KENDİ ÜLKESİNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KENDİ ÜLKESİNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7



.

Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):

Sonuç 

Derin Düşünce sitesi için hazırladığım ‘ Türkiye Darbeler Tarihi ‘ yazı dizisinin özel başlığını bilinçli olarak, ‘ Devlet Kuranların, Millet Kurgusu ‘ olarak seçmiştim. Temelleri itibariyle 
devletin kurulmasında askerlerin rolü etkendir ancak, milleti kurgulamamaları gerektiğini ıskalamışlardır. Bir devlet kurabilirsiniz belki ama o devletin topraklarında yaşayan yurttaşları 
kurgulayamazsınız. İşte bu darbeler, bu kurgulamaların sonucudur. Doğal, kendi halinde, olması gerektiği gibi bir zeminde şiddet ve düşmanlık mümkün değildir. Şiddet, kan, 
düşmanlık, ölüm, bölünme gibi olumsuzluklar hep bu sentetik kurguların sonucudur. Bugün bahsettiğimiz ‘ özgürlük ‘ sorunumuz aslında hep bu hesapçı kurgulamaların etkilerinin 
sonucudur. 

 Tarihin üzerinden geçen zamanla orantılı olarak yazılması kolaydır. Filmlere konu olabilir, belki bir şarkının sözlerine, bir şiire. Bir kalem yazabilir tüm bunları. Ancak fazlası vardır; o 
zamanı yaşayanlar. Daha da fazlası vardır; yaşayanların yakınları. 

 Yaşamak, yazmaktan çok daha zordur. Bir annenin yan odada uyuduğu evler vardır, çocuğunuzla koyun koyuna uyuduğunuz, eşinize sokulduğunuz, üstü açılmış mı diyerek 
usulca kapısını araladığınız odalarda, şevkatinizin baktığı kardeşler… Düşler vardır o evlerde, ışığın süzüldüğü her köşeye sinen, huzurlu düşler. Kabuslar vardır, sarıldığınız her nefesin 
sahibi olduğu kabuslar, vardır. Siz huzuru o evlere davet ededurun, sarıldığınız her canın kendini soluğunuzda saklı olduğu zamanlardan, huzurundan çok uzakta, bir ranza altında 
ayaklarını ve ellerini saklarken anımsadığı, tavaf ederken elektirik morarmış etlerini, çenesinden sızan kanın sıcaklığıyla yıllar sonra dahi canı gırtlağına dayanmış halde o 
kabuslardan uyandığı zamanlar da vardır. Ağlamaya başladığı ama hiç anlatmaya başlamadığı, herkesin sustuğu zamanlar vardır… 

 Zamanlar vardı. Artık yok, olmamalı. Bir dönemin suçlarının asıl faillerini görmeye bu kadar yaklaştığımız zamanlarda, bu acıların geçmişte kalması, darbenin ve darbe 
niyetlerinin devam etmemesi temennisiyle… 

 Bu çalışma sırasında fikir alış verişinde bulunduğum sevgili Hüseyin Kılınç beye ve Mehmet Yaşar Duru beye teşekkürlerimle. 


15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek 


Cafer Solgun

Röportaj dahi olsa, kendimce yaptığım her çalışmanın başına, kısa bir paragraf girmeye çalışırım. Ya da sonuna bir cümle eklerim, 
kendimce toparlamaya çalışırım. Ancak ‘ 12 Eylül Darbesi ‘ başlığında, Cafer Solgun ile yaptığım röportaj özelinde, öyle ‘ acılar 
‘ okudum ki, ne giriş yapacak kelimem, ne de sonuç çıkacak kuvvetim kalmadı. Ne diyeyim; saçlarına yıldız düşmüş anneler 
gibiyim, gibiyiz… Artık bitsin! 

C.B: Cafer bey, sizi zaten daha önce yaptığımız çalışma nedeniyle tanıyoruz. Ancak hafızaların tazelenmesi açısından, bize kendinizden bahseder misiniz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair 
kendinizi tanıtabilir misiniz? 

C.S: Dersimliyim. Aleviyim. Bazı çevreler solcu olmayı neredeyse ulusalcı, devletçi, statükocu olmakla eşdeğer hale getirdiler uzun zamandır; ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet 
değerlerini savunmak, ölçüsü ve ölçütü özgürlük olmak manasında solcuyum. Öğrenim hayatım liseli bir genç iken “içeriye” atılmam sebebiyle yarım kaldı. İlk olarak, Ülkücülerin 
işlediği bir cinayeti protesto etmek için okulumuzda (Çağlayan Lisesi) düzenlenen boykota katıldığım için tutuklandım. 1978 yılıydı, 15 yaşındaydım ve İstanbul 2. Şube (İstanbul 
Sirekeci’deki Sansaryan Han’da idi) ile 1. Şube’de (Gayrettepe’de idi) bir hafta süreyle işkence gördüm. Bu yaşadığım ilk işkence tecrübesiydi; ama maalesef sonuncusu olmadı… 

Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin önemli dönemlerini “içeride” karşıladım. Toplam 17.5 yıl hapis kaldım. Bunun 7.5 yılı, 12 Eylül cuntası dönemini içermektedir. Bu 7.5 yılım 1980 Mart, 
1987 Ağustos yılları arasında İstanbul Davutpaşa Sıkıyönetim Cezaevi ile sonradan açılan Metris Sıkıyönetim Cezaevi’nde, daha sonra açılan Sağmalcılar Özel Tip (Hücre Tipi) 
Cezaevi’nde ve sonradan tekrar Metris’te geçti. Çıktıktan sonra 12 Eylül faşizminin yaratmak, şekillendirmek istediği toplum modelini kabullenemediğim ve elbette değerlerimi 
koruduğum için mücadeleme devam ettim. O dönem henüz 12 Eylül’ün etkileri devam ettiğinden yeni yeni başlayan sosyalist yayınlar içerisinde en etkilisi olan Yeni Çözüm dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptım. Yasal, demokratik alanda gençliğin 
örgütlenmesi ve mücadelesi içerisinde yer aldım. Daha sonra, gelişen Kürt hareketi ile ilişkili olduğum iddiasıyla 1993 yılında tekrar tutuklandım. Sürgünler nedeniyle çok sayıda 
cezaevinde kaldım. 2002 Kasım ayında tahliye oldum. Gazetecilik yaptım. Öyküler ve araştırma kitaplarım yayınlandı. Sivil toplum alanında Türkiye’nin demokratikleşmesine 
yönelik etkinlikler ile Kürt sorunu ve Dersim ile ilgili sivil inisiyatifler içerisinde yer aldım. 

2007 yılında arkadaşlarımla birlikte Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği (Yüzleşme Derneği) adında bir dernek kurduk ve halen çalışmalarını sürdürmektedir. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

C.S: Solcu bir genç idim. Dolayısıyla 12 Eylül darbesini faşist bir cunta olarak anladım. Öyleydi de. Fakat tabii ki darbenin etki ve sonuçlarını doğru anlayacak, tahlil edecek derinlikli bir 
bilincim yoktu; bu, zamanla oluştu. Darbeyi devrimci mücadelenin gelişiminin önünü kesmek için egemen güçlerin başvurduğu bir “çare” olarak görmüş ve direnme kararı almıştık. Ama 
direnişimiz, darbecilerin dayatmaları nedeniyle tamamen bir insanlık onurunu ve inançlarını, değerlerini koruma anlamı ifade ediyordu. Bugünden geçmişe baktığımda, kuşkusuz 
günümüzdeki kadar derinlikli olmasa da 12 Eylül algımızın ve ona karşı direnme kararlılığımızın, temelde doğru olduğunu düşünüyorum. Zamanla anladığım en önemli gerçek 
ise, 12 Eylül öncesi yaşanan kanlı karmaşanın “öngörülen”, planlanan bir süreç olduğudur. Bununla bağlantılı olarak, bütün topluma karşı bir “şekillendirme” amacı taşıyordu. Nitekim 
12 Eylül, daha önce gerçekleşen darbeler içerisinde kendi anlayışını en çok kurumlaştıran darbedir. Yeni bir anayasa getirmiştir. Üniversitelerin başına YÖK’ü getirmiştir. Yargıyı 
yeniden düzenlemiştir; HSYK bir 12 Eylül kurumudur. Çalışma yaşamını düzenleyen yeni uygulamalar getirmiştir. Din derslerini “zorunlu” hale getirmiştir vb. Yani söz konusu olan 
sadece “devrimci mücadeleyi” engellemek, tasfiye etmek değil; bir bütün olarak ülkeyi ve toplumu Kemalist bir mantıkla yeniden kurgulamaktı. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

C.S: Gerek 12 Eylül’ü algılama biçimimde, gerekse de siyasi anlayış ve düşüncelerimde özde bir değişiklik yok; ama bir “olgunlaşma” olduğu da kesindir. Ama “olgunlaştım” derken 
kastımın “değişmedim” demek olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Bence olgunlaşmış olmak, en önemli değişimdir… 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: Hayat, en büyük öğretmendir. Kuşkusuz bunun için hayat karşısında “öğrenci” olmasını bilmek gerekir. Türkiye yakın tarihinde çok sarsıcı süreçler yaşadı. Bunlardan biri olarak 12 
Eylül, sadece siyasi tarihimiz açısından değil, kişisel tarihlerimiz açısından da adeta bir “milat” anlamı taşıyor. 12 Eylül’de yaşanan zulmün sonrasını hatırlayın: Önce bir Turgut Özal ve 
ANAP dönemi yaşadık. Bu dönemin olumlu ve olumsuz yönleriyle çok önemli olduğunu ve özellikle de “zihniyet değişimi” anlamında objektif olarak çok önemli bir rol oynadığını 
düşünüyorum. Ekonomik bağlamda Türkiye’nin uluslar arası sermayeye hiçbir dönem olmadığı kadar güçlü bağlarla eklemlenmesi, politik düzlemde de kaçınılmaz etkiler yarattı. 

Devamında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen sosyalist blokun yıkılması var. Onun da sonrasında dünyadaki çok sayıda ulusal ve toplumsal temelli sorunun uzlaşma ve 
anlaşmalarla nihayetlenmesi var. Aynı dönem, herkesin anlayış ve algısı, yüklediği anlam farklı olmakla beraber genel olarak “demokrasi” kavramının önem kazanması gündeme geldi. 

Türkiye’de de Kürt sorunu artık gizlenemez boyutlarda gelişti. Beraberinde Kemalist inkarcılık, ister istemez çözüldü. Vesayetçi anlayışın kendisini sürdürmesi için “tehdit ve 
tehlike” önceliklerini güncellemesi gerekti. Öyle de yapıldı. Kemalist aydın cinayetleri, “irtica geldi-geliyor” psikolojisi ve bunun üzerine “bin yıl sürecek” denilen “post modern” 28 Şubat 
süreci gelişti… Kaba hatlarıyla özetlediğim bu süreçlerin zihniyetlerimizi değiştirmemesi, olgunlaştırmaması düşünülemezdi elbette. Bu değişim ve olgunlaşma biraz ağır gerçekleşti; 
ama büyük ölçüde gerçekleşti… Örneğin darbelere karşı olmak günümüzde artık toplumsal bir tavır veya refleks haline geldi. Farklı siyasi veya ideolojik düşüncelerin, farklı inanç ve 
etnik, kültürel kimliklerin demokratik bir çerçeve içerisinde bir arada olabileceği görüldü. 

Kemalist dayatmalar ve bunun en doğrudan süreçleri olan darbelerin demokrasi ve bir arada yaşama kültürümüze zarar verdiği bir toplumsal duyarlılık, hatta bir bilinç haline geldi. 

Kuşkusuz bütün bu gelişmeler deyim yerindeyse zıddını da doğurdu veya netleştirdi. 3-4 sene önce 27 Mayıs da dahil bütün darbelere karşı olmak gerektiğini yazdığımda, bu, bilerek ya da 
bilmeyerek “iyi darbe-kötü darbe” ayrımı yapan solda şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştı. 

Bugün daha ileri bir noktadayız. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

C.S: 12 Eylül öncesinin en büyük özelliği, toplumun neredeyse tamamını etkisi altına alan bir sağ-sol kamplaşmasının yaşanmasıydı. Bu kutuplaşma durumu devletin güvenlik birimlerini 
içine alacak boyutlarda yaygınlaşmıştı. ABD ve SSCB’nin başını çektiği uluslar arası düzlemde de bir kamplaşma vardı. Bunun sonucu olarak ABD faşist cunta rejimlerini destekliyordu. 

Türkiye’de de devletin temel politikası ABD’nin “komünizme karşı olmak” konseptiyle uyumluydu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim, Ortadoğu’da ABD’nin uydusu 
Türkiye’nin önemini daha da artırdı. Türkiye’nin göremediğimiz özgünlüğü, kendisini ülkenin ve devletin sahibi olarak konumlandırmış olanlar açısından, yaşanan kanlı karmaşanın 
“uygun” bir ortam oluşturmuş olmasıydı. (Nitekim darbeci paşalardan biri, 3. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel, sonraki yıllarda “aslında biz darbeyi 1979 Temmuz’unda yapacaktık, ama 
şartların biraz daha olgunlaşmasını bekledik” diyecekti…) Ülkücü, milliyetçi çevreler “komünizme karşı mücadele” adı altında devlet tarafından silahlandırılmış, seferber edilmişti. 

Devrimci güçler ise, “yaklaşan devrim” için mücadele ediyordu. İnsanların öldüğü bu kanlı karmaşa ortamını derinleştirmek için 1 Mayıs (1977), Maraş (1978), Çorum (1980) gibi 
kitlesel katliamlar düzenlemekten de geri durulmadı. O karmaşa ortamında neler olup bittiğini ve Türkiye’nin nereye gittiğini kimsenin gördüğünü söyleyemem… Neler olup bittiğini 
ve sağ-sol kamplaşmasının taraflarının hangi derin senaryolara hizmet ettiğini görmek için 12 Eylül darbesinin yaşanması gerekti maalesef… Sonrasında sol dağıldı, hala bile açık ve net bir 
dille telaffuz edilemeyen ağır bir yenilgiye uğradı, tasfiye edildi. 1980'lerin sonlarında başlayan toparlanma çabaları da, bu bilinçten yoksun olduğu için 1990'lı yılların ikinci yarısına 
gelmeden etkisiz kılındı. 1990'lı yıllardan itibaren ise artık gündemimizde 12 Eylül faşizmine karşı direniş içerisinde kitleselleşmiş bir Kürt sorunu ve PKK olgusu vardı… 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

C.S: Yukarıda da değindiğim gibi, değişmekten ziyade görüşlerimin olgunlaşmasından, derinleşmesinden bahsedebiliriz. 12 Eylül zihniyetini daha net bir şekilde tahlil edecek bilinç 
ve deneyime sahip olmaktır söz konusu olan. Yoksa 12 Eylül’ün bir faşizm olduğu noktasında o zamanki algım ile bugünkü anlayışım farklı değil. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları 
geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

C.S: Tabii ki. Çok şükür geçmişimde utanç duyacağım hiçbir şey yok, neden paylaşmayayım ya da siz neden çekinerek sorasınız? Kişi olarak “çocuksu” hatalarım olmuştur elbette; ama 
“bilerek” herhangi bir hatam olmadığı gibi, duygularım, duyarlılıklarım kişiliğimi oluşturan temel taşlardır hala. Benim de içinde olduğum binlerce kişinin işkence görmesi, tutuklanması, 
haksız yargılamalara tabi tutulması… olsa olsa darbecilerin utancı olabilir; ama onlarda da bu duygu yoktur… Devrimci Sol adlı örgütün üyesi olmak suçlamasıyla tutuklandım. Devrimci 
Sol-Dev-Genç ana davasının “sanıklarından” biri olarak 146/1 maddeden yargılandım. İroniye bakar mısınız: Bu memleketin solcuları “anayasayı ilga etmek” suçlamasıyla idam istemiyle 
yargılandılar, bazılarımız idam da edildi; ama o anayasayı hep darbeciler “ilga” etti. Çiğnedi. Kafasına göre değiştirdi. Bu arada ilginç bir şey daha söyleyeyim: Hala sanığım! Söz konusu 
dava 1982 yılında açıldı ve halen devam ediyor! Şu anda Yargıtay aşamasında… İstanbul’da kurulan 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandım, arkadaşlarımla birlikte… Ama bu 
yargılamanın adil olmadığını söylememe gerek var mı? Yargılamalar işkencealtında alınan ifadelerle yapıldı. Sıkıyönetim savcısı olan subaylar ve yargıçlar da bu işkenceci işleyişin birer 
parçasıydı. Mahkeme salonlarında dayak yediğimiz, saldırıya uğradığımız çok olmuştur. 

Bunlardan bir tanesinde, 6 Kasım 1982'de yapılan anayasa referandumu ve cuntanın şefi Kenan Evren’i cumhurbaşkanı yapma oylamasında, mahkemede “cunta anayasasına hayır!” 
dediğimiz için saldırıya uğradık… 12 Eylül hukuku, neresinden baksanız tipik bir faşizm idi… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

C.S: Emniyette çok ağır işkenceler gördüm. İlk defa işkence gördüğümde 15 yaşındaydım. İkincisinde (1980) de 18 yaşından küçüktüm. Yaşımı belirtmemin nedeni, işkencecilerde 
hiçbir vicdan, izan kırıntısı dahi bulunmadığının anlaşılması içindir. Falaka, askı, elektrik, tazyikli soğuk suya tutma, “denizaltı” dedikleri işkence (askıda iken yüzüme pamuklu bir bez 
koyup suya tuttular. Boğuluyorsun, ciğerlerin patlayacak gibi oluyor. Sonradan bunun CIA’nin bir işkence yöntemi olduğunu öğrendim.), kaba dayak gibi çok sayıda işkence yöntemine 
maruz kaldım. İnsanların işkence altındaki bağrışlarını dinlettiler. Bu işkenceler 12 Eylül döneminde cezaevlerinde de başka yöntemlerle devam etti. Dayatılan kurallara (İstiklal 
Marşı okuma, askerlere “komutanım” diye hitap etme, Atatürk eğitimine katılma vb.) uymayınca kaba dayak ve falaka başta olmak üzere saatlerce süren işkence seansları 
oluyordu. Dayatılan şey sadece “kurallara” uymak da değildi; amaçlanan “nedamet” getirmek, yani “itirafçı” olmaktı… O dönemin TRT programlarını hatırlayanlar bilir: Çeşitli 
cezaevlerinden sağcı veya solcu tutuklular “Atatürk’ün ne kadar büyük adam olduğunu şimdi anladım” türü açıklamalar yapmak üzere ekrana çıkartılırdı. Yine “şükür” diyeceğim; çok 
işkence gördüm, toplamı yüzlerce günü bulan açlık direnişlerine katıldım, ama bu tür utançla anacağım bir “hatıram” yok… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 


C.S: “Amacın hasıl olması” olarak yorumluyorum… Kuşkusuz başka birçok neden de sayılabilir. Örneğin dönemin devrimci örgütleri kendi durumlarını çok “abartılı” 
değerlendiriyorlardı. 12 Eylül öncesi kitlesel kabarışın sağlıklı, istikrarlı bir kabarış olmadığını görememişlerdi. Ufukta bizi bekleyen bir “devrim” yoktu. Örgütsel yapılar sanılanın aksine 
son derece güçsüz idi, vb. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

C.S: Hayatımın değişik dönemlerinde kendi hayatım adına vicdani muhasebeler yaptım. Kişilik ve düşüncelerimin acılarla olgunlaştığını söyleyebilirim. İşkencecilerim de dahil kimseye karşı 
kin, nefret, düşmanlık duyguları içerisinde değilim. Yüzleşme ve hesaplaşmanın ülkemizin geleceği adına olması gerektiğine inanıyor, bunun için uğraş veriyorum. Ama bütün bunlar 
kişisel olarak “normal” olduğumu söylemek için yeterli mi? Emin değilim… Bazen hepimizin psikolojisini sakatladıklarını düşünüyorum. En azından kendi adıma söyleyebilirim bunu. 
Çok duygusal ve hassas bir yapım olması, bu hikaye ile doğrudan bağlantılı mesela. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

C.S: Tabii ki öyle bir düşüncem yok. Kemalist zihniyeti bilince çıkaramadığım dönemlerde ben de içerisinde olduğum sol yapılara hakim olan anlayış nedeniyle örneğin 27 Mayıs darbesi 
için “o farklı” gibi şeyler düşünüyordum. Ama bunu aşalı çok oldu. Darbelerin her türü ülkemizin kendi dinamikleri ile, kendi mecrasında ileriye doğru yürümesine yapılan 
müdahalelerdir ve “iyisi-kötüsü” yoktur. Zaten söylemleri şöyle ya da böyle olsa da tümü de aynı zihniyetten beslenerek yapılmıştır. Aralarında olduğu varsayılan farklar sadece 
konjonktüreldir; yani dönemin ihtiyaçlarına göre Kemalist zihniyet ve vesayetin hakimiyetini korumaktan başkaca bir amaçları olmamıştır. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor 
musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

C.S: Zihniyet olarak hiçbir farkı yok. 12 Eylül’ün deşifre olmasından, artık savunulamaz hale gelmesinden dolayı 12 Eylül darbesine karşı olduğunu söyleyip de 28 Şubat’tan yana olmak 
ya da Ergenekon soruşturmasına “öyle bir şey yok, AKP muhalefeti tasfiye ediyor” türü tepkiler vermek, İlkersiz, tutarsız tutumlardır. Farkında olarak ya da olmayarak asıl realiteyi 
görmekten kaçınmaktır. 12 Eylül’ün öncesi de sonrası da dahil olmak üzere bütün darbelerin, darbe girişimlerinin, planlamalarının, organizasyonlarının mimarı ve sorumlusu, kendisini 
Türkiye’nin etnik, dini, kültürel gerçeklerini “yok” etmekle mükellef gören anlayış ve bu anlayışın örgütlü kadrolarıdır… 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

C.S: Bir önceki soruya cevabımda tarif ettiğimi sanıyorum. Bir başka ifadeyle de belirtilebilir: Türkiye’de TSK, herhangi bir ordu değildir. Kendisini “kurucu güç” olarak görmektedir. 
Dolayısıyla “kurduğu” rejimi “korumak-kollamak” misyonu ile kendisini donatmıştır. Böyle olduğu için de, herhangi bir ülkenin ordusundan farklı olarak adeta bir iç savaş ordusudur. 
Zira kendisine “düşman”, “tehdit” veya “tehlike” olarak bellediği bütün dinamikler, aslında Türkiye’nin gerçekleridir… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 


C.S: Daha önce de 12 Eylül Anayasası çeşitli maddeleri itibarıyla değiştirildi. Ancak ilk defa bu anayasanın özüne “dokunan” bazı değişiklikler yapılmak isteniyor. Benim istemim ve 
beklentim, 12 Eylül anayasasının “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen maddeleri de dahil tümüyle değiştirilmesi, Türkiye’de yaşayan herkesin farklılıklarıyla 
varlığını güvence altına alan bir anayasa yapılmasıdır. Mevcut 26 maddelik değişiklik paketi, Kürt sorunu ve Alevilerin istemlerini görmezden gelmek ile malul olduğu ve bahsettiğim 
nitelikte olmadığı için son derece yetersizdir. Ancak bizi “bir adım ileri” götürecek mahiyettedir. 13 Eylül günü yeni, sivil ve demokratik anayasa istemimizi her zamankinden 
daha canlı bir şekilde gündeme getirmemiz şartıyla, “evet” oyu vereceğim. (Bu arada ilk defa sandığa bu vesileyle gideceğimi de belirtmiş olayım.) Sonucun “evet” çıkması yeni anayasa 
talebimizi gündemleştirmemiz yönünde daha olumlu bir ortam sağlayacaktır. Referandumda “boykot” tavrını anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum; Kürtler ve Aleviler açısından. 

(Ama Alevi örgütlerinin tutumu da malum; 12 Eylül’ün en çok gadrine uğramış bir toplum olmakla 12 Eylül anayasasını, mevcut statükoyu korumak birbiriyle hiçbir şekilde 
bağdaştırılacak tutumlar değildir.) Ancak statükocular dışındaki insanlarımız açısından “hayır” demenin asla doğru bir tercih olmadığına inanıyorum. 12 Eylül anayasasını savunma 
durumuna düşmenin, 12 Eylülcüleri yargı önüne çıkarmayı engellemenin “hayırlı” bir iş olmadığına inanıyorum. 

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: 12 Eylül darbesinin herkes adına çok ciddi ve öğretici bir “yüzleşme” konusu olduğuna inanıyorum. Türkiye toplumunun da 12 Eylül ve darbeler ile yüzleşmesi gerekiyor. 

Darbecilerin kendilerini “başarılı” addetmelerine neden olan, biraz da “biziz” çünkü… Günümüzde ortaya çıkan duyarlılığın kalıcı bir bilince dönüşmesi, geleceğimize daha güvenle 
bakmamızın en büyük umut kaynağıdır… Kişi olarak acılı süreçler yaşamış olmamın bir “bedeli” olacaksa eğer, isterim ki bu “bedel”, herkes adına daha demokratik, özgür bir 
Türkiye olsun ve bizler, bugünkünden daha farklı sorunlar için uğraş verelim… Mesela Dersim’e bu sene neden az turist geldiğini tartışalım… Ya da İstanbul’daki ulaşım sorunu 
neden hala çözülmedi diye eleştirelim belediyeyi… Veyahut da gayrısafi milli hasıladaki düşüş nedeniyle hükümetin ekonomiden sorumlu bakanını istifaya davet edelim… “Normal” 
dertleri olan barış içerisinde huzurlu bir Türkiye’de yaşayacaksak, kişi olarak yaşadığımız bütün acıların unutulmasından yana hiçbir şikayetim olmaz. Çocuklarımızın bizim anılarımızı 
dinlemekten sıkılmalarına da alışırım. Bir hakkım, katkım olmuşsa böyle bir cennet Türkiye’ye, “helal” ederim… Öbür türlü vicdan sahibi her insan gibi ben de rahat ve huzurlu 
bir uyku bile uyuyamayacağım… Biraz duygusal bir kelam etmiş olacağım, ama, yaşıyorsam, 
bunun içindir… 

Şeriat Nerede? 28 Şubat’ın Post’unun Altında 



Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin, 28 Şubat Post Modern Darbesi, bizzat yaşadığım ve halen yaşamakta olmamdan kaynaklı olarak, bu dizi içerisinde, benim için 
belki de en zorudur. 

 O Günlere Dönelim 

Dönemin Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti olarak çıkar. 1996 yılında DYP-ANAP koalisyon 
hükümetinin güven oyu Anayasa Mahkemesince geçersiz sayıldığından, dağılmıştır. Bunun üzerine 
TBMM’de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti durumunda olan DYP, Refah-Yol Hükümetini kurmuştur. 

Hükümet kurulduktan bir süre sonra hem RP’li ağızların ‘ yanlış, çarpıtılmaya müsait, şımarık ‘ söylemleri, mevcut ‘ şeriat geliyor ‘ ürküntüsü halinde, paranoyakça yaşayanların askere yüz 
dönmesine mahal vermiştir. 

 Bazı Olaylar; 


Ekim 1996; Erbakan’ın, Mısır, Libya ve Nijerya’yı ziyareti. 

Kasım 1996; Susurluk Kazasıyla ortaya çıkan polis-mafya-siyasetçi üçleminde RP içerisinden ‘ fasa fiso ‘ denmesi. 

Kasım 1996; Kayseri’nin RP’li Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin ‘ laik düzeni ‘ eleştirmesi ve alternatifler üzerinde yönlendirmesi. (Karatepe bu konuşma nedeniyle 
hem 1 yıl hapis, hem de para cezasına çarptırılır) 
 
11 Ocak 1997; Erbakan’ın tarikat liderleri ve şeyhlere iftar daveti vermesi. 


 Tüm bu gelişmelerden sonra; 

22 Ocak 1997; yüksek rütbeli subaylar ‘ irtica ‘ endişesine karşı toplanır. 

30 Ocak 1997; Sincan Belediyesi Kudüs Gecesi düzenler. İran büyükelçisinin davetli olduğu gecede gösterilen ‘ cihad oyunu ‘ büyük tepki alır. 

5 Şubat 1997; Sincan’dan askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapar. 
 
5 Şubat 1997; daha sonra başörtüsü yasağı mağduru kadınlara; ‘ Arabistan’a gidin ‘ diyecek olan Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan’a birkaç mektup gönderir. 

Tam bu dönem, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya; ‘ irtica PKK’dan daha tehlikeli ‘ der. 
 
11 Şubat’ta ‘ Şeriat’a Karşı Kadın Yürüyüşü ‘ gerçekleşir. (Kadınlar, kadınlar aleyhine yürür) 


 Tüm bu gelişmelerden- geliştirmelerden sonra 28 Şubat 1997 günü, 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı. MGK sert ve vurgulu bir biçimde ‘ laikliğin ‘ Türkiye’de hukukun ve 
demokrasinin teminatı olduğunun altını çizdi. MGK’dan çıkan kararlar Necmettin Erbakan’ın önüne gelince, Erbakan bu hali ile imzalamayacağını belirtti. Kısa bir süre sonra imzalamak 
zorunda(?) kaldı ve imzaladı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş RP’nin kapatılması için dava açtı. Aynı dönem, Genel Kurmay ‘ irticai faaliyetleri desteklediğini ‘ iddia ederek birçok 
firmaya el koydu. Erbakan istifa etti. 


 Vural Savaş

Necmettin Erbakan

 Her şey bu şekilde sonlanmadı elbet. Hemen ‘ 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim ‘ gündeme geldi. İlkeler yeniden altı çizilerek hatırlatıldı, sanki unutulmuş gibi! 

 28 Şubat 1000 yıl sürecek ‘ kararları alındı. 

 Sonra sanırım görünen cesetler olmadığından kaynaklı, ölüler, faili meçhuller olmadığından kaynaklı, yahut bir yumuşatma hali olsun için bu darbe ‘ 28 Şubat Post-Modern Darbesi ‘ 
olarak tanımlandı. 

 Post-Modern Darbe başlığında birçok yorum yapıldı. Ben ‘post’un bürünülen bir şey olduğu çağrışımından yola çıkarak yorumladım. Çünkü resmi tarihin yazdıklarının altındakileri 
yaşadım, yaşadık. Birçok iddia ortaya atıldı, birçoğu yaşadıklarımızla paralel düşününce neredeyse ispatlandı. 

 Çok net hatırlıyorum. Önce sokaklarda ellerinde asalar, sakallı, cüppeli birçok insan görür olduk. İsimlerinin ‘ Aczimendi ‘ olduğunu öğrendik. Aynı dönemlere yakın olmalı. 

MÜSLÜM GÜNDÜZ ( ACZİMENDİ TARİKAT LİDERİ )

FADİME ŞAHİN ( MÜRİT )

ALİ KALKANCI


Televizyonlarda, yolda gördüğümüz adamlardan birini gördük; saçlarından sürüklenerek götürülüyordu, baskın ne hikmetse an ile kameralara yansımıştı, elinde başörtüsüyle 
masum(!) bir genç kız, başörtüsüyle saçını yüzünü örtmeye çalışıyordu. Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin; televizyonlarda her akşam ama her akşam, haber programların 
hepsinde, şarlatan şeklinde, sapık, tacizci şeklinde lanse ediliyordu. 

 Gazeteler ve televizyonlar, Kemalist ideolojinin neferleri, YÖK üyeleri, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin üçlüsü dışında kimseyi konuşturmuyordu. 

 Üniversite dönemlerimdi. Başörtülü olarak okula giremeyeceğimize dair söylentiler dolanmaya başlamıştı. Daha ne olduğunu anlayamadan hocalardan, öğrenci işlerinden 
uyarılar gelmeye başladı. Birden köşelere sıkıştırılan kızlar, akabinde ağlayan kızlar olduk. Sonra onlarla tanıştık; güvenlik görevlileri, peruklar, şapkalar, okul önlerindeki ‘ 
soyundurulma ‘ kabinleri… 

 Önce hocalarla bozuştuk, sonra okulla, sonra ailelerimizle, sonra kendimizle bozuştuk, en sonunda bozulduk. 

 Kamu kurumlarında görevli arkadaşlarımız da katıldı bu bozgunlara; önce kendileri, sonra eşleri görevden alındı yahut sürüldü. 

 Milletin kararı olan Merve Kavakçı, seçilmiş bir milletvekili olduğu halde, TMMM’de yuhalandı. Yeminin etmesine fırsat verilmedi. 

 Biz bu haldeyken, birileri Ali Kalkancı’yı bir gecede ‘ şeyh ‘ yapan birileri, bir gazeteci, bir rütbeli, bir transeksüel zaferlerini kutluyordu. 

 Aradan biraz zaman daha geçtikten sonra Aczimendilerin sesi, soluğu, görüntüsü kesildi. Bir başkası girdi devreye; Hizbullah. Birçok yerden domuzbağı yöntemiyle öldürülmüş insanların 
cesetleri çıktı. Müslüman feminist Gonca Kuriş bu başlıkta ortadan kaldırıldı. Ancak ‘ 28 Şubat Ruhu ‘ ortalıktan hiç kaldırılmadı. 

 Post-Modern’in postları Ali Kalkancı’nın postlarıyla da bitmedi. Post, post üstüne; ekonomik kriz, banka hortumcuları, deprem… 28 Şubat geçiş sürecinde sergilenen oyun, repliğinden 
mimik şaşmadan oynandığı sırada banka hortumcuları, gazete patronlarına peşkeş çekilen dolarlar, ekonomik kriz altındaki nedenler bir posta büründürülerek sunuldu bizlere. Çoğuna  
inandık yahut göz yumduk. 

 Ak Partinin alternatifsiz tek parti olarak Türkiye’nin başına açık ara farkla gelişi, yerini bir süre daha koruyacağı garantisi, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olma ihtimali gündeme 
yeniliği olan bir müdahaleyi getirdi; 27 Nisan E-Muhtırası. 

 Nerdeyse bu olaylar üzerinden 10 yıl geçmişti ki, başörtüsü yasağını çözmeyi seçim vaadi olarak kullanan Ak Parti bu yasağı çözme girişiminde bulundu. Bulunmasıyla birlikte 
kapatılması hemen gündeme geldi. An ile aslında birçoğumuzun bildiği ancak asla yüksek sesle ifade edemediği derin devlet yapılanması olan ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ başlıkları 
yayıldı. An ile alınan mahkeme kararıyla, bu yapılanmanın adının ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ olarak anılması yasakladı. İsim değiştirilince yapılan tüm hukuksuzluklar bir anda anlam 
değiştirdi(!) 

 İtiraflarla birlikte darbe planları ile tanıştık; JİTEM gerçeği, devlet-siyasetçi-mafya-PKK- asker ilişkisi, 17500 faili meçhul gibi dehşet verici gerçekler(?) ifadelerde yerini aldı. Bir gün 
bir siyasetçi, bir gün bir emekli asker, bir gün bir gazeteci, bir gün bir PKK itirafçısı çıkıp anlattı… Geçiştirilmeye çalışıldı, yalandır, iftiradır dendi. 28 Şubat sürecinde hiç suçu olmadığı 
halde, iş yerine el konulan insanların, evlerini talan edip, arama yapanlar, yan odadan çocuklarının oyuncağını almasına izin vermeyenlere ‘ emir ‘ verirken; iş Ergenekon’a gelince, 
emekli dahi olsa bir askeri soruşturma için davet etmeye dahi tepki verdiler. Darbe zeminlerinin yaratıcısı, sözde gazeteciler tutuklanınca ‘ demokrasi nerede? ‘ diye bağırmaya 
başladılar. 

 Sonra mı? Sonrası bir sonraki, Darbeler Tarihimizin son başlığı 27 Nisan e- Muhtırası başlığında… 

 Bu gün neredeyse üzerinden 13 yıl geçmiş olmasına rağmen, o gün alınan kararların, yasakların halen sürdüğü bir ülke de, yeni başlayan eğitim sürecinde, hala başörtülü genç 
kızlar ‘ bana bir peruk lazım, o da pazartesi lazım ‘ diyorsa ve hala adları üniversite hocası olan bir takım zihinsel özürlüler, düşünme yetisini kaybetmiş vicdansızlar 20 yaşında bir genç 
kıza, sınıfın ortasında, arkadaşları arasına ‘ it ‘ diyorsa, ve hala okul önlerindeki baş açma kulübeleri dolup boşalıyorsa, tüm bunlara rağmen bu işin tezgahçıları, haklarında delil 
bulunamadığı(!) gerekçesiyle bir gecede 100 kişilik bir bölük halinde salıveriliyorsa, 28 Şubat halen devam ediyor demektir, bir düşünün derim; Şeriat nerede, demokrasi nerede? 28 
Şubat’ın ‘post’unun altında. 

 
Laiklik Tehdit Altındaysa Halkı Tehdit Etmek Teferruattır: 27 Nisan 

Demokrasinin bir sistem olarak yer bulduğu ülkelerde, ülke vatandaşlarının seçimleri ve tercihleri ülkenin kaderini belirler. Demokrasinin özde değil, sözde olduğu ülkelerde ise yönetim 
darbe  muhtıra  müdahaleler ile kurgusal bir şekilde sağlanır. 

Aslında bir ülkenin darbeler tarihini inceleyecek kadar uzun bir zaman, belirli aralıklarla darbe ve muhtıraya şahit olunması dahi sistemin olması 
gerekenin dışında olduğuna kanıttır. 
İşte bu kanıtlardan bir kanıt olan 27 Nisan E-Muhtırasını, Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin son başlığı olarak atıyoruz. 

Genel Kurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23.20'de laiklikle ilgili bir açıklama yaptı. Her açıklamada mevcut ‘ sertliği ‘ barındıran bu açıklamanın her zaman 
olduğu gibi gerekçesi laiklikle ilgiliydi. 

 Çok uzun yıllar belirli periyotlarla darbe-muhtıra görmüş bir milletin, radyo ile başlayan askeri müdahale ilanları, gelişen teknolojiyle birlikte internet ulaşımına kadar vardı. 
Teknolojinin büyük evrimler geçireceği kadar uzun zamanlarda, darbe-muhtıra ilanı aracı olarak radyodan, internete geçildi ancak darbe-muhtıra müdahaleleri amaç olarak herhangi 
bir evrim geçirmedi, aynı kaldı. 


 Muhtıraya giden süreç… 

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasına 30 gün kala, yasal olarak olması gerektiği gibi Cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecine girilir. Yine anayasal 
olarak Cumhurbaşkanı TBMM tam üye sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oy ile seçilir. Ancak ülke Cumhurbaşkanı olarak önerilecek ismin eylemselliğinden çok şekilciliğine, zihin okuma 
yöntemleriyle ehemmiyet veren, çok sesli, az sayıdaki, baskın azınlığın meydanı olma halinde uzun yıllar baskı ile yönetildiği için, bu uğurda halkın seçimi dahi dikkate alınmadığı için ve Ak 
Parti iktidarı sürecinden rahatsızlık duyan kesimin ‘ ordu göreve ‘ çığlıkları ile Cumhuriyet Mitingleri düzenlediği için bu normal süreç, sanki anormalmiş gibi yaşanır. 

 Cumhuriyet Mitingleri ile ülkeyi kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ederken, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına tarih olarak yakın düşen önemli 
günlerden bir gün olan Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çakışır. Kutlu Doğum Haftası etkinleri bünyesinde birkaç çocuk, başını örtüp, ilahi söylediği için, asker ve sivil görünümlü militer 
yapı heveslileri büyük rahatsızlık duyar. Gazetelerin köşelerinden, televizyonların ekranlarına, sokaklara ve meydanlara taşan bu kitlenin Ak Parti’nin seçimlerden tek başına iktidar 
olmasından duyduğu rahatsızlığa, birkaç çocuğun şiir, ilahi okuması bardağı taşıran son damla etkisi yapar. Darbecilerin laiklik tehlikesi(!) ihtimaline dahi tahammülü yoktur. İşte her 
şey böyle başlar, halkın seçtiği bir parti ve birkaç çocuğunun dinlerinin en önemli şahsiyeti olan Peygamberlerini anması, bir ülkenin silahlı kuvvetlerini ve kısmi kitlesini darbe-
müdahale-muhtıra lehine harekete geçirir. 

Bildirinin Tam Metni 

Tüm bu gelişmelerden sonra bir görüşe göre gereklilik arz eden açıklama, bir görüşe göre müdahale-muhtıra olan bildiri hiç tereddüt edilmeden yayınlanır. 

 ‘’ Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde 
artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması 
isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi
kapsamaktadır. 
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl 
amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve 
bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. 

Bu bağlamda; 

Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet 
iptal edilmiştir. 

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan 
çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi 
tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. 

Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa 
düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk 
İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. 

Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve 
Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. 

Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha 
da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret 
almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. 

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir 
inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. 
Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek 
şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. 

Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve 
bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. 


Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile 
izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz 
yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. 

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve 
bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” 

 Bu muhtıranın kof bir gerekçe olan; laiklik tehdit altında öyle ise müdahale etmek görevdir, sorumluluğu yanı sıra, bir başka yönü de; Ermeni, Kürt ve ırkçı olmayan vatandaşlarının 
antidemokratik uygulamalara, zulme ve şiddete maruz kalması, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ ilkesine riayet etmeyenleri açıkça ‘düşman‘ ilan etmesidir. 

 Sonuç 

Hükümet bildiriyi üzerine almış ve Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak Hükümetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet alışılmadık 
bir şekilde, daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı’ 
nın resmi olarak Başbakan’ a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirtti. 

Mecliste temsil edilen CHP, ANAP, DYP, HYP, SHP ile TBMM’de sandalyesi olmayan DSP, MHP, İP liderleri erken seçim kararı alınarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeni Meclis 
tarafından yapılması gerektiğini basın açıklamaları ile belirtmişlerdir. Ancak Hükümet böyle bir yolu tercih etmediklerini ve seçim sürecinin devam edeceğini açıklamışlardır. Abdullah 
Gül ise adaylıktan çekilmeyeceğini açıklamıştır. 

Ülkeyi Cumhuriyet Mitingleri ile kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ede dursun; bu sürece rağmen Cumhurbaşkanı önerisi olarak 24 Nisan 2007 günü Abdullah 
Gül’ün adı ortaya çıktı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; 
Anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi tarafından oturumun iptali için 
Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava sonucu Meclis’in bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edildi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste 
yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçim üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan 
Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi. 

Ayrıca, TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa 
Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde erken seçime gidileceği açıklaması yaptı. Ayrıca, 1973 ve 1980'de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık 
müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir 
doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve 
%78 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti. 

Not: Ergenekon Davasının halen sonuna gelinememiş olduğu bu zamanlarda, ispatlanamadığı gerekçesiyle, faillerinin elini kolunu sallayarak gezdiği, yahut bir gecede salıverildiği, Darbeler 
Tarihi yazı dizisine başlık olamamış ‘ darbe eylem planlarını ‘ planlandığına inansam dahi hali hazırda ‘ıslak bir imza‘ mevcut olmadığından-olduğundan(?) bu başlığa konu olması 
gerekirken, etik bulmadığımdan, bu yazıya konu etmiyorum. 

 Bitirirken 

Yazı yazmak yorucu bir uğraştır. Akademik yahut bilgiye dayalı toplamda bir sayfalık bir yazı için dahi, yeri geldiğinde onlarca kitap, makale taramanız gerekebilir. Beyni oldukça yoran bu 
eylemden fazlası da vardır; ruhu yoran yazılar yazmak. 

 Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin bilgiye, araştırmaya dayanan bir yönü olduğu gibi ruha baskı yapacak, bezginlik yaratacak bir yönü de oldu. Daha reşit olmadığı bir yaşta işkence 
görenler ile röportajlar, neredeyse bir hiç uğruna asılmış bir başkandan tutunda, eğitim-çalışma hakkı zorla gasp edilmiş başörtülü öğrencilere kadar, katledilen, faili meçhul denilen 
bir yığın insanın, bir yığın acısına şahit olduk. Çok istekli olarak başladığım bu yazı dizisi açıkçası beni çok yordu. Şimdi bitirirken bir görevi teslimin rahatlığı yanı sıra bir eziyetler 
dönemine tekrar şahit olma halinden kurtulmanın huzurunu yaşıyorum. Son başlığımız olan 27 Nisan Muhtırasının da, bu minvalde asker eliyle yapılmış son müdahale olmasını 
diliyorum. 

 ...



KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 6





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 6





Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(3):

Osman Yurt 





C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

O.Y: Osman Yurt. 1959 Kayseri Felahiye doğumluyum. 12 Eylül darbesi olduğunda Ülkü Ocakları’nın o zamanki yasal çatısı olan Ülkü Yolu Derneği’nin Genel Yönetim Kurulu Üyesi idim. Sonradan Gazi Üniversitesadını alan Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi Yönetim Bilimleri Fakültesi son sınıf öğrencisi idim. Eylül 1980'de mezun oldum. İhtilal gecesi MHP Genel Merkezi’nde gözaltına alınıp iki gün sonra bırakılan 8 kişiden birisi olduğum için 12 Ekim 1980 günü ilk toplu tutuklama kararları ile birlikte hakkımda gıyabi tevkif müzekkeresi çıkarıldı. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

O.Y: Ülkü Ocakları genel merkez yöneticisi idim. Ben ve benim gibi çok sayıda arkadaş tabandan doğal liderlik elde etmiş kimselerdik. Tabanı temsil ediyorduk. Okul ve sokak hakimiyeti kavgaları içinde bulmuştuk kendimizi. Yaşamak için kavga etmek zorundaydık. 18 yaşında öncesini sonrasını bilemediğimiz bir çatışmanın tarafı idik. Farklı olarak okuyordum. 

İnançlarımla ayakta duruyordum. Kavganın tarafı olarak olaylara bakıyordum. Ancak okul başkanı iken Gün Sazak öldürülmüştü, kendiliğinden solcuların içinden bize haber getiren birisi sol grup toplu iken patlatmak üzere bomba istediğinde kabul etmemiştim. Böylesine somut çok olay vardır ki engellemişimdir. Bir çok olaya da anlam veremiyorduk. Kahve taramalar, Çorum, Zile olayları gibi karanlık gelişmelerden çok rahatsız oluyorduk. Bir kongreyi yapmış dönerken Çorum olayları olmuş, otobüsle içinden geçerken şehirde polis araması ile haberdar olmuştuk. Hiçbir bilgimiz yoktu. Daha sonra başka şekillerde de garip bir şekilde karşılaştığımız bir olgu ile yüz yüze idik: Tarafı görünüyorduk, ortada bilinendik, biz de herkesle birlikte sonuçlardan bilgileniyorduk. Burada eklemek istediğim somut ve tam zihnimde oturtamadığım şey, o dönem büyük olayların gelişmesine etkin olan “farklı” 
isimlerin sonra da askeri yönetimle iç içe ve açık operasyonlara girmiş olmaları ve o zaman da doğal bir farklı duruşun, gerilimin varlığıdır. 



C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

O.Y: Olaylara daha geniş perspektiften baktığımı düşünüyorum. Tahminlerimiz artık somut bilgilerle önümüzde duruyor. Soğuk savaş döneminin kurbanları olduk. Hayatlarımızla, geleceklerimizle, kanlarımızla oynanan bir kumardı bu. Bir tek karşılığı oldu: Totaliter, militer iktidar kurgusu gücünü artırarak sürdürdü. Hepimiz bu ateşe odun taşımış olduk. Kültürel arka planımız buna zemin oluşturuyor. Demorasi, açık tartışma, farklılığın güçlendirici etkisi sürecin bize kazandırdıkları oldu. Eski şucular gibi gereksiz ayrımlar yerine birikimimizin 
zenginliğine bakmamız daha doğru olur diye düşünüyorum. Bugün birlik içinde olmanın gerekli olmadığını hatta yanlış olduğunu, “başkası olmayıp kendi olanın daha güzel” herkes için de daha iyi olacağı kanaatindeyim. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

O.Y: Soğuk savaş, dönemin temel karakteristiğini yansıtır. İttihatçılığın sol ve sağdaki iki ana akımı da bu soğuk savaş ortamına katkı sunmakta çok hevesli idiler. Sol ve sağ ittihatçılık da hukuku tanımamak ve “zor”u yöntem olarak kullanmak gibi ortak özelliklere sahiptirler. “Kurtarıcılık” ve toplumu kurtarmak adına belirli kalıplara sokmak iradesi bir çok sürece etki eden davranış kalıplarıdır. Modernleştirici ve koruyucu sağ ve sol seçkinlerin özel sohbetleri 
en samimi anlarında toplumu nasıl eğitecekleri ve değiştirecekleri üzerinedir. Eğitim sistemi bunun üzerine kuruludur, ki yeni yeni normalleştirme çabaları hissediliyor. MGK gündemlerinin başında eğitime müdahaleler gelir. Militer yapıyı güçlendirmek bütün politikaların temelini oluşturur. Ülke ekonomisi felaketmiş, yetişmiş, fedakar bütün gençlerini insanlıktan çıkaracak şekilde düşmanlık ortamında yaşatmışız, üniversite eğitimi gören nüfusun % 17’sine asker postalı öptürmekle övünmüşüz, ne önemi var ki? Vesayetçi sistemimiz sağlam ya, ne gam! 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

O.Y: O gün içinde buluduğum kesime yapılanlar açısından, şahsi ve ailevi mağduriyetler çerçevesinden bakıyordum. Kırılma noktaları oldu. Her taraftan bakmaya başladık. Mesela, 1986'da tahliye olduğum gün sevinmemiştim; cezaevinde bütün uygulamalar işkence niteliğinde devam ettiği için serbest kalacağım bir gün sonraya kadar yaşayacaklarımın endişesi baskın geliyordu. Tahliye sonrası Kayseri’ye babamlara ziyarete gitmiştim. Geçmiş olsuna gelenler arasında Diyarbakır’da askeri cezaevinde askerliğini yapıp terhis olmuş bir 
genç vardı. Güya beni rahatlatmak için PKK’lılara orada neler yaptıklarını anlatmıştı. 

İnanamamıştım, donup kalmıştım. Ondan sonra Mamak anılarımı ya anlatmadım ya da haddimi bilerek görüşlerimi ifade etmişimdir. 

12 Eylül olduğunda 27 Mayıs gibi bir iki yıl içinde normalleşme olacağını varsaymıştık. 12 Eylül hiç bitmedi. Hayatımızı altüst etmeye devam etti. Anlaşıldı ki “sürekli darbe” ortamında yaşamaya mahkum edilmişiz. Bunun için de ‘azdırılmış’ PKK terörü yeter malzeme olarak. Arada kışkırtılmış kalabalıkları hedef haline getirilmiş bir otelin etrafında 8-10 saat tuttunuz muydu, yeter de artar bile. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

O.Y: İhtilal gecesi MHP Genel Merkezi’nde gözaltına alınıp iki gün sonra bırakılan 8 kişiden birisi olduğum için 12 Ekim 1980 günü ilk toplu tutuklama kararları ile birlikte hakkımda gıyabi tevkif müzekkeresi çıkarıldı. Teslim olmadım. Mamak’ta özel bir sorgu ekibi ile C-5 ismi ile bilinen meşhur işkencehanede Ülkücülere işkence yapıyorlardı. C-5 kapanana kadar bekledim. 10 Kasım 1982 günü teslim oldum. Hiçbir somut olayla ilgili bir iddia yoktu. Aynı hukuki şartlara sahip bir arkadaşım 4 ayda tahliye edilmişti. İki yıldır bekliyordum. Hayatımı düzene koymam lazımdı. Özel işkence ihtimali azalmıştı. Askeri cezaevi içinde koğuşa girene kadar 100 cop yiyeceğimi tahmin ediyordum. Tahliye olanları dinleye dinleye bu sonuca ulaşmıştım. Savcılıktaki polisler teslim olmaya geldiğimi öğrendiklerinde üzüldüklerini belirttiler. Savcı Okan Yalçınkaya “Neden önce gelmedin?” dedi. “İşkence görmemek için,” dedim. “Sana mı yapacaktık?” dedi. “Ama yaptınız,” diye cevapladım. Teslime götüren avukat Enver Kaynak yol boyu “Çok konuşma,” uyarıları yapmıştı. İlk aşamada kurala uymadım. 

Mamak Askeri Cezaevi’nin dış kafesinde ilk coplar vurulmaya başladığında tahminimin doğruluğunu kontrol etmek için saymaya başladım. İkinci gün koğuşun önüne gelip de son dayağı yerken yüzü geçtiğini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla geçmedi. 20 bilemedin 30 cop daha yemişimdir. Buncağız fazlalık da vatanıma milletime hayırlı olsun. Yerde falaka vaziyetinde ayağa vurulanların 100 rakamı tahminime uygun olup olup olmadığına karar veremedim bir de. Bir çok olayda olduğu gibi bunda da hesapta yanılmadığım için çok mutlu oldum. Gece kafes beklemesinde nöbetçi “Adanalı Çavuş”un kıyağı ile kıpıdamadan dayaksız sabahlamanın ertesinde diğer çavuşların “Bu otelde sabahlamış” uyarıları sonrası görevli astsubayın koğuşa gönderirken teslim ettiği solcu askerler ülkeyi faşizmden koruma aşkına “bir faşist katil(!)”e amirlerinin gazı ile dayak ibadetlerini yapmamış olsalardı 100 tahminimin tutmama ihtimali vardı ki, maazallah, o zaman üzülürdüm. 

 Bir ay sonra savcı Okan Yalçınkaya ifademi aldı. Genel konular sordu. Hicabi Koçyiğit isimli o zaman meşhur bir isim vardı. 12 Eylül’den önce anlattıkları kasetlerle notere konulmuştu. MHP’ye dönük özel çalışan karma bir ekibin kullandığı bir elemandı. Birçok hukusuzluktan, provokasyondan sözediyordu. Bu isim uzun bir inceleme konusudur. Kasetlerden birinin doldurulmasında bulunmuştum. Savcı bu ismi tanıyıp tanımadığımı sordu. “Biliyorum, anlatacağım,” dedim. “Anlatırsın anlatırsın,” diye mırıldandığını hatırlıyorum. Dört ay sonra MHP ana davasına dahil edildim. Benimle aynı durumda olan arkadaş dört ayda tahliye edildiği halde, Mahkeme, 6 Nisan 1986 günü tahliye kararı verdiğinde zamanın infaz yasalarına göre 10 yılın infazını tamamlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam 1989'da Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamayı tamamladı. Bana 7 yıl ceza vermişti. Hakimler bunu hiç tartışmışlar mıdır, bir vicdan muhasebesi yapmışlar mıdır, hep merak ederim. Yine yanlış hatırlamıyorsam 1996 yılında Yargıtay zaman aşımından dosyayı ortadan kaldırdı. İlk tutuklama kararı verildiğinde memurdum. İşyerine gidemediğim için müstafi sayılmıştım. 

Yargıtay sonrası yargı yolu ile uğraştım. Ancak hiçbir özlük hakkımı elde edemedim. 2002'de o süreç de başarısızlıkla bitti. Şimdi Bağ Kur emeklisiyim. Cezaevinden çıktıktan sonra el atıp batırdığım işlerden sonuncuların sorunları ile boğuşuyorum. Yıkılmadım ayaktayım. 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

O.Y: Yine hikayeye dönersek, C-5 işkencesine uğramamak için 2 yıl kaçtım. Memuriyet hayatımı bitirdim. Bütün özlük ve mali haklarımı kaybettim. İki yıl sonra ihtilal şartları ve kızgınlığı biraz azalmışken teslim oldum. O gün bile 100 copluk bir ortalama uygulama ile koğuşa girebildim. Mamak boşaltılana kadar eziyeti hiç kesmediler. Dayak yasaldı. Duvarda asılı yönergelerde tutukluların ellerine copla vurularak cezalandırılacakları yazılı idi. Bütün uygulamalar kişilikleri ezmeye, onurları kırmaya yönelikti. Cezaevindeki ilk günlerimde 
havalandırmaya çıktığımızda gülüyorsun gerekçesiyle dövüyorlardı. Sorgu işkencesi görmemiştim. Teslim olana kadar cezaevinde kalanlarla konuşup kendimi hazırlamıştım. 
Anladım ki rahat görünüyorum, sürekli dayak yiyeceğim, depresyonlu rolü yaparak baskıyı hafifletmiştim. Bir de aramaları korkunç eziyete çeviriyorlardı. Koğuşu çığlıklar coplar eşliğinde boşaltıyorlardı. Tutuluların bütün eşyalarını, yatak içlerini ortaya harman yapıyorlardı, mutfaktaki herşeyi ortaya döküyorlardı. Havlulardan maske yapıyorduk içeri girdiğimizde. Eşyaları üç günde ayırıp paylaşabiliyorduk. Dile kolay. 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

O.Y: 12 Eylül’den önce üç gün boyunca Ankara’nın her tarafında bombalar patlıyordu. Kim yapıyordu bilinmiyordu. Bilgisayar kayıtları, haberleşme bilgileri şimdiki gibi kayıt altında olmadığı için yeterli delil olmamasına rağmen bu tablonun planlı gerçekleştirildiği bizim için kesin bir olgu idi. Darbe sabahı çok sembolikti. Her şey süt liman olmuştu. Bir yıllık “olgunlaşma” da başarılı şekilde tamamlanmıştı. Ben de bu olgunlaşmanın kurbanlarından idim. Altı aylık yönetim kurulu üyeliğimin karşılığı ülkeyi ele geçirmek ve kaos yaratmaktan bütün bir kamusal öfkenin hedeflerinden idim. Cezaevlerindeki gençlerin çoğunluğu son bir yılın kurbanları idi. Doğal olarak aynı cephede olduğumuz ama gerçekten asıl “kaos”un oluşmasını sağlayan olayların arkasındaki, içindeki isimlerle darbe merkezinin ilişkileri en çok kafamı karıştıran konuların başında gelmiştir. Açık ki ülkeyi kurtarmak için hayatlarını ortaya koyanlar ihtilali meşrulaştırmaktan başka bir hedefe ulaşamamışlardır. Bir darbe veya “sürekli darbe” için öyle acımasız proğramlar yürütülmüş/yürütülmektedir ki, mevcut tablo, zihnimde bu ülkeyi “kendi evlatlarını yiyen pis bir kedi” konumuna getirmiştir. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

O.Y: Benim ve bir neslin, özelde ailemin hayatı tümden alt üst oldu ve bu hiçbir zaman düzelmedi. Şahsen her şeyini kaybetmiş ve kaybetmeyi karakter haline getirmiş bir insan oldum. “Sürekli Darbe” ortamında yaşamaya mahkum edildiğimizi düşünüyorum. Gariptir 28 Şubat’da da benzer operasyonlarla yüzyüze geldim. Umudumuz Referandum’un normal olarak da yaşanabilecek günleri bize göstermesi. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

O.Y: Darbe insanlık suçudur. Aslında herkesin kaybetmesidir. Darbelerle hayatımız kararıyor, ekonomi çöküyor; demokrasi benzeri günleri yaşamaya çalışırken biraz toparlanıyoruz. Gerçekten darbeleri bilerek isteyenler bu ülkeyi düşünmüş olamazlar. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

O.Y: 12 Eylül’ün mimarları Türkiye’de “sürekli darbe”yi tesis etmek isteyenlerdir. Sorumlu gösterilenler ise gerçek mağdurlardır ve bu ülke onlara en azından bir özür borçludur. Ergenekon davasının öncesinde Susurluk gündemde idi ve arada bir süreklilik ilişkisi vardır. Susurluk’un en önemli ismi Meclis ifadesinde sorumlu tutuldukları bir sanıkla ilişkilerini meşrulaştırmak için “12 Eylül’den önce de ilişkimiz vardı” demiştir ki her şeyi açıklamaktadır. O zamanki dengeler, liderlik, kitle, eylemlerle ilgili ayrıntılı bir analiz yapılabilirse durum daha da açıklığa kavuşacaktır. 


 C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

 Y.O: Cezaevinden çıktıktan sonra MHP’nin yayın organı Yeni Düşünce’de Mamak Zulmü isimli bir yazım yayınlanmıştı. Bana sormadan bir paragrafı çıkararak yayınlamışlardı. (Bununla birlikte Mamak’ta yaşananlarla ilgili bir yazımı da son anda yine bana sormadan yayından çıkarttıkları için Yeni Düşünce yazı hayatıma son vermiştim.) Mamak Zulmü yazısından çıkartılan paragraf mealen şöyle idi: “Öğretmen Lisesi’nde iken Harp Okulu’na gitmek en büyük hayalimdi. Daha sonra yanlış olduğumu öğrendiğim, meslek okulları mezunlarının alınmaması ilkesinin Öğretmen Liseleri için de geçerli olduğu bilgisi yüzünden bu amacıma ulaşamamıştım. Mamak’ta kalırken yaşıtlarım teğmendi. Onlar gibi zulmü yapan tarafta yer almaktansa zulmü gören tarafta bulunmuş olmaktan mutlu oldum ve Harp Okulu’na gidememiş olmaktan dolayı üzülmekten vazgeçtim.” 

 C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 

 O.Y: Bir cevapta belirttim: Referandum “Sürekli Darbe” sürecinden normale dönebilmemiz için bir umuttur. Yoksulluk, acılar normalleşme ve demokrasi ile azalmaya yüz tutacaktır. Ben normalleşmeyi, çocuklarımızın daha iyi bir dünyada yaşamasını arzu ettiğim için “evet” tarafındayım. 

1982 yılı idi. Ankara’daydım. Gıyabi tutuklu idim. Kayseri’de kardeşim “Ülkücü Kuruluşlar” davasında ilk başta teslim olmuştu. Askeri cezaevinde idi. Sorgular da aynı binada idi. İki yıldır sürekli sorgu ve işkence ile yüzyüze yaşıyordu. 18 yaşında girmişti. Sorguda yaşadığı işkenceler sebebiyle iki yıl içinde üç kez intihara teşebbüs etmişti. Aile için felaket içinde felaket yaşamaya devam ediyorduk. Kendi durumumdan çok ona üzülüyordum. “Devlet Abi” olarak hep anmaktan mutlu olduğum Devlet Bahçeli Akademi’de hocam ve ağabeyimdi. 
Ülkücü bir önder olarak çok yakın bir hukukumuz vardı. Yetişmemde çok emeği vardı. 

Kendisine çok saygım ve sevgim olduğu gibi kendisinin de hakkımda olumsuz bir değerlendirmesinin olduğunu hiç duymadım. 1988 yılında cezaevinden çıktıktan sonra beraat eden ve bir trafik kazasında kaybettiğimiz kardeşimin üçüncü intihar girişiminden sonra bir umutla Devlet Abi’ye gitmiştim. YÖK’ün kuruluş günleri idi. Devlet Abi’nin yeni süreçte etkili olduğunu, Konsey’le iletişiminin bulunduğunu biliyordum. Kardeşimin yaşadığı iki yıllık işkencenin durdurulması için somut bir adım atılabileceği umudumu, talebimi kendisine anlattım. “Yeter artık bunların yaptığı,” cevabından başka bir şey söylemedi. O an Devlet 
Abi’nin benimle aynı acıları paylaştığını ancak ayrı mevzilerde olduğumuzu, üzülmekten başka bir yapamayacağını/yapmayacağını anlayarak, hayatımın önemli bir kırılma noktasında yanından ayrıldım. Yıllarca sonra Ahmet Kaya’nın bir parçasında geçen “Bir yanımız bahar bahçe, yaprak döker bir yanımız,” dizelerini her dinlediğimde hep o Devlet Abi ziyaretimi hatırlamışımdır. 

Bugün de Devlet Abi ile aynı duyguları paylaşacağımızdan eminim. Kadere bakın ki yüreğimiz yanarak ayrı cephelerdeyiz yine. 


 C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

 O.Y: Her cevapta bunun için birşeyler söyledim. Bizim nesil için hep kaybetmenin sembolik ismidir 12 Eylül. İhtilal sürecinde yaşadıklarımın ranta dönüştürülmesinin de mümkünü vardı. 
Ben ondan da hep uzak durdum. Bu noktada da kaybedenlerden olmayı tercih ettim. Hep kaybettim. Bağımsız düşünebilme, acılarla olgunlaşma, erdemin gerçek niteliklerine yaklaşma gibi kazanımlarımın daha değerli olduğunu düşünüyorum. Maddi olarak sahip olamadıklarımın yanında sahibi olduğum değerlerin çocuklarıma bırakacağım kıymetli bir miras olduğu kanaatindeyim. 

 C.B: Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler. 


Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(4):





Mehmet Şahin 


Mehmet Şahin

C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

 M.Ş: 1959 Nevşehir Ürgüp doğumluyum. 1966 yılından bu yana İstanbul’da yaşamaktayım. 12 Eylül olduğunda ben Kartal Maltepe Askeri Cezaevinde Akıncı siyasi tutuklu olarak bulunuyordum. Darbeyi cezaevinde yaşayan biriyim, Akıncı Siyasi Tutukluların sorumlusuydum. Bugün halen Fatih Akıncılar Derneğinin onursal başkanlığını yürütmekteyim. 

 C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

 M.Ş: 12 Eylül dönemi Akıncılar hareketi içersinde yer almaktaydım, İslamcı düşünceye sahiptim. 

 C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

 M.Ş: O günden bu güne siyasi düşünce ve yaşantımda hiç bir değişiklik olmadı, siyasi bilincim dahada derinleşerek gelişti diye düşünüyorum. 

 C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

 M.Ş: Dünyada gelişen olaylarla birlikte elbette Anadolu insanının da düşünce yapısı ve olaylara bakış açısı değişmiştir. O zamanlar dünya doğu ve batı bloku olarak ikiye ayrılmış, komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele her yerde sıcak ve soğuk savaş şeklinde sürmekteydi. Bu gün ise doğu blokunun çökmesiyle birlikte Amerikan Emperyalizmi, kapitalizmin ve kendi dünya düzeninin yer yüzüne hakim olabilmesi için her türlü zulüm ve işgali pervasızca gerçekleştirmekte ve düşman olarak da İslam ve Müslümanları hedef almış 
bulunmaktadır. 

 C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

 M.Ş: 1980 Türkiye’si adeta bir iç savaş yaşanmaktaydı. Doğu ve Batı emperyalizmi insanımızı ikiye bölmüş sokaklar, mahalleler, köyler ve şehirler paylaşılmıştı. Her iki tarafta bizden olmayanın yaşama hakkı yok mantığıyla hareket ediyordu. Bizden olmayan bu kavganın parçası olmak istemeyen Anadolu insanı kendi değerlerine sahip çıkan Akıncılar Hareketini kısa zamanda benimsemiş, emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadelede saflarını belirlemeye başlamıştı. Öyle ki 1976 yılında kurulan, Akıncılar Derneği 1980 yılında, tam 1200 teşkilata sahipti. 12 Eylül sonrası Türkiye düşünmenin dahi yasak olduğu bir döneme girmiş, askeri vesayet had safhada kendini gösteriyordu. Düşünceler ifade edilemiyordu, sosyal haklardan kimse söz edemez durumdaydı. 12 Eylül sabahına kadar insanımızı birbirine kırdıranlar yine emperyalizmin düğmeye basmasıyla bir anda çatışmaları durdurmuştu. O sabaha kadar olayları seyrederek ve hatta örgütleyerek, bir köşede duranlar, şartların kendilerine göre olgunlaştığını düşünerek müdahale kararı almışlardı. Emperyalizm, Türkiye’ye yeni bir düzen getirmek için 12 Eylül darbesini gerçekleştirmiştir. 

 C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

 M.Ş: Bugün 12 Eylül’e dönüp baktığımda düşüncelerimin ne kadar doğru olduğunu bütün çıplaklığı ile görüyorum. 

 C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları gelece yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

 M.Ş: O dönem de, başta da belirttiğim gibi yargılandım, tutuklandım. Yıllarca cezaevinde kaldım. daha önce de belirttiğim gibi bir iç savaş dönemi yaşıyorduk, ülke sol ve sağ olarak ikiye bölünmüştü, bizler Akıncılar Hareketi olarak bu bölünmüşlüğe karşı çıkıyor, bu savaşın emperyalist güçlerin oyunu olduğunu söylüyorduk, diyalog ortamının olmadığı bir süreçte yaşıyorduk. Bizim İslami söylemlerimiz ve halkı uyarmamız sol ve sağ örgütler tarafından hoş karşılanmadığı gibi mevcut sistem ve statüko da bizden rahatsız durumdaydı. 
Düşüncelerimize cevap veremeyen sol ve sağ örgütler ve statüko bizleri şiddet kullanarak susturma yöntemini seçmişti. 1979 yılının 9. ayında sol bir örgüt tarafından uğradığım silahlı saldırıda kendimi korumak maksadıyla silah kullanmak zorunda kaldım, bu sebeple İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesince tutuklanarak cezaevine konuldum. 

 C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 


 M.Ş: Hem gözaltında kaldığım, hem de tutuklu kaldığım süre içerisinde çok ağır işkencelere maruz kaldım. 

 C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

 M.Ş: Yukarıda da belirttiğim gibi, zaten çatışmaları emperyal güçler başlatmış ve tezgahlamıştı. Aynı şekilde bitirme kararını da onlar vermişti. 

 C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

 M.Ş: Darbe sonrası cezaevinde yaşadıklarım ve daha sonrası hiçbir hukuki gerekçeye dayanmadan, yıllarca hak mahrumiyeti yaşamış olmam, elbette beni her yönden olumsuz etkiledi. En basit örnek; ‘ hakkımda yurt dışına çıkamaz’ kararı nedeniyle, yıllarca pasaport alamadım, çocuklarıma nüfus kağıdı çıkartırken, nüfus memurlarınca fişlendiğime dair uyarılar aldım. Hiçbir ilgim olmayan olaylardan dolayı defalarca gözaltına alındım sorgulandım, işkence gördüm, yargılandım. 

 C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

 M.Ş: Darbe özgürlüklerin ve insan haklarının rafa kaldırılması demektir. Hiçbir gerekçe darbeleri haklı gösteremez. 

 C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

 M.Ş: Türkiye gibi ülkelerde, emperyal güçler her zaman yasal olmayan bir devleti faal halde tutmuşlar. Tabiri caiz ise, pis işlerini bu devlete gördürmüşlerdir. Kontrgerilla veya Ergenekon Yapılanması, bunun bir parçasıdır. Yakinen biliyorum ki, 12 Eylül’den sonra Türkiye ‘ derin devleti ‘ yeniden yapılandırılmış, Ergenekon ve benzeri pek çok yasal olmayan güçler 
meydana getirilmiştir.12 Eylül’de, derin devlette ve hatta Ergenokon olayını gündeme getiren de emperyal güçlerdir. Şimdiler de eski ‘ derin ‘ tasfiye edilip, Amerika’nın yeni dünya düzenine uygun, yeni ‘ derin devletin ‘ inşası gerçekleştirilmektedir. 

 C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

 M.Ş: TSK milletin ve hukukun emrinde olmalıdır. Hiçbir millet, ordusuz olmaz ancak ordu millet için var olmalıdır. 

 C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 


 M.Ş: MEVCUT ANAYASANIN TAMAMI DEĞİŞTİRİLMELİDİR. Askeri vesayet altında bir anayasa, ülkemize hiçbir şey kazandıramaz. Daha özgürlükçü, insan hakları ve adalet anlayışını önceleyen, toplumun her kesiminin meşru haklarını karşılayacak, Müslüman halkın taleplerini karşılayacak, bir anayasadan yanayım. Bu Referandum’u bu yolda atılan bir adım olarak görüyor, bu sebeple; ‘ yetmez ama evet ‘ diyorum. 

 C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

 M.Ş: 12 Eylül yıllarını karanlık, işkence ve baskılarla dolu kaybedilmiş yıllar olarak görüyorum. 

 C.B: Vakit ayırdığınız için ve samimi açıklamalarda bulunduğunuz için çok teşekkürler. 



..