OSMANLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OSMANLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2016 Pazartesi

KAFKASYA 1846 YILINI UNUTAMADI .. UNUTTURMAYACAĞIZ DA BÖLÜM 1


KAFKAS SAVAŞI VE DAĞLILARIN TÜRKİYE'YE SÜRÜLMESİ BÖLÜM 1



  Muhacerat, yani  Kafkas  halklarının   büyük  kısmının  19.y.y.da Osmanlı  Devleti’ne  ve  yakındoğu’nun   diğer  ülkelerine   göç  hareketi  yakın  dönem  Kafkasya  Tarihi’nin   en  karmaşık   ve  trajik  sayfalarından  biridir.

Kafkas  halklarının   göç  harekatı  tarihin  değişik  dönemlerinde   çok  defa  yaşanmış  ve  her biri  belli  sebeplerden   kaynaklanmıştı.Fakat 19.y.y.’ın  ikinci  yarısında  Dağlıların  Halk  Kurtuluş  Mücadelesi’nin   yenilgiyle  bitiminden  sonra  yaşanan  muhacerat,  Kafkasya’da  kendi  medeniyetini  ve  özgün  kültürünü  yaratan  bir  halkın   ülkesini  terke   zorlanması   özelliğini   taşıyordu.

Devrim öncesi Rus tarih yazımında Kafkas savaşlarının başlangıç tarihi 1799 olarak verilmektedir. Avrupa ve Türk tarih belgelerinde ise Kafkas savaşının başlama tarihi Ruslarınkinden epeyce farklıdır. Batılı kaynaklarda, temelde, Suvorov'un 1782'de Nogayları katletmesinin Kafkas savaşlarına giriş sayılabileceği görüşü hâkimdir Avrupa tarihçiliğinde, Şeyh Mansur İsyanı ve onun 1785'te Anapa'dan Kızlar'a dek "cihat" çağrısı, Kafkas savaşının asıl ilk adımı olarak görülür.

Aynı şekilde, Türk tarih yazımı da, Suvorov'un Nogayları yok etmesi olayının Kuzey Kafkaslar üzerindeki "önemli sonuçlarına" değinerek, Babıâli'nin Şeyh Mansur'u Ruslara karşı "kışkırtması"nı Kafkas savaşının başlangıcı olarak göstermektedir. Türk tarihçileri, Şeyh Mansur İsyanı'nın, ilk kez "tüm Kafkas boylarını birleştirmeye" yeltenerek "Kafkasya'nın kaderini değiştirdiği" olgusunu özellikle vurgulamaktadırlar.

Gerçekten de, Kuzey Kafkas halklarına karşı genel askerî harekât, Tümgeneral A.P. Ermolov'un Kafkas Ordusu Başkomutanlığı ve Kafkas Bölgesi Baş yöneticiliğine tayin edildiği andan itibaren, yani 1816'da başlamıştı. 

Savaş, onun yönetiminde, sonradan Rus birliklerinin Kuzey Kafkas boylarının yerleşim bölgelerine akını ve köylerin yakılıp yıkılması şeklini alan, yumuşatılmış partizanca taktiklerle yapılırdı. Hasım tarafın bölgesini ele geçirmek ve zapt etmek gibi bir amaç güdülmez di.



Kafkas savaşlarının seyrini üç döneme ayırmak mümkündür: 


1) İlk dönem 1816–1846 yılları arasını kapsamaktadır. Bu,  Rus birliklerinin bölgeyi işgal etmedikleri ve elde tutmaya çalışmadıkları, ancak tehlikeli kişileri tutuklamak üzere tenkil müfrezeleri yolladıkları; dağlıların Türkiye ile alışverişine ve Kafkasya'ya silah sokulmasına engel olmak üzere de Karadeniz kordon boyunu oluşturmaya başladıkları dönemdir.


2) İkinci dönemin (1846–1856) özelliği, Rus birliklerinin yavaş ilerleyişi ve ele geçirdiği toprakları zapt ederek Kazakları kordon boyuna göç ettirmesidir.

3) Üçüncü dönem (1856–1864), Kuzey Kafkasya'yı boyunduruk altına alma planının hazırlandığı ve uygulamaya konduğu dönemdir. Bu dönemde dağlılar yığınsal olarak sürgün edildiler, 'Ruslaştırılma"ya tâbi tutuldular ve ardından da dağlık topraklara Ruslar iskân edildiler.
  Kuzey Kafkas halklarının yerlerinden sürülme planları, Kafkas ordusu komutanlıkları ve Rusya İmparatorluğu Genelkurmayı tarafından ancak Kafkas savaşının üçüncü safhasında geliştirilmeye başlandı. Plan, bölgedeki Rus egemenliğinin sadece Kuzey Kafkasya'nın tümüyle fethi söz konusu olduğu sırada değil, gelecek yüzyıllar için de güçlendirilmesini amaçlıyordu. Ama ondan önce, 1840'ta Çar I. Nikola'nın emriyle, Rusya tarafına gönüllü olarak geçen dağlılar, Don Kazakları ordusundan sayılarak kordon boyuna yerleştirildiler. 1845'ten itibaren Rus tarafına katılan dağlıların sayısına ilişkin düzenli rapor ve istihbarat kayıtları tutulmaya başlandı. Buna göre, 1840'dan 1849'a dek Rusların tarafına yalnızca 120 kişi geçmişti. Mayıs 1855'e dek kayıtlara geçen insan sayısı 33 bin 200 idi (17 bin 187 erkek, 15 bin 900 kadın ve 113 çocuk).


Rus İmparatorluğu tarihinde, daha önce de, yerleşik halkın sürülerek yeni elde edilen toprakların "Ruslaştırıldığı" ve bu bölgelerin kendisine bağlandığı olmuştur. Ama bu sadece Müslüman halklara yönelik bir uygulamaydı. Rusya'daki Müslümanların yığınsal olarak Osmanlı İmparatorluğu'na ilk göçleri, 1837 yılında, 29 ailelik bir Kırımlı Tatar grubunun Kırım'dan Türkiye'ye göçme izni aldığı zaman başlamıştır.1856'da yer değiştirenlerin sayısı 200 bin kişiye ulaştı. Tatar muhacirlerin taşınması için, sultanın talimatıyla, Gezlev, Kerç ve Balaklava limanlarına 12 gemi ve 13 yelkenli gönderilmişti.

Ayrıca, Osmanlı hükümeti Kırımlı Müslümanların naklini Türk donanmasına ait gemilerle de gerçekleştiriyordu. Bu nedenle, Osmanlı donanmasının üçte ikisi Tatar muhacirlerin taşınması için kullanıldı. 1860'ta Türk hükümeti Kırımlı 300 Tatarın daha uyruğuna geçmesine izin verdi. 

Sadece 1860'ın Nisan-Ağustos ayları arasında Kırım'dan göç eden Tatarların sayısı 100 bindi. 

Rus yazar A. Andreyev'in yazdığına göre, "Ellilerin sonu ile altmışlı yılların başlarında (XIX. yy.- A.A.) Tatar sürgünü çok büyük boyutlara ulaştı: Tatarlar yığınlar halinde çelik çubuklarını bırakıp adeta Türklere koşuyorlardı. 1863 yılına doğru, sürgün bittiğinde, yarımadadan gidenlerin sayısı uzadıkça uzuyordu. Yerel bir istatistik komitesine göre, gidenler, her iki cinsiyetten 141 bin 667 kişiydi. Tatarların ilk göçünde yer alanların çoğu dağlıydı, ama bu kez sürülenlerin neredeyse tamamı düzlük yerlerdendi".Türk tarihçisi Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkasya'dan Osmanlı İmparatorluğu'na yığınsal sürgünlere ilişkin araştırmasında, " Kırım savaşından 1860 yılına dek göç edenlerin sayısının en azından 141 bin 667 kişi olduğunu " belirtmektedir. "1862 yılına gelindiğinde muhacirlerin sayısı 369 bin 28'e ulaşmıştır. 

Bu sayıya sadece Kırım'dan gelenler dahildir." Türk tarihçi Kemal Karpat'ın verilerine göre, 1783–84 yıllarında Kırım'dan Osmanlı İmparatorluğu'na 80 bin civarında Tatar göç etmiş ve bunlar Besarabya, Dobruca ve Anadolu'da iskân edilmişlerdi.




1861–64 yıllarında Kırım'dan 227 bin 627 kişi daha göç etti (126 bin 2 erkek ve 101 bin 605 kadın).Kemal Karpat, 1783 ile 1922 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç etmiş olan Kırım Tatarlarının toplam l milyon 800 bin kişi olduğu sonucuna ulaşmaktadır.

Kırım İstatistik Komisyonu'nun resmî verilerinde, sadece yasal yollarla göç etmiş olan Tatarların, yani pasaport almış olanların sayısı görünüyordu. Bunlardan bazıları daha sonra geri dönmek istemişti. Bunun üzerine, 7 Mayıs 1860 tarihinde, Dışişlerinden İstanbul'daki Rus Sefaretine geri dönmek isteyen Kırım Tatarlarına vize verilmesi talimatı gönderildi.

Kırım Tatarlarının ardından, Nogay ve Kuban steplerinden Nogaylar da, Gunib köyünün Ruslara geçmesi ve Şamil'in tutsak edilmesine sert tepki göstererek, Osmanlı İmparatorluğu'na göç ettiler. Nogaylar'ın toplu olarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarına resmî göçü, 1860 yılında, hacca giderek Kâbe’yi tavaf etmek bahanesiyle yapılmıştır. Nogaylardan Galauz-Sablinlerin, Beştovokumların ve Galauz-Cem boylukların tamamı Türkiye'ye göç etmişlerdir. Çoğu Rusya'ya birkaç kez geri dönüp tekrar göç ettiklerinden, Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Nogayların sayısını tam olarak tespit etmek zordur. Türk araştırmacı Kemal Karpat'ın verilerine göre, bunların sayısı 46 bin ile 50 bin arasındadır. Rus yazarı Tomilov'un verilerine göre ise, Kırım Savaşı'nın ardından 20 bin Nogay ailesi Rusya'yı terketmiş ve bunlar Adana ovasına yerleştirilmişlerdir. 1904 yılında Türkiye'de sadece 2 bin Nogay ailesi kalmıştır.
Çerkeslerin yığınsal göçlerinde, Kırımlı Tatarlar ve Nogayların Osmanlı İmparatorluğu'na gelmelerinin belirgin bir rolü olmuştur. Herşey bir yana, Kırımlı Tatarlar ve Nogaylar, Kuzey Kafkas Müslüman boylara öncü ve örnek olmuşlardır. Bazı Türk uyruklu Tatar ve Nogaylar, önce kendi kendilerine, sonraları ise Osmanlı hükümetinin teşvikiyle, kendi örneklerini izleyerek hak dininin halifesinin ülkesine göç etmeleri için, Kuzey Kafkas boyları arasında hararetli bir ajitasyon başlattılar. Bu propaganda amacına ulaştı ve dağlıların çoğu İslâm halifesinin ülkesinde mutlu bir yaşam rivayetine kandı. Meselâ, 1864 göçü sırasında pek çok mahrumiyete katlanan Çerkeslerin çoğu, kendilerini, "İslâm halifesinin ülkesinde hepimizi bir tas pirinç bekliyor" düşüncesiyle teselli ediyorlardı.

Çar hükümeti, Kırım Savaşı'nın ardından dağlıların sürülmelerine yönelik projeleri müzakere etmeye koyuldu. Bu projeler özellikle Doğu Kafkasya'nın tam anlamıyla teslim alındığı 1859–60 yıllarında gündeme geldi. Batı Kafkasya Ordugâh Kurmay Başkanı 20 Eylül 1860 tarihinde şöyle diyordu: "Dağ kavimlerinin deniz kıyısına sıkıştırılmaları, onları (aralarında hiçbir bağ olmasa da) bizim sunacağımız şartlara boyun eğmeye zorlayacak ve yaklaşan kış harekâtı sırasında birliklerimizi dağların tepelerine yığmamız Kafkasya'nın sağ cenahının yatıştırılması için çok yardımcı olacaktır."Başlangıçta dağlıların göçertilmelerine ilişkin tartışılan birkaç proje vardı. Bunlar dağlıların yalnızca Türkiye'ye değil, düzlüklere ve Rusya'nın iç bölgelerine de yollanmalarını öngörüyordu. Batı Kafkasya'nın fethine ilişkin tartışılan projelerde öne çıkan ortak özellik, hepsinin yerleşik halktan kurtulma gereği ve Rus ya da Hıristiyan öğe ile değişiminin kaçınılmazlığını temel almasıydı. Dağlıların sürgün edilmesinden başka alternatif öngörülmüyordu. 

Çar hükümeti ve Kafkasya yöneticileri bundan kaçınıyorlardı. 

General L. Fadeyev, Rusya İmparatorluğu'nun o zamanki yöneticilerinin düşüncesini, Kafkasya'dan Mektupları’nda şöyle ifade etmişti: " Doğu ve Batı Kafkasya arasında köklü bir fark vardı: Çerkesler, denize açık konumlarından dolayı, asla, hem ana yurtlarında kalmayı sürdürüp hem de Rusya'nın arkasında sağlam bir dayanak oluşturamazlardı. Karadeniz'de patlayacak ilk silahın onları yeniden ayaklandıracağını bile bile, bir dönemcik olsun barış için, Kuban ötesi halkını Rus yönetimine boyun eğdirmek için, sürekli, kanlı, olağanüstü pahalıya mal olacak bir savaşın sürdürülmesi gerekirdi. Halkı yeniden eğitmek asırlar sürecek bir işti. Oysa zaman, Kafkasya'nın dize getirilmesinde asıl önemli öğenin ta kendisiydi. Karadeniz'in batı kıyısını Rus toprağına dönüştürmemiz gerekiyordu. Bunun için de bütün sahili dağlılardan arındırmalıydık."

Böylelikle, Rus siyasî çevrelerinde, Kuzey Kafkasya'nın fethinin baş şartının, o bölgenin yerli halktan arındırılması olduğu kanaati oluştu. Bununla birlikte, generallerden bazıları, özellikle Kafkasya savaşına katılmış olanlar, böylesi bir önlemin dağlıların şiddetli tepkisine davet olduğu ve savaşı kanlı, uzlaşmasız bir mezbahaya çevireceği uyarısında bulundular. 1857'de Tuğgeneral Milyutin, Savunma Bakanına ilettiği "Rus Kazaklarının Kafkasya'da iskânı ve bazı yerli boyların yerlerinin değiştirilmesinde izlenecek yollar" hakkındaki notta, düşman kabilelerin topraklarının Kazaklara devredilmesini, buradaki yerli halkın da, Don birliklerinin topraklarına gönderilmesini ve oralarda dağlılar için "koloni benzeri özel yerleşim yerleri" kurulmasını tavsiye etmekteydi. Bu not, Milyutin'in teklif ettiği bu tedbirin dikkate alınması için, Kafkas ordusu birliklerine kumanda eden Çar Yaveri General Koçebu, Çar Yaveri General Homutov ve Tümgeneral Wolf'a yollanmıştı.

Tümgeneral Wolf'un verdiği cevapta, "Tuğgeneral Milyutin'in pusulasının, Kafkasya'yı tanımış olan bir insanı şaşırtmamasının imkansız olduğu; teklif edilen önlemlerin katı ve zorbaca olmasının yanısıra pratikte uygulanmasının kolay olmadığı", belirtiliyordu. "Dağlıyı bilen, onun, yurduna, dağlı değerlerine ve yaşam tarzına derin bağlılığını ve düzlüğe taşınacağına ölümü tercih edeceğini de bilirdi. Bir tekinin bile bu şartlara boyun eğmeyeceğini kesin olarak söylemek mümkündür. Gerçekte istenen (bu fikrin altında yatan ve bu arada açıklanmayan niyet) dağlıların tâbi olmaları değil, telef olmalarıdır."

Çar Yaveri General Koçebu da, cevabında, "Milyutin tarafından önerilen tedbir, yani bütünüyle bir boyun Don bölgesine nakledilmesi, Kafkasya'yı kazandırmakla noktalanacak yerde, Kafkasya çöle döndürülmedikçe sona ermeyecek ve her zamankinden daha şiddetli bir savaşa yol açacaktır. Dağlıların, üstelik sadece cemaatlerin değil, sahipsiz tek tek ailelerin bile bu şartlar karşısında boyun eğmeleri beklenemez... Kafkas boylarının Rusya'ya gönderilmesi teklifine kesin olarak itiraz ederek, Kafkasya'nın yatıştırılması görüntüsü altında bu önlemi tehlikeli bile bulmaktayım" diyordu.

Ancak bazı generallerin isteksizliği ve olumsuz yaklaşımları, hükümetin Kafkasya'nın batısındaki boyları anayurtlarından etme kararını değiştiremedi. Nitekim Kuban bölgesi ordu komutanı ve Kazak birliklerinin başı olarak atanan Graf Evdokimov, Kasım 1860'ta, bu yörede bir inceleme gezisi gerçekleştirerek Kafkas ordusu başkomutanına, bölgenin istilası yöntemine ilişkin kendi görüşlerini özetleyen bir rapor sundu. Evdokimov'a göre kesin çözüm, "Byelaya ve Laba nehirleri arasındaki alanın tamamı ile Karadeniz'in batı kıyısına Kazak köylerinin iskân edilmesi, dağlılara da düzlüğe inmelerinin ya da çekip Türkiye'ye gitmelerinin teklif edilmesi" idi. Evdokimov’un önerileri, Kafkas Ordusu Başkumandanı Baryatinski'nin taktirini kazandı. Doğu Kafkasya'da Lezgilere ve Çeçenlere boyun eğdirten bu general, Batı Kafkasya'da böylesi bir uygulamanın kaçınılmaz olduğunu varsayarak, "Batı Kafkasya'da savaşın nihai hedefi olarak, Çerkeslerin dağlardaki sığınaklarından kayıtsız şartsız kovalanmasını" istiyordu.1860 yılında; Rusya İmparatorluğu Dışişleri Bakanlığının Kafkasya Müslümanlarının Türkiye'ye göçertilmesi konusunda. Savunma bakanına gönderdiği yazılardan birinde, "Prens Baryatinski'nin, devletin yararını gözeterek, Kafkas sıradağlarının kuzey yamacındaki Müslüman boyların Türkiye'ye göç etmeleri için kesin ve açık olarak emir vermiş olduğunu ve bu arada dağlıların, Rusya'ya karşı dinî bir tahammülsüzlük ve düşmanca bir yaklaşımla doldukları Türkiye'den geri dönüşlerini de tehlikeli bulduğunu eklediğini"  belirtti.

Temelde tartışılan sorun şuydu: Yerlerinden sürülenlere, Kuban, Don ya da Rusya'nın iç vilayetlerinde toprak mı verilmeliydi yoksa Türkiye'ye göç etme hakkı mı tanınmalıydı? Bu nedenle daha 1857'de İmparator II. Aleksandr döneminde Kafkasya Komitesi kurulmuştu. Bu komite bünyesinde kurulan bir alt birim (bazen ayrı bir komisyon olarak da tanımlanıyordu) Kuban ötesi bölgenin kolonizasyonuyla ilgiliydi. Kafkas Komitesi'nin çözümlemesi gereken sorunlardan biri de, Rusya İmparatorluğunun, sürülen dağlıların yeniden iskân edilmesine ayrılabilecek yeterli toprağı olup olmadığının araştırılmasıydı. Kafkas Komitesi bu konudaki düşüncelerini Bakanlar Kurulu'na sundu. Dağlıların göç ettirileceği yeter miktarda boş toprak sorununa Rusya İmparatorluğu Bakanlar Kurulu'nda 25 Temmuz 1861'de özel bir oturum ayrılmıştı. Sonuçta Bakanlar Kurulu'nun konuyu görüşmesinin ardından, "Sadece Ural ve Orenburg Kazak birliklerinin, büyük dağlı cemaatlerini, Rus yerleşimlerinin arasına yerleştirmeye yeterli olacak büyüklükte topraklarının olduğu", ortaya çıktı. Bakanlar Kurulu kararının II. Aleksandr tarafından onaylanmış olduğuna bakılmaksızın, koca dağ boylarının göçertilmesine ilişkin büyük mali giderler ve Sibirya'da bir Kafkasya yaratmak gibi bu kadar geniş çaplı bir planın gerçekleşmesinin büyük zorlukları göz önüne alınarak, her halükârda Baryatinski, Evdokimov vb.nin planları üzerinde durulması kararı alındı: Dağlılara Kuban'a taşınmak ya da Türkiye'ye göç etmeyi teklif etmek. Evdokimov bu konuda, "insanlığı önce kendi adamlarımıza; en son Rus'un menfaati tatmin olduktan sonra, geriye, dağlıların önüne kısmetlerine ne kalırsa koyma hakkını kendimde görüyorum" diyordu.

Batı Kafkasya'nın fethine ilişkin sunulan plana nihai onayı vermek ve durumu şahsen yerinde görmek için İmparator II. Aleksandr 1861 yılı Eylül ayında Kuzey Kafkasya'ya geldi. Daimi yerleşim yeri olan Memruk Ora'da, çarın huzuruna, Şapsuglar, Abazalar, Ubıhlar ve başka bazı Batı Kafkas boylarından bir delegasyon çıktı. Heyet, Rus yönetimine sadık kalacaklarına yeminle söz vererek, çardan onları doğdukları yerlerden sürgün etmemelerini istedi. Çarın verdiği cevap ise şuydu: "Size bir aylık bir süre tanıyorum. Abazalar, ebediyen hükümran olacakları, kendilerine millî düzenlerini ve mahkemelerini kuracakları toprakların verileceği Kuban'a göçmek isteyip istemediklerine karar versinler. Yoksa Türkiye'ye gitsinler."





Batı Kafkasya'nın fethi operasyonunun bitirilmesine hazırlık amacıyla ve Türkiye'ye gitmeleri için son formaliteleri tamamlamak üzere dağlıların Karadeniz kıyılarına gönderilmeleri örgütlenirken üç kol oluşturulmuştu: Adagumlar, Şapsuglar, Abazalar. Bu adlardan, hangi boyları kapsadıkları belli.
Dağlıların toplu olarak sürgün edilmeleri düşüncesini mümkün kılan nedenler ve şartlar üzerinde kısaca durulmasının tam yeridir.

Dağlıların toplu olarak gözden çıkarılmasının asıl nedeni, Rusya'nın rahat durmayan, savaşkan, cesur ve çenesine kadar silahlı dağ sakinlerinden kurtulma isteğidir. Bölge, insanlar boyun eğmek istemediği için, sürekli bir İstikrarsızlık ve dalgalanma odağı olarak ortaya çıkıyor, çar hükümetini Kuzey Kafkasya'da oldukça büyük bir ordu tutmak zorunda bırakıyordu. Bu da büyük masraflara yol açıyordu. Ayrıca, Rusya'nın hedefi, Osmanlı İmparatorcuğu’nun Kuzey Kafkas Müslüman halklarını akın akın iskân ederek topraklarındaki İslâm nüfusunu çoğaltmaya yönelik politikasına denk düşüyordu.

Kırım Savaşı, imparatorluk savunmasının en zayıf bölgelerinden birinin Karadeniz kıyıları olduğunu göstermişti. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Kafkasya'daki etkisi ve dağlılarla bağları göz önüne aldığında, yeni bir Türk-Rus savaşı çıktığı takdirde Türk çıkarma birliklerinin Karadeniz'in batı kıyısını işgal edeceklerini ve 1877–78 Türk-Rus Savaşı'nda Abhazya'da sık sık görüldüğü gibi Kuzey Kafkasya'da bir kez daha genel bir isyanı tahrik edeceğini hesaba katmadan edemezdi. Kuzey Kafkasya tepeleri, zor ulaşılan dağ köylerinin varlığı, dağlılara karşı koyma imkânı veriyordu. Bundan dolayı, Kafkas savaşı bittikten sonra bile, Kuzey Kafkas Müslüman halklarının Rus yönetimine karşı için için direniş politikalarını sürdürdüklerini ispatlayan bir başka olgu da, Çeçenistan ve Dağıstan'da, yiğitlik ve kahramanlık kisvesi altında Ruslar’a karşı savaş eğitimi veren tarikatların öğretilerinin müthiş yaygın olmasıdır. Bu şartlarda, Çar hükümeti egemenliğini sağlamlaştırmak için en sert önleme başvurmak zorunda kaldı: Kazak köylülerinin iskân edilmesi yoluyla Kuzey Kafkasya'nın Ruslaştırılması. Rusya İmparatorluk yasalarına göre her Kazak için 30 desyalin (l desyatin=l,09 hektar) toprak gerekiyordu. Oysa Rus Kazak birliği 6 bin kişiden oluşuyordu ve Kuzey Kafkasya'daki toprakların azlığı, sorunun dağlıların topraklarına el koymaktan başka bir şekilde çözülmesine izin vermiyordu.

Batı Kafkasya'nın jeostratejik konumunu ve denize çıkışının oluşunu dikkate alan Rus yönetimi, çabasını öncelikle Kafkasya'nın bu kısmında sağlam bir iktidar kurmaya yöneltmişti. Bu nedenle de dağlıların sürgün edilmesi ve Kafkasya'nın Ruslaştırılması politikası yoğun bir biçimde başlatıldı ve asıl olarak Batı Kafkasya'da sürdürüldü. Rus yönetimi 1865–66 yıllarında ise, (başta Çeçenya olmak üzere) Doğu Kafkasya'yı ele geçirdi.

Çar hükümeti Kuzey Kafkasya'nın batı bölümündeki dağlıların toplu olarak sürülmesine karar verdiğinde, kendini bir tercih yapma mecburiyetinde buldu: Bu boyları Kuban'a sürmek ya da onlara Türkiye'ye gitme hakkı tanımak. İkinci seçenek, göç edenlerin yerleştirilmesi için ek harcama yapılmasını ve onlara yetecek toprak, evlerin inşası için para ayrılmasını gerektirmeyeceği için, tercih nedeniydi. Bütün bu giderler Türk hükümetinin omuzlarına yükleniyordu. Etrafları Rus yerleşimleri ile çevrilse ve düzlüklere ayrı boylar halinde yerleştirilseler bile, dağlıların kendi aralarında yeni yeni kargaşaların ortaya çıkmayacağına dair Çar hükümetinin elinde hiçbir garanti yoktu. Tüm bu şartlar, Çar hükümetinin ikinci seçeneği tercih etmesinde belirleyici oldu.

Öte yandan, karşı tarafın, Kuzey Kafkas boyları ve halklarına sığınak sunacak hükümetin rızası olmadan dağlıların Türkiye'ye göçünün organize edilmesi imkansızdı. Bu göçün örgütlenmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun rolü Rusya'nınkinden az olmadığı gibi muhtemelen daha da fazladır. Bazı tarihçiler göç sırasında Rusya'nın rolüne değinirken, aslında göçe ilham verenin, amacı olabildiğince çok Çerkes'i kendine çekmek olan Türkiye olduğunu belirtirler. Osmanlı İmparatorluğu, asrı aşan bir süre boyunca alttan alta, dağlıları Rusya'ya karşı savaşa kışkırttı; para ve silah yardımında bulundu. Çerkes boyları, İstanbul ve Trabzon'da daimi temsilci bulunduruyorlardı. Dağlıların Osmanlı imparatorluğuyla ticari, dinî, siyasî ve askerî bağları, onların Türkler’in yardımına bağladıkları umudu arttırmıştı ve Çerkesler halifenin şahsında tüm Müslümanların hamisini görüyorlardı. Yaklaşık yarım yüzyıl süren bir savaş boyunca hezimete katlandıkları için, kalan tek umutları, Türkiye idi. Rus yazan N. Dubrovin, "Çerkesler Türkiye'nin, nüfusu ve sathı ile dünyanın en kudretli süper gücü olduğuna açık yürekle inanmışlardı" diye yazıyor ve şöyle devam ediyor: "Onlar sultanın tüm Avrupa devletlerine hükmettiğine ve son savaşı başlatıp Müslüman tebaayı rahatsız etmemek için Fransızlar’a ve İngilizler’e Rusları kovmalarını emretmiş olduğuna, inanırlardı."Türk tarihçi Abdullah Saydam, "Artık silahla karşı koyacak halleri kalmadığından, yakınlarının, tanıdıklarının yaşadığı ve hükümdarına da 'halife' olarak saygı gösterdikleri Osmanlı İmparatorluğu'na göç, bu halklar için tek kurtuluş çaresi sayılıyordu" diye yazmıştı. Paris’te yayımlanan Mousoul-man'me (Müslüman) adlı gazetenin başyazarı Mehmet Eceruh, bu duruma ilişkin gözlemini "Kafkas Dağlılarının Türkiye'deki Rolü" adlı makalesinde, "Osmanlı'nın temsilcisi olup, pratikte kıyı köylerinin amiri de sayılan Anapa Paşasının şahsında Türkiye ile ticari ve idarî anlamda sürekli ilişki içinde olan Çerkesler; Türkiye'yi, tehlike anında kendilerine destek çıkacak öz devletleri olarak görmeye alışmışlardı" diye yansıtmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuzey Kafkasyalıların kendi topraklarına akınından çıkarı, Çerkesleri kullanarak çözeceği aşağıdaki stratejik amaçlarla açıklanabilir:


1) Hıristiyan halkın yaşadığı yerlerde Müslüman varlığının arttırılması;
2) Çerkeslerin, egemenlik altındaki halkların millî kurtuluş hareketlerinin bastırılmasında askerî güç olarak kullanılmaları;
3) Türk ordusunun savaş yeteneğini arttırmak ve özellikle de, Rus Kazak birliklerine karşı koyabilecek sipahi birliklerinin yaratılması için Çerkeslerden yararlanmak.


Böylece, dağlıların Kafkas Savaşı sonrasında kitlesel sürgününde temel etken, Rusya ve Türkiye'nin izledikleri siyasetler ile bu konuda çıkarlarının çakışması olmuştur. Avrupalı güçlerin, dağlıların sürgün sorunu karşısında aldığı tavrın başlarda Türkiye'ninkiyle aynı olduğunu belirtmek ilginç olacaktır. İngiltere ve Fransa, Kafkasya'dan yerlilerin göçünü teşvik ediyorlardı. Bununla Rusya'yı zayıflatıp Türkiye'yi güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Ancak dağlıların göçü genel bir hal alıp ardından oraya Rus toplulukları yerleştirilince, yani Rusya'nın bu bölgeyi daha güçlü olarak kendi arkasına alabileceği tehdidi doğunca, Kırım koalisyonunun üyesi de olan Avrupalı güçlerin yaklaşımı değişti ve dağlıların Türkiye'ye gönderilmesi konusunda binbir engel çıkarmaya başladılar. 1864 Mayıs'ında Lord Stradford Redcliff İngiliz Parlamentosu'nda dağlıların göç ettirilmesi sorununu gündeme getirdi. Redcliff, İngiliz hükümetinden, "sürgün edilenlerin acılarını yatıştırmak amacıyla gerekli önlemleri alması" için Rusları uyarmasını talep etti. Buna rağmen, ne İngiliz, ne de Fransız hükümetleri bu konuda hiçbir etkin girişimde bulunmadı.

Dağlıların göçüne ilişkin Rusya ve Türkiye'nin izlediği resmî politikaların dışında, göçün çapının bu denli geniş olmasına yol açan başka etkenler de vardır. 

Bunlar:

1) Türk görevlilerinin dinî propaganda ve ajitasyonu;

2) Mekke'ye hacca gitme görüntüsü altında Türkiye'ye taşınma;
3) Çerkeslerin Osmanlı İmparatorluğu ile şahsî ilişkileri (harem politikası ve akrabalık bağları);
4) Çerkeslerin sosyal yapısı;
5) Dağlılara, Türkiye'ye özel serbest geçiş hakkı tanınması;
6) Savaştan sonra çarlık memurlarının ve Kazakların Çerkeslere kötü muamelesi.


Bunlardan bazıları üzerinde durmak gerekir:


Din ortaklığı Türk sultanının bu konudaki eğilimini güçlendirdi: o aynı zamanda, İslâm dinine mensup Kafkas boylarının da halifesiydi. Öte yandan, "dağlıların padişahı, Müslümanların başı olarak kabul etmeleri, onun siyasî erkine boyun eğmeleri için yeterliydi".Bu durum (din ortaklığı ve halifelik), görevlileri yoluyla dağlıları "Müslüman kardeşliğine" çağırarak ve "sürgün halinde her türlü ihsan vaat eden" Türk hükümetlerinin işine yarıyordu. Türk hükümeti, göç sırasında bile hiç ara vermeksizin, dağlılar arasında mollalar ve ajanları aracılığıyla aşağıdaki iddialarla, ajitasyonu sürdürüyordu:

1) Kâfirlerin ülkesinde, onların egemenliği altında yaşamak imkânsız. Bu durumda ya savaşıp ölmek ya da Müslüman ülkelere göç etmek gerekir.

2) Göç etmek, alnımızın yazgısı. Allah'ın emri ile asla çelişmez; Muhammed, Mekke'den Medine'ye göç ederek, İslâm'da hicreti daha baştan kendi başlatmıştır;           

3) Müslüman ülkelere hicret edin. Sonra geri gelip ana vatanınızı kurtaracaksınız;

4) Gâvur ülkesinde ölmek ve İslâmi ritüeller olmadan cenaze kaldırılması Müslümanlığa aykırıdır. Bu durumda, ölenlerin ruhu şad olmaz.

Kuzey Kafkas halklarının Türkiye'ye göçünde dinî propagandanın etkin bir rolü olmuştur. Rus tarih biliminin bazı temsilcileri, özellikle de Türk tarihçileri, Çerkeslerin kitlesel olarak Osmanlı İmparatorluğu'na göçmelerinde din faktörünün rolünü biraz fazla büyütmektedirler. Oysa Ahmet Çalikov'un isabetli tespitine göre, "dinî fanatizm ona yüklemeye çalıştıkları rolü oynasaydı, o takdirde, dağlıların göçü öncelikle dinciliğin daha derin kökler saldığı Dağıstan'da olurdu. Orada şeriat azatlığı yenmişti, oysa Çerkeslerde şeriat asla azatlığı kıramamıştı".

Göçü hazırlayan şartlara, Türk görevlilerinin, sadece dinî değil, daha iyi bir kader umudu aşılayan ve göçe açık çağrı olan sosyal amaçlı dinî propagandası da eklenebilir. Sürgün sırasında, l Haziran 1863 tarihinde, Türk görevli Muhammed Hasaret, Çerkeslere bir haber getirdi: "Ailelerinizi ve gerekli eşyalarınızı alın, çünkü hükümetimiz sizlere ev inşa etmeye uğraşıyor, tüm halkımız da bu işe katılıyor. Uzayan işleriniz sizleri bahara kadar buralarda tutsa da, bitirir bitirmez sizden öncekiler gibi hevesle taşınmak için acele edin."Yine o 1863 yılında Türk hükümeti Kafkasya'dan göç edecekler için bağış kampanyası ilân etti.
Dağlıların göçünün bir başka biçimi doğrudan dinî faktörle ilişkilidir: Mekke'ye giderek hac görevini yerine getirme görüntüsü altında Osmanlı İmparatorluğu'na göç. Başlarda bu gerekçeyle kitleler halinde ilk göçenler Nogaylar olmuştur. Sonraları Kafkas yönetimine Çerkeslerden de bu doğrultuda pek çok istek gelmeye başladı. Hacılar, altı aylık yurtdışı pasaportlarını elde eder etmez, Türkiye'ye yollanıyorlardı. 

Burada pasaportları zaman aşımına uğrayınca yetkililere teslim ediyor ve yerine "hamidiye"lerini alıyorlardı. Göç edecek olanlar haccı ileri sürerek yurt dışına çıkmaya daha yatkındılar: Altı ay süreyle Rus yurttaşı sayıldıkları için isterlerse vatanlarına dönebileceklerdi. Hâlbuki Türk yetkililer, genellikle daha geçerlilik süresi dolmadan bu pasaportları ellerinden alıyor, onları "muhacir" ilân ediyorlardı. Türk hükümeti, Kuzey Kafkasyalılar’ın yasal olmayan yollardan göçü konusunu açtığında, Çar II. Aleksandr'ın direktifine uyan İstanbul'daki Rus elçisi, Türk yönetimine resmen şu bilgiyi verdi: "Müslümanlarımız, kendilerine nakilhane yapmak üzere değil Kâbe’yi tavaf etmek için verilen izinle Türkiye'ye gelmekteler. 

Biz, dinî inancın gereği olan bu isteğin yerine getirilmesine karşı koymayı istemediğimiz gibi karşı çıkamayız da."Bunun yanı sıra Rus hükümeti, büyük bölümünün geri dönmediğini göz önüne alarak, hacıların hacca gitmeden önce tüm vergilerini ve borçlarını ödemesi gerektiğine dair bir kararname çıkardı. Tersi durumda her hacı, süresi içinde dönmediği takdirde, ardından borç ve mükellefiyetlerinin ödeneceğine dair cemaatinin kefaletini bırakmalıydı.

Göçe yol açan faktörlerden biri de, dağlıların Osmanlı İmparatorluğu ile asırlardır var olan ilişkisiydi. Birçok Çerkes, eskiden beri, daha XIX. yüzyıl öncesinde bile, Osmanlı İmparatorluğu'nda yüksek görevler edinmişti.  1584–85 yıllarında sadrazam mevkiinde bulunan kişi, ordusu iki kez (1578 ve 1585 yıllarında) Kafkas ötesine saldırıda bulunmuş ve hatta Tebriz'i ele geçirmiş olan Özdemiroğlu Çerkes Osman Paşa'ydı. Daha sonraları ise, Batı Karadeniz kıyılarında birkaç askerî harekâtını başını çeken Çeçenzade Hacı Hasan Paşa, Trabzon valisi olarak; atandı. XIX. yüzyılın ilk yarısında ordu ve devlet çarkındaki; pek çok yüksek görevi Çerkesler doldurmuştu. Hatta II. Mahmut'un ölümünden sonra, kısa bir süreyle ülke yönetimi Çerkes ordu komutanlarının eline geçti. Abdülmecit döneminin ünlü mareşallerinden ikisi, Çerkes Hafız Mehmet Paşa (ölümü 1866) ve Çerkes İsmail Paşa (Ölümü 1861) Kafkas kökenliydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyılda ünlü siyasî kişiliği Hüsrev Mehmet Paşa, Abaza kökenli olup, esir olarak satın alınmış,   Sultan III.   Selim’in saltanatı sırasında (1789–1807) Osmanlı Donanması Başkomutanı düzeyine yükselmiş,  II. Mahmut döneminde Osmanlı Ordusu Başkomutanlığına getirilmiş,   Abdülmecit döneminde ise 1855’te ölümüne dek sadrazamlık yapmıştı.

Çerkeslerin Osmanlı sarayında sözlerinin o kadar geçmesinde etkili bir başka özel neden de, "harem politikası" olarak adlandırılan siyasetti. Kuzey Kafkasya, Mısır'da Memlukluların yönetiminde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nda da, köle-halayık sağlayan başlıca ticarî kaynak olmayı sürdürmüştür. İkisi arasındaki fark, Memluklulara koruma görevi için genç erkekler sunulurken, sultan ve paşa haremleri için Osmanlı İmparatorluğu'na kız çocukları ve genç kızların ihraç edilmesiydi. A. Dubrovin, "Haremler, satın alınmaları temelde Anapa ve Suhumi kalelerindeki Türkler yoluyla daha da hareketlenen Çerkes kızları ile dolup taşıyordu. Türkiye'ye kadın nakli öyle büyük sayılara ulaşıyordu ki, bazıları Türk neslinin ıslahını Çerkes kadınların varlığına bağlar" diye yazmaktadır. Kuzey Kafkas kadınları yoluyla "Türk ırkının iyileştirilmesi" fikri Mehmet Eceruh'ta da yansımasını bulur: "Dağlılar ve Çerkesler Osmanlı tipini asilleştirerek, canlı bir damarı devlet yönetimine de sokmuşlardı." Çerkes kadınları, İttihat ve Terakki iktidarının haremlerin dağıtılmasına ilişkin emrine (1909) kadar, Osmanlı haremlerindeki üstün konumlarını korumuşlardır. Kafkas yönetiminin resmî verilerine göre, her yıl Çerkezistan'dan Türkiye'ye 4 bin kadın ve erkek köle gönderiliyordu.

Haremlerde Çerkes kızlarının çoğalması, III. Mustafa'dan (1757–1773) itibaren Osmanlı sultanlarının neredeyse tamamının Çerkes kadınlarıyla evlenmelerine yol açmıştı. III. Selim'in (1789–1807) annesi, II.Mahmut'un (1808–1839) karısı ve aynı zamanda Sultan Abdülmecit'in (1839–1861) annesi, Abdülaziz'in (1861–1876) annesi ve V. Murat'ın (1876) annesi olan Abdülmecit'in karısı ve II. Abdülhamit’in (1876–1909) karısı hep Çerkes'ti.


2 Cİ BÖLÜM İLE  DEVAM EDECEKTİR,


****

18 Aralık 2016 Pazar

SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ?



SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ? 



Böyle garip bir soru olur mu demeyiniz. Lütfen son 10 yılda yapılanları ve tartışılanları hatırlayınız. Sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapacağız iddiasıyla, Türk Milleti’nin 1000 yıllık egemenliğini temelden sarsacak nitelikte düzenlemelerin yapıldığını göreceksiniz. 

Bakınız, anayasamız bireylerin eşitliği temelinde, Türk Devleti üniter ve milli, dili Türkçe, dediği halde neler yapılmış; 

. Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılması 
. Kürtçenin devlet okullarında seçmeli ders olması 
. Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi 
. Partilere etnik dillerde propaganda imkânı tanınması 
. Etnik örgütlenmelerin ve bölücülük propagandasının serbest bırakılması 
. Etnik partilere fiilen (defakto) izin verilmesi 
. Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma yapmaları 


Bu şekilde pek çok düzenleme yapıldı. Etnik gruplar siyasallaştırıldı, tüzel kişilik kazandırılarak egemenliğe ortaklığı başlatıldı. Altyapı hazırlığı tamamlandı, sıra devletin üniter-milli yapısına geldi. Millî (bir millete ait) devlet ortak kabul etmez. 
Bunun için anayasadan egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren hükümlerin kaldırılıp, egemenliğin etnik grupların ortaklığına müsait hale getirilmesi gerekiyor. 

Bütün bunlar; Türk Milleti de etnik gruplardan biridir, tek başına egemenliğe sahip olamaz iddiasına dayandırılıyor. 

Esasen, “yeni ve sivil” anayasa ihtiyacı da bu anlayıştan, yani Türk’ün hepimizin milletinin adı olduğu gerçeğinin inkârından kaynaklanıyor. “Türkiye’yi dönüştürme” dedikleri de budur. Haçlılar da işbirlikçi iç mihraklar da, anayasa değişikliğini aynen böyle anlıyorlar. 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) göre; çok ortaklı devlet kurulunca, önce Irak’ın kuzeyindeki “özerk yönetimin”, sonra yetişebilirse Suriye’deki benzer bir “özerk yönetimin”, bu ortaklığa katılmasına sıra gelecektir. Bu eski bir ABD projesidir. 
Buna göre önce Türkiye toprakları büyüyecek ve bu durum toplumda büyük bir memnuniyet uyandıracaktır. Ancak güneydoğu ile entegrasyon tamamlanınca, “Büyük Kürdistan” kurulacak, yani “ikinci İsrail” doğmuş olacaktır. 

Görüldüğü kadarıyla haçlıların ve işbirlikçilerin anayasa konusunda acelesi vardır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin gerginliğini, ABD’nin bölgedeki diplomatik atağını ve Erdoğan, Barzani, PKK, Genel Kurmay Başkanı Özel gibi aktörlerle yürütülen kapalı görüşmeleri bu açıdan yorumlamak mümkündür. 

Anayasanın müsait hale getirilmesi için de, bölücü teröre “demokratik ve siyasi bir çözüm” bulunması gerekiyor. Bunun için şunların yapılması isteniyor: 


1) Ya Türk adı anayasadan çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli 
2) “Türk etnik” grubu ile diğerleri devlete ortaklıkta eşit konumda olmalı 
3) Ana dillerde eğitim kabul edilmeli 
4) Etnik özerk bölgeler kurulmalı 


Evet, Türkiye’ye dayatılanlar bu kadar sade ve açıktır. Yani, 1923 öncesine dönmemiz, haçlılar, işbirlikçiler ve PKK ile anlaşarak devleti ortaklık temelinde yeniden kurmamız istenmektedir. 

STK’LARIN “ YENİ VE SİVİL ” ANAYASA GÖRÜŞÜ 

Şimdi de “yeni ve sivil” anayasa için yapılan çalışmalara değinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna sunulan önerilere bakalım. Sonra da tarihimize yönelerek, “millet, devletin dili ve egemenlik” gibi hususları ağırlıklı olarak ele alalım. 

Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: 

Hak-İş, 
Müsiad, 
Tüsiad, 
Tesev, 
Memur-Sen, 
Mazlum-Der,
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 
Abant Platformu, 
İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), 
Kesk, 
İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, 
Ehlibeyt Vakfı vb. 

Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturmaya çalışan TEPAV’ı da ilave etmeliyiz. 

Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, anayasadan Türk adı çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı şeklinde özetleyebiliriz. 

Bilindiği gibi bu görüşleri; 

AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, İslamcı Kürtçü Partiler ve Yazarlar, İkinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle savunmakta dırlar. 

Bu önerileri biraz daha yakından görelim. 

Devlet memurlarının sendikası Memur-Sen adına hazırlanan raporda; 

“Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan 
herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (Akyüz, s. 41) 

Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; 

Dil konusu; “Anayasa'da farklı anadillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde anadilini kullanma hakkına sahiptir.” 

Özerklik konusu; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet kaldırılma lıdır. Veya Merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” 
( 26. Abant Bildirgesi 

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: 

“Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde 
diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca anadillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.” 

TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutup), TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyorlar. Şu ana kadar 12 ilde toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM tarafından yapılan 136 
değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle, devletimizin milli ve üniter kimliğini savunanlar eleştiriliyor, içeriği açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasanın her derdimize deva olacağı reklam ediliyor. 

TBMM Başkanı Çiçek, acelesi olmalı ki, üstüne vazifeymiş gibi, bu anayasanın yazımına 1 Mayıs'ta başlanacağını, yılsonuna da hazır olacağını açıklıyor. (12 Mart 2012) 

CUMHURİYET ÖNCESİNDE ANAYASA TARTIŞMALARI 

Hayati derecede önem arz eden bu tespit ve iddialarımızı daha da geniş ve derin bir çerçevede ele almak isteriz. Bunun için Cumhuriyet öncesi döneme, dünyanın genel durumuna ve uluslararası hukuka bakmaya çalışacağız. Bilindiği gibi; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları da sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep 
aynı kalmıştır. Aynı kalması da zaruri idi. Zira kurucu irade Türk Milleti’ne aitti. Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de Türk Milleti’nin devletiydi ve ortağı da yoktu. 

Evet, aslında egemenliğimiz ve Türk Milleti üzerinde yürütülmek istenen operasyonlar yeni değildir. Bu sahneler Osmanlı Devleti’nin son döneminde de, bire bir yaşanmıştır. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o dönemin kopyası gibidir. Demek ki biz bu filmi daha önce de aynen görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için tekrar 
ciddi tehlikelerle karşı karşıya bulunuyoruz. 

Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876 Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor. Örnekler verelim: 

Anayasa için üç ayrı komisyon kurulmuş. Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı nitelikte. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde serbesttir.” 

Yani Osmanlı halkının her biri kendi lisanı üzere eğitim, öğretim ve konuşmada serbesttir. (Pekdemir, s. 39) 

İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o gün de batılı güçler var. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim. 

İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım: 

“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri sokacaktır. 

Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre, Osmanlı 
Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın zamanda, her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden kurtulacaktır.” 

Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik yardımcısıdır.” (Pekdemir, s. 39) 

Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm(!) talebini savunanlar, meselenin kökünün nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar. 

Anayasa, ortak komisyonda müzakere edilirken de, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar: 

“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. 

Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (Sevinç, s. 434) 

Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim Gayrimüslim aynı safta yer alabilmişler. Oldukça anlamlı değil mi? 


Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan efendiyi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin edecektir. Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…“ der. Bu talep Osmanlı’nın içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul edilmez. (Bardakçı) 

136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen
tekrarlanmıyor  mu? İçerisi ve dışarısı işbirliği yaparak devletimizin 
temellerini oymaya ve milletimizi aldatmaya çalışmıyor mu? 

Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmek şarttır.” (Gencer, s. 186) Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim serbest olabilecektir. 

Bu öneriler bugün de önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. 

Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. 

Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşayı çağırtıp, şu uyarıda bulunur: 

“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk lisanından başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u Esasi’yi bana getirmeyin.” (Sevinç, s. 435) 

Padişahın kararlı tutumu üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste devam eder. 12. oturumda Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak bir teklif hazırlar. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice de kabul edilmelidir.” (Pekdemir, s. 46) 

Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle; 

“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben de duymamış 
olayım” diyerek işleme koymaz. (Pekdemir, s. 47) 

Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız var mıdır? İşte Abdullah Gül, işte Cemil Çiçek ve işte R. T. Erdoğan… Neler neler yapıyorlar ortada… 

*** 

Bölücü ve yıkıcılarla böylesine bir mücadeleden sonra, büyük devlet adamı Sultan Abdülhamit Han ve milli şuur sahibi devlet kadroları sayesinde Anayasa Mecliste onaylanır. Şer cephesinin hevesi kursağında kalır. Devletin ve egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren esaslar kesinleşir. 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında da aynen devam eden Kanuni Esasi’deki bu esaslar şöyledir: 

Madde 1. Osmanlı devleti, ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez. 

Madde 2. Osmanlı Devletinin başşehri İstanbul’dur. 

Madde 8. Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir. 

Madde 17. Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmaksızın vatana karşı aynı hak ve ödevleri vardır. 

Madde 18. Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır. 

Madde 57. Mecliste müzakerelerin dili Türkçedir. 

Madde 68. Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz. 

Madde 71. Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. 

(Kili - Gözübüyük, s. 31, 32, 33, 37, 38, 39) 

Tekrar edecek olursak, bu esaslar Osmanlı Devletinin milli ve üniter yapıda olduğunu göstermeye, sanırız yeter. Cumhuriyet dönemi de aynıdır. Zira devlet Türk Milleti’nindir. 

Ancak unutmayalım ki anayasa yapılırken, Osmanlı Cihan Devleti son nefeslerini almaktaydı. Türkçe bilenler, Arapça bilenlerden daha azdı. Medreselerde eğitim Arapçaydı ve Padişah aynı zamanda Halife sıfatını taşıyordu. 

Bu şartlarda devletin resmi dili Türkçe yerine, Türkçe ve Arapça denilebilirdi. Bu da çok normal görülebilirdi. Ama Türkçe denilmiştir. Acaba neden? Hiç şüphe yok ki, Devlet Türk Milleti’ne aittir de ondan. 

SULTAN HAMİD’İN MİLLİYETÇİLİĞİ VE DEVLET ADAMLIĞI 

Sultan Abdülhamit Han egemenlik konusunda da son derce hassastı. Şu örnek, sanırız fikir vermeye yetecektir: 

Piriştina Belediye Meclisi, “hutbelerin Arnavutça” okunmasına dair aldığı kararı, izin için İstanbul’a gönderiyor. Bu duruma karşı Sultan Abdülhamit Han’ın verdiği ret cevabı şöyledir: 

“Bu benim Hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” (Sezgin) 

Bilindiği gibi Müslümanlar, devletleri bağımsız ise cuma namazı kılabilirler. Çünkü Cuma hem din, hem de egemenlikle ilgili olan bir ibadettir. Bunun içindir ki hutbe hükümdar adına okunmaktadır. Bugün bu gerçeği unutmuş görünen bazı Diyanet yetkililerinin, “etnik dilde” ezan, Kur’an, Hutbe, Mevlit gibi siyasi söylemlerde bulunması ne kadar sorumsuzca ve endişe vericidir. 

Bir düne, bir de bugüne bakalım. Dün tarihimizin en bunalımlı döneminde bile egemenliğimizi temsil eden kadroların, milletimize ve devletimize sahip çıkma konusunda ne kadar kararlı ve şuurlu olduklarını göreceğiz. Bu haysiyetli duruşla gurur duymamak ve bundan ibret almamak nasıl mümkün olabilir? 


Milli kimliğimizin en önemli unsurlarının başında dilin geldiği malumdur. Türk Dili konusunda Sultan Abdülhamit Han’ın gayretleri, hayranlık uyandıracak kadar çok ve muhteşemdir. Özetlersek; dilin sadeleştirilmesi, yabancı sözcüklerden 
arındırılması ve geliştirilmesi için, Sultan iki tamim, bir tebliğ yayımlatmıştır. İlki Fuat Köprülü’nün açıkladığı 18 Mart 1894 tarihli vesika, ikincisi de Nihat Sami Banarlı tarafından tam metni yayımlanan vesikadır. Bu vesikalarda sözün, güzel ve doğru söyleme kurallarına uygun olması, mümkün olduğu kadar Arapça ve Farsça kelimeler yerine Türkçesinin kullanılması, Türkçeye sokulmaya çalışılan bu tür sözlerin bilhassa okullarımızda kullanılmaması; dil işinin ancak ilim
cemiyetleri kurmak suretiyle yürütülebileceği, yazı dili ile konuşma dilinin yaklaştırılması ve İstanbul ağzının yaygınlaştırılmasının esas tutulması gibi hususlar belirtiliyor. (Banarlı, s. 6) 

Padişah bu çerçevede Milli Eğitim Bakanı Zühtü Paşaya, Babıali vasıtasıyla gönderdiği tebliğ ile yaz tatilinde öğretmenlerin, halkın dilindeki Türkçe kelimeleri araştırmasını ve yazarak toplamasını emretmiştir. (Banarlı, s. 8) 

Sultan Abdülhamit Han’ın devlet adamlığı anlayışını, Başkâtip Tahsin Paşaya söylediği, kulaklara küpe olacak nitelikteki şu sözlerinde buluyoruz: 

“Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.” (Danişmend, s. 201) 
Bu bakımdan Meşrutiyetin ilanında, Padişah’ı en çok unsurlar meselesi düşündürüyordu. Mesele, devlette Türk’ün diğer unsurlar toplamına oranla azlıkta kalmasıydı. Ali Paşa gibi, o da meclisin unsurlar çekişmesine sahne olacağı endişesini taşıyordu. Bu sebeple 2. Meşrutiyetin ilanından önce, Türk Milliyetini koruyacak bir anayasa yapmak için, Avrupa anayasalarını tercüme ettirip incelemiştir. 

Sultan Abdülhamit Han şuurlu bir milliyetçiydi. Ona göre Türkçe çok önemliydi. Türk sadece Osmanlı sınırları içinde yaşayanlardan ibaret değildi. Bunun en güzel örneğini, Azerbaycan Türkçesini kurtaran şu gayretinde görüyoruz: 

“İran Şahı Muzaffereddin Kaçar’ın İstanbul’a gelmesinden yararlan Abdülhamit Han, o zamana kadar Azerbaycan okullarında okutulması yasak olan, Türk diline ait yasağın kaldırılmasını sağlamak suretiyle, milliyetçiliğinin büyük bir 
delilini daha göstermiştir. Şahın, memleketine dönerken yolda İran Milli Eğitim Bakanlığı’na telgrafla emir vermiş olduğundan bahsedilir. İstanbul gazeteleri bu millî müjdeyi, 1900 yılının 29 Ekim Pazartesi günü yayımlamışlardır. 

O zamanki ‘Tercüman’ı Hakikat’ gazetesinin ifadesine göre; Muzaffereddin Şah, “Azerbaycan’da bulunan okullarda, bundan böyle Farsça ile beraber Türkçenin de birlikte okutulmasına ve özellikle Türkçenin gereği gibi öğretilmesine dikkat edilmesini” emretmiştir. 

Her halde Sultan Abdülhamit Han’ın bu başarısı Türk Milliyetçiliği tarihinin hiçbir zaman unutamayacağı bir hizmettir.” (Danişmend, s. 201, 202) 

Hatırlamalıyız ki, Anadolu’da olduğu gibi İran coğrafyasında da, Türkler 1000 yıl (1924’e kadar) egemen olmuşlardır. Bugün bu geçmişe ve İran nüfusunun, en az yarısının Türk olmasına rağmen, üzücüdür okullarda Türkçe yasaktır. 


OSMANLI’DA TÜRKÇE VE TÜRKLÜK 

Türkçeye sahip çıkılması ve zenginleştirilmesi, elbette Abdülhamit Han dönemiyle sınırlı değildir. 1839’da tahta çıkan Abdülmecit döneminde de önemli çalışmalar yapılmıştır. 1848’de Muallim Okulu, 1850’de ilk Türk Akademisi olan Encümeni Daniş kurulmuştur. Cevdet Paşa’nın hazırladığı beyannamede, “Akademi, Türk dilini geliştirmeye çalışacaktır. Bu dil ihmal edilmiştir. Eskiler eserlerinde Arapça ve Farsça kelimelere o kadar yer vermişlerdir ki, bir sayfada birkaç Türkçe sözcüğe rastlanmaktadır.” (Sevinç, s. 506) 

Akademinin ilk kararı, Türkçe gramerin, Türkçe sözlüğün, sade bir dille Türk tarihinin hazırlanması ve basılmasıdır. Encümeni Daniş’in yayımladığı ilk eser, Fuat ve Cevdet Paşaların birlikte yazdıkları Osmanlı Dilinin Kuralları adlı gramerdir. Arkasından Cevdet Paşa’nın ünlü Tarihi Cevdet isimli eseri yayımlanmıştır. 

Söz buraya gelmişken, Osmanlı kavramı üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok farklı anlaşılmıştır. Bu bakımdan zihni karışıklığa ışık tutacağı düşüncesiyle, ünlü bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı Telakkisi” başlıklı makalesinden bir bölümü aktaralım. 

Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyet adıdır; yoksa bu kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde, lisanda ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh Osmanlılık demek, 
Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs. toplu heyeti demektir. 

Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette merbut (bağlamış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun 
eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder. Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu kaybetmesi, Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (Köprülü, s. 33) 

Köprülü pek tabiidir ki, Osmanlı bir Türk Devletidir diyor. 

Geçtiğimiz aylarda vefat eden Neslişah Sultan’ın hayatını yazan Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu sözlerini aktarıyor: “Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ündü, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için isim değişmiştir.” (Hürriyet, 23.10.2011) 

Hanedanın içinden gelen bu çığlıkta da aynı mesaj yüklü değil mi? 

Bir de TBMM’nin 1922’de aldığı 308 numaralı karara bakalım. Karar şöyledir: “Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti… düşmanlarına karşı kıyam etmiş… bu günkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” 
( Kili Gözübüyük,s.96) 

Evet, Selçuklu da, Osmanlı da Cumhuriyet de Türk Milleti’nindir. Sultan Alparslan, “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız. Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı” diyerek devleti bu iki temel üzerine kurmuş ve Anadolu’nun 
kapısını bizlere açmıştır. 

Hala şüphesi olanlar varsa, gece ve gündüz kadar hakikat olan bu gerçeği artık kabul etmelidirler. İşte haçlıların “yeni ve sivil” anayasa ile yıkılmasını istedikleri, bu tarihi gerçektir. Yani, bir olan milletimizin ve milli devletimizin bölünmesidir. 

Abdülhamit Han’ın meclisi kapatması üzerine Alman birliğini kuran ünlü devlet adamı Bismarck diyor ki; “İyi ettiniz de meclisi 
feshettiniz. Bir devlet tek bir milletten mürekkep olmadıkça, meclis faydadan ziyade zarar verir.” (Bardakçı, (b), s. 135) 

Bu meselede ünlü İslam düşünürü Şeyh Cemalettin Afgani’ye de bakalım: “Milliyetçilik dışında saadet yoktur. Fertleri dil, yani ırk (millet) ile din birbirine bağlar. Fakat dil birliği daha önemlidir. Çünkü dil ve ırk (millet) değişmez, ama insan isterse dinini değiştirebilir.” (Sevinç, s. 507) 

Böylesine sağlam ve güçlü deliller karşısında uyanmak, tarihe ve dünyaya bakıp ders almak gerekmez mi? 

Dünya dedik, ona da kısaca bakalım. Görüyoruz ki; ülkelerin tamamına yakını egemenliği, bir millet, bir devlet, eşit birey esasına göre inşa etmiştir. Uluslararası hukuk da aynen böyledir. Devlet, millet çoğunluğunun ortak değerleri üzerine kurulur. Mesela, çoğunluğun dili, devletin dili olur. Yerel dil ve özelliklere, devletin hukukunda yer verilmez. Ama bunlar toplum içinde hür bir 
şekilde yaşanıyor. Buna, devlet bir dilli, millet birden çok dilli olur diyebiliriz. 

Konjonktürün sonucu olarak veya emperyalist güçlerin çıkarlarına göre kurulan; SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya, (bölünerek milli devlet oldular) Belçika, (fiilen bölündü) Kanada ve Irak gibi yapay ülkeler istisna teşkil ettiğinden, emsal yapılamazlar. (Diğer taraftan bölünen Doğu ve Batı Almanya, bir millete ait olduğu için, 45 yıl sonra birleşmiştir.) Ayrıca sosyolojiye ve dünya hukukuna göre, 


etnik gruplar milletin rakibi değil, bir bölümü olduğundan, bunlar üzerine devlet kurulamaz. Milli egemenlik milletin bütününe aittir ve ortağı olamaz. Türk’ün devlet felsefesi buna, “egemenlik tecezzi (bölünme) kabul etmez. Aynen iffet ve namus gibidir, bölüşülemez” demektedir. 

İşte, sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapmak isteyenlerle anlaşmanın imkânsızlığı buradadır. Bunlar Cumhuriyet dönemini kabul etmediği için, biz çözümü milletimizin en büyük eseri olan Osmanlı’da, tarihi kültürümüzde ve dünyanın genel durumunda aramaya çalıştık. 

SON SÖZ 

Bu gerçekler ışığında, samimi ve namuslu düşünenlere seslenerek diyoruz ki: 

Asırlar ötesinden gelen ve bedeli fazlasıyla ödenmiş bulunan muhteşem medeniyetimiz, egemenliğimiz ve devam eden sarsılmaz birliğimiz karşısında, sizleri yeniden düşünmeye davet ediyoruz. 

1000 yıllık tarihî tecrübemizi inkâr ederek; bir ve bütün olan milletimizi, milli devletimizi ve egemenliğimizi ayrıştırıp, siyasallaştırılmış etnik gruplara dayalı “çok ortaklı devlet” düzeni kurma siyaseti, ülkeyi felakete sürükler. İç çatışmayı 
ve kardeş kavgasını kaçınılmaz hale getirir. 

Dünyada bunun en yeni örneği, işgalci emperyalist batının kurduğu “Irak Federal Cumhuriyeti”dir. Bu sebeple de akan kan durmamaktadır. 


Gelinen noktada; bütün bunların haçlının etnik fitne tuzağı olduğu görülmelidir. Bunca acıdan sonra artık, batıl üzerine devlet inşa edilemeyeceği kabul edilmelidir. 

“Yeni ve sivil” Anayasa yapacağız şaşırtmacasıyla, Türk’ün devletinin elinden alınamayacağı bilinmelidir. 

Bu vesile ile ana fikri egemenliğimizin teslimi olan “yeni ve sivil” anayasaya bugüne kadar doğrudan veya dolaylı, bilerek veya bilmeyerek destek veren bazı Türk Milliyetçilerini, tarihe ve aynı ülküyü taşıyan gelecek nesillere karşı olan sorumluluklarının bilincinde olarak, Türk Milleti’ne ve onun devletine sahip çıkmaya çağırıyoruz. 

ÖZETİN ÖZETİ 

Ya 1000 yıllık egemenliğe son ve “çok ortaklı etnik devlete” evet; 
Ya da devleti ebet müddete devam… 
Ya bu aldatmacaya, evet; 
Ya da tarihin hakkınızdaki hükmünü düşünerek, hayır diyeceksiniz! 
Buyurun! Karar sizin! 


KAYNAKLAR 

1. Hüseyin Rahmi Akyüz (Ed.), Yeni Anayasa Raporu II, Ankara, Memur-Sen (Memur Sendikaları Konfederasyonu), Aralık 2011. 
2. 26. Abant Toplantısı Sonuç Bildirgesi http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Iste-Abant-Toplantisi-sonuc-bildirgesi/739126 (06.05.2012) 
3. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm (06.05.2012) 
4. M. Kemal Pekdemir, Tarihin En Tartışmalı Padişahı Abdülhamid, 2008 
5. Pekdemirli, a.g.e. 
6. Necdet Sevinç. Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, 2008 
7. İlhan Bardakçı Zaman Gazetesi, (a) 7 Temmuz 1995 
8. İlhan Bardakçı, “İmparatorluğa Veda”, Hülbe Yayınları, (b) İstanbul 1985 
9. Dr. Ali İhsan Gencer, İlk Osmanlı Anayasasında Türkçenin Resmi Dil Olarak Kabulü Meselesi. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları no:423, Armağan, Kanunu Esasi’nin 100. Yılı 
10. Prof. Dr. Suna Kili, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985 
11. Nihat Sami Banarlı, Sultan Hamit’in Türkçeciliği, Hayat Tarih Mecmuası, yıl 3, c. 2, sayı 11, 1 Aralık 1967 
12. İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları I, Birinci Cilt, İstanbul 2002 
13. Fuat Köprülü, Akşam, 28 Teşrinievvel, 1334 (1918) 
14. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20260959.asp 
15. Dr. Abdülkadir Sezgin, Türk Milliyetçileri ve Aşağılanan Kadınlar Aleviler Çingeneler Makalesi 


MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 
SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ? 
Sadi SOMUNCUOĞLU 
Milli Düşünce Merkezi Genel Başkanı 
Haziran 2012, Ankara 
Açıklama: mdmlogo.png 
Yayın Numarası: 4 
1. Baskı 
Cantekin Matbaası 
Haziran 2012

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde 
başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu 
Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan 
hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman 
kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri 
üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 163 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. 
Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden 
yayınlanmaktadır. 

(www.millidusunce.org ve www.iktidarmuhalefet.com) 

Sadi SOMUNCUOĞLU 



****