KURTULUŞ SAVAŞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KURTULUŞ SAVAŞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ

BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ

 Prof. Dr. Sadık DEMİRSOY
* Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 


Yaklaşık olarak 2 yıl önce sahaf diyemiyorum, eski kitap satan bir satıcının yere atılmış kitap yığınlarının içinde Osmanlıca yazılmış iki küçük defteri bulmam ve satın almam ile dünyalar nerede ise benim oldu. Türk tarihi için çok önemli bir belge olan bu defterlerin birincisi Kurtuluş Savaşı’nın Ankara’sındaki gündelik yaşamı ve daha sonra sonuçta Büyük Taarruzla elde edilen muhteşem zaferin kazanılışını cepheden anlatan günlük hatırattı. İkincisi ise yazarın 1339 yılını kapsayan 3. cilt hatıratıydı. Ne yazık ki 17 Eylül 1339 tarihi ile 1339 tarihi arasındaki 2.cilt hatıratı kayıptı. Birinci defter 1 Kanunisani 338 (1 Ocak 1922) tarihinden başlayıp 17 Eylül 1922 tarihine kadar devam ediyordu. Birinci defterin başlangıcı şöyle idi (Resim 1): 


Resim 1. Hatıratın giriş sayfası. 

SADIK DEMİRSOY DEFTERİ HATIRAT 1338 

1.Cilt 

1 Kanuni sani 338 Pazar Ankara’da başladım. M.Muhsin 

1 Kanuni sani 338 Pazar 

Bugün gecenin bulutlar ve kavli buruk çehresi ile (337) senesini maziye terketmekle yeni seneye yani (338) senesine giriyoruz. Kimbilir bu sene içinde pek acılı günler geçireceğiz. Pek elem devreleri sen minimini defterim meali çizgileri üzerinde ilelebet saklamamak ihtimali ki bu tarihi hatıratın sen müstakbelde vatanın bir gencin eline düşeceksin. İşte o zaman mazide gençlerin geçirmiş olduğu süzişli hayatı ihtimal ki ağlayarak okuyacaklar. Kim bilir belki de mesut olacağız. Şu millî davamızda muzaffer olarak çıktıktan sonra atideki ensali seve seve seni okuyacaklar. Hülasa defterciğim sana şöyle bir mukkadime ile başlamaklığım sırf mazideki senin senende görmeyip onun yerine ilelebet iftihar edilecek onlarla yine senin ağuşunda maziyi unutup hal ile mesrur olmaklığım içindir. Sakın darılma dinle, sabah pek mamun bilmem neden ruhumu ince derinliklerinde müphem bir ihtiraz var. 


Resim 2. Hatıratta Kuvayı Millîye Ankarası 

Daha sonraki günlerde Kuvayı Millîye Ankara’sından izler vardı. 

10. Kanun: Sani 38 Salı 

……Bugün kahraman ordularımızın ilk muzafferiyet kazandığı İnönü Harbinin seneyi devriyesi ve Hâkimiyeti Millîye Gazetesinin de 3.sene devriyesi olduğundan gazete resimli ve kırmızı renkli büyük dört sayfalı çıkmıştı. Onu okudum. Birçok muharrirlerin İnönü’yü tesit eden.... havi makaleleri ile malul mal idi. Cidden Türklük iftihar edeceği bu tarihi muzafferiyeti ben de şuracıkta tesit etmekten kendimi alamadım. Sevinirim. Çünkü yoktan vücuda gelen bir orducukla teçhizatı her şeyi mükemmel, katiyen yıpranmamış bir yunan ordusuna galebe edildi. Alçak düşman orducuklarımızın karşısında makhur, zelil, perişan firara kadem bastı. Ben Türk olduğum için cidden müftehirim ve atide alçak düşmanın daha rezil bir suretle kaçarak İzmir’deki denize dökülmesini Ulu Tanrıdan dilerim………..Bugün saat üçte Ankara’daki bütün kıtaat resmi geçit yapacaktı. Yanımızdan geçen Koyunpazarı Caddesinden müzik ile kıtaat geliyordu. Hemen Nafi ile beraber aşağı indik. Daha resmi geçit başlamamıştı. Millet bahçesine girerek tam Büyük Millet Meclisinin Binasının karşısında halk arasında biz de bir yer bulduk. 

Büyük Millet Meclisinin balkonu seraba mebuslarla dolu idi. Sağ taraftaki kapının önünde ecnebi sefirler, murahhaslar vardı. Nihayet Büyük Millet Meclisinin İsmail Zühtü Bey’in gayet muntazam hale koyduğu bando olduğu halde kıtaat resmi geçide başladı. Bando parkın duvarının yanında durarak kıtaat resmi geçide başladı. Bu anda Gazi Başkumandan Müşir Mustafa Kemal Paşa Hazretleri meclisin ortadaki kapısı önüne kadar gelmişti. Başında alacalı bir kalpak, arkasında güzel bir kürk, ayağında da pek nadir bir tozluk bulunuyordu. 
Zayıf, sevimli siması ile resmi geçit yapan kıtaata bakıyor. Merhaba diye askerî taltif ediyordu. En önde makine tüfenk sıhhiye istihkamı ile beraber riyaset muhafız taburu geçti. Her birliğin ayrı ayrı müselesül şekil bayrağı vardı.Kıta başından nihayete kadar haki elbisesi muntazam teçhizat ve süngüler silahlara takılı bir suretle geçti. Pek muntazamdı. Ah ne olurdu bütün askerlerimiz bu suretle teçhiz edilmiş olsaydı. Sonra milis kıtaatla Karadeniz Laz kıyafetli muhafız bölüğü geçiyordu. Bunların bayrağı Kuvayı Millîye bayrağıydı 
(yeşil ve kırmızı). Sonra başları miğferli (ganayım alınmış miğferler) önde merkez takım kumandanı ve yaveri geçti. Nihayet diğer bölükler geçti. Fakat bu bölükler pek muntazam değildi. Resmi geçit hitam buldu…. 

Kahramanımıza cepheye gitmesi için görevlendirme emri verilir. Ancak hatıratta açık yüreklilikle bu göreve gitmemek için çeşitli uğraşlara girer ve torpil bulmaya çalışır. Yani eski günlerin de günümüzden pek farkı yoktur. İsterseniz bu çabaları kendi yazısından işitelim. 

12 Kanun: Sani 38 Perşembe 

Bugün saat 9.oo’da kalktım. Askeri elbisemi giyerek ağabeyimin de amcaya vereceği mektubu alarak doğru amcalara vardık. Biraz önce amca gitmiş. Abla ve Hemşire Kadriye Hanım var idi. Onlarla benim meseleye dair konuştuk. 
En iyisi mektup yazmaya karar vererek asıl akrabalığın şimdi gösterilmesine dair gayet acıklı mektup yazmıştım. Amca okumuş, beni Büyük Millet Meclisi’ne Ahmet ile çağırmış. Gittim. Encümen olduğundan akşam evde tavsiyenameyi vereceğini, muameleye dair reisliğe götürmekliğimi söyledi. …… 

Artık kahramanımız cepheye gitmeye karar verir Bu kararı verirken de oldukça kızgındır : 

22 Kanuni Sani 38 Pazar 

……..Ben de kızdım.Bugün muayeneye gidecek iken vazgeçerek cepheye gitmeye karar verdim. Çünkü Türkiye’de ne kadar namussuz, vicdansız, namert varsa hepsi geride rakı içmekte, kadın oynatmakta, namuslu ailelerin iffetini pay imal etmek emelindeler. Hakkı mazeretmiş, hakmış, adaletmiş bunlarda mevkut. Doğru meclise amcaya gittim. Yok. Evine gittim. Oraya inzibat gelmiş. Ablaya 
amcanın akşam beni kurtarmasını söyleyerek doğru merkeze giderek muavine göründüm. O da inzibat zabıtanının odasında oturunuz dedi. Akşama kadar inzibat zabıtanından Mülazım Ahmet, Evvel Faik, Evvel Ali Rıza, Sami, Faruk Beyler vesaire Doktor Medeni oturduk konuştuk. Terfi eden zabitana baktım. Akşam amca kefaletle Çarşamba günü hareket etmek şartıyla çıkardı. Amcalara giderek, karanlıkta eve geldim. Beni zavallılar aramış. Avni gelmiş “küfürbaz herif” Avni gitti, yattım. 

25 Kanuni Sani 38 Çarşamba 

Sabah gayet erken altıda kalktım. Kırmızı fanilayı, askerî elbisemi giydim. Eşyaları yerleştirdim. Ağabeyler köfte yapmış, Birçok yumurta pişirmişler. Eşyaları kalfa ile toplayarak denk yaptık. Avni denilen herif akşamdan iki mekkare göndereceğini vaat etmişti. 
Ömer’i de sabahtan göndermiştik. Saat sekizde çocuk geldi. Vermemişler. Araba taharri ettirip maazallah trene yetişemezsek felaket. 
Ben merkez taburuna gittim. Onlar da mekkare vereceklerdi. Eve geldim. Hammal bulmuşlardı. Eşyaları onları tahmille ablaya, kalfaya, ağabeye arzıveda ettim. Çok müteessir oldum (çocuklarla mektebe gitmeden önce vedalaşmıştım). Evden çıkar çıkmaz Ömer bir körük getirmiş. Hammalarla eşyayı körüğe yüklettim. Kemanı Ömer’le amcalara gönderdim. Ali’yi de beraber alarak araba ile istasyona geldik. 
Şükür vaktiyle gelmişiz. Eşyaları bagaja verdim. Birkaç zabıtan arkadaşlarla bir kompartımanda (mevki 2) idik. Ahmet ile Nafia geldiler. 
Ömer ve Aliye ablalara vedaname yazarak verdim ve arkadaşlarla vedalaştık. Saat 9.30’da hareket ettik. Eldiven Ömer’de kalmış. 
Müteessir oldum. Gazete okuyarak Polatlı’ya geldik. Misafirhaneye geldik. Yarın gideceğim. Muamelatı yaptırdım. Odada Tabur 61’den bir katip, bir mülazım var. Çay içtik. Biraz erkenden yattım. 

26 Kanuni Sani 38 Perşembe 

Polatlı’da miskin bir misafirhanede geceyi geçirdik. Gece tuhaf rüyalarla vakit geçirdik. Şerafettin benim hakkımda rapor yazmış. 
Ben Ankara’da kalıyorum. Trene yetişemiyorum. Bir şeyler. Sabah ezanı okunuyordu. Esasen pantolonla yattığımdan dolayı hemen 
kalktım. Arkadaşların neferinin yardımı biraz yardımı ile sonra misafirhane neferleri ile eşyaları topladım. Sonra ortalık aydınlandı. 
Kahvaltıdan sonra arabacı gelmemişti. Bir kahve var aman ne kahve. Allahlık. Gittim oraya iki asker iki sivil soba başında muharebeye 
ait konuşuyor. Ben de tahta sıranın üzerinde önünde tahta büyük bir masa. Bir yüzlüğe acı bir çay içtim. Hemen kendimi dışarı attım. 

Bir müddet sonra inzibat arabanın hazır olduğunu söyledi. Komşum beş zabit arkadaşlarla üç arabaya taksim olduk. Eşyaları yüklettik. 
Yola dizildik. Kah yaya, kah araba ile harp meydanını geçerek Karatavşanlı’da Tatarköy muhtarı hanesinde biraz istirahat ettik. 
Oradan arabalarla kırlara indik. Hava pek soğuk. Kar yağmaya başladı. Yine kısmen yürüyerek akşamüzeri Çal Dağı eteklerinden geçerek Ahurlukuyu’ya geldik. Muhtarın delaletiyle Hatip Hacı Rıza’nın evinde ve arkadaşım Zabit Vekili Muhittin Efendi ile misafir olarak geceyi geçirdik. Hele muhtar birinci eve götürdü. Misafirleri olduğundan bırakmadı. İkinci karı biraz söylendi ve akşam oradan buradan konuştuk. Hacı Rıza’nın babası Romanya’da müderrismiş. Birçok kitapları vardı.Yattık. 

Haymana’ya varış 
27 Kanuni Sani 38 Cuma 

Sabah namazına kalktık. Muhittin Efendi namaz kılıyordu. Ortalık epeyce aydınlanmıştı. Sabah kahvaltısını yaptık. Araba hazırlanarak eşyaları da arabaya yüklettikten sonra ev sahiplerine arzı veda ederek yola çıktık. Köy bir dere kenarında bulunuyordu. Bir müddet yaya yürüdükten sonra arabaya rakiben hareket ettik. Bir saat sonra derede bir değirmene geldik. Değirmen yalnız bir kaya dibinden çıkan memba suyu ile dönüyor. Su biraz sıcak olduğundan değirmen mütemadiyen hiç donmaksızın dönüyor. Oradan da hareketle bir 
müddet yayan yürüdükten sonra arabaya bindik. Haymana kazasını düz bir yerde zannederdik. Halbuki yüksekte bir bayırda imiş…. 

5 Şubat 38 Pazar 

Gözlü nispeten iyi bir köydür. Yattığımız oda da zararsızdır. Sabahleyin gün çıktıktan sonra kalktım. Elbiselerimi giyindim. Keçe ve muş amma biraz kurumuştu. Arabacı Ahmet Ağa geldi. Eşyaları hazırlayarak arabaya rakiben hareket ettik. Hava biraz soğuktu. Bir müddet gittikten sonra yağmur başladı. İki saat sonra çiftliğe geldik. Fakat iyi yağmur yağdı. Muş amma ve keçenin bulunması hesabıyla pek ıslandım. Arkadaşlar kamilen su içersinde kaldılar. Çiftlikte metruk birçok alatı ziraaiye vardı. Onları seyrettim. Bu mahalde bir 
Fransız’ın 3 yerde çiftliği varmış. Büyük mikyasta ziraat yaparmış. 

Harbi Umumide herif gitmiş makine alat edevat kalmış. Bunlar da bakılmamazlık yüzünden haraba yüz tutmuş. Orada hayvanları suladıktan sonra yolumuza devam ettik. Yine yağmur başladı. İki saat sonra Sarayönü’ne geldik. Sarayönü zararsız büyük bir köy. Misafirhane istasyon yakınında imiş. Yeni yapılmış. Soba falan arama. Ümeraya mahsus iki tahtadan müteşekkil bir odaya eşyalarımızı 
koyduk. Fakat soğuk. Hemen kahveye gittim. Yanımda Allahlık İsmail Hakkı Efendi de vardı. Orada Garp Cephesi Süvari Müfrezesi Makinalı Tüfek Bölük Kumandanı Mülazım Evvel Yusuf Efendi bir hastane arkadaşım Alattin ile görüştük. Bununla Eskişehir’den tanışıyorduk. Haluk necip bir arkadaştır. Konya’dan geliyormuş. Ekmekçi müfrezesine vermişler. Akşehir’e kardeşinin yanına gidecekmiş. Noktaca işlerimizi gördükten sonra eşyaları istasyona götürdük. Saat yedi buçukta imiş. Hakkı, ben Alattin istasyonda gezindik. 
Akşam oldu. Oturacak, ısınacak yer yok. Tekrar kahveye giderek ikişer çay içtik ve biraz helva alarak trenin geldiğini söylemişti. İstasyona geldik. Bilet aldık. Yer bulmak için epeyi yorulduktan sonra Konya’dan kurumdan gelen topçu zabıtanından ümeraya mahsus olan mahale vasıtasıyla yerleştik. Eşyaları vagonun ön tarafına koyarak Abdurrahman orada biz içerde binbaşıların yanında oturduk. 
Eşyaları indirmek istiyorlarken tren hareket etti. Vagonlar fazla idi. 

Garp Cephesinin karargahı Akşehir’e varış..,

6 Şubat 38 Pazartesi 

Gözümüzü açtığımızda sabah olmuş. Alaattin ile beraber Akşehir’e gitmek üzere istasyondan ayrıldık. Bu sabah hava gayet iyi. Gün doğmuş. Yavaş yavaş şehire gideriz dedik. Ama şehir istasyona düz ve muntazam bir şose ile merbut olduğundan yakın görünüyordu. 
Fakat uzakmış. Ortalık çamurluk. Garp Cephesi Karargahı buradadır. Alaattin’in biraderinin bulunduğu karargahı güç hali ile bulabildik. 
Onlar da talim delermiş. 
Biz orada oturduk. 
Bitmez tükenmez talimler ve teftişlerle hazırlık ilerler ve Türk Milleti yediden yetmişe büyük hesaplaşma için hazırlanır. 

25 Ağustos 38 Cuma 

Bu sabah bölük nöbetçisi olduğum için biraz erken kalktım. Sabah kahvaltısı. Öğleye kadar kayaların arasında oturdum. Düşman tayyareleri havayı hiç boş bırakmıyordu. Öğle yüzbaşının yerinde yattım. Öğleden sonra çamaşır değiştirdim. Taarruzun behemehal yarın olacağı tahakkuk etti. 8., 5., 11., 12.fırkalardan müteşekkil 4.Kolordumuz Kalecik Sivrisinden Beltepe’ye kadar olan yere taarruz edecek. Bizim 5.Kafkas Fırka eski 8.Fırkanın cephesine taarruz edecek. Bizim sağımızdan 8.Fırka taarruz edecek ve 11.Fırka sol cenahımızda 
ihata harekatı yapacak, Fahrettin Paşanın süvari kolordusu yarma harekatı yapacaktı. 5.Kafkas Fırkası cephesine ağır ve hafif 44 top iştirak edecek. Bizim kolordunun solunda 1.Kolordu taarruz edecek. Umum 2 kol cephesine 150 top iştirak edecekti. Riyakar Garplılar konferanslar teşkil edecekler. Düşünecekler. Daha doğrusu bizi enayi yerine koyacaklardı. Artık istiklal ordumuz her neye mal olursa olsun şu deni Yunanı güzel Anadolu’muzdan kovmak kararı katiyesindeydi. Öğleden sonra sakanın fıçısını doldurdum. Geldim. Hayvanat tımar falan oldu. Artık grup da yaklaşmıştı. Topları yukarı çıkardık. Koşturdum. Aman ya Rabbim bir kıyamet, bir mahşerdi. Ağır ve sahra birçok toplar bu akşam mevziiye gireceklerinden hepsi hareket etmişti. Yol kamilen tapalıydı. Kocatepe’nin 3-4 kilometre şimalinde Beytepe’nin ilersinde Beytepe ile Haticekıran tepesinin sağındaki ovada mevziiye girecektik. Topları güç hal ovaya, yani mevziiye getirebildik. Hemen topların çığırlarını ve mahfuz mahalleri yaptırmakla iştigal ettik. Düşmanın hiçbir şeyden haberi yoktu. 

Yarın şafakla beraber kıyamet kopacaktı. 4.30’dan 5.30’a kadar bütün topçular tanzim endaht yapacaklar, 5.30’dan 6.30’a kadar imha ateşi seri atış yapılacak, sonra piyadelerimiz başmak Alay 10 müstahkem düşman siperlerine taarruz edecekti. Bi tabii sabaha kadar tahkimatla iştigal ettiğimiz için hiç uyumadık. 

Nihayet Büyük Taarruz günü gelir. Büyük Taarruzun başlangıcını Yozgatlı Mülazımsani Muhsin Efendinin kaleminden okuyalım. 

26 Ağustos Cumartesi 

İşte geçen Sakarya Muharebesi de aynı ayda, aynı günde vukua gelmişti. Fakat bu ona nispetle çok müthişti. Daha ortalık belki aydınlanırken toplar esas istikamete tevcih edildi. Allah’ıma yalvardım ve sığındım. Bütün cephede en evvel benim batarya, benim takımın 2.topu ilk sükuneti bozdu. Tanzim endaht bir saat kadar devam etti. Ondan sonra artık imha ateşi başlamıştı. Aman ya rabbi ne kıyamettir kopuyor. Sesim soluğum bağıra bağıra kalmamıştı. Hele her top yüz mermi atacaktı (20 dakikada). Dağlar taşlar yıkılıyordu. Piyadeler 
taarruza başladı. Anlatıyorlardı. Kollarını sallaya sallaya düşman siperlerini işgal etmişlerdi. Güneş fevkalade sıcaklığı ile Yarım saat sonra batarya kumandanı batarya heyeti zabıtanına düşmanın siperlerinin sükut ettiğini ve kahraman fırkamızın düşmanın 1. ve 2. hattını işgal ettiğini tebşir ediyordu.Artık bizdeki sevinç civarımızdaki birçok bataryalarda vardı. Ezcümle 15’lik, 10.5’luk İskoda ve Obüsler, Krup 15’lik kudretli cebel sahra, sahra obüs vesaire baruttan tozdan her tarafım simsiyah olmuş. Bir Krup bir durunca Krup seri ateş ve imha ateşi diye bağırıyor ve toplar kontrol için daima koşuyordum. Öğleden sonra yine bataryamla ateşe devam ederken birçok mecruh zabıtan ve efrat geçiyordu. Bunların aralarında başından mecruh hemşerim Enver Efendiyi de gördüm. Cidden müteessir oldum. 

Piyadeler bize ne suretle tarzı teşekkür edeceklerini bilemiyorlardı. 
Çünkü şimdiye kadar bulundukları muharebede Türklerin bu kadar çok ve muntazam düşmanı bombardıman ettiğini görmemişlerdi, bizi adeta boğuyordu. İkindi olmuştu. Ben daha sabah yemeği yememiştim. Ufak bir ateş fasılasında birinci top mahfuz mahallinde yemeğimi yedim. Benim 1.toptan bir nefer takriben 200-300 metre sol ilerimizde düşman mermiden gayet hafif yaralanmıştı. Bizim tarassut kıtasından bir neferin de hayvanı da düşman mermisinden mürd oldu. Düşman mermileri sağımıza, solumuza, ilerimize, gerimize düşüyordu. Fakat Allah’a hamdı sena olsun düşman ateşinden mıntıkamız her an mahfuz kalıyordu. İkindiden sonra düşman mukabil 
taarruza geçmek istemiş. Gayet şiddetli ateş açtık (imha ateşi). Taarruzu akamete uğramıştı. Fakat imha ateşleri öyle mükemmel oluyordu ki bir uğultu düşman siperlerini kaynatıyor, alt üst ediyor, piyademiz elini kolunu sallayarak siperleri işgal ediyordu. Son olarak 3 grup yaptık. Ondan sonra karanlık bastı. Hava soğuk. Neferler yemeği getirmiş. Önümüzde, sağımızda, solumuzda gayet şiddetli muharebe oluyor (piyade makineli ve bomba sesleri). Akşam ateş yaktık. Kenarında yemeğimizi yedik. Bölük 10’dan Yüzbaşı Faik Bey mecruh olmuş. Hastaneye gitmiyor. Ağırlıkta kalıyor…. 

Alaşehir’de Yunanlıların yaptığı vahşet şöyle anlatılır: 
7 Eylül 38 Perşembe 

…..İki arabacı ve hayvanları ile İbrahim’i alarak Alaşehir’e 1 saatte gittim. Alaşehir’de düşman bütün vahşetini göstermişti. Çünkü serapa yanmış. Taş taş üstünde kalmamıştı. Evvelce çok mamur şirince bir kasaba imiş. Buraya evvelce Fıldırık derlermiş. Rum diyarı imiş. Sonradan bizimkiler zapt etmiş. Halen harabeleri yüksek duvarları duruyordu. Alaşehir kasabası düz bir ovanın kenarından ve dağ silsilelerinin kenarına kurulmuş bir şehir. İstasyonu tamamen yakılmıştı. Araba bulamadım. Buranın bağları, üzümleri, tarlaları, incirleri buralar zümrüt cennetti. Vasefaki vahşi, cani ve cidden birlik tarafından harabe edilmişti. Bağları civarında oralı evleri yanmış, kendileri metruk Hıristiyan evlerine oturmuş kadınlarla görüştük. Zavallılar Yunan vahşetini anlata anlata bitiremiyorlardı. İnsanları diri diri yakmak vesaire vesaire..... 

Yunanlılar kaçarken şehirleri yakıp yıkmaya, insanları öldürmeyi ihmal etmemektedirler. 8 Eylül 38 Cuma 

Sabah kalktım. Bölük kumandanına araba bulamadığımı söyledim. Öğleye kadar Emrullah falan oturduk. Sonra yüzbaşı, Emri, ben yemek yedik. Hareket için hazırlandık. İki saat sonra da hareket ettik. İki saat sonra Salihli’ye geldik. Buranın beşte üçü yanmıştı. 
Yunan birçok vahşet şenaat yapmıştı. Burada Giritli ve sair yerlerden Müslüman oturuyordu. Ortada sokaklarda kimisi öldürülmüş, kimisi yanmış İslam ve gavur ölüleri yatıyordu. Hele yollarda gavur ve hayvan geberikleri pek çoktu. Hepsi de artık taaffün etmişti. Bir saat kadar Salihli’de kaldık. Yunan cebren yürüterek ayakları yara olan İslam kadınları ile ve Salihli eşrafları ile görüştük. Burada Parti Pehlivan çetesi ile Yunanlılara iyi dayak atmış, fakat maalesef Yunanın Alaşehir’den getirdiği büyük kuvvetin ateşine dayanamayarak bil mecburen çekilmişti. 

10 Eylül 38 Pazar 

………. Kasaba şehrine geldik. Buranın ekserisi yanmış ve birçok Müslüman açıkta kalmıştı. Hepsi hoş geldiniz diyorlar, kadınlar ağlıyordu….. Ahalisi hiçbir şey almayarak kaçmışlardı. Manisa’dan ve kasabadan gelen felaketzede muhacirin işgal etmekte idi. Köyde yanmış cesetler bir payen idi. Bu vahşeti yapan Garplılar, yani Garp medeniyeti değil adeta vahşeti idi. Köyde bir kilise kalmıştı. Bittabbi Hıristiyanlar alçak Rumlar bunu yakmamışlardı. Bunu ahali yakarak keyfine bakıyordu. Neyse ben taburun karargah tesis edeceği mıntıkayı 
öğrendim. 

15 Eylül 38 Cuma 

Sabah kalktım. Tımar, su, kahvaltı. Öğleye kadar bölük hususatı ile iştigal. Öğle suyu, yemek, uyumak. Akşam tımarı ve akşam hayvan suyu. Bölük 1, Bölük 2 komutanları şarap içtiler. Vaziyeti siyasi- yeden konuştuk. Ordumuz Ağustosun 26’sında taarruz etmiş. Eylül 9’da İzmir’i zapt etmişti. Sivillerden sorduk Afyon karadan İzmir’e 1 aydan fazla yol imiş. Mustafa Kemal Paşa taarruzdan evvel, yani 25 Ağustosta tebliği resmi olarak düşmanın taarruz ettiğini, bizim düşmanı tart ettiğimizi, 26’sında Afyon bil hadise işgal edildiğini, sırası ile Dumlupınar hattı-Uşak ve Alaşehir kasabası-Manisa-İzmir bil hadise işgal edildiğini ve en nihayet 2 general, 6 fırka kumandanı ve şu kadar bin esir ve cephane vesaire aldığımız ganayimi bitamamiha tebliği resmi ile yazmış ve dolayısıyla Garplıların ve Avrupa hükûmetlerinin hayretini celp etmiştir. Emrinde bulunduğu için 1.Ordu Kumandanı Nurettin Paşa efrat ve zabiti de kahramanlık ve muzafferiyetten dolayı tebrik ediyordu. 


***

ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ?

ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 


Doç. Dr. Esat ARSLAN
* Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi. 


GİRİŞ 

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra dış politikada yapılan bir dizi yanlışlıklar manzumesi sonrası, küresel ve bölgesel dengeleri kavraya mayış vaktiyle atalarımızı çok uğraştırmış olan Türkiye-Ermenistan ilişkilerini kronikleştirmiş, günümüzde de oldukça karmaşık yapısıyla TC’ni karşı karşıya bırakmıştır.. 1920’lerde kapanmış, tarihte kalması gereken bu mesele neden ve nasıl yeniden gündeme getirilmiştir? Ve nasıl Türkiye-AB ilişkilerine bağlanmış tır? Yeniden gündeme getirilen Ermeni sorunu, günümüzde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik sürecine bağlanmış ve Türkiye-AB müzakerelerinde Türk heyetinin önüne getirilecek önemli konular arasına girmiştir. Doğu Sorunu bağlamında yayılmacı devletlerin Osmanlı Devleti’nin parçalanması kapsamında ele alınması gereken Ermeni Sorunu XIX.Yüzyılın ikinci yarısı ve XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde atalarımızı oldukça uğraştırmış bu sorunun çıkışı aşağıdaki biçimde özetlenebilir. 

RUSLARIN SAVAŞLARDA YAPTIĞI “TEHCİR” VE “SOYKIRIM”, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI DEVLETİNCE YAPILAN “ZORUNLU GÖÇ” 

Ruslar Tarafından Topraklarından Kopartılan ve Zorla Göçürtülen Halk : Ermeniler Rusya 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması yılından bu yana 
Ortodoksluk hamiliğine soyunmuş, arkasından Panslavizmi örgütlemiş, ancak yapay uydu devlet yaratımı konusunda pek başarılı olamamıştı. 

Ama Avrupa Helen hayranlığı ve Yunan diasporası birlikteliği ile Yunanistan’ın yapay ulusal devletinin kurulabilirliğini görmüştü. 

Şimdi yapılacak olan Kafkaslar bölgesinde yeni bir yapılanmaya gitmekti. 
Bu olgu Revan’ın Erivan olma serüveninden başka bir şey değildi. 1828-1829 Osmanlı Rus Savaşı’nın Rusya açısından bir başka önemi vardı. Kafkaslardaki Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir başka yapay ulus yaratılmalıydı.Yapay bir ulus yaratmak için nüfusa ihtiyaç vardı. Bu da Doğu Anadolu’nun içerilerinde azınlıkta yaşayan ancak Osmanlı’nın Millet-i Sadıkası durumundaki Ermenilerin göçürülme sorunuyla çözülebilirdi. 1828-1829 Osmanlı RusSavaşı’nda Erzurum’a kadar Doğu Anadolu’yu istila eden Rus Kuvvetleri, sayılan yaklaşık yüz bin bulan kalabalık ermeni nüfusunu, yine Osmanlı sınırlarından çok uzaklara, Türkmençay Antlaşması (22 Şubat 1828) ile İran’dan aldıkları Revan (Revan sonradan Erivan olmuştur) ve Nahçıvan’a naklediyorlardı.1 Ruslar, ! 826-1828 Rus-İran savaşının hemen ardından da Azerbaycan’daki pek çok Ermeni’yi aynı savaş sırasında ellerine geçirdikleri bu topraklara göçürmeyi başarmışlardı. 

Ruslar, İran ve Doğu Anadolu’dan göçürdükleri çok sayıdaki bu Ermeni nüfusu sayesinde, uzun vadede, ekonomik, siyasi ve askerî birtakım yararlar sağlamayı düşünüyorlardı. Bu faal Ermeni nüfusu yeni ele geçirilmiş olan Erivan ve Nahçivan topraklarının ekonomik olarak ihya edeceği gibi, aynı zamanda Ermenistan vilayetinin kurulmasına da vesile olacaktı. Bunun yanında, bu Ermeniler aracılığıyla İran ve Osmanlı Devleti’ne güçlü bir “askerî kordon” oluşturulacaktı.2 Bu Rusların geleneksel politikasıydı. Kuşkusuz dışarıdan getirilen bu nüfus sayesinde ekonomik ve askerî yararlar başta olmak üzere ileriye dönük çok yönlü yararlar sağlayacağı muhakkaktı. 

Ruslar XVIII.Yüzyıl ve XIX. Yüzyılın, başlarında, çeşitli savaşlar sonucunda ellerine geçirdikleri geniş ve verimli topraklara, daha çok ekonomik, askerî ve siyasi mülahazalarla bazı ülkelerden göçmenler getirterek yerleştiriyorlardı. Örneğin Ruslar Kırım’ı istila ettikten sonra, çok sayıda Müslüman Kırım halkı kütleler halinde Osmanlı topraklarına kaçmış bunun üzerine Ruslar, onların yerlerine 1778 yılında 75.000 kişilik bir göçmen kafilesini getirip yerleştirmişlerdi.3 

Rusya’da hüküm süren toprağa bağlı kölelik nizamlarına göre Rus köylüsünü getiremeyen (ancak Bolşevik sistemine geçişten sonra Rus köylüsünü getirmeye başladılar.) Çarlık rejimi, Kırım’dan çıkarılan Türklerin yerine başka uluslardan göçmenler getirmeyi düşünüyor ve 1784 -1787 yılları arasında Korsika, Livorna, Pisa, Cenova ve Almanya’dan yeni göçmenler getiriyorlardı. 1806-1812 
yılları arasında da Ortodoks olan Gagavuz Türkleri ve Bulgarları Burgaz’a iskan etmişlerdi. 1822 yılında Wurtenburg ve Bavyera’dan gelen Almanlar ise Sarata’ya, 1823 ‘te gelen İsviçreliler de Saba’ya yerleştirileceklerdi. 

Revan’ı başkent yapmışlardı, ancak bir türlü çoğunluk sağlayamıyorlardı. Gerçekten bu konu Erzurum Kongresinde de dile getirilmiştir. Karakol Derneği’nin Başkam Kurmay Albay Kara Vâsıf tarafından Erzurum Kongresi Başkam Mustafa Kemal’e yazdığı mektubun içeriğinde de yer almıştır.4 Konunun Rus kaynaklarıyla da teyit edildiğinde gerçek olduğu ortaya çıkıyordu. 1908’de “Erivan Vilâyet Matbaası”nda basılan Rusça resmî “Pamyatnaya Knijka Erivanskoy Guvernii na 1908 God” adlı il yıllığında Erivan’da 242 
köyde 65.149 “Tatar” (Türk), 5.579 Kürt Toplam = 70.728 Müslüman) ve 45.329 Ermeni olduğu belirtilmiştir.Taşnakçı Ermeniler, Mart 1918 ‘den başlayarak,” Revan Türkleri”ni pek vahşice kırıp kaçırtarak, “Ermeni Çokluğu” kurmağa çalışmışlardır.5 

Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların Müslüman Halka Yaptığı “Soykırım”; Osmanlı Devletince Yapılan “Zorunlu Göç” 

Ruslar tarafından iki cephe arasına çıplak bir biçimde sürülen Müslümanlar isyan etmedikleri gibi, hiç bir şeyden habersiz, çaresiz ve masumdular. 

Rusların Müslüman halka yapmış oldukları ise doğrudan “Kasıt -Grup -Organize Plan” ile özdeşleşen soykırım olmakla birlikte, savaştan sonra yapılacak olan plebisite zemin hazırlamağa matuf, bölgedeki Müslüman nüfusu yok etmeyi 
amaçlamaktaydı. Osmanlı Merkezî Yönetimini karşı harekete sevk eden bir başka önemli özellik de etkinin doğrudan Ruslardan gelmiş olduğudur. Bu durum, bir anlamda Arnold Joseph Toynbee’nin Challange&Respond (Meydan Okuma ve Karşı Koyma) tezini doğru bir biçimde ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle inisiyatif; ‘Ruslar’dadır ve “Meydan Okuma” doğrudan onlardan gelmiştir. Türkler de buna karşı bir anlamda kendi yurttaşını koruma adına hareket de bulunmuşlardır, kendi uyrukları olan Ermeniler lehine bir karar süreci içerisinde değerlendirilebilen bir hareket tarzım benimsemişler ve uygulamışlar dır. Araştırıcı yazar Georges de Maleville değerlendirmelerine aşağıdaki şekilde devam etmektedir: 

“b. Enver Paşaya Ermeni toplumu göç ettirme fikri Van Gölü etrafındaki Ermenilerin ayaklanmaları ve ihtilalci bir ocak halinde bulunmalarından sonra gelmiştir. 

c. Ayrıca Enver, mektubu yazdığı tarihte, isyan etmiş Ermenilerle ilgili hiç bir karar almamış, aksine Ermenileri ya askerî hatların önüne ya da geri bölgelere yerleştirme konusunda bir seçenek önermiştir.”6 

2 Mayıs 1915’te Enver tarafından öngörülen tedbirler sadece Doğu Anadolu’da isyan etmiş Ermenilerle ilgilidir. Osmanlı yöneticilerinin bırakın savaşın başlangıcında 1915 yılı başlarında bile zorunlu göç yasasına ilişkin bir düşüncelerini olmadığı gibi, bir planları da yoktur. 
Daha zorunlu göç geçici yasası çıkarılmadan 25 gün önce, 2 Mayıs 1915’de Başkomutanlık Vekaletinde bir proje olmadığı gibi, öncesinde bir fikir dahi söz konusu değildir. Hele, hele, Ermenileri yok edecek gizli bir imha planı ise hiç yoktur.7 

Eğer Osmanlı Hükûmeti, Ermenileri daha iç bölgelere naklettirme yerine, bölgedeki Ermenileri, Rusların Türklere yapmış olduğu gibi cephe hatuna sürmüş olsaydı gerçek bir soykırımın en önemli unsuru olan kasıt unsurunda bahis olunabilirdi. Ancak, Ermeniler, Van’ın Türkler tarafından alınması sırasında aynı şeyi Müslümanlara karşı yapmışlar taş taş üzerinde kalmayan yaşayan bir soykırım kenti görünümündeki bugünkü Van’ı insanlık alemine miras olarak bırakmışlardır. Ermeniler çekilirken Van’da ve çevresinde yaptıkları, işgal altında tuttukları bu bölgede yapılanlar insan havsalasını zorlar mahiyettedir. Osmanlı Yönetimi, beceriksizce, daha insani olan ikinci seçeneği, Ermenileri geri bölgelere nakletme ve iskan yolunu seçtiler. Bu hal tarzım da beceriksizce uyguladılar ve sonunda dram yaşandı.8 

Osmanlı Hükûmetinin almış olduğu karar ve yapılan kendi yurttaşlarımızı geçici bir süre için savaşın direkt etkilerinden koruyacak biçimde kendi topraklarında, (Konya, Deyrizor, Halep gibi) emniyetli bölgelere alma ve İsmet Bey’in İçişleri Bakam Talat Paşa’ya sunduğu mektubunda belirttiği gibi “dağıtım” hareketinden başka bir şey değildir. Yani Ermeni yurttaşlarımız hiç bir şekilde hudut harici 
edilmemişlerdir, bir başka ifadeyle Rusların 1828 -1829 Savaşı’nda yaptıkları cebren, zorla göçürülmemişlerdir, zorla vatanlarını terke zorlanmamışlardır. Yapılan harekât alanın düzenlenmesi ve harekatla ilgili Amerikan Talimnamelerinin ortak olarak belirttikleri gibi, askerî harekât gereği, harekâttan etkilenebilecek yurttaşların güvenilir bölgelere alınması ya da harekâtı olumsuz olarak etkileyecek ayrılıkçıların kendi anavatanımız içerisinde geçici bir süre bir başka bölgeye alınma konseptinden başka bir şey değildir. Bunun da 
uluslararası platformlarda karşılığı “deportation = Hudut haricine sürmek” değil; “distribution=dağıtım, “evacuation = tahliye etmek” displacement = yer değiştirme”dir. ABD’nin tüm 100 ve 110 serisi sahra talimname (=Field Manual)’lerinde bu hususa açıkça yer verilmiştir. Ayrıca Sivil İşler ve Askeri Hükûmet (= Civilian Affairs & Military Government) talimnamelerinde de bu hususun detaylarına yer verilmiştir. Osmanlı Yönetimi, bölgede yaşayan yurttaşlarım savaştan sonra evlerine dönmek üzere geçici olarak kendi anavatanında güvenli bir bölgeye almaya karar vermiştir. Cephelerde savaşın güvenle sürdürülmesi ve yurt içinde de emniyetin sağlanması için o günün 
ortamında bir başka çare görülememiştir. Bu tamamen bir askerî önlemdir. 

ERMENİ YURTTAŞLARIMIZ ALDATILMIŞLAR VE KULLANILMIŞLARDIR. 

Ermeni Sorunu ve benzeri sorunlar zamanın büyük Devletleri tarafından Osmanlı Devleti parçalanması için ortaya atılmış, üzülerek ifade etmek isterim ki Ermeni yurttaşlarımız bu ülkelerin ulusal çıkar ve hedefleri uğrunda kullanılmışlar ve aldatılmışlardır. 
Ruslar Ermenistan’ın Doğu Anadolu’yu kapsayacak biçimde “Büyük Ermenistan” hayaliyle başlattıkları harekete Doğu Anadolu Rusya’nın serhat kenti konumuna geldiğinde Ermenileri bu bölgelere Ermenileri sokmaktan imtina etmiştir. Fransızlar da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi anavatanlarından asker getiremedikleri için Güney Doğu Anadolu’daki Urfa, Antep ve Maraş bölgesindeki Ermeni vatandaşlarımızı kullanmışlardır. Önce İngilizlerin daha sonra Amerikalı Protestan misyonerlerin teoloji seminerleriyle Ermeni toplumunu önce birbirlerine daha sonra asırlardır birlikte yaşadıkları Müslüman topluma karşı acımasız ölüm makineleri haline getirildikleri kitle psikolojisinin konuları arşına girdiği bilinmektedir. Büyük devletler, Ermeni kökenli Osmanlı yurttaşlarını Misyonerler aracılığıyla bölmeyi başarmışlar, kendilerine tabi bir unsur haline getirmeğe muvaffak olmuşlardı. Bu aldatılma ve kullanılmanın aracı 
Protestan, Katolik ve Ortodoks misyonerlerdi. Ermeni araştırmacı Levon Panos Dabağyan, misyonerlerin verdiği zararı şöyle ifade ediyor: “Ermeniler’in ‘Millî Kilisesi’ ile birlikte, millî bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, Emperyalist Devletlerin âdeta oyuncağı durumuna gelerek çok büyük kayıplara uğramışlardır”.Gerçek güneşin balçıkla sıvanamayacağı kadar açıktı. 

KURTULUŞ SAVAŞINDA TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİ 

Siyasal alanda Ermeni Sorunu Gümrü Antlaşması ile bitmiş, Kars Antlaşması ile uluslararası boyut kazanmıştır. 

TBMM Hükûmeti ile Ermenistan Arasında Yapılan Gümrü Antlaşması TBMM hükûmetinin bir yabancı devletle yapmış olduğu ilk antlaşma Ermenistan Cumhuriyeti ile 2 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşmasıdır. 
TBMM adına Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey ve Erzurum Valisi Hamit Paşa tarafından imzalanmıştır9. Gümrü Anlaşması ile Ermeniler, Doğu Anadolu sınırlarımızı resmen tanıdıkları gibi, Sevr’in kendilerine tanıdıkları haklardan da vazgeçmişlerdir. 433 maddeden oluşan Sevr Antlaşmasıyla sınırlarının ABD Başkanı tarafından çizilmesi 
için Ermenilere tanınan bağımsız ve özgür Ermenistan olgusu, Sevr’den 3 ay 3 hafta sonra hem de Ermeniler tarafından yok sayılmış ve altı ili de kapsayan “Ulusal Ant” kendileri tarafından kabul edilmiştir. Ayrıca günümüzde ve her zaman olduğu gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Ermenistan’a yardım etmeyi benimsemiştir. Bunların yarımda antlaşma metninde “Bir tarafta 
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” denilmesiyle Ermenistan yeni devleti de benimsemiş olmuştur. 

Böylece Yeni Türk Devleti ilk kez kendi kurucu öğesinin adım uluslararası bir antlaşmaya hem de Ermeniler tarafından koydurmuş oluyordu. 

Türkiye - Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasındaki Kars Antlaşması 13 Ekim 1921 ‘de Kars’ta imzalanan bu antlaşma, 1920’de Rusya Şuraları (Sovyetleri) Fedaratif Sosyalist Cumhuriyetleri içinde yer alan Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile komşuluk ilişkilerini düzenlemekte 16 Mart 1921 ‘de Rusya ile imzalanan Moskova Antlaşmasında belirtilen konulara benzer hükümleri kapsamaktadır. 

Bu antlaşma ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan da Türkiye deyimi ile “ Misak-ı Millî”nin kapsadığı sınırlar içinde toprakların anlaşıldığını kabul etmişlerdir. Antlaşma, TBMM adına Doğu Cephesi Komutam Edirne Milletvekili Kâzım Karabekir Paşa, Burdur Milletvekili Veli Bey ve Nafia Vekili eski Müsteşarı Memduh Şevket Bey tarafından imzalanmıştır. Antlaşma 16 Mart 1922 tarihinde 
207 sayılı kanunla kabul ve onanmıştır.10 

Atatürk, 1 Mart 1922’de Meclisin Üçüncü Yasama Yılını açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu: 
< “...Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan Sovyet Cumhuriyetleriyle Moskova Muahedenamesi esasları dairesinde Kars’ta 13 Teşrinievvel (1921) tarihli muahedenameyi akdettik. Bu muahede ile şarkta hukukî bir şekil alan 
vaziyet-i fiiliyemiz de Sevr Muahedenamesinin gayri kabili tatbik olduğunu gösteren vakayiden biridir. 

Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin menafı-i hakikiyesinden ziyade cihan kapitalistlerinin menafi-i iktisadiyesine göre halledilmek istenilen mesele Kars Muahedesiyle en doğru suret-i hallini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın revabıt-ı hasenesi maalmemnuniye tekrar teessüs etti...”11 >

Türkiye -Ermenistan ilişkileri 1921 Kars Antlaşmasıyla rayına oturtulmuş, Mustafa Kemal Atatürk ‘ün Meclisin üçüncü yasama yılını açarken bir nevi planlama direktifi biçiminde meclise belirttiği bu konu 15 gün sonra Birinci Türkiye Millet Meclisi tarafından öncelikle ele alınarak 207 sayılı yasayla sorun tarihin derinliklerine gömülerek halledilmiş ve Türkiye-Ermenistan sınırı da kesin olarak çizilmiştir. 

ERMENİ SORUNU LOZAN ÖNCESİ BİTMİŞTİ, ANCAK BİR KEZ DAHA BÜYÜK DEVLETLERİN SORUNU OLDUĞU TEYİT EDİLDİ 

Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ve yeni Türk Devleti’nin siyasal bakımından kuruluşunu simgeleyen Lozan Antlaşması ile Ermeni Sorununun bittiği bir kez daha teyit edilerek, tarihin karanlıklarına gömülmüştü fakat, kırk yıl sonra sorun neden yeniden diriltildi? 

Atatürk yaşasaydı, sorunun bugünkü biçimi almasına müsaade eder miydi? Füturolojist bir yaklaşımla sorunu bu şekilde günümüze bırakır mıydı? 
Buna verilecek yanıt, tek sözcükle hayır....Öyle olduğu halde o günlerden bugünlere nasıl gelinmiştir? Sorun nasıl yeniden alevlendirilmiş tir ? 
Ermeni Patrikleri, AB’ye üye olmaya çalışan Türkiye’ye neden savaş açmışlardır? Türk Diplomatlarına karşı silahlı Ermeni saldırıları AB ülkelerinde neden 
yoğunlaşmıştır?Türkiye, AB’ye tam üyelik için başvurduğunda, neden ilk ters yanıtı Avrupa Parlamentosundan almıştır? 

“Mayınlar” neden kaldırım taşları üzerine birer birer döşenmiş, AB, Türkiye’nin başına her adımda neden çorap örmeyi bir hedef olarak belirlemiştir ? 

Bir hafta gecikmeyle 13 Kasım 1922’de açılması gereken ancak, 20 Kasım 1922’de toplanabilen Lozan barış konferansında Ermeni sorunu açılması ve kurtuluş savaşmın daha başında halledilmiş olan Türkiye’nin Ermenistan’la olan sınırının Lozan gündeminde bulunması düşünülmüyordu.Devlet olmanın ve uluslararası boyutta etik olmanın gereği buydu. Ancak, Bağlaşık Devletlerin Lozan’da bu sorunu yine gündeme getirebilecekleri bekleniyordu?Onun için kararlı olmak gerekiyordu.Yeni Türk Devleti de her türlü olasılığa karşı hazırlıklı olması, her türlü olumsuzluğu önceden düşünmeliydi. Her olasılık için mutlaka bir ihtimalat planı gerekliydi.İşte bu nedenle Lozan Konferansına hazırlıklı gidildi. İsmet Paşa (İnönü) Lozan Konferansına gönderilirken, kendisine üç sayfalık ve 14 maddelik bir Hükûmet talimatı verildi. Her sayfasında o zamanki bütün Bakanların imzalarını taşıyan bu ana talimatın birinci maddesi aynen şöyleydi: 

“1. Şark hududu:. (Ermeni yurdu) mevzû-i bahs olamaz. Olursa inkıta-ı müzakereyi mucip olur.”12* 

Türk Hükûmeti, Ermeni sorununun Lozan’da açılmasını istemiyordu. Talimat açık ve kesindi:. Doğu sınırları Moskova ve Kars antlaşmalarıyla çizilmiş olan Türkiye’den Lozan’da “Ermeni Yurdu” istenirse, Anadolu’dan toprak koparılmağa kalkışılırsa, barış görüşmeleri kesilecekti. Konferansı kesmek için İsmet Paşa’nın Ankara’dan tekrar talimat istemesine bile gerek yoktu. Barış görüşmelerini 
kesmek demek ise, tekrar savaşı göze almak, üç buçuk yıl sürmüş Millî Mücadeleden sonra yeniden silaha sarılmak demekti. 

Türkiye bu kadar kararlıydı. Lozan’da Türk heyetinin azınlık tanımında benimsediği en önemli ülke, aynen Osmanlı Devletinde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyetinde de üç azınlık topluluğu Ermeni, Rum ve Yahudi olduğu gerçeğidir. 

Lozan Konferansında Batılılar Ermeni sorununu yine açtılar. Konferansta Ermenistan yoktu. Ermeni işini İngiliz Başdelegesi Lord Curzon açtı, Fransız, İtalyan ve Amerikan delegeleri de kendisini desteklediler. Batılılar Türkiye’ye karşı çok saldırgan bir dil kullandılar. İsmet Paşa gelişmeleri gün gün aynen şöyle rapor etti: 

13 Aralık 1922: 

“Öğleden sonra ekalliyetler (azınlıklar) komisyonu içtima etti. Reis Curzon müttefikler namına uzun beyanat ve teklifatını serdetti. 

Fransa ve İtalya teyid ettiler. Curzon’un teklifatının hulasası şudur: (...) Home Armenien (Ermeni Yurdu) meselesine temas etmek mecburiyeti vardır. Mevcut Ermenistan fakir dolu ve birçok Ermenilerin istemedikleri bir şekl-i hükûmeti vardır. Şimal-i şarki vilayetlerimizde ya (da) Kilikya ve Suriye hudutlarımızda bir içtima mahalli verilmesi istida olunuyor. (...) Cevap verdik. Curzon’un teklifatına aykırı cevap vermek üzere yarına kaldık...İSMET’13 

14 Aralık: 

“Ekalliyetler komisyonu içtima etti. İzahat ve cevaplarımızı verdik. Curzon hem dünkü, hem bugünkü beyanatımıza uzun, şiddetli, mütecâvizane mukabele etti. (...) Ermeni yurdunu müdafaa etti. Hulasa ekalliyetler sebebiyle şiddetli bir propaganda ve tehdit yapıldı. İngiliz ve Amerikan gazetelerinde ekalliyetler ve Ermeni yurdu sebebiyle pek şiddetli propaganda yapıyorlar. Yarın tekrar cevap vereceğiz (...) Vaziyet mücadeleli ve gergindir...İSMET “14 

15 Aralık: 

“Üç günden beri büyük bir faaliyetle idare edilen ekalliyetler propagandasının nâzik bir gününü geçirdik. Sabah Curzon riyasetinde komisyon içtima etti. Dünkü beyanatına hazırladığımız cevabı verdik. (...) Ermeni yurdu mes’elesini ve ilahirihi mevzu-i bahs ettik. 
Fransız ve İngiliz istatistikleri ile harpten evvel Türkiye’deki Ermeni miktanmn bir milyon küsur olduğunu söyledik. Üç milyon nereden olduğunu sorduk. Şarkda ve Garpta eksilen Müslüman nüfusunun miktarını söyledik. Haksız muharebelerin tevlit ettiği harabelerde çalışmaktan gelen ve herhangi bir memlekete tecavüz etmemiş olan ellerimizin (bilhassa) temiz olduğunu ve herhangi ellerle mukayeseye hazır bulunduğumuzu bildirdik. Bizi itham ettikleri ika-i mevani ve ta’lik ve inkıtaa sebebiyet gibi tehdidatı serdetmekten maksat eğer tasmim olunan bir inkıta içün efkâr-ı umumiye-i cihanı galeyana getirecek bir vesile bulmak ise hakayiki kolayca ispat edeceğimizi ve mesuliyetin kendilerine râci olacağım... bildirdik. (...) Üç dört günden beri sıkı olarak ihdas edilen ekalliyetler propagandasını cidden tehlikeli bir şekle ifrağ etmişler idi. Vaziyette esaslı bir tebeddül ve sükunet hasıl olmuş ise de bunu ciddi bir tehditten sonra yine 
muvakkaten köşeye bırakmak şeklinde addediyorum... Ekalliyetler şimdilik teskin edildiğinden iktisadi sefere başlayacağız. Fakat, cidden küstah vaziyetleri vardır...İSMET “15 

Bundan sonraki gelişmeleri İsmet Paşa özetle şöyle bildirdi: 

17 Aralık: 

“Azınlıklar alt-komisyonunda İngiliz Ryan pek saldırgan bir dille Ermeni yurdu istedi. Kesinlikle reddediyoruz.”16 

23 Aralık: 

“Azınlıklar alt-komisyonunda olağanüstü zorluk çıkardılar. Ağır tekliflerini reddettik.... ‘Ankara’ya telgraf çekmeksizin akşam treni ile hareket ederim dedim. (...) Müttefikler, barış için eskinin yalnız şeklini değiştirip özünü muhafaza etmeğe çalışıyorlar. ‘ Hemen her meselenin hududunda duvarlara dayanıp durmuşuzdur. Ya bizi yıkacaklar, eski usulde muaddel bir Sevres yapacaklar, ya (da) biz onları yıkacağız, her medenî millet gibi sulh yapacağız (...) Bu adamlarda eski itiyatlarından vazgeçmek ihtimali azdır... Vaziyet ağırdır. İSMET”17 

Bu rapor üzerine Başbakan Hüseyin Rauf Bey (Orbay), ertesi gün İsmet Paşa’ya, Konferansça kesilmesi ihtimaline karşı ordunun hazır durumda olduğunu bildirdi.18 

İsmet Paşa devam ediyor: 

26 Aralık: 

“Azınlıklar alt-komisyonunda Ermenilerin de dinlenmek istediğini protesto ettik ve delegelerimiz oturuma katılmadılar. Curzon, olayın kapanmış sayılacağını bildirdi.” 

31 Aralık: 

“Azınlıklar alt-komisyonu toplandı. Durum belirsiz ve kaygı vericidir. Fransa ve İngiltere, karşımıza tekrar birlikte çıkabilirler.” 

7 Ocak 1923: 

“Azınlıklar alt-komisyonunda Müttefikler Ermeni Yurdu, Asuri Yurdu, Keldani Yurdu’ndan bahsettiler. Rıza Nur toplantıyı terk etti. 
Ermeni işini açtıkları zaman sert davranmamız gerekiyor.” 

10 Ocak 1923: 

“Azınlıklar komisyonu toplandı. Ermeni yurduna kısaca değinildi. Reddettim. Curzon yumuşak bir konuşma yaptı. Yalnız Hıristiyan azınlıkların varlığı kabul ediliyor. Azınlıklar işi elverişli biçimde sona eriyor. Ermeni yurdu da son günlerindedir. Amerikalı hiç karışmadı...İSMET”19 

Böylece Lozan konferansında Ermeni sorunu kapandı. Yalnız Türkiye’deki Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız azınlık olarak kabul edildiğinden Türk vatandaşı Ermenilere de azınlık hakları tanınıyordu.Süryaniler, Keldaniler gayrimüslim oldukları halde, yurttaş olarak kabul edilmiş, azınlık olarak kabul edilmemiştir. Osmanlı’dan devralman mirasta Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler üç dini azınlık olarak kabul edilmiş ve bu durum maalesef yeni Türk Devletinde devam etmiştir. 

Atatürk, 1 Mart 1923’te Meclis Dördüncü Toplanma Yılını açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu: 

“...Komşularımız Kafkas Cumhuriyetlerine gelince: 

Malumunuz olduğu üzere Kars Muahedesiyle aramızda mevcut münasebat-ı dostane-i hemcivari tarsin ve takviye edilmiştir (Dostça komşuluk ilişkilerimiz pekiştirilmiştir). Ve yine Kars Muahedesi ahkâmına tevfikan Tiflis’e izam eylediğimiz heyet-i murahhasa Kafkas Cumhuriyetleriyle konsolosluk, müzaheret-i adliye, posta ve telgraf, şimendifer mukavelât müzakeratını hüsnü suretle hitama erdirerek akd ü imza etmiş ve berayı tasdik işbu mukavelât Meclis-i âlinize arz kılınmıştır. Aynı zamanda Tiflis ‘te Rus Şûralar Cumhuriyeti ile posta ve telgraf ve şimendifer mukavelâtı akd ü imza olunmuştur. Muhterem komşularımız olan Kafkas Cumhuriyetleriyle ve onların müttefiki olan Rus Şûralar Cumhuriyeti ile münasebat-ı hemcivari ve dostanemizi bu suretle mukavelâta raptederek tahtı intizama almak bizim için mucib-i memnuniyettir.”20 

Yeni Türk Devleti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Antlaşmasının imzalanmasından 20 gün sonra İkinci Dönem TBMM’ni açarken Mustafa Kemal, 13 Ağustos 1923’te Ermeni sorununun tarihin derinliklerine gömüldüğü konusunda şunları söylüyordu: 

“Efendiler, şarkta Trabzon’u, cenupta Adana’yı ihtiva edecek büyük Ermenistan’dan eser kalmamıştır. Ermeniler tabiî olan hudutları dâhilinde bırakılmıştır.”21 

Yeni Türk Devleti, daha cumhuriyeti ilan etmemişken aydınlık geleceğine Ermeni sorunundan arınmış olarak başlıyordu. Aslında bir anlamda büyük güçlerin oluşturduğu iki yapay ulus devletinin güdülenen yayılmacı hareketlerine de dur denilmişti.Saldırganlığı amaç alan “Büyük Yunanistan” (Megali İdea) ideali ile Doğu Anadolu’yu hedef alan “Büyük Ermenistan” emeli de 1923 yılında 
durdurulmuş, duraksatılmıştı. 

LOZAN’DAN SONRA AZINLIK HUKUKU OSMANLI DÖNEMİNİ TEKRARDAN ÇAĞRIŞTIRIYOR... 

Lozan konferansında Ermeni sorunu kapanmakla beraber, yeni Türk Devletinde Ermenilerin azınlık olarak tescil edilmeleri aslında kaderini bu ülkeyle bütünleştirmiş olan Ermenileri ta can evinden vurmuştu.Yayılmacı Devletlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenileri kullanması ve aldatması ve akabinde Lozan’daki umulmayan ancak beklenilen tavrı olmasa, tekrardan millet-i sadıka durumuna yükseleceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı hiçbir Ermeni, azınlık hukukunu bir ayrıcalık hukuku olarak algılamıyor, aksine bunu 

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmada önemli bir engel olarak görüyorlardı. Zira çoğunluk sosyolojik olarak bir ülkede kuralları oluşturan, uygulayan ve konumları itibariyle en çok çıkarları olan grup olarak algılandığında, azınlıklarda konumların ve çıkarların çoğunluk tarafından kısıtlanacağı endişesi bulunuyordu. Diğer bir deyişle bu durum yurttaşlık hukuku bakımından da, farklılıkları körükleyen bir açmazlar sarmalıydı. Karşı karşıya kalınan durum, canından can koparmakla özdeşleşen, Ermeni yurttaşlarımızın azınlık psikolojisine itilmesi, azınlık ezilmişliği içerisinde bırakılmasını sağlayıcı bir durum olarak algılanıyordu.Büyük Devletler yine Lozan’da yapacaklarını yapmışlar, din temelinde kardeş halkları ötekileştirilmenin enstrümanlarını yakalamışlardı. Bunun bir sonucu olarak, Ermeni yurttaşlarımız birinci sınıf yurttaşlıktan, uluslararası platformun koruyuculuğunda kilisenin gözetimi altında bir azınlık durumuna düşürülmüşlerdi. Yeni Türk devletinde Müslüman olmayan unsurlar azınlık olarak kabul edildiğinden Türk vatandaşı Ermenilere de azınlık hakları tanınmıştı.Bu durum Osmanlı Devleti hukuk sistemini tekrar çağrıştırmaktan başka bir şey değildi. Aynı zamanda, yurttaşlar arasındaki eşitlik ilkesinin de zedelenmesiydi. 

ERMENİLERİN İTİBARI İADE EDİLİYOR... 

Mustafa Kemal, yeni Türk Devletini yapılandırırken, Büyük Devletlerin azınlık statüsünde ısrar ettikleri üç gayrimüslim yurttaşlarımızı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldurmanın yollarını arıyordu. Misak-ı İktisattan sonra adalet sisteminin yeniden yapılanması kapsamında tüm Türk yurttaşlarım kucaklayan 1926 yılında Medeni Kanunun kabul edilmesinden sonra Lozan’da azınlık statüsünde bulunan üç gayrimüslim unsur TC vatandaşlığına kavuşmanın onurunu yaşıyorlardı. Medeni Kanunla gerçekleşen adalet reformu, Lozan’da 
büyük devletler tarafından dayatılan azınlık argümanının tarihin derinliklerine gömüyor, üç cemaat de kendi istekleri ile azınlık statüsünden vazgeçiyorlardı. Hiç bir zaman ötekileştirilmelerine izin verilmemiş, TC vatandaşı Ermeni yurttaşlarımızın itibarlarının iadelerine girişiliyor, birçok Ermeni genci Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği doğrultusundan öğrenim için Avrupa’ya gönderiliyorlardı. 

Mustafa Kemal’in tutum ve davranışında bir zamanlar yaramazlık yapan bir çocuğun affedilmesi gibi Ermenilerin itibarlarının iadeleri sezinleniyor ve simgeleşiyordu. Bu şekilde Yeni Türk Devleti’nin inşasında azınlık statüsünde yer alan bütün yurttaşlarımız görev üstleniyorlardı. Türk Dil Kurumu’nun oluşumunda soyadını bizzat Atatürk’ün verdiği ve sivil inisiyatif biçiminde örgütlendirilen bu kurumun baş uzmanlığına Agop Martayan (Agop Dilaçar) getiriliyordu. Türk mali sistemi yine soyadını Mustafa Kemal’in “Türker” 
olarak verdiği Berç Keresteciyan’a emanet ediliyordu. Türk Millîyetçiliğinin oluşumunda ve Türk Tarih Kurumu’nun uluslararası düzeye getirilmesinde iki Yahudi kökenli bilim adamımız da görev alıyordu.Bunlardan birincisi, Ziya Gökalp’in hemen her vesile ile ifade ettiği, Türk millîyetçiliğine önemli katkılarda bulunan ve yazdığı “Kemalizm, Türkleştirme ve Türk Ruhu” kitaplarıyla tanınan 
Munis Tekinalp müstear adıyla Moiz Cohen’di. Diğeri ise bir anlamda Agop Dilaçar’ın karşısında yer alan ve yazmış olduğu “Arap Harfleri Terakkimize Mani Değildir” eseriyle duruşunu belli eden Prof.Dr.Avram Galanti’ idi. Bodrumlu olarak tanınan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında TBMM Nevşehir milletvekili Avram Galanti’nin bir önemli özelliği ise onun ünlü bir tarihçi olmasıydı. Yazmış olduğu altmışın üzerindeki uluslararası düzeydeki kitabıyla haklı bir üne sahipti.Bir diğer önemli sivil inisiyatif Türk Tarih Kurumu’nun yeniden 
yapılandırılmasında önemli katkıları olmuştu. Avrupa’da kendi soydaşları soykırıma tabi tutulurken o, varlık vergisinin gerekli olduğunu söyleyerek TBMM’de milletvekilliği görevini icra ediyordu. 

AGOP DİLÂÇAR 

Dil konusu açıldığında, Ermeniler Türk dili ile öylesine bütünleşmişlerdir ki, kendi özel ilişkilerinde Türkçe’den başka bir dili kullanmamaya azami çabagösterdikleri bilinen bir gerçektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi Edebiyat konusunda yaptıkları katkılar yanında Türk dilinin gelişmesi konusunda da büyük katkılarda bulunmuşlar dır. Bunlardan biri de kuşkusuz asıl adı Agop Martanyan 
olan Agop Dilâçar’dır. Türk dilinin gelişmesine yapmış oldukları hizmetlerinden dolayı Dilâçar soyadı 1935’te kendisine bizzat Atatürk tarafından verilmiştir. Mustafa Kemal ile asıl tanışıklıkları Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye cephesinde olmuştur. O tarihlerde Orduda yedek subay olan, Kafkas cephesinde yaralandığı için Gazi madalyalı Dil bilimcisi Agop Dilâçar, 1917 yılında Latin abecesine 
geçiş çalışmalarını Mustafa Kemal’e Şam’da 7. Ordu Karargahında göstermiş ve kendisi ile harf devrimini burada tartışmıştır. Kendisi, 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayında düzenlenen Birinci Türk Dil Kurultayına çağırıldı.22 Agop Dilâçar, bu kurultaya bir yabancı dil adamı gibi çağrılmasına alınmıştır ancak, yüksünmemiştir. Ancak kendisine bu konuda haksızlık edildiği de bir gerçektir. Bu kurultaydan sonra Türk Dil kurumu Başuzmanlığına getirildi. 

Dilâçar, Dil Devrimi bağlamında “ Arındırma ve Özleşme” stratejisi ile ilgilenmiştir. 

Ermeni asıllı olmasına karşın Cumhuriyet döneminin en büyük dil bilimcilerinden dir. Ağdalı yapmacık, yabancı sözcüklerle dolu Türkçe’ye, halkın kavrayışına aykırı olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Yeni kavramları karşılayacak sözcüklerin, diğer diller yerine eski öz Türkçe eserlerden (Kutadgubilig gibi) ve halk arasındaki kullanımlardan derlenmesine taraftan olmuştur. Nitekim Dilâçar’ın Başuzmanlığı sırasında, Mart 1933’te 1382 Arapça ve Farsça sözcüğe Türkçe karşılıklar aranması amacıyla halk arasında 
bir anket yapılmış ve bu sözcükler radyo ve gazeteler aracılığıyla duyurularak, halkın bu sözcüklere yatkınlığı ve benimsemesi istenilmişti. 

Bu tutum dayatmacı olmayan, bulgulann kendi halkıyla bütünleştirildiği tamamen bilimsel bir yaklaşunı dikte ettirmektedir. 

Bu bakış açısı bir başka Türk dili hülyalısı 1914 yılında ölen İsmail Gaspıralı (Gaspıranski)’nin de en büyük hayaliydi. Çıkardığı “Tercüman”gazetesiyle, Adriyatik Denizinden, Çağatay’a, Çin Denizine kadar ortak bir Türkçe’yi kullanabilmenin özlemini çekmişti. 
Ancak, Türk Bayrağı altında molla rejimi ya da Arap millîyetçiliği liderliğinde ümmetçilik özlemi çeken bilinen şeriatçı medya tarafından çok eleştiriye uğramıştır Dilâçar, köklerimizden bizi ayıran, soyutlayan Ermeni diye acımasız tenkitlere uğramıştır. 
Oysa, Otonomlaştırılmış Sovyetleştirilmiş ve ayrımlaştırılmış eski Türkistan coğrafyasında köklerimizden ayırım özleştirme kapsamında konuşulan ortak dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılarak, yerine Rusça sözcüklerle değiştirilmesi olayıdır. Rus şovenizmi altında yapılan ; doğa ile iç içe bulunan nomad kültürü içerisinde gelişme göstermemiş olan kırsal dilin Kiril abecesi ile Rus kent kültürü ve teknolojisindeki sözcük bombardımanına tutulması olayıdır. Agop Dilâçar’a atfedilen tümüyle yanlıştır. Türkçe Konuşan Ülkeler Kurultaylarında kulaklarında Rusça’yı ana dil olarak kullanan aralarında simültane kulaklıklarla ancak anlaşabilenlerin bu durumdan çıkarabilecekleri çok dersler bulunmaktadır. 

Türkçe yapısı itibariyle sistemleştirilmiş büyük bir dildir. Aslında, kendi sigortalarını da ortaya koymuştur. Onun zenginleşerek bilim ve felsefe dili olma yolundaki gelişimini geciktiren engelleri aşmak zorunda olduğumuzun bilincine varmalıyız. Zengin bilim ve felsefeye elverişli bir dile sahip olamayan milletler, bu varlığa sahip olan milletlere daima muhtaç olacakları kuşkusuzdur. Bir başka 
ifadeyle, üreten o toplumun tüketicisi durumuna gelecekleri de kuşku götürmez bir gerçektir. Bu yüzden onların tam bağımsızlığından da bahsedilemez. Dille ilgili sorunlarımızı politik kaygılardan uzak olarak bilim alanına çekmek zorunda olduğumuzun bilincine varmalıyız. Böyle bir tutum içerisinde de çözülemeyecek bir sorun yoktur. 

BERÇ TÜRKER KERESTECİYAN 

Mütareke döneminde Osmanlı Bankası Müdürlüğü görevini icra ederken, yabancı dillere hâkim olmasından dolayı, İngilizlerin isteği ile İngiliz İşgal Kuvvetlerinin baskısıyla zorunlu olarak tercümanlık yapmağa başlamıştı. Aslında bir bakıma, Mili Mücadeleye yardım etmek için bu görevi benimsemişti. Olayların içersinde bulunması Anadolu’ya silah kaçıran millîcileri himaye etmesini, yakalananları 
“Suçsuzdur” diye bıraktırması gibi bir imkan da yaratmıştı. Osmanlı Bankasının Millî Mücadeleye yapmış olduğu önemli katkı onun sayesinde gerçekleşmişti. Bununla da yetinmemiş, Fransa’dan silah ve mühimmat alınmasının perde arkasında da o bulunuyordu. Ermeni kapı komşusunun dedesinin Zeytinburnu cephane fabrikasında ustabaşıyken Anadolu’ya silah sevkiyatını örgütlemesine de ön ayak olmuştu.Kurtuluş Savaşı başlarken son derece önemli katkısı ise, Mustafa Kemal’i Samsun’a götüren Bandırma gemisinin İngilizlerin torpilleme söylentilerini yetkililere aktarması, onun bu bilgisi sayesinde geminin rota değiştirmiş olmasıydı. Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmasından önce, Paşa’nın avukatı Saadettin Ferit’e “Siz, Paşa Hazretleri’nin hem avukatı, hem zannederim yakın dostusunuz. Paşa hazretlerinin bindiği vapur Boğaz dışında bir İngiliz torpidosu tarafından batırılacak. İkaz ediyorum. Lütfen Paşa Hazretleri’ne iletiniz, kıyıdan gidiniz” demişti. Kurtuluş Savaşı bitince haklı olarak, bu konuda kılı kırk yaran 
TBMM, ona İstiklâl Madalyası vermiş, Mustafa Kemal Atatürk de soyadı kanunu çıkınca kendisine Türker soyadını layık görmüştü. 

Yeni Türk Devleti’nin Misak-İktisat çerçevesinde yeniden yapılandırılmasında zamanın Osmanlı Bankası müdürü Berç Keresteciyan (Türker) görev almıştı., 

1923-1933 arasındaki bütçeyi yapanların başında geliyordu. 

Günümüzde nostalji olarak bakılan bir “Denk Bütçe” kavramım hiç unutulmayacak bir biçimde kafalara kazımıştı adeta.. Berç Türker 
Keresteciyan TBMM 5. Dönem, 6. Dönem ve 7. Dönem’de (19351946) 

Atatürk’ün gayrimüslimler ayırma karan aldığı kontenjandan Afyonkarahisar milletvekilliği yapmıştı. Berç Türker Keresteciyan Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmış 12 gayrimüslimden (1962 Senatosu ile 13) biridir. 

SONUÇ 

Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında bütün bu yapılanlar kültür millîyetçiliği bağlamında millet-i sadıka’nın itibarının tekrar iade edilmesinden başka bir şey değildir..Ancak, 1936 yılından itibaren hastalanması dolayısıyla, yönetimden uzak kalması ve ölümünden sonra da eski Osmanlı İmparatorluğunu yıkan Hürriyet ve İtilaf ile bilinen İttihat Terakki particilik anlayışı adım adım bugün içinden çıkılamayan bir açmazlar sarmalı içersine Türkiye’yi sokmuştur.. Atatürk’ün ölümünden ve özellikle de 1939 yılından itibaren onun yeşerttiği Çağdaşçılık politikasının bırakılarak Osmanlı Batılcılığına evrilmesi, bir başka deyişle eski Osmanlı politikalarına dönüş, Batıya ödün verilme sürecini hızlandırmıştır. Oysa ki, onun yaşadığı dönemde Ermeni vatandaşlarımız Mustafa Kemal Atatürk’e bir vefa borcu olarak Türk Ulusunun toplumsal belleğini kazınan güzel imzasını güzel yazı ve matematik öğretmeni Vahram Çerçiyan’la 
ölümsüzleştirmesini sağlamışlardır. 

DİPNOTLAR;

1 Kemal Beydilli, “1828-1829 misaOsmanlı-Rus Savaşı’nda Doğu Anadolu’dan Rusya’ya Göçürülen Ermeniler”, TTK, Belgeler, XIII/17, Ankara, 1988, s. 12 
2 Ufuk Gülsoy, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rumeli’den Rusya’ya Göçürülen Reaya, İstanbul, 1993, s. 24-25 
3 Halil İnalcık, Kırım, c. VI, İstanbul, 1998, s.751 
4 M. Fahrettin Kirzıoğlu, Bütünüyle Sivas Kongresi, el, Ankara, 1993, s.277, A.g.e., s.277 
5 A.g.e., s.277 
6 A.g.e., s 5 
7 A.g.e., s 5-6 
8 A.g.e., s 6 
9 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları (1920-1945), c I, Ankara, 1983, s.19-23 
10 Türk Parlamento Tarihi, 1919-l927, c I.Ankara, 1969, s.601-602 
11 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Maarif Matbaası, İstanbul 1945, s. 226 
12 Bu talimatın tamamının tıpkıbasımı için bkz. Bilâl N. Şimşir, Lozan Telgrafları Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994, tıpkıbasım 1 * Doğu sınırı, söz konusu olamaz.. 
13 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.210-211, No. 134 
14 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.215-216, No. 140 
15 Şimşir, Lozan Telgraftan I, s. 218-220, No. 143 
16 Şimşir, Lozan Telgrafları l, s. 236, No. 165 
17 Şimşir, Lozan Telgrafları I, .s. 268-270, No. 199 
18 Şimşir, Lozan Telgraftan I, s. 271, No. 2902 
19 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.360, No. 322 
20 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Maarif Matbaası, İstanbul 1945, s. 291 
21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Maarif Matbaası, İstanbul 1945, s. 306 
22 Kaya Türkay, A. Dilâçar, Ankara, 1982, s.15-16 


***