. Mete Göknel, Kasım 2012, ss. 4-5.

[22] “Dünya devleri TANAP’ta ortaklık kuyruğunda”, Star, 28 Haziran 2012, http://www.stargazete.com/ekonomi/dunya-devleri-tanapta-ortaklik-kuyrugunda/haber-622690, (Erişim Tarihi: 16 Temmuz 2012).

[23] “Energy and Security from the Caspian to Europe,” Atlantic Council, 18 December 2012, http://www.acus.org/event/energy-and-security-caspian-europe/transcript, (Erişim Tarihi: 29 Aralık 2012).


http://politikaakademisi.org/2013/01/03/abdnin-avrasya-enerji-politikasi-baglaminda-azerbaycan-ve-orta-asya-ulkeleriyle-iliskileri/


***

29 Aralık 2016 Perşembe

WİKİLEAKS SIZINTILARINDA ABD-İSRAİL İLİŞKİLERİ


WİKİLEAKS SIZINTILARINDA ABD-İSRAİL İLİŞKİLERİ 


İnceleme
Yrd. Doç. Dr. Serhat ERKMEN 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
Ahi Evran Üniversitesi U.İ.B. Başkanı 
ABD-İsrail haberleşmesiyle ilgili metinlerin tamamına yakınında İran konusu ön plana çıkıyor. 





Özellikle, ABD ve İsrail güvenlik yetkililerinin yaptığı onca toplantıda İran’a yönelik bir askeri harekât ihtimalinin doğrudan konuşulmamış olması çok ilginçtir. Bu durum, belgeleri yayınlayanların yayınlanacak belgeleri seçerken seçici davrandıklarını gösteriyor olabilir. 

Wikileaks adlı internet sitesinin yayınladığı ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri şu anda dünya gündeminde en çok konuşulan konuların başında geliyor. Kimilerine göre “diplomasinin 11 Eylül”ü kimilerine göre küresel bir dedikodu kazanı olarak nitelenen belgeler dikkatli araştırmacılar için yeni bir kaynak olarak kullanılabilir. Toplamda 251,287 adet olduğu bildirilen belgelerin henüz 505 tanesi yayınlandı. Yayınlanan belgelerin büyük bir kısmı ABD Dışişleri Bakanlığı’na farklı büyükelçiliklerden gönderilen gizli, kişiye özel, hizmete özel vb. gizlilik kategorilerindeki yazılardan oluşmaktadır. Belgelerin yayınlandığı 28 Kasım tarihinden itibaren her gün yeni belgeler açıklanmaktadır. Halihazırda açıklanacak belgelerin çok küçük bir kısmı üzerindeki şifreler kaldırılmış ve ulaşım sağlanılmıştır. Hakkında bilgi açıklanan ülkelerin medya kuruluşları yazıları kendi perspektiflerinden değerlendirmektedir. Fakat, belgelerin dikkatli bir gözle gözden geçirilmesi aslında uluslararası ilişkiler çalışanları için değerli bilgiler sunabilir. Elbette, belgelerin henüz çok küçük bir kısmı yayınlanmışken çok genel değerlendirmeler yapmak doğru değildir. 

Daha fazla belge yayınlandıkça özellikle Irak, Afganistan ve ABD çıkışlı belgelerde bugüne kadar ancak iddia düzeyinde kalan bazı konuların somut 
kanıtlarla desteklenmesini mümkün kılacak belgeler bulunabilir. Ancak, bu konularla ilgili belgelerin değerlendirme yapılamayacak kadar küçük bir kısmının açıklanması şimdilik beklemeyi gerektirmektedir. Bu noktada dikkatimizi çeken ülkelerden birisi İsrail olmuştur. ABD ile en özel ilişkiye sahip ülkelerden birisi olan İsrail hakkında ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliği’nden çekilen kriptolar incelenmiş ve ilişkilerin satır arası ile gizli kalmış taraflarına ilişkin tespitler yapılmaya çalışılmıştır. 

Ekonomik, siyasi, askeri ve stratejik açılardan özel bir ilişki geliştirmiş bu iki ülke arasındaki ilişkiler hakkında şu ana kadar 19 belge yayınlanmıştır. 

Bu belgeler arasında 15 tanesi gizli ve 4 tanesi özel olarak sınıflandırılmıştır. Belgelerin en eskisi 17 Mart 2005 en yenisi ise 23 Aralık 2009 tarihinde hazırlanmıştır. Belgelerin büyük bir kısmı dışişleri bakanlıkları ile istihbarat kuruluşlarının ortaklaşa gerçekleştirdikleri gizli üst düzey toplantıların ABD’li diplomatlar tarafından hazırlanan toplantı tutanakları niteliğindedir. Ancak ilginç olan çoğu gizli ibaresi taşıyan belgelerin çoğunda dikkatli bir araştırmacı ya da İsrail gazetelerini günlük olarak takip eden bir kişi için yeni sayılacak veri bulunmamasıdır. Bununla birlikte, belgelerde özellikle İsrail’in İran konusunu ele alışı ile Mısır, Suudi Arabistan, Suriye ve Körfez ülkelerine bakışı konularında değerli bilgiler sistematik bir şekilde yer almakta-dır. Bu nedenle, bu belgelerde bu konulara ilişkin aktarılmış bilgiler en genel hatlarıyla ve örnekler 
verilerek aktartılacaktır. 

İran 

İsrail’in İran konusunda ciddi bir tehdit algılaması içinde olduğu ve güncel Ortadoğu politikasının önemli bir kısmını bu konuya ayırdığı bilinmektedir. 
Bu durum ABD ile İsrail arasındaki görüşmelerde de büyük ölçüde hissedilmekte dir. Neredeyse metinlerin tamamına yakınında İran konusu ön plana çıkmaktadır. Bu konuda genel olarak bilinen değerlendirmeleri güçlendiren tartışmalar şöyle özetlenebilir. 




<İsrail, El Fetih’in Hamas karşısında daha fazla zayıflamasını istemiyor. >


17 Ağustos 2007’de ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns ile Mossad Başkanı Meir Dagan arasında yapılan toplantının 31 Ağustos tarihinde tutanak halinde getirilen notlarında Dagan, İsrail’in İran stratejisine ilişkin tespitler yapmıştır. Dagan’a göre İsrail’in İran stratejisinin 5 ayağı bulunmaktadır: 
Bunun Birinci ayağı siyasi yaklaşım olarak adlandırılmaktadır. 
Buna göre İran meselesini BMGK’ya getirmek gerekmektedir. Ancak siyasi yaklaşımlar ile nükleer projenin gidişatı zamanlama açısından birbirinden farklı 
gittiğinden bu süreç zor işlemektedir.

 Stratejinin İkinci ayağı gizli tedbirlerdir. Yayınlanan belgeye göre bu konu kalabalık bir ortamdan ziyade baş başa konuşulmalıdır. Bu nedenle bir bilgi yoktur. 

Üçüncü ayak, silahların yayılmasına karşı koymadır. 
Bunun en önemli boyutu İran’a teknoloji ve know how aktarılmasının engellenmesidir. 

Dördüncü ayak yaptırımlardır. Dagan’a göre şu ana kadar yaklaşımlar önemli bir başarı sağlamıştır. 3 İran bankası batmak üzeredir ve finansal sistem ülke çapında büyük sıkıntıdadır. 

Beşinci ayak ise İran’ı rejim değişikliğine zorlamadır. Bu konuda öğrenci hareketleri ve rejime karşı olan Azeri, Beluci ve Kürtler gibi etnik gruplara destek vermek önemlidir. 

Dagan, ABD ve İsrail ile aynı fikirdeki ülkelerin bu 5 ayak için aynı anda bastırmasının gerekliliğini vurgulamakta ve özellikle beşinci maddeye 
odaklanılması gerekliliğinden bahsetmektedir. 
Dagan’a göre İran kullanılabilecek zayıf taraflara sahiptir. İşsizlik oranı %30’dur ve bu bazı kasaba ve köylerde %50’ye ulaşmaktadır. Enflasyon oranı %40’dan fazladır ve bazı insanlar Hamas’a para aktarılacağına yatırım yapılsın
demektedir. İran halkının bu gibi düşüncelerini etkilemek için İranlıların kalbine yönelmek gerekmektedir. Bunu yapmak için de Amerika’nın Sesi Radyosu’nun Farsça yayınını artırması gerektirmektedir. 


 <  İsrail defalarca ABD’ye İran’ın nükleer projesinden rahatsız olanın yalnızca kendisi olmadığını Arap ülkelerinin de rahatsızlık duyduklarını ama kendi dertlerini ABD’ye dinletememekten şikâyetçi oldukları belirtilmektedir. 
Bir İsrailli yetkilinin ifadesiyle Körfez devletleri İsrail’e iki nedenle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. >


İsrail’in 2009 sonunda yaptığı değerlendirmelere göre İran zayıf bir ekonomiye ve kırılgan bir siyasi yapıya ulaşmıştır. Bu nedenle BM’nin uygulayabileceği sert yaptırımlar karşısında İran rejimi zorlanacaktır. İran’ın yapmış olduğu araştırmalar ve bilimsel çalışmalar sonucunda bir atom bombası yapabilecek kapasiteye ulaştığı, ancak bir ya da 2 yıl daha beklerse tek bir bombayla yetinmek zorunda kalmadan pek çok bombayı üretebileceği ve bunun engellenmesi gerektiği ileri sürülmektedir. ABD’nin İran’ı engellemek için geniş tabanlı bir ittifaktan ziyade kendisi gibi düşünen ülkelerle ortak hareket etmesi gerektiğini ileri süren ülkeler aslında Arap ülkelerinin açıkça söylemeseler bile İran’dan rahatsız olduklarını ve sert yaptırımları destekleyecekleri savunmakta dır. Ancak, bir süre daha hareketsiz kalınması halinde geçmişte Ürdün’ün 1990-91 Körfez Krizi’nde Irak’ı desteklemesi gibi bazı Arap ülkelerinin güç karşısında zayıf hareket edeceğini ve İran’ın söylemini destekler bir tavır geliştireceğini, Katar’ın son dönemdeki politikalarının bunun bir işareti olduğunu ileri sürmektedirler. 

İran’ın nükleer projesi konusunda diğer bir önemli nokta ise ABD ile İsrailli yetkililer arasında geçen konuşmalarda Rusya’nın tutumuna ilişkin bilgilerdir. Bilindiği gibi Rusya İran’ın nükleer projesine ilişkin rezervleri olmakla birlikte İran’ın karşısında net bir duruş sergilememektedir. 
İsrail kaynakları bu konuda ABD’li yetkilere görüşlerini aktarırken İsrail ile Rusya arasında yapılan bir görüşmeyi aktarmaktadır. Rusya’nın İran konusunda eskisi kadar sert bir karşı çıkış sergilemediğini söyleyen İsrailliler yaptırımların uygulanmasına Rusya’nın uyacağı konusunda şüpheleri olduğunu belirtiliyorlar. Ancak en ilginci iki ülke arasında geçen bir askeri pazarlıktır. 1-2 Aralık 2009’da ABD Silahların Kontrolü ve Uluslararası Güvenlikten Sorumlu Bakan Yardımcısı Ellen Tauscher ile İsrail Ulusal Güvenlik Danışmanı Uzi Arad arasında yapılan toplantının 22 Aralık 2009 tarihinde tutanağa dönüştürüldüğü belgesinde bu pazarlık aktarılmıştır. İran’ın en önemli gelişmiş silah tedarikçilerinden 
olan Rusya’nın İsrail’e bir teklif götürdüğü belirtilmektedir. Bu teklife göre İsrail’in Rusya’ya İnsansız Hava Araçları konusunda teknoloji transferi yapması halinde Rusya İran’a S-300 füzeleri satmayı durduracak ve İsrail’e 1 milyar dolar ödeyecektir. İsrail ise bu teklifi Rusya’ya satılan teknolojinin Çin’in eline geçmesi olasılığı nedeniyle reddedildiğini ileri sürmektedir. 

Ayrıca 18 Kasım 2009 tarihli Ortak Askeri Siyasi grup toplantısına ilişkin belgede İran’ın tesislerini şu ana kadar koruduğu biçimde koruması halinde onları hedef alma ve zarar verme olasılığının zorlaşacağını söyleyen İsrailli yetkililere karşı ABD’li yetkililer bu olasılığa karşılık GBU 28 denilen sığınak bombasının İsrail’e satılmasını ancak bunun açığa çıkarılmamasını öne sürmüşlerdir. Bilindiği gibi, bu silahın satışı basına sızmış ve gerçekleştiği tarihte İsrail’in İran’a saldırı için planlarını hızlandırdığı dile getirilmişti. 

İsrail, İran’ın nükleer çalışmaları konusunda son dönemde Katar ve BAE’nin tavırlarında farklılıklar gözlendiğini söylemiştir. İsrail’e göre Katar’ın nedeni Mısır ve Suudi Arabistan ile yaşadığı sorunlarken, BAE’nin bu tavrının nedeni İran’ın uyguladığı ağır mali baskıdır. 

Suriye 

Suriye konusunda İsrail’in değerlendirmelerinde bir farklılaşma görülmektedir. 2007’de yapılan bir görüşmede Dagan, Suriye konusunda farklı bir perspektif sunmaktadır. 12 Temmuz 2007’de ABD İç Güvenlik ve Terörle Mücadele’den sorumlu danışmanı Frances Fragos Townsend ile Mossad Başkanı Dagan arasındaki görüşmede Dagan’ın Suriye konusunda farklı bir yaklaşım geliştirdiği söylenmektedir. O zamana kadar yapılan genel değerlendirme Suriye’nin İran’dan uzaklaşmasıyla Hizbullah’ın güç kaybedeceği bu nedenle Suriye’yle ilişkilere önem verilmesi yönündeydi. Buna karşılık Dagan, Suriye’nin İran’dan uzaklaşmasının Hizbullah’ı zayıflatmayacağını ileri sürmektedir. Ona göre yapılması gereken BMGK kararlarının uygulanması ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıyla İran ve Suriye’nin birbirinden ayrılabileceği ayrıca Beşar 
Esad’ın Harisi Suikastı’ndan dolayı yargılanması korkusunun ve BM baskısının Suriye’yi İran’dan uzaklaştırabileceğini ileri sürmektedir. Aralık sonuna gelindiğinde İsrail’in hala Suriye ile görüşme niyetini ABD’ye bildirdiği ve müzakereleri aracı ile değil doğrudan yürütmek istediklerini dile getirmişlerdir. Ancak, doğrudan gelişmeler mümkün olmazsa Fransa’nın arabuluculuğunu tercih edeceklerini, son olaylardan sonra Türkiye’nin arabuluculuğunun “adilliği” konusunda şüpheleri bulunduğunu aktarmışlardır. 

Buna karşılık, İsrail’in Suriye konusundaki genel görüşü ABD’nin de dahil olmasıyla Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması yapılabileceği 
ve bunun Suriye’yi İran yörüngesinden uzaklaştırabileceğidir. 
ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı Uluslararası Güvenlik Olayları Dairesi’nde Bakan Yardımcısı Alexander Vershbow ile İsrail Savunma Bakanlığı yetkilileri arasında 1-2 Kasım 2009 tarihinde yapılan toplantının tutanaklarında İsrail’in Suriye hakkındaki görüşlerine ilişkin ipuçları bulmak mümkündür. İsrail’e göre Suriye, Golan Tepeleri’ni almak, İsrail ile barış yapmak, ABD ile daha iyi ilişkilere sahip olmak, İran’la güçlü ilişkilerini sürdürmek ve Hizbullah ile ilişkilerini devam ettirme şartlarının hepsine bir arada sahip olmak istemektedir. Fakat, bunlardan 
birisini seçmek zorunda kalırsa İsrail ile barış yapmayı tercih edecektir. Suriye desteği olmadan da Hizbullah’ın varlığını zor da olsa sürdürebileceğini tartışılmıştır. 

Mısır 

Mısır ile ilişkiler 2009 sonuna gelindiğinde Rabin dönemindeki kadar iyi olarak nitelenmektedir. Bununla birlikte İsrail ile Mısır arasında Gazze’deki durum, Filistin Yönetimi ve Mısır’ı Nükleerden Arınmış Bölge fikirleri konularında fikir ayrılıkları olduğu belirtilmektedir. Özellikle Mısır’ın Ortadoğu’da nükleer güç bulunmaması fikrini ısrarla savunması İsrailli yetkililer tarafından kendilerine karşı bir koz olarak değerlendirilmektedir. İsraillilere göre Mısır İran’ın nükleer projesinden endişe duymaktadır. İran’ın bu sayede bölgede bir büyük güç olabileceğini düşünüyor ve bunu kabul etmek istemiyor. Bu konularda Mısır ve İsrail aynı düşünceleri paylaşmaktadır. Bununla birlikte, Mısır İsrail’i de gündeme getirmektedir. İsrail’e göre bunun iki nedeni vardır: Birinci neden, Mısır’da yaşanan iç siyasi karışıklıklardır. İç politikadaki halefiyet meselesi 
nedeniyle endişeleri olan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in Dışişleri Bakanı Ahmet Ebul Geyt’e bile güvenmediği belirtilmektedir. (22 Aralık 2009 tarihli belge) İkinci neden ise İsrail ile İran konusunu bir arada tutarak Mısır’ın bir taşla iki kuş vurmak istemesidir. 

İsrail’in Suriye konusundaki genel görüşü ABD’nin de dahil olmasıyla Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması yapılabileceği ve bunun Suriye’yi İran yörüngesinden uzaklaştırabileceğidir. Belgelerde, Suriye desteği olmadan da Hizbullah’ın varlığını sürdürme olasılığı da tartışılmıştır. 

Basra Körfezi Ülkeleri 

İsrailli yetkililere göre Körfez devletlerinin çoğu İran’dan tehdit algılamalarına rağmen bu işi başkalarının yapmasını istemektedirler. Ancak, 2007 yılındaki değerlendirmelerde İsrail, Körfez devletlerini kendisiyle tam olarak aynı çizgide görmüyor. Dönemin Mossad Başkanı Dagan’ın yaptığı değerlendirmelere göre özellikle Katar ikili bir politika izlemektedir. (26 Temmuz 2007 tarihli belge) Dagan, ABD’li yetkililere Katar’ın hem İran ve Suriye ile işbirliği yaptığını hem de ABD’ye yakınlaştığını, bunu yapabilmesinin nedenin kendisini bu ülkedeki ABD üsleri nedeniyle güvende hissetmesi olduğunu aktarmıştır. Bu nedenle ABD’li yetkililere Katar’daki üslerini boşaltmalarını önermiştir. 

18 Kasım 2009 tarihli Ortak Siyasi Askeri Grup toplantısında ise İsrail Suudi Arabistan ile son dönemdeki ilişkilerini iyileştirdiğini ama ABD’nin bu ülkeye gelişmiş uçaklar satmasını kendi ulusal güvenlikleri açısından risk olarak gördüklerini ileri sürmüşlerdir. Buna ek olarak İsrail’in ABD’nin Ürdün’e sattığı havadan havaya füzelerin satışına da karşı çıktığı görülmektedir. Ancak, ABD’li yetkililer Suudi Arabistan konusunda çok fazla açıklama yapmaz ve tehdit oluşturmadığını söylerken, Ürdün’e satılan silahların eski silahların ihraç versiyonu olduğunu bu nedenle çok önemli olmadığını savunmuşlardır. 

İsrail aynı yılın Temmuz ayında yapılan bir görüşmede ise Arap ülkelerine silah satılmasına karşı çıkışını bir stratejik değerlendirmeye bağlamaktadır: 
Bugün ılımlı görünen Arap devletlerinin bazıları gelecekte radikalleşebilirler, eğer bu gerçekleşirse, bu silah satışları ile güçlü düşmanlar yaratılmış olunur. Bu olasılığa en önemli örnekler olarak Suudi Arabistan ve Mısır verilmektedir. Bu iki ülkede de mevcut liderlerden sonra kimin işbaşına geleceği konusunda bir netlik bulunmaması radikalleşme için bir neden oluşturabilecek gibi düşünülebilir. Ayrıca bir başka değerlendirmede bölgedeki Ilımlı Arap devletleriyle İsrail arasındaki askeri güç farkının azalması ve buna ek olarak İran’ın da nükleer 
silah elde etmesi halinde İsrail’in bölgesel bir gerçeklik olduğu yönündeki Arap düşüncesinin değişmeye başlayabileceği ileri sürülmektedir. 

Yukarıdaki ifadelere rağmen Mossad yetkilileri ile ABD yetkilileri arasındaki görüşmelerin tutanaklarının birçoğunda İsrail defalarca ABD’ye İran’ın nükleer projesinden rahatsız olanın yalnızca kendisi olmadığını Arap ülkelerinin de rahatsızlık duyduklarını ama kendi dertlerini ABD’ye dinletememekten şikâyetçi oldukları belirtilmektedir. Bir İsrailli yetkilinin ifadesiyle Körfez devletleri İsrail’e iki nedenle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır: İran’dan duydukları korku ve ABD’ye İsrail üzerinden ulaşma istekleri. İsrail, ABD’ye Mısır, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) İran’ın nükleer silah yapmaya çalıştığına inandıklarını, ancak son dönemde Katar ve BAE’nin tavırlarında 
farklılıklar gözlendiğini söylemiştir. İsrail’e göre Katar’ın nedeni Mısır ve Suudi Arabistan ile yaşadığı sorunlarken, BAE’nin bu tavrının nedeni İran’ın uyguladığı ağır mali baskıdır. 

Filistin 

İsrail belgelerinde en çok işlenen konulardan birisi de Ortadoğu Barış Süreci ve Filistin Meselesi’dir. İsrailli yetkililer ABD’ye görüşmelere yeniden başlama niyetinde olduklarını ancak Fetih’in ciddi bir güç kaybına uğradığını söylemektedirler. Hamas’ın Gazze’de hala güçlü olduğunu, Fetih’in ise güvenlik örgütleri anlamında ilerleme sağlamasına ve ellerinden geleni yapmasına rağmen siyasi olarak zayıfladığı ileri sürülmektedir. ABD’li yetkililer Filistinli güvenlik güçlerinin kapasitesinden endişe duymalarına rağmen İsrailliler güvenlik alanında Fetih’in önemli adımlar attığını ama yine de İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’de operasyon yapma hakkı bulunduğunu savunmaktadırlar. İsrailli yetkililer Hamas’ın İran’dan kısa menzilli füzeler aldığını ve bunu denediklerini bu füzelerle Tel Aviv’i vurma kapasitesine eriştiğini ileri sürmektedir. 

İsrail’in barış süreci ile Hamas arasında kurduğu en ciddi bağ ise barış görüşmelerinde istenilen noktalara ulaşılamamasının ve sözlerin tutulmamasının 
Hamas’ı daha da güçlendirdiğidir. Hamas’ın karşısında Fetih’in güçlü kalmasını isteyen İsrail’in Batı Şeria’ya Körfez ülkeleri başta olmak üzere yatırımların özendirilmesi ve hayat şartlarının iyileştirilmesini istemektedir. Son dönemde ABD ile İsrail arasında birçok kez tartışma oluşturan Yahudi Yerleşim yerleri konusunda ise Netanyahu hükümetinin Obama Yönetimi ile yaşadığı sorunlar gözlenmektedir. (Özellikle 2 Haziran 2009’da yayınlanan belgelerde) Netan-yahu hükümeti Obama Yönetimi’nden Bush zamanında kararlaştırılan temel yaklaşımın devam ettirilmesini istemektedir. Buna göre İsrail yeni yerleşim yerleri inşa etmeyecek ya da başka topraklar ele geçirmeyecektir. Fakat aileler büyürse mevcut yerleşim yeleri sınırları içinde yeni yerler inşa etme haklarının bulunmasını içermektedir. Buna karşılık Obama Yönetimi’nin tüm inşaatları 
durdurmak istediğini, bunun ciddi bir anlaşmazlık yarattığını, hatta Filistinlilerden fazla ABD’nin bu konuda direttiğini ileri sürmektedirler. 


Genel Değerlendirme 

ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerinin yayınlanmasıyla birlikte İsrail ile ABD arasındaki ilişkilere ışık tutan gizli bilgilere ulaşılacağı düşüncesi dile getirilmeye başlamıştı. Bununla birlikte yukarıda da özetle aktarıldığı gibi, birçoğu gizli damgası taşıyan belgelerde “gizli” bir şey görünmemektedir. 

Özellikle, ABD ve İsrail güvenlik yetkililerinin yaptığı onca toplantıda İran’a yönelik bir askeri harekat ihtimalinin doğrudan konuşulmamış olması çok ilginçtir. Bu durum, belgeleri yayınlayanların yayınlanacak belgeleri seçerken seçici davrandıklarını gösteriyor olabilir. Öte yandan, hemen tüm belgelerde belgenin konu edildiği ülke ile ABD arasında sorun yaratan ifadeler bulunmasına rağmen İsrail’e ilişkin en azından Tel Aviv’den yayınlanan belgelerde bu tür bir sorun olmaması da ilginçtir. Son olarak, yeni belgelerin yayınlanmasıyla bu tabloda değişim yaşanması olasılığı akılda tutulmalıdır. 
Ancak, halihazırdaki durumuyla yayınlanan belgelerin İsrail ABD ilişkilerinin Ortadoğu boyutu hakkında dipnotları olmaktan pek de öteye geçememektedir. 


OrtadoğuAnaliz 
Aralık’10 Cilt 2 -Sayı 24 

http://www.orsam.org.tr/files/OA/24/8serhat.pdf


**