Naim PINAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Naim PINAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2015 Pazartesi

AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?







AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?



26 Ocak 2014 Pazar
Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

21 Ocak 2014 günü worlddometers’nin verilerine göre günümüzde Dünya nüfusu 7 milyar 207 milyon 877 bin 591 kişi olarak tespit ediliyordu. Bu rakam Ölüm ve doğumlara göre saniye başı değişmekteydi. Aynı gün Dünya’daki aç insan sayısı 894 milyon 316 bin 298 olarak gösteriliyordu. 21 Ocak günü için saat: 21:12 itibarıyla açlıktan ölen insan sayısı 23 bin 624 olarak worldometers’de yayınlanmaktaydı.1 Bu veriler devamlı aktüel tutulmaya çalışılıyor fakat o kadar hızlı değişiyorlardı ki, ekrana her baktığımda rakamlar hızla bir canlının daha, aç olarak yaşama gözlerini yumduğunu haykırıyordu. Açlıktan ölümlerin yoğun olarak yaşandığı ülkelere baktığımızda bunların sahranın altındaki Afrika ülkeleri ve Asya ülkeleri olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dünya’da açlığın en yoğun yaşandığı Eritre’nin  % 73’ü yetersiz beslenmektedir. Afganistan, Çin, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi Asya ülkelerinin ortalama olarak % 16’sı yetersiz beslenmektedir. Her yıl ortalama 11 milyon çocuk beş yaşına gelemeden açlığın neden olduğu sorunlardan ölmektedir. Tarihsel olarak sömürgecilik yarışındaki ülkelerin “medeniyet” götürdüğü Afrika ve Asya kıtası ülkeleri bugün halen iç savaşlar, kötü yönetimler ve çeşitli yapısal sorunlarla boğuşmaktadır.


***




Bu ülkelerde yaşanan açlık ve siyasi sorunlar istemeden insanın aklına “aç karnına demokrasi alırlar mı ?” sorusunu getiriyor.  Dünya’nın çeşitli coğrafyalarında yaşanan aç gözlülük ve adaletsizlik sürüp giderken vahşi kapitalizmin yarattığı zengin zümreler bencillik üzerine kurdukları sistemlerinde refah içerisinde yaşarken siyasettin seyrini de belirler oldular. Kapitalizmin karşı tezi olarak ekonomik bir karşı duruş sergileyen komünizm ise çağımıza gelene kadar yaşadığı/yaşattığı deneyimler açısından insanlığın yaşadığı zulme dur demek bir yana acılara acı katmıştır. Çağımızda global ölçekte etkili olan ekonomik kriz bizlere bir kez daha tokun açın halinden anlamadığı gerçeğini göstermektedir. İnsan evladının fikir dünyasında daha iyi koşullara ulaşmak ve “uygarlaşmak” namına ortaya koyduğu ideoloji ve kavramlar bugün aç karnına pek anlamlı gelmiyor. Montaigne’in “Yamyamlar Üstüne” adlı denemesinde aktarmış olduğu hikâyesi bizlere insanın hayatta kalmak üzerine yaşamakta iken nasıl “uygarlaştığı/uygarlaştırıldığı”nı çarpıcı şekilde vermektedir. Kral Charles çağında Fransa’nın Rouen kentine gelen üç yamyam o günlerin çağdaş idarecilerinin önüne çıkarılır: “Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, kolu, parçaları, birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içinde yaşadıkları olmuş.”2 O günlerin uygar Hıristiyan kralları ve bugünün “uygar” kapitalistleri arasındaki tek fark birinin bunu tanrının seçimi olarak lanse ederek insanları köleleştirmeleri ve kurdukları sınıfsal düzeni idare etmeleri, diğerininse “demokrasi” ve “liberalizm” kavramlarını kullanarak yeni dönem krallıklarını belli bir zümre ile paylaşarak idare etmeleridir. Montaigne’in anlattığı hikâyesindeki barbar yamyamların aklına bakın; Fransa’da adaletli iktisadi yapının olmadığı tespitinde bulunuyorlar, koskoca Fransa kralına…


**

http://pinarnaim.blogspot.com.tr/2014/01/naim-pinar-naimpinargmail_26.html


Bugün azgelişmiş olarak gösterilen aç dünya nüfusunun yoğun olduğu ülkeler, sözüm ona “gelişmiş” ülkeler seviyesine çıkmayı bekliyorlar mı bilinmez ama adaleti bekledikleri veya en azından hak ettikleri kesindir. Klasik anlamda azgelişmişliğin ölçütleri olarak sıralanabilecek bir ülkedeki okur-yazar oranının düşüklüğü, kadının erkekten aşağı görülmesi, milli ve iktisadi bütünlüğün zayıflığı, işsizlik, ortalama milli gelirin düşüklüğü, sınırlı sanayileşme, tarımla uğraşan kesimlerin çokluğu, şişkin hizmet kesimi (kamu NP), iktisaden başka ülkelere bağımlılık ki bu genelde kapitalist ülkeler oluyor. 3 Bugün, aç ülkelerdeki insanlara demokrasi ve iktisadi adalet mi yoksa gıda mı dense sanırım önce gıda diyeceklerdir. Hiçbir aklı başında fert, açlıkla boğuşan insanlardan felsefe ve ideolojik çatışmalara ilgi duymasını beklememelidir. Bizim adamızın kuzeyinde çarpık bir sistem içerisinde yaşamaya çalışan insanlarımız azgelişmiş ülkelerdeki bazı kriterlere sahipken, bazı kriterlere oldukça uzak görünmektedir. Fakat global ekonomik krizin gittikçe etkisini göstermesi, yapısal sorunlarımız ve siyasi beceriksizliklerle dolu iktidar tecrübeleri bizleri açlık sınırının altında kalan asgari ücretle yaşamaya mahkum etmektedir. Geçen hafta içerisinde TAK’a düşen haber beni üzdüğü kadar sanırım tüm dar gelirli vatandaşı da derinden üzmüştür. Sosyal devlet anlayışına sahip olduğu düşünülen bir iktidardan en azından büyük ortağı CTP-BG’den ümitli olanlarımız resmen tokat yemiş döndük. TAK’a düşen haber aynen şöyleydi: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Aziz Gürpınar TAK Ajansı'na yaptığı açıklamada, Asgari Ücret Komisyonu'nun yaklaşık 4 saatlik müzakeresi sonucunda bin 415 TL olan asgari ücreti bin 560'TL'ye yükseltilmesini kararlaştırdığını söyledi. Asgari Ücret Komisyonu'nun devlet ve işveren temsilcilerinin olumlu, işçi temsilcilerinin de olumsuz oyuyla yeni asgari ücreti bin 560TL olarak belirlendiğini dile getiren Bakan Gürpınar, işçi temsilcilerinin önerisinin bin 830TL, işveren temsilcilerinin önerisinin de bin 530TL olduğunu, fakat oylamalar sonucunda bu tekliflerin kabul edilmeyip, devlet temsilcilerinin teklifi olan bin 560TL'nin kabul edildiğini belirtti. Asgari ücretin resmi gazetede yayınlandıktan sonra 10 günlük itiraz süresi bulunduğunu kaydeden Gürpınar, itiraz edilmemesi halinde asgari ücretin 1 Ocak tarihinden itibaren geçerli olacağını, tarafların 10 gün içinde itiraz etmesi halinde ise komisyonun tekrar toplanarak karar üretme durumunda olacaklarını kaydetti. Komisyon, asgari ücreti aylık bin 560 TL, haftalık 360 TL, günlük 72 TL, saatlik de 9 TL olarak belirledi.”
***
Gittikçe kötüleşen yaşam standardımız kısa vadede düzlüğe çıkamayacağa benziyor. Ekonomistlerin çok kızdığı bir işi yaparak üç-dört veri vererek başka ülkelerde böyle, bizde böyle yapma lütfüne sahip olmadığımdan Avrupa ülkelerindeki asgari ücretleri yazmıyorum. Fakat meraklısı bakmak isterse Eurostat’ın verilerine bakabilir. Burada üzerinde durulması gereken esas konu artık azgelişmiş ülkeler olarak belirlenen ülkelerdeki yapısal sorunları tam anlamıyla yaşamaya başladığımızdır. Zira ülkede birçok aile açlık sınırının altında özel sektörde çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Sosyal projelerle yaşam standartlarımızı yükseltmesi beklenen sol partilerin iktidar deneyimleri bizleri daha da umutsuzluğa itmektedir. Geçen hafta sosyal medyayı meşgul eden bir tartışma da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” için mecliste atılan demokratik adımdı. Yeni yasayla İngiliz döneminden kalan çağdışı yasa yer değiştirmekteydi. Dostların, toplumsal cinsiyet eşitliği için her katkıyı koyacağımı bildiğinden emin olarak, sosyal medyada genç birçok “sosyalist” dostum tarafından eleştirilen Dr. Nazım Beratlı’nın 15 Ocak 2014, Çarşamba günü Kıbrıs Postası’nda “Çok ayıp bir yazı… +18” başlıklı makalesini okudum. Makale şöyle başlıyordu: “Bu “Tabiata aykırı cinsel birleşme” meselesi, toplumu gerdi… Peşinen olumlu bir gelişme olarak baktığımı belirteyim de homoseksüeller bizi de “gizli homoseksüel” ilân etmesinler. Sıra bunda mıydı? Demek ki hükümetin gücü, şimdilik buna yetiyor! Üretim araçlarını toplumsallaştırmayı da istiyorlar elbet… Her şey, sırayla…”4 devamında ise birçok değerli tarihçinin yapıtlarından derlenmiş önemli ve resmi tarih dışı bilgiler paylaşılıyordu. Birçok dostun tepkisini çeken bu makale aslında –tabi ki benim bakış açımla- bir entelektüel’in cesurca toplumsal sıkıntıları analizi sonucu kaleme alınmış görünüyordu. Dr. Nazım Beratlı’nın entelektüel kişiliği tartışma konusu bile olamaz. Bu ülkenin koşullarına rağmen yetişmiş bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az sayıdaki aydınlarından biridir Doktor Beratlı. Tarih eminim ki bugün yaşanan soldaki yozlaşmayı 10 değilse bile 20 yıl sonra yazacaktır.  İktidara gelen sol partilerin nasıl halktan koparak elit bir aristokratlar sınıfı oluşturduğunu da…


***





Bugün zamanımıydı, diyor makalesinde Beratlı, aslında hiç de zamanı değildi. Bugün insanlarımızın boğuştuğu pahalılıkla mücadele edilmeliydi. Bugün CTP-BG’nin büyük ortak olduğu hükümet kanadının Asgari Ücret Komisyonu’nda en azından emek kesiminin taleplerine yakın durması beklenirdi. Ülkenin en doğusundaki emekçi, köylü ve özel sektör çalışanları ile ülkenin en batısındakiler bu yeni yasaya acaba karınları açken nasıl sahip çıkacaklardır. Çağdaş sol’un görevi toplumsal yaşamı iyileştirmek ve demokrasiye sahip çıkmak olmalıdır. Fakat Asya ve Afrika’daki aç insanların demokrasiye bakışları neyse maalesef bizim ezilen kesimlerimizin artık demokrasiye, ideolojilere bakışı da aynı duruma gelmektedir. Sosyalist demokrasi denilen ve halk kitlelerinin yığınsal desteğine tabi olan anlayış bizim ülkeye ne zaman gelir bilemiyorum fakat iktidara “hâkim” olan Sol’un en azından ülkedeki emekçilerin önce alın terlerinin karşılığıyla karınlarının doymasını sağlamak daha sonra da sosyalist demokrasiyi hâkim kılmak zorunluluğu vardır. Söz demokrasi ve sosyalizm olunca Lenin’in baskıcı tepeden inme politikalarını eleştiren cesur devrimci Rosa Lüxemburg’tan bahsetmemek olmazdı. Kayzer taraftarlarının katlettiği bu cesur devrimci, sosyalist demokrasi için bakın ne diyor: “…Sosyalist demokrasi, sınıf tahakkümünün yıkılması ve sosyalizmin inşasıyla aynı zamanda başlar. Yani sosyalist partinin iktidarı aldığı anda başlar. Sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük, demokrasinin uygulanış biçiminden ibarettir. Demokrasinin ortadan kaldırılması asla değildir. Sosyalizmi kurmak için, burjuva toplumu ekonomik koşullarının temelden değiştirilmesi, yani burjuvazinin kazanılmış hak saydıkları kimi konularda enerjik müdahaleler yapılması zorunludur. Ama bu müdahaleler işçi sınıfının eseri olacaktır, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia eden küçük bir yönetici azınlığın değil. Yani sosyalist değişimler, yığınların aktif katılımı ile gerçekleşecek, onların etkisinde yol alacak, tüm halkın denetimine bağlı ve yığınların artan politik eğiliminin ürünü olacaktır.”5 Bizim iktidardaki solun sosyalist demokrasiden anladığı ise sanırım işveren kesiminin gerek çalışma koşulları gerekse ücretlerle gün be gün ezdiği emekçileri ileri demokrasiye karnı aç ve burjuvaziye teslim olarak ulaştırmak olsa gerek. Gel gelelim halkın büyük çoğunluğunun fikriyatında bir bilmişler zümreciği, bir seçkinler kliği olarak yer etmeye başlayan Sol, maalesef aç karna demokrasi almamızı ve çıkan yasaları hemen sahiplenmemizi bekliyor olmalı. Teori pratiğe dönüşmedikçe kâğıt üzerinde kalan yasalar asla uygulamada toplumsallaşamayacaktır. İnsanların aç karna demokrasi adına atılan anlamlı adımlara yüz çevirmesi yadırganamaz ve yadırganmamalıdır. Sosyalizm’in toplumsal görevi sosyal devleti enerjik müdahalelerle canlandırırken halk kitlelerini harekete geçirecek projeler üreterek aç karınları doyuracak ve sağlıklı düşünmelerine zemin hazırlayacak koşulları sağlamak olmalıdır.

DİPNOTLAR

1 http://www.worldometers.info/tr/
2 Tanilli, Server, Uygarlık Tarihi, Alkım Yayınevi, 22. Baskı, İstanbul, Mart 2006, S:29.
3 AGE, S:283
4 http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/1/col/57/art/20556/PageName/KIBRIS_POSTASI
5 Lüxemburg, Rosa, La Revolution en Russie, Maspero, 1964,S64-70’den naklen Aybar, Mehmet Ali, Neden Sosyalizm, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, S:136


KANLIDERE’NİN BEŞİĞİNDE BİR ŞEHİR LEFKOŞA





KANLIDERE’NİN BEŞİĞİNDE BİR ŞEHİR
LEFKOŞA




15 Şubat 2015 Pazar

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com






















Yaklaşık 200 milyon yıl önce dünyamızın tek kıtası olan Pangea’nın parçalanmasıyla hareketlenen Afrika ve Avrasya levhaları birbirinden ayrılarak aralarında Tethis Denizi oluşmuştur. 65 milyon yıl önce Tethis Denizi, Afrika plakasının Avrasya’ya doğru hareket etmesiyle gitgide daralmış ve içerisinde Trodos Sıradağlarının ilk katmanları oluşmaya başlamıştır. 10 milyon yıl sonra yaklaşık olarak günümüzden 55 milyon yıl önce adamızın kuzey bölümündeki Mesaryanın olduğu yerde bir iç deniz ve Beş Parmak Sıra Dağları oluşmuştur. Böylelikle Kıbrıs’ın ilk jeolojik yapısı ortaya çıkıyordu. Günümüzde güney Lefkoşa’da kalan Maroullena- Akaki Nehrinin bir kolunun geçtiği Klirou bölgesi ile Kalo Chorio köyü arasındaki alanda 55 milyon yıl önce volkanik lavların patlayarak magmanın dışarıya çıkması sonucu Lefkoşa’nın ilk kalıntıları oluştu. 55 milyon yıl evvel gerçekleşen bu jeolojik olayın kalıntıları bugün Maroullena Nehrinin bir kolunun geçtiği Klirou bölgesi ile Kalo Chor
io köyü arasındaki alanda görülmeye değer bir manzara oluşturmaktadır.1Kıbrıs’ın en önemli kenti olmayı her devirde başaran Lefkoşa’nın kent mazisi oldukça eskidir. Kıbrıs’ta antik çağda Mesarya ovasının ortasında Kanlıdere’nin (Pedias) düzlükte doğuya doğru yönelen kıvrımın içinde kurulan antik Lidra kentinin şimdiki surlar içinden Lefkoşa’nın güney yarısıyla onun güneydoğusundaki alanda kurulmuş olduğu tahmin edilmektedir. Bölge,  Pedias Deresi’nin beslediği bu toprakların yeraltı kaynakları bakımından zengin olması ve bölgenin suyunun bolluğu nedeniyle yerleşim için çekim merkezi olmuştur.




































Kıbrıs’ta Bizans döneminin sonlarına doğu kıyı kesimlerinin güvenliğinin gittikçe zorlaşması nedeniyle Bizanslılar adanın idare merkezini Salamis kentinden ( Constantia) daha güvenli olan Lefkoşa’ya taşımışlardır. 12.yüzyılda Bizans’ın zayıflığından yararlanan Tarsus valisi ve Bizans İmparatoru Manuel Comnenos’un yeğeni olan Isaac Commenus adaya sahte belge ile gelerek egemenliğini ilan ettiği zaman da Lefkoşa başkent olarak kullanılmıştır. 7 yıl süren zorbalık döneminde Kıbrıs halkı zor günler yaşamıştı.  III. Haçlı Seferi’ne giden Aslan Yürekli Richard (I. Richard)  1191’de adayı sahte vali Commenus’tan alır. Kısa sürede İngilizlere de isyan eden Kıbrıs halkından sıkılan Richard adayı Templer Şövalyelerine 100 bin altın karşılığında satar. Bu dönem de Templer Şövalyeleri başkent olarak Lefkoşa’yı benimserler. Ne var ki Latinlerden hiç hoşnut olmayan halk, Templer Şövalyelerinin Richard’a borçlarını ödemek için ağır vergiler koyması üzerine Lefkoşa da 1192 Nisan’ında isyana kalkarlar. Sayıları 100’ü geçmeyen Templer Şövalyeleri Bizans’tan kalan kaleye sığınırlar. Şövalyeler canlarına dokunulmaması kaydıyla adayı terk edeceklerini söyleseler de Lefkoşa halkı buna inanmadığından bu teklifi reddeder. Bir sabah isyancı Lefkoşa halkına karşı ani bir saldırıya girişen Templerler önlerine çıkan büyük, küçük, kadın, erkek ayırmadan herkesi kılıçtan geçirirler. Lefkoşa şehrini kan gölüne döndüren şövalyelerin akıttığı kanlar o sıralarda Lefkoşa şehrinin içerisinden geçen Pedias Deresine dökülür. Derenin üzerindeki iki köprünün arası kanla dolar.
2  
Bu olaydan sonra şövalyeler kırsal kesimlere dağılıp birçok yeri yağmalarlar. Halk korkup dağlara kaçar. Templer Şövalyeleri I. Richard’a adayı geri verip daha önce ödedikleri parayı almak isterler. Bu arada Richard Adayı yeniden satmak için Kudüs’te tahtını yeni kaybetmiş yeni bir müşteri bulur.  Kıbrıs, Kudüs Kralı tacını yitiren Fransız asıllı Guy de Lusignan’ın egemenliğine girer.  Kıbrıs adasının merkezi yine Lefkoşa olur. 1192- 1489 yılları arasında Kıbrıs’ta 400 yıla yakın hüküm sürecek olan Lusignanlar, Lefkoşa şehrinin çehresini değiştirmişlerdir. Lefkoşa halkı adanın tamamında feodal sistemi yerleştiren yeni hükümranların baskısını en ağır şekilde hissederken, Pedias Deresinin verimli kıldığı bu topraklara Latin krallar, görkemli katedraller, gösterişli saraylar, kiliseler, şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yapmaya başlayacaktı. Bugün herkesin Lefkoşa’da Sarayönü diye bildiği alana yaptıkları saraydan adayı yöneten Lusignan kralları sayesinde önemini ve ihtişamını artıran kenti ziyaret eden dönemin rahip, seyyah ve vakanüvisleri inanması güç muazzam tasvirlerde bulunmuşlardır.  
 


















Ludolf von Suchen, 1336-1341 yılları arasında Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip şöyle diyor:“Kıbrıs’ta Nycossia derler bir başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında güzel ve açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları, prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler. Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki 500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin, kokular sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok zengin tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan ülkelerinin (Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür yük getirirse tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp geçemezler. Aynı şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz yoluyla gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin doğuşundan batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök kubbesinin altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller özel okullarda öğretilir.”3Lusignan idareciler Lefkoşa şehrinin itibarının batıda artmasında büyük önem taşımaktadır. Yine Lusignan döneminde Lefkoşa’yı ziyaret eden İtalyan noter Nicolai Martoni, 1394 Kasım ayında yapmış olduğu ziyaretti şöyle anlatıyor:  “10 Aralık Perşembe günü, gün boyu yürüdüm ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa zannedersem Aversa’dan  (Aversa şehri Napoli civarında bulunan Terra Lavoro adı verilen büyük bir tarım ovasının içinde Aversa kırlığı adı verilen ovalık bir arazide konumlanmış bulunmaktadır. NP) daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve yağmur yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca 24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St. Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…Latinlerden sonra adaya hâkim olan Venedikliler Lefkoşa için uğursuz bir dönemin başlangıcıydı. Bu dönemde adada peşi sıra meydana gelen depremler birçok yapının yıkılmasına neden olurken Lusignan dönemindeki gelir ve zenginlikte düşmüştür.  Venedikliler döneminde Lefkoşa’daki saray avlusunda olan fakat İngiliz döneminde sökülerek 50 metre ileriye dikilen Venedik sütunun üzerinde Kanatlı bir Venedik Aslanı’nın olduğu ve bugün Göçmenköy sınırlarında kalan taş köprünün de bu dönem yapıldığını biliyoruz.



















Venedikliler döneminde 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret eden Fransız ipek tüccarı Jacques le Saige ise böyle anlatmıştı Lefkoşa’yı:  “…St. Sophia dedikleri büyük bir kiliseye gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi yontulmuş kum taşından çok güzel bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş sündürmesi vardır. Kilise boydan boya kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep Latince okunur. Birçok haç yolcusu duvarlara adlarını ve işaretlerini yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten sonra yakındaki küçük bir Rum kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya adanmıştı. Oraya gitmekten memnun kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St. Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki manastıra giden Le Saige senin üzerindeki anılarına şöyle devam eder: “Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı birçok toprak kap şaşılacak miktarda su çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince borular döşenmiş olup su bunlarla dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok miktarda meyve ağacı vardı ve onların altlarındaki arazi kabaklar, karpuz, hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması da hayret vericidir.
Venedikliler de başkent olarak Lefkoşa’yı seçmişlerdi. Eskiden Lusignan krallarının oturduğu yerde Venedikli valiler oturmaktaydı. Osmanlı’nın adayı almak için taarruz edeceğini anlayan Venedikliler, Lefkoşa’daki birçok yapıtı yıkıp surlar yapmaya başlarlar. Ayrıca bugün güney Lefkoşa’da kalan Mamari köyünün üstündeki tepeninde adeta içini oyarak sur duvarları için kayalar sökerler. Bugün oyulan tepe Venediklilerin surları yaparken kullandıkları kayaların bir delili olarak turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Venedikliler, Osmanlının olası saldırısına karşı 9 mili bulan Lefkoşa şehrini merkezi bugünkü Selimiye Camii (Santa Sophia Katedrali) olmak üzere 3 mil çapındaki dairevi surla çevirmişlerdi. Ayrıca bazı yanlış harita ve tablolarda Kanlı Dere surların içinden geçmektedir. Fakat Venedikliler 1563 yılında Pedias Deresinin de (Kanlıdere) yolunu değiştirip surların dışına almıştır. Osmanlı’nın Adayı almasıyla Pedias’ın beşiğinde birçok badire atlatan Lefkoşa artık Paşa Sancağı olarak anılacaktı…



DİPNOTLAR
Sir George Hill, A History of Cyprus, Volume: II,, Chambrige, 1972, Sayfa 36-37’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Kıbrıs Tarihinden Sayfalar, Galeri Kültür Yayınları, 4. Baskı, 2006, Lefkoşa, S:22
3 “Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
4 Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16