Müttefiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müttefiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2019 Perşembe

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 2

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 2


Türk-Amerikan İttifakı Nasıl Yürüdü? 

İttifakın, üye devletlerin haklarını ve yükümlülüklerin belirten resmî bir anlaşma olarak tanımlanmasından12 anlaşılacağı gibi bir ittifak ilişkisi faydanın yanında mâliyet ve sorunlar da getirmektedir. Devletlerin bir ittifaka katıldıklarında haklarını maksimize ve yükümlülüklerini minimize etmeye ya da en azından ikisi arasında bir denge kurmaya özen göstermeleri, ittifakın işleyişi sırasında da dengenin aleyhlerine bozulmaması için sürekli konumlarını gözden geçirmeleri doğaldır. ABD’nin, 1964 yılı içinde Türkiye’nin en önemli meselesi olan Kıbrıs sorununda yalnız bırakmaya varacak derecede olumsuz tavır takınmasının, Türk kamuoyunu Türkiye’nin ABD’yle ittifaktan kazandıklarını ve kaybettiklerini sorgulamaya yöneltmesi de bu açıdan beklenen bir gelişmeydi. 

Türk eleştirmenlerin bu çerçevede dile getirdikleri görüşlerin şu teorik açıklamalarla yakından ilgisi vardı: İttifak, kışkırtıcı bir rol oynayarak devleti, karşı ittifaktaki süper gücün ve onun müttefiklerinin tehdidi altına sokabilir ve eğer devlet ittifak içinde en zayıf halkayı oluşturuyorsa düşman saldırısının ilk hedefi haline gelebilir. Bir süper güçle ittifak kurmuş olmaktan ve o devletin üslerini ve silahlarını toprakları üzerinde barındırmaktan dolayı bir devletin 
iradesi dışında çatışmalara girmesi de olasıdır. İttifak diğer taraftan devletin zaten kısıtlı olan güçlerinin çok gerekli olmayan yerlere dağıtılarak genel gücünün azalması sonucunu doğurabildiği gibi sağladığı faydadan fazla mâlî yükümlülük getirebilir; savunma bütçelerinin yüksek olmasına, haberleşme harcamalarının artmasına ve askerî bürokrasinin büyümesine neden olabilir. Son olarak, bir ittifaka dahil olmak, devletin bağımsızlığının zedelenmesine, içte ve dışta prestijinin ve etkisinin azalmasına da sebebiyet verebilir.13 

Bu eleştiriler karşısında ana muhalefet partisi CHP, ABD'yle ittifakın daha az zarar verir hâle getirilmesini savunurken, iktidar partisi AP de Türk-Amerikan ilişkilerinin genel havasını değiştirecek derecede ABD'yle ilişkileri yeniden gözden geçirme yoluna gitti. Ancak yine de Türk yöneticiler, yukarıda bahsedilen ittifak kurma nedenleri dışında, ABD’nin politikalarına ve hareketlerine etkide bulunarak daha elverişli hâle getirmek ve Amerikalıların kendilerine karşı düşmanca politikalar takip etmelerini önlemek için ABD’yle ittifakı sürdürme taraftarı oldular. 

Bu arada ABD’yle ittifakın ikili ilişki olmaktan çok NATO çerçevesinde yürüyen çok taraflı bir ittifak olduğunu vurgulayarak zararları bir dereceye kadar azaltmayı ümit ettiler. Çünkü çok taraflı bir ittifakın iki taraflı ittifaka göre daha faydalı olduğu teoride dile getirilen bir gerçekti. 

Çok taraflı ittifak, düşmanı caydırmada daha etkilidir, savunmayı güçlendirir, üyeleri saldırıya uğrayana yardım etmeye daha zorlayıcıdır, daha fazla devletin siyasî ve maddî desteğini sağlar, üyelerin pazarlık gücünü artırır, üyelerin uzlaşarak karar vermelerini temin eder ve küçük üyelere kendi görüşlerini diğerlerine kabul ettirmeleri açısından daha fazla imkân tanır. Çok taraflı ittifakın, bir büyük devletin politika aracı haline gelmesi olasılığı da daha zayıftır. Böyle bir ittifak içindeki küçük devlet daha az dış baskıya mâruz kalır ve halkının etki altında kalma açısından ittifaka gösterdiği tepki de daha az olur.14 

Ortak ya da aynı olan çıkarlardan ve amaçlardan çok paralel olan çıkarların ve amaçların ittifakın önemli temellerinden biri olduğu teoride ağırlıklı olan görüştür. Diğer taraftan ittifaktan beklentileri çok farklı olan devletlerin birbirleriyle uzlaşmaları olasılığının çok zayıf olduğu ve ancak amaçlarının sınırlı, muğlaklıktan uzak ve açık olması durumunda dayanıklı ve istikrarlı bir ittifak kurabilecekleri de söylenmektedir.15 Türkiye ve ABD, başlangıçta Sovyet etkisinin yayılmasını durdurmak gibi oldukça açık bir ortak hedefe sahiptiler. Daha sonraları ortak tehdidi algılamalarında bazı farklılıklar ortaya çıktı. Ayrıca ittifaktan beklentileri de farklılaştı, her iki taraf ittifakı daha çok kendi özel 
çıkarları için kullanma eğilimi içine girdi. Türk yöneticiler ittifaka yaptıkları katkılarla ABD'nin ulusal çıkarlarına hizmet ettikleri inancında idiler, bu yüzden ittifakın dışında gözüken konularda bile Amerikalıların kendilerini desteklemesini beklediler. Kıbrıs konusunda ABD’nin kendi tezlerini desteklemesini beklemeleri buna örnek gösterilebilir. Diğer taraftan Amerikalılar da Türkiye'nin NATO İttifakı dışında ABD'nin global stratejisiyle uyuşmayan çıkarları olabileceğini 16 ve SSCB'den başka ulusal çıkarlarını zedeleyebilecek düşmanları bulunabileceğini görmediler. 

Gücü ve büyüklüğü dikkat çekici şekilde farklı olan devletlerin kurdukları ittifakta sorunlarla karşılaşmaları, dünya olaylarını farklı algılamaları ve uluslararası alanda ulaşmaya çalıştıkları amaçlarının farklı olması doğal kabul edilmektedir. Böyle bir ilişkide zayıf olan devletin, siyasî, fiziksel ve kültürel varlığının karşı tarafın tehdidi altına gireceğinden endişe duyması ve karşı tarafın etki ve kontrolünü artırmak üzere ittifak ilişkisini kullanacağından korkması da oldukça yaygın yaşanan bir durumdur. Zayıf olan devletin güçlü müttefikinden 
önemli miktarda askerî ve ekonomik yardım alması durumunda uydu haline geldiği ise oldukça sık işitilen bir eleştiridir. Diğer taraftan zayıf tarafın bazı durumlarda istediklerini gerçekleştirme konusunda güçlü müttefikinden daha fazla etkiye sahip olabileceği de söylenmektedir.17 

Kapasite eşitsizliğinin açık olduğu Türk-Amerikan ilişkileri örneğinde, Türk halkının ve yöneticilerinin, tarihsel tecrübeden kaynaklanan, Türkiye’yi Batılı devletlerle eşit görme ve yabancı etkisine karşı çok duyarlı olma özellikleri göz önüne alındığında, sol kesimden yükselen, Türkiye’nin ABD’nin uydusu haline geldiği iddialarının kamuoyunda büyük sarsıntıya yol açması kaçınılmazdı.18 ABD’nin Kıbrıs konusundaki olumsuz tavrıyla beslenen ve halkın büyük kesimini etkileyen bu iddialar karşısında Türk yöneticiler hem kesin reddetme yoluna gidecekler, hem de iddiaların yanlışlığını ispatlamak için bazı girişimlerde bulunacaklardı ki, bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrinde önemli değişiklik lere neden olacaktı. 

Bir ittifakın sağlamlığının, üyelerin kendisinden fayda elde etmeye devam etmesine, ortak dış tehdidin varlığını sürdürmesine, tarafların birbirlerine danışarak hareket etmelerine, kararlara uzlaşarak ulaşmalarına ve sorumluluklarını yerine getirmede tereddüt göstermemelerine bağlı olduğu açıktır. Sorumlulukların yerine getirilmesindeki tereddütün özellikle zayıf tarafı güvenliği konusunda endişeye sevkettiği, danışma olayında da hep güçlü tarafın kendisine danışılmasını beklemesinin huzursuzluğa neden olduğu teoride belirtilen bir husustur. Ayrıca sistemin iki kutuplu, bloklar arasındaki çatışma ve gerginliğin de ileri derecede olması durumunda da her bir ittifak sistemi içindeki dayanışmanın kuvvetli olacağı, çok kutupluluk ve yumuşama hallerinde ise ittifaklar içindeki devletlerin bağımsız hareket etmede kendilerini daha serbest hissedecekleri söylenir.19 

Doğu-Batı çatışmasının oldukça şiddetli olduğu ve Sovyet tehdidinin daha belirgin olduğu 1950’lerde Türk-Amerikan ilişkileri oldukça samimiydi. 1960’ların ikinci yarısından itibaren, uluslararası sistemde yumuşamanın hâkim olduğu, çok kutupluluğa gidiş sürecinin yaşandığı ve Sovyet tehdidinin azalmış göründüğü dönemde ise Türkiye ve ABD birbirlerine danışmadan daha farklı politikalar güdebildiler. 

Türk yöneticiler, Amerikan üslerindeki faaliyetlerden haberdar edilmemekten ve Jüpiter füzelerinin bilgileri dışındaki nedenlerle kaldırılmasından şikâyet ederken, diğer bloklarla ilişkileri geliştirmede kendilerini daha rahat hissettiler. Amerikalılar da kendilerine haber verilmeden Kıbrıs'a çıkarma yapılmasından rahatsız oldular, ayrıca yumuşama döneminde Türkiye'nin öneminin azaldığını düşünüp yardım sağlama konusunda daha isteksiz hâle geldiler. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 1

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 1



AVRASYA DOSYASI 
Yrd. Doç. Dr. Nasuh USLU* 
* Kırıkkale Üniversitesi, İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 
NASUH USLU

AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ

Giriş 

1947'deki Truman doktriniyle sıkı ilişkiler içine giren ve NATO’ya üye olarak aralarındaki ilişkileri ittifak düzeyine çıkartan Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, bundan sonraki siyasî ve askerî ilişkilerini NATO çerçevesinde imzaladıkları değişik anlaşmalarla yürüttüler. 

Bu bakımdan iki devlet arasındaki ilişkileri ittifaklarla ilgili teorileri göz önünde bulundurarak açıklamak daha faydalı olabilir. Genel olarak bakıldığında, Türkiye'nin üç temel nedenle ABD'yle ittifak kurduğu söylenebilir: Güvenliğini korumak, askerî ve ekonomik yardım elde etmek ve Batı tipi devlet yapısını güçlendirmek. Amerikan yöneticilerini Türkiye'yle ittifak ilişkileri kurmaya iten başlıca neden ise ABD'nin Orta Doğu'daki çıkarları ve SSCB'yi çevreleme politikası açısından Türkiye'nin taşıdığı stratejik önemdi. Bu makalede Türk-
Amerikan ittifakının temeli açıklandıktan sonra nasıl yürüdüğü yine teoriler çerçevesinde ele alınacak ve günümüze kadar nasıl bir tarihî seyir izlediği ortaya konmaya çalışılacaktır. 

Türkiye ve ABD Niçin İttifak Kurdu? 

Teori, devletlerin, kendi olanaklarıyla karşı koyamayacakları büyük bir dış tehdide karşı daha güçlü devletlerin ittifak ve yardımlarını elde etmeye çalıştıklarını, buna karşın daha zayıf bir devletle ittifak kuran büyük devletin de bu yolla nüfuzunu stratejik yerlere doğru yaymak ve temel düşmanının başka devletlerin kaynaklarına sahip olmasını engellemek istediğini söyler.1 

ABD ve Türkiye'yi bir ittifak sistemi içinde biraraya getiren temel neden, Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin güvenliğine karşı oluşturduğu tehditti. 
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Sovyet yöneticilerinin, Türkiye ve SSCB arasındaki 1925 tarihli dostluk anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmeleri, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesinde Karadeniz'e kıyısı olan devletler lehine değişiklikler yapılmasını istemeleri ve Doğu Anadolu'da toprak talebinde bulunmaları, Türk liderleri ABD’nin askerî ve diplomatik desteğini kazanmaya itti. Ekim 1946'dan itibaren Sovyet liderleri Türkiye üzerindeki isteklerini dile getirmekten vazgeçseler ve 1953 yılından sonra da Türkiye'yle dostluk ve barış içinde yaşamak istediklerini gösterir jestlerde bulunsalar da Türk yöneticiler, SSCB'yi Türkiye için potansiyel bir tehdit olarak algılamaya devam ettiler ve bu yüzden 
özellikle 1947-1964 döneminde ABD ve NATO’yla sıkı ilişkiler içinde olmaya büyük önem atfettiler.2 Amerikan yöneticilerinin gözünde ise Türkiye, Yakın ve Orta Doğu'daki Sovyet yayılmacılığını durdurma politikalarının önemli bir parçasıydı.3 Bu arada ortak tehdit algılamasına rağmen tehdit anında büyük devletlerin, müttefikleri zayıf devletlerin yardımına gidip gitmemede, yardımı geç ulaştırmada, yardım karşılığında önemli tâvizler istemede ve hatta gerekli gördüklerinde düşman güçle zayıf devletler aleyhine işbirliği yapmada kendilerini serbest hissetmeleri gerçeği4 Türk-Amerikan ilişkilerini de rahatsız eden bir unsurdu. 1964 yılında Amerikan Başkanı Johnson’ın Kıbrıs sorunundan 
dolayı Sovyetlerin saldırısına uğraması durumunda ABD’nin Türkiye’nin yardımına gitmeyebileceğini ilân ettiği dönüm noktasından sonra Türk yöneticiler, ihtiyaç anında ABD’nin yardıma gelmeyebileceği ve bazı konularda SSCB’yle uzlaşmaya gidebileceği endişesinden hareketle seçenekleri artırma adına Doğu Blokuyla ve Üçüncü Dünyayla ilişkileri geliştirmeye çalıştılar. Ancak yine de güvenlikleri için birinci derecede ABD ve NATO’ya güvenmek durumundaydılar. 

Gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik yapılanma ve gelişme planlarını uygulayabilmek ve modern savunma ve silah sistemlerini elde edebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalıştıkları bir gerçektir.5 Bu bağlamda Türkiye'nin askerî ve ekonomik yardım ihtiyacı ve ABD'nin Türkiye'nin yardım isteklerine verdiği karşılık Türk-Amerikan ilişkilerinde her zaman önemli rol oynamış önemli bir unsurdur. 

Daha fazla refah ve özel sektörü destekleme vaadiyle 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomik plan ve projelerini uygulamaya koyabilmek ve Türk ordusunun modernleştirilmesi de dahil askerî harcamalarını karşılayabilmek için büyük ölçüde Amerikan askerî ve ekonomik yardımına güvenmekteydi.6 Türk yöneticilerin ABD'yle savunma ilişkilerine girmede ve NATO'ya katılmada çok istekli olmaları, bu amaçla belki de Sovyet tehdidini olduğundan biraz fazla göstermelerinin önemli bir nedeni de Amerikan yardımı elde etmek istemeleriydi. 
1947 yılından itibaren ABD hep Türkiye'nin en önemli ekonomik ve askerî yardım kaynağı oldu. Fakat bu yardım hem Türk yöneticilerinin istediği miktarda olmadı, hem de onları rahatsız eden yabancı unsurlar taşıdı; böylece iki ülke arasında hep sorun olmaya devam etti. 

Teoride bir devletin büyük bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duyması halinde genellikle coğrafî olarak kendisinden uzak olan bir devleti tercih ettiği de söylenir. Bununla beraber, uzak olan büyük devletle yapılan ittifakın sonuçta daha az güvenilir olduğu ortaya çıkabilir. 
Çünkü uzak olan devletle bölgesel anlaşmazlıklar konusunda ortak politika takip etmek öncelikler farklı olduğu için zordur. 

Saldırı durumunda uzak olan devletin yardıma gelmesi daha az olasıdır, gelse bile o gelinceye kadar müttefiki öldürücü darbeyi yemiş olabilir. 

Bu olumsuzlukları gidermek için bazen bir devlet, müttefiki olan büyük devletin, toprakları üzerinde üs ve silah bulundurmasına izin verebilir, bu şekilde otomatik yardım gelmesini sağlamaya çalışabilir. Bir devletin tehditkâr bir süper gücün coğrafî olarak yakınında bulunması, coğrafî ve stratejik konumunun büyük devletler açısından önem arzetmesi de bu devletin ittifaklara katılmasında önemli rol oynar. Bir devlet bir süper gücün doğal yayılma alanı içinde bulunuyorsa, bu bölgesel gücü dengeleyebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalışır.7 Büyük devlet ise temel düşmanına karşı konumunu güçlendirme açısından stratejik önemi bulunan devletin kendi ittifakı 
içinde bulunmasını tercih eder. 

Türkiye, sosyalist blokun lideri olan Sovyetler Birliği ile çok uzun bir sınıra sahipti ve bu devletin doğal etki ve yayılma alanı içinde bulunuyordu. 

Bu yüzden Türkiye, bu dev gücü dengeleyebilecek tek ülke olan ABD'yle ittifak kurmaya ve kurduğu ittifakı devam ettirmeye büyük önem verdi. Türk liderler, saldırıya uğrama durumunda ABD'nin otomatik yardımını sağlayacağını düşündüklerinden toprakları üzerindeki Amerikan üs ve silahlarının bulunmasını memnuniyetle karşıladılar. Türk yöneticiler Türkiye'nin Batı ittifakı dışında kalamayacağını savunurken en fazla kullandıkları argüman, Türkiye'nin büyük devletler açısından stratejik öneminin büyüklüğünün tarafsız ve yalnız 
kalmasına imkan vermediğiydi. Amerikan politika yapıcılarının gözünde de Türkiye, Orta Doğu ve Sovyetler Birliği arasında doğal bir engel oluşturduğu ve Boğazlar, sayıca büyük bir ordu ve toprağı üzerindeki askerî üsler gibi Batı'nın vazgeçemeyeceği önemli unsurlara sahip olduğu için Batı ittifakı içinde tutulması gerekli bir devletti. 

Teoride ideolojinin, ittifakların kurulmasında güvenlik ihtiyacından sonra geldiği ve ancak ikincil bir önem taşıdığı, bununla beraber aynı ya da benzer ideolojiye ve kültürel değerlere sahip olan devletlerin kurdukları ittifakların daha etkili ve dayanıklı olduğu, daha çok fayda ve daha az problem getirdiği belirtilir.8 Türk yöneticiler açısından ise ABD’yle ilişkilerde ideolojik boyut büyük önem arzetmekteydi. 
Türkiye'nin Batı dünyasıyla ortak değerler paylaşan, demokratik ve laik bir ülke olduğunu sürekli olarak vurgulayan Türk liderlerin gözünde ABD’yle kurulan ittifak, Batı'yla ilişkileri sıkılaştırmada ve ülke içinde Batılılaşma politikalarını uygulamada yardımcı olacak önemli bir araçtı. 
Türkiye’nin geçirdiği anti-demokratik tecrübelere fazlaca tepki göstermemelerin den anlaşıldığı gibi Amerikalıları daha fazla ilgilendiren ise ideolojik kaygılar değil, fakat Amerikan çıkarlarının korunmasıydı. Yine de Türk yöneticilerinin siyasî, ideolojik ve ekonomik sistemler konusunda Amerikan liderleriyle aynı fikirleri paylaştıklarını iddia etmelerine rağmen Türk ve Amerikan uluslarının kültür, din ve demokratik deneyim açılarından farklılık göstermesi zaman zaman birbirlerini anlamama ve kızgınlık duyma şeklinde problemler de çıkartabilecekti.


Türk yöneticilerin ABD’yle ittifakta ısrarlı olmalarının nedenleri arasında iç politikadaki hatalarını örtmek, içte istikrar sağlamak ve konumlarını güçlendirmek istemelerinin de önemli yer tuttuğu söylenebilir. Bir yönetimin güçlü ve uluslararası alanda saygı duyulan bir ittifakın siyasî, askerî ve ekonomik desteğini elde etmesinin, onun durumunu potansiyel ve var olan düşmanları karşısında güçlendirdiği ve içte de halkının gözünde prestijini artırdığı düşünülmektedir.10 Türk liderleri, Batı'yla kurdukları ittifakı, Türkiye'nin siyasî ve demokratik gelişiminin sigortası ve uygar bir Batı devleti olarak büyüklüğünün kanıtı olarak gördüler hep. ABD'nin yaptığı ekonomik ve askerî yardım ise Türkiye'nin belli başlı güç kaynaklarından biriydi. Türk yöneticiler içerde siyasî ve ekonomik krizlerle karşılaştıklarında da Batı devletlerinin 
yardımlarla ve yaptıkları açıklamalarla kendilerini desteklemelerini beklediler. 

Bazen de ekonomi ve dış politika alanındaki başarısızlıklarını Batılıların olumsuz tutumlarına bağlayarak faturayı Batı'ya çıkarma yoluna gittiler. Haziran 1964'te Başbakan İnönü, Kıbrıs'a çıkarma yapmanın maddî koşullar açısından mümkün olmadığını anlayınca, prestijini kurtarmanın yolunun çıkarmayı engelleyenin ABD olduğunu göstermek olduğunu düşündü ve Amerika'nın tepkisini çekebilmek için Türk ordusunun yapacağı müdahaleden Amerikalıları haberdar etti. 

Genel olarak devletlerin, büyük tehlikeleri beraberinde getirme olasılığı yüksek olduğu için, büyük devletlerle ittifak kurmaktan çekinmeleri tavsiye edilir. İttifaklara taraf olmama politikasını takip edebilmesi içinse bir devletin şu özelliklere sahip olması gerektiği belirtilir: 

Bir blokun yanında yer aldığında genel güç dengesini bozacak derecede güçlü olmamalı. Vatandaşları genel dünya olaylarında uzak durma konusunda istekli bulunmalı.11 Stratejik açıdan önemli ve siyasî olarak kışkırtıcı olmamalı. Güçlü bir devletin tehdidi altında da bulunmamalı. 

Türk yöneticiler hiçbir zaman tarafsızlığın Türkiye açısından uygun bir politika olduğunu düşünmediler. Çünkü onlara göre Türkiye, büyük devletlerin gözlerinin üstünde olmasına neden olan önemli bir stratejik konuma sahipti, Sovyet tehdidine karşı güvenliğini korumasını sağlayacak yeterli ulusal kaynakları ise bulunmuyordu. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***