PARA POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PARA POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 5

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 5

2.6. Finansal Sektörde Deformasyon 

Bir ekonomide finansal kurum ve enstrümanların uygunluklarındaki artışlar işlem ve bilgi maliyetlerini azaltmaktadır. Tüm kurumlarıyla etkin bir şekilde işleyen finansal sistem, tasarrufların daha rasyonel kullanımı ve tasarrufları özendirme yönünde önemli katkılar sağlamaktadır. Özellikle piyasa ekonomisinin işlerlik kazandığı ekonomilerde finansal piyasaların ekonomik anlamda ülke 
ekonomisine katkısını artırmak için politik, ekonomik ve psikolojik ortamların elverişli olması gerekmektedir. Bu bakımdan devleti yönetenlerin uyguladıkları politikalarda finansal piyasa koşullarını da dikkate almaları makro ekonomik performansın arzu edilen seviyede gerçekleşmesi bakımından önem arz etmektedir 385. 

Teorik olarak finansal sektör ekonomik büyüme üzerinde işlem ve bilgi maliyetlerini iyileştirme noktasında yardımcı olmaktadır. Bu şekilde kaynakların, bölgeler ve zamanlar arası dağılımı belirsizlik ortamlarında ayarlanmaktadır. Şekil:1 üzerinden de görüleceği üzere finansal kesim tasarrufların mobilitesi, kaynak tahsisi, yöneticilerin izlenmesi ve kurumsal kontrol, risklere 
karşı koruma ve risklerin çeşitlendirilmesi ile malların ve hizmetlerin ticaretini kolaylaştırma fonksiyonlarıyla sermaye birikimi ve teknolojik yeniliklerin yapılmasına yardımcı olmaktadır. 

Sermaye birikimi ve teknolojik yenilikler ise büyümeyi artırmaktadır. 



Finansal kesim iktisaden verimlilik artışı yanında daha çok mal ve hizmet üretmede katkı sağladığı sürece reel kesime faydası bulunmaktadır. Parasallaşmış mübadele, insanların takas vasıtasıyla bulamayacakları koşullarda karşılıklı olarak faydalı iş keşfetmelerine imkân tanıyorsa, reel ekonominin verimliliği artmaktadır. Daha üretken çalışmayı sağlayacak bir makineyi satın alabilmek için finansal sistemden borç para bulabiliyorsak, kredi piyasası verimlilik artışı sağlamış olmaktadır 386. 

Türkiye’de finansal sektörün serbest piyasa koşullarında faaliyetlerini yürütmesine yönelik yasal düzenlemeler 1980 yılından sonra etkinlik kazanmıştır. 
Buna yönelik olarak 02.05.1985 tarihli ve 18742 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 3182 sayılı Bankalar Kanunu serbest piyasa ekonomisinin uygulanmaya başlandığı dönemde yürürlüğe girmiştir. Serbest piyasa ekonomisine geçilmesi ekonomik ihtiyaçları ve şartları değiştirmiş, yeni bankaların kurulması ve özellikle yabancı bankaların Türkiye’de şube açmaları için verilen izinlerin sayısında önemli bir artış görülmüş, 3182 sayılı Kanun ile banka kuruluşu izni Bakanlar Kurulu’na verilmiştir387. Bununla birlikte bazı dönemlerde politik önceliklerin öne çıkması finansal sistemde rasyonellikten uzaklaşılan kararlarlar alınmasına ve sağlıksız yapının oluşmasına neden olmuştur. Örneğin Mesut YILMAZ’ın başbakanlığı döneminde, 10 Ekim 1991 tarih ve 21017 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 91/2316 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile 20 Ekim 1991 genel seçimlerine 10 gün kala Park Yatırım Bankası, Toprakbank, Alternatifbank, Konut Endüstri ve Ticaret Bankası ve Bank Ekspres adlı bankalara her hangi bir koşul aranmaksızın banka kurma izni verilmiştir 388. Söz konusu Kanun’da kuruluş izni Bakanlar Kurulu’na verilirken, 5. madde ile bir kişinin banka sermayesinin yüzde 5’i ve daha fazlasını temsil eden payları edinmesi veya bir ortağa ait payların banka sermayesinin yüzde 5 yüzde 20, yüzde 33 veya yüzde 50 sini aşması sonucunu veren hisse edinimleri ile bir ortağa ait payların yukarıdaki oranların altına düşmesi sonucunu veren hisse devirleri Müsteşarlığın iznine tabi kılınmıştır. Oysa ki gerek mülga 4389 sayılı Kanunda gerekse de mer’i 5411 sayılı Kanunda kuruluş ve faaliyet izni de hisse devirlerine ilişkin izinler de aynı organ tarafından yani Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunca verilmektedir. 

Öte yandan bankaların sağlıksız ya da finansal piyasaların istikrarsız veyahut her ikisinin birlikte istikrarsız olduğu durumda, finansal sistem kırılgan vaziyet 
almaktadır. Bir kriz tarafından tetiklenen bankacılık sektörü sorunları, kredi veya para arzı kanalıyla ekonomik faaliyetler üzerinde ters etkilere sahip olmaktadır. 
Finansal piyasalarda ortaya çıkan bir krizin meydana getireceği makroekonomik etkiler; kredi hacminde daralma, faizlerde yükselme, emisyonda artma, harcama ve talepte düşme, üretim ve istihdamda azalma, tasarruf ve yatırımlarda azalma şeklinde ifade etmek mümkündür 389. 

 Bankacılık sektörü, Türkiye ekonomisinin 1980’lerden itibaren geçirdiği değişimlerden etkilenen sektörlerin başında gelmektedir. Mali piyasalar, teknolojik yeniliklerin ve uluslararası ticaretin gelişmesi ile çok kısa süre içinde çok hızlı bir gelişme kaydetmiş ve fakat 1980–1990 arasında kalan on yılda ekonomi piyasalarında yaşanan dönüşüme, ekonomiyi düzenleyen siyasi ve 
hukuki çerçevenin gereken reformlar zamanında yapılarak ayak uyduramadığı görülmüştür390. Bu nedenle, yüksek enflasyon baskısı ve bütüne sirayet etmiş bozuk ekonomik yapı içinde Türkiye’de kamu kesimi borçlanma ihtiyacının yüksekliği, özel bankaların reel ekonomiye kaynak sağlamaktan uzaklaşarak kamu açıklarını finanse etmeye yönelmelerine neden olmuştur. Devlet iç borçlanma senetlerinin mevduat bankalarının toplam aktifleri içindeki payı 1990 yılında % 10’dan, 1999 yılında %23’e yükselmiştir. İlgili dönemde özel sektöre açılan kredilerin toplam aktifler içindeki payı ise % 36’dan % 24’e gerilemiştir. Bu bakımdan bankaların üreticiyi ve reel ekonomiyi yeterli ölçüde desteklediğini söylemek gerçekçi değildir391. 

Türkiye’de 1995-1999 periyodu için 1994 krizine yol açan ekonomik ve siyasi faktörlerde iyileşme yaşanmamış, dengesizlikler yapay tedbirlerle bastırılarak olabilecek krizler geçiştirilmeye çalışılmıştır. 
Bu süreçte yaşanan Asya, Rusya ve Brezilya krizleri ile Ağustos 1999’da yaşanan Marmara depreminin getirdiği ekonomik daralma etkisi, 1999 yılı sonunda Enflasyonu Düşürme (Dezenflasyon) Programı’nın yürürlüğe konulmasına yol açmıştır. 

1990’lı yılların sonlarına doğru Türk bankacılık sektörü; ölçek olarak muadil ekonomilere göre küçük, reel sektörden ziyade kamu finansmanının destekleyen, mevduatın krediye dönüşümünün zayıf olduğu, yeni girişlerin etkisiyle yoğunlaşmanın az olduğu, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği ve küresel sermayenin az ilgi gösterdiği bir sektör olarak öne çıkmıştır 392. 

Türkiye ekonomisi, 1990’lı yıllardan itibaren çeşitli tarihlerde ekonomik krizlerle karşı karşıya kalmış, uygulamaya konulan istikrar programlarının çeşitli nedenlerle sonuçlandırılamaması nedeniyle ekonomideki sıkıntılar, uluslararası sermaye hareketlerinin hız kazandığı 2000’li yıllarda daha da artmıştır. Bankacılık sektörünün serbest öz kaynakları negatif olmuş ve bankacılıkta faaliyet kârının düşük olması nedeniyle kâr hacmi öz kaynak artışını destekleyememiştir. Bu dönemde bankacılık sektöründe makroekonomik istikrarsızlık, kamu bankalarının sistemdeki bozucu etkisi, sektördeki 
küçük ve parçalı yapı, risk yönetimi konusundaki eksiklikler gibi temel yapısal sorunlar, 2001 yılı Şubat ayında yaşanan finansal krizin derinleşmesine ve sistemik bankacılık krizine dönüşmesine neden olmuştur. Krizle birlikte yükselen faiz oranlarının döviz kurundaki artış hedefinin çok üzerinde seyretmeye başlaması ve krizin başta kamu bankaları ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu 
kapsamındaki bankalar olmak üzere bankacılık sisteminin malî yapısında hasar oluşturması finansal sistemin kırılganlığının artmasına neden olmuştur. 

2001 yılının Şubat ayında, makroekonomik ortamın istikrarsız olması, öz kaynakların yetersizliği, bankacılık yapısının küçük ölçekli olması, kamu bankalarının payının bankacılık sistemi içindeki payının yüksekliği, aktif kalitesinin zayıf olması, yetersiz iç kontrol, risk yönetimi ve kurumsal yönetim, bankacılık sektöründe yeni bir kriz yaşanmasında önemli rol oynamıştır. 
Bankaların hâkim ortaklarının bankacılık dışı faaliyetlerinin finansmanı için doğrudan veya dolaylı olarak kullandıkları ve sürekli yenilenen krediler aktif kalitesinde bozulmaya yol açmış, yönetim kurulunda yer almak ve karar alma sürecine katılmak suretiyle banka sahiplerinin banka yönetimi üzerindeki yönlendirici etkisi ise etkin kurumsal yönetimin uygulanmasını ve iç kontrol 
mekanizmasının etkinliğini sınırlandırmıştır. 

2000-2002 yıllarına ilişkin “Enflasyonla Mücadele Programı” çerçevesinde uygulanan kur çıpası dövizle borçlanmayı cazip hale getirmiş ve bankaların yurtdışından aldıkları sendikasyon kredileri artmış, kur çıpası politikasına güvenerek yabancı para cinsinden elde edilen kaynakların lira cinsinden krediye dönüştürülmesi ve hazine bonosu satın alarak açık pozisyonların ve kur risklerinin artması, açık pozisyonu olan birçok bankanın, Kasım 2000 krizinde yüksek faizle borçlanmak (faiz riski), Şubat 2001 krizinde de dalgalı kura geçildiği için yüksek kurdan döviz satın almak (döviz riski) zorunda bırakmış ve bu durum ise bankalarca yüksek maliyetler yüklenilmesine neden olmuştur 393. 

Öte yandan 1990’lı yıllarda, makro ekonomik dengelerin giderek bozulduğu ortamda kamu kesimi açıklarının dışlayıcı etkisiyle Türkiye ekonomisinde bankacılık sektörü asli fonksiyonu olan aracılık işlevinden uzaklaşmıştır. Nitekim kredilerin bankacılık sektörünün toplam aktifleri içindeki payı 1990 yılında %47 iken 2000 yılında %33’e gerilemiştir. Benzer şekilde kredi/mevduat oranı 1990 
yılında %84 iken, 2000 yılında %51’e gerilemiştir. Türkiye’de kredilerin GSMH’ya oranı benzer kategorideki ülkeler ile karşılaştırıldığında oldukça düşük düzeyde kalmıştır. Yatırımcı güvenindeki azalma, para ikamesi gibi hususlara ek olarak kamunun yüksek reel faizle özel yatırımları dışladığı görülmektedir 394. 

Aracılık maliyetlerindeki yükseklik, bankacılık sektörünün finansal aracılık fonksiyonunun etkinliğini bozmuştur. Ayrıca, kamu bankaları asli fonksiyonların 
dışında verilen görevler ve bunlardan kaynaklanan zararlar, ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler ile yönetimdeki zayıflıklar sonucunda bu bankaların 
mali bünyeleri önemli ölçüde bozulmuştur. Kamu bankalarının finansman ihtiyaçlarını kısa vade ve yüksek maliyetle piyasadan karşılamaları zararlarının 
gittikçe artmasına ve finansal sektörde istikrarsızlığa yol açmıştır. Ayrıca 1990’lı yıllarda bankacılıkta, risk ve kurumsal yönetim uygulamaları yetersiz kalmış, 
sonuçta bankacılık sistemi likidite, faiz ve kur risklerine karşı aşırı duyarlı hale gelmiştir395. 

Öte yandan finans sektöründeki denetim ve gözetim mekanizmalarının yetersizliği, uluslararası standartların uyarlanması ve uygulanmasında karşılaşılan eksiklikler ve gecikmeler yanında bu önemde banka murakıplarının olumsuz rapor verdikleri bankalar hakkında gerekli takibatlar ve yaptırımlar uygulanmaması sektördeki sorunları daha da kangren boyutuna getirmiştir. 
Bunun yanında Hazine Müsteşarlığı, SPK, Başbakanlık, Sayıştay, TCMB gibi kurumların denetim sürecinde yer alması uygulamada çok başlılık meydana 
getirmesi yaptırımlarda etkinsizliğe neden olmuştur. Küresel ölçekte de düzenleyici çerçevede yeni arayışlar bir zorunluluk olarak 1990’lı yılların 
sonlarına doğru ortaya çıkmıştır396. 

Refah-Yol hükümetinin istifasını sunduğu dönemde 3182 Sayılı Bankalar Kanunu'nun 64. maddesinin askıya alınmasının sonrasında bankalara el koyma yetkisi uygulamaya geçirilememiştir. 

Fakat Anayasa Mahkemesi'nce 9 Ekim 1997 tarihinde askıya alma kararı iptal edilmiştir. Ancak Yüksek Mahkeme, iptal kararının Resmi Gazete'de 
yayımlanmasından 6 ay sonra yürürlüğe girmesini hükme bağlamıştır. Yine tuhaf biçimde gerekçeli karar 14 ay sonra 11 Aralık 1998'de ancak yayımlanabilmiştir. 
Geçen bu süreçte vesayetçi sistem, mali bataklığın büyümesine göz yummuştur. Bu arada Egebank, Türkbank 397, İnterbank problemlerinin üstü örtülmüştür. 
Çünkü Bankalar Kanunu ancak  23 Haziran 1999 tarihinde yenilenebilmiştir. Esbank, Egebank, Yurtbank, Yaşarbank ve Sümerbank'a Aralık 1999'da el konulurken, sıkıntıda olan başka bankalar haksız biçimde kayrılmıştır. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Haziran 1999'daki kanundan 14 ay sonra, 
yani Ağustos 2000'de faaliyete geçtiğinde banka soygunları artık gizlenemez seviyeye ulaşmıştır398. 


Türkiye’de finansal sistemin deformasyona uğradığının göstergelerinden birisi de finansal sektörün asli fonksiyonu olan aracılık işlevinden uzaklaşmasıdır. Siyasal ve iktisadi belirsizliklerin arttığı bu dönemde, kamu kesimi açıklarının yurtiçi piyasalardaki dışlayıcı etkisinin belirginleşmesi bankacılık sektörünün kamu menkul kıymetlerine yönelmesine neden olmuştur. 

Sektörün asli işlevlerinden uzaklaşmış olmasının bir diğer yansıması, gelir-gider yapısında kendisini göstermektedir. 1990-2000 döneminde en dikkat çeken husus, kredilerden alınan faiz gelirlerinin toplam faiz gelirleri içerisindeki payının %69’dan %38’e kadar sürekli bir biçimde gerilemiş olmasıdır. Bu, bankacılığın ana faaliyetlerinden gelir yaratamadığına, temel işlevini yerine getiremediğine yönelik çarpıcı bir göstergedir. Kredilendirme faaliyetinin sonucu olan kredi faiz gelirinin toplam gelir içerisindeki payı da benzer bir eğilim göstermektedir. Sektörün gelir yaratma bakımından asli faaliyetlerinin uzağında olması, sürdürülemez bir süreçte bulunduğunu göstermektedir 399. 

Türk bankacılık sektöründeki yapısal sorunlara yönelik Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri öncesi bazı çalışmalar yapılmış, Haziran 1999’da yürürlüğe giren 4389 sayılı Bankalar Kanunu önemli bir dönüm noktası olmuştur400. Banka denetimlerinin her türlü etkiden uzak ve etkin bir şekilde sağlanması ve bankaların faaliyetleri ile ilgili düzenlemelerin yapılması ve bu düzenlemelerin 
uygulanıp uygulanmadığının gözlenmesi amacıyla 18/06/1999 kabul tarihli ve 23/06/1999 tarihli ve 23734 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4389 sayılı Bankalar Kanunu ile idari ve mali özerkliğe sahip, kamu tüzel kişiliğini haiz Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu kurulmuş ve 31/08/2000 tarihinde faaliyete geçmiştir. Diğer taraftan, gerek bankacılık ve finans sektöründeki gelişmeler gerekse 4389 sayılı Kanunun sisteminin kanun yapma tekniğine uygun olmadığına ilişkin eleştiriler sonucunda 5411 sayılı Bankacılık Kanunu hazırlanmış ve 01/11/2005 tarihli ve 25983 Mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu, önceki kanundan devraldığı konuların yanı sıra yeni bir çok konuda düzenlemeler yapmış ve fakat 4389 sayılı Bankalar Kanunu ile getirilmiş olan yeni kurumlar (BDDK ve TMSF) aynen korunmuştur. 

 Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (Kurum) kuruluncaya kadar, Türkiye’de bankaların denetimi o dönemde Maliye Bankası bünyesinde yer alan Bankalar Yeminli Murakıpları tarafından yerine getirilmiş, hazırlanan raporlar Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu bakanlık tarafından değerlendirilerek gerekli önlemler alınmıştır. 4389 sayılı Kanun ile uluslararası uygulamalara paralel olarak bankacılık sektörünün düzenleme, gözetim ve denetimi, idarî ve malî özerkliğe sahip Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’na devredilmiştir. Bankacılık sektörünün gözetim ve denetiminden sorumlu kamu birimleri BDDK bünyesinde birleştirilerek Kurum 31 Ağustos 2000 tarihinden itibaren, Kasım 2000 krizinin hemen öncesinde fiilen çalışmaya başlamıştır. 

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, 5411 sayılı Kanunun 1. maddesinde belirtilen amacına uygun olarak, finansal piyasalarda güven ve istikrarın sağlanmasına, kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasının sağlanmasına ve tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına yönelik usul ve esasları belirlemek, Bankacılık Kanununun, Teşkilat Yönetmeliğinin401, ve diğer ilgili mevzuatın vermiş olduğu görev ve yetkileri yerine getirmek, gerekli düzenlemeleri yapmak, uygulanılırlığı gözetim altında tutmak, gerekli denetimleri yaparak gerektiğinde yaptırımlar uygulamakla yükümlüdür. 

Diğer taraftan, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin etkisiyle mali bünyeleri ve karlılık performansları kötüleşen bankaların daha sağlıklı bir yapıya kavuşturulabilmesi amacıyla, 2001 yılı Mayıs ayında Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı da uygulamaya konulmuştur. Program ile kamu bankalarının yeniden yapılandırılması, TMSF’ye devredilen bankaların 
çözümlenmesi, özel bankacılık sisteminin rehabilitasyonu, gözetim ve denetim çerçevesinin güçlendirilmesi ve sektörde etkinliğin artırılması amaçlanmıştır. Program kapsamında kamu sermayeli bankaların sermaye yapıları güçlendirilmiş, görev zararı alacakları ödenmiş ve yeni görev zararlarının doğmasına imkân veren düzenlemeler kaldırılmış, kısa vadeli yükümlülükleri tasfiye edilmiştir. Bu bankalar operasyonel olarak yeniden yapılandırılmış, yönetimlerinde profesyonel bir kadro oluşturulmuş, şube ve personel sayısı rasyonel seviyelere düşürülmüştür. 

Kalkınma Bakanlığı tarafından Komisyona 23.08.2012 tarih ve 4960 sayılı yazı ekinde gönderilen “1991-2006 Döneminde Yaşanan Krizler ve Etkileri” adlı Raporda da belirtildiği üzere 2001 krizi sonrasında Basel uygulamalarının BDDK tarafından uygulanmasıyla birlikte bankaların öz kaynaklarında ciddi artışlar meydana gelmiştir. 2001 kriziyle konsolide olarak daha az sayıda banka 
sayısına sahip olan sektör, yeniden yapılandırmayla birlikte daha güçlü ve istikrarlı bir yapıya kavuşmuştur. Bu gelişimde BDDK’nın almış olduğu makro ve mikro ihtiyati tedbirlerin önemi büyüktür. Nitekim, 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında uygulamaya konulan ekonomik program ve 2002 Kasım ayında yapılan genel seçim sonrasında şekillenen tek partili hükümet yapısı ile birlikte makro ekonomik istikrarın sağlanması yönünde alınan önlemler ekonomide istikrarsızlıkların azalmasını sağlamış, bankacılık sektöründe 2003 yılında yaşanan İmar Bankası olayı dışında her hangi bir olumsuzluk görülmemiştir. Kalkınma Bakanlığı tarafından Komisyona gönderilen ve yukarıda bahsi geçen Raporda da belirtildiği üzere, 2001 kriziyle en üst seviyeye çıkan 
ve finans sektörünü önemli boyutta sarsan bankalarda yaşanan denetim ve düzenleme sorunları karşısından 4389 sayılı Bankalar Kanunu ile Haziran 1999’da kurulan ve Ağustos 1999’da faaliyetine başlayan BDDK, gerek bankacılık sektörünü gözetim altında tutan gerekse uluslar arası uygulamaları Türk bankacılık sektörüne uyarlayan düzenlemeleriyle son 10 yılda bankacılık sektöründe meydana gelen gelişmelerde önemli rol oynamıştır. Bankacılık sektörünün daha etkin ve rekabetçi bir yapıda çalışmasını sağlayan reformlardan birisi de 2004 Temmuz ayından itibaren mevduata verilen garantinin 50.000 TL ile sınırlandırılması ve tasarruf mevduatı sigorta priminin mevduatın sigortalı kısmı üzerinden ve risk bazlı olarak ele alınması uygulamasının başlatılması olmuştur. İstikrarlı ekonomi politikalarının sürdürülerek kamu borçlanma ihtiyacının düşürülmesi, faiz oranları ve enflasyonun aşağı çekilmesi, bankacılık sektörünün, kredi işlemlerinin ve lisans işlemlerinin her türlü etkiden uzak tutularak, uzman ve bağımsız kurumlarca verilecek kararlar çerçevesinde yürümesini teminen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun bağımsızlıklarının en üst düzeyde korunması, piyasadaki güven duygusunun korumasına yönelik olarak siyasi istikrarın iktidar ve muhalefet olarak sürdürülebilir olması gibi etkenler bankacılık krizlerinin önlenmesine ve kamu zararının oluşmasına engel olabilecek niteliktedir. Nitekim bankacılık sektörüne ilişkin bir takım düzenlemeler yapılmış, AB mevzuatıyla uyumlu olarak hazırlanan 5411 sayılı Bankacılık Kanunu 2005 yılında yürürlüğe girmiştir 402.

Bu yasayla, düzenleme ve denetim çerçevesinin daha da etkinleştirilmesi, finansal sektörde ortaya çıkan konsolidasyon eğilimine paralel olarak düzenleme ve denetleme aşamalarının konsolide bazda yürütülmesi, finansal şirketler ile düzenleme denetleme otoritesinde kurumsal yönetişimin iyileştirilmesi sağlanmıştır. Ayrıca, banka dışı kredi kuruluşlarının düzenleme ve denetimi Hazine Müsteşarlığından BDDK’ya devredilmiştir. 

15.05.2001 tarihli “Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı”na403 göre; “Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması programının temel amacı; kamu bankalarını mali sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkarmak, mali sistemin istikrarı ve kamu maliyesine getirdikleri yükün azaltılması bakımından TMSF bünyesindeki bankaların sorunlarını en kısa sürede 
çözüme kavuşturmak ve yaşanan krizlerden olumsuz yönde etkilenen bazı özel bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşmalarını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirmektir. Yeniden yapılandırma programı, bankacılık sisteminin mali ve operasyonel yapısının güçlendirilmesine yönelik uygulamalar ile bankacılık sektöründe gözetim ve denetimin etkinliğini artıracak, sektörü daha etkin ve rekabetçi bir yapıya kavuşturacak yasal ve kurumsal düzenlemeleri içermektedir”. Anılan Raporda, Kasım krizi sonrasında likidite ve faiz riski nedeniyle ciddi sorunlar yaşayan bankacılık sektörünün, Şubat krizi 
sonrasında ise ilave olarak kur riskinden kaynaklanan kayıplarla karşı karşıya kaldığı, kriz döneminde faiz oranlarındaki hızlı artışın bir yandan fonlama maliyetlerini yükseltmek, diğer yandan menkul değerler cüzdanının piyasa değerini azaltmak suretiyle banka bilançolarını olumsuz yönde etkilediği vurgulanmıştır. Yine Rapora göre, faizlerdeki yükselme, kısa vadeli fon talebi önemli boyutlarda olan kamu ve fon bankalarının ciddi zararlarla karşılaşmasına yol açmış, likit olan özel ve yabancı bankaların faizlerdeki yükselme nedeniyle karşılaştığı fonlama zararları ise sınırlı kalmıştır. Söz konusu yeniden yapılandırma programı, aracılık fonksiyonuna odaklanmış, iç ve dış şoklara dayanıklı ve uluslararası ölçekte rekabet edebilir bir bankacılık sektörüne geçişi amaçlamış olup, önceliği, yaşanan krizlerin bankacılık sektöründe yaratmış olduğu tahribatın giderilmesi ve sistemin zayıf bankalardan temizlenerek sağlam bir temel inşası olarak belirlemiştir. 

Öte yandan TMSF tarafından Komisyona gönderilen 07/09/2012 tarih ve 2036 sayılı cevabi yazıda 2000 yılının sonlarında ve 2001 yılının Şubat aylarında yaşanan krizler sonucunda, 1994-2003 yılları arasında 20’si temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi, 5’i ise faaliyet izni doğrudan kaldırılarak iflasına karar verilen olmak üzere toplam 25 bankanın Fon’a devredildiği ve 
bu bankalara ilişkin tasfiye, çözümleme ve geri kazanım çalışmalarının yürütüldüğü ifade edilmiştir 404. 

FONA DEVREDİLEN BANKA LİSTESİ,









6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 4

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 4




Tablo: 7 



Grafik-3: Faiz ve Enflasyon Oranının Gelişimi 

Yukarıdaki tablo ve buna bağlı olarak oluşturulan grafikten de görüleceği üzere DİBS faiz oranları ve gerçekleşen enflasyon doğrultusunda reel faiz oranları 
istikrar programının uygulandığı 2000 yılı haricinde oldukça yüksek seviyede seyretmiştir. Reel faiz oranlarının normal değerlerin üzerinde süreklilik göstermesi bir taraftan kamunun borçlanma maliyetini artırırken, diğer taraftan da özel sektörün yatırım yapma hevesini olumsuz yönden etkilemektedir. Bunlardan birincisi yatırımların borçlanma maliyetini artırması, diğeri ise sermayenin marjinal etkinliğini olumsuz etkilemesidir. 

 Yükselen faizler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması, müteşebbislerin yatırım kararlarında çekingen davranmaya başlamalarına neden olmaktadır. 
Yüksek faizler yatırımlarını öz kaynakları ile gerçekleştirmeye çalışan girişimciler üzerinde de olumsuz bir etki yapmaktadır. Çünkü yatırım kararlarında üzerinde 
durulan en önemli konulardan birisi de yatırımlardan beklenen kârın faiz oranlarından büyük veya hiç olmazsa ona eşit olmasıdır. Aksi takdirde elinde 
yatırımlarda kullanılmak üzere kaynağı bulunan müteşebbisler, bunu riskli yatırımlarda kullanma yerine riskli olmayan banka mevduatı veya devlet tahvili 
şeklinde değerlendirme yolunu seçecektir 372. 

1990’lı yılların sonuna doğru Rusya’da ortaya çıkan ardından tüm dünyada yaşanan daralmanın etkisi de bulunmasına rağmen Türkiye’de ekonomisi üzerinde yatırım ve büyüme bağlamında asıl belirleyici olan unsur 28 Şubat sürecinin doğurduğu olumsuz ekonomik koşullardır. 

Bu süreçte hem yüksek mali baskınlık hem de belirsizlik ortamından dolayı yükselen faizler, özel sektör sabit sermaye yatırımlarını da olumsuz etkilemiştir. 
Özel sabit sermaye yatırımları 1998 yılında %12, 1999 yılında %23,7 oranında azalmıştır. Reelde sabit sermaye yatırımlarının değişmediği, başka bir ifade ile 
bir önceki yıl düzeyinde kaldığını varsaydığımızda sabit sermaye yatırımlarındaki azalmanın Türkiye ekonomisine maliyeti 17,5 milyar dolar seviyesinde 
olmaktadır. 

Tablo: 8 




 Türkiye’de sermaye hareketliliğinin serbestleşmesi sonrasında özellikle 1990 yılı sonrasında büyük sanayi işletmelerinde faaliyet dışı gelirler üretim gelirlerini 
besleyen ek bir kaynak olmaktan çıkmış ve bu şirketlerin kârlarının olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir373. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde üretim 
faaliyeti dışı gelirlerinin toplam kar ve zarar tablosu içindeki payı artış göstermektedir. Tablo:9 üzerinde daha açık biçimde sunulduğu üzere 1994 krizi 
sonrasında özel büyük sanayi kuruluşlarının faaliyet dışı gelirleri % 54,6 seviyelerine çıkmıştır. 1994 yılı hariç 1998 yılına gelinceye kadar diğer faaliyet 
gelirleri %50 düzeyinin altında kalmıştır. 1998 yılında %87,7 olan bu oran 1999, 2000 ve 2001 yıllarında sırası ile %219, %114, %547 olarak gerçekleşmiştir. 
Bu çerçevede sanayi sektörünün kârlılığını korumaya devam ettiği ifadesi yanlış olmayacaktır 374. 

2001 yılından itibaren ekonomideki normalleşme eğilimi ile birlikte şirketlerin üretim faaliyeti dışı gelirleri azalmaya başlamış ve 2002 yılı için kar ve zarar 
toplamındaki payları %113,2, 2003 yılı için ise bu oran %71,8 seviyesine düşmüştür. Bu eğiliminin ekonomik ortamdaki olumlu seyir devam ettiği sürece 
devam edeceği gözlemlenmektedir. 

Tablo:9 



Kredi faizlerinin yapılan teşvik ve indirimlere rağmen maliyetler içerisindeki payının büyük olduğu ve bunların fiyatlara yansıtılarak enflasyonu itici yönde 
etki yaptığını söylemek Türkiye’de yaşanılan süreci en iyi şekilde ifade etmektedir. Ekonomilerde firmaların maliyetlerini fiyatlara ne oranda yansıttıkları büyük oranda cari talep ve piyasa yapısına bağlıdır. Türkiye’deki ekonomik yapı, giderlerin fiyatlara kolaylıkla yansıtılabildiği niteliğe sahiptir. Çünkü Türk imalat 
sanayiindeki firmalar tekelci veya oligopolistik görünüm arz ettiklerinden fiyat yapıcı özelliğe sahiptirler. Yapılan araştırmalarda imalat sanayiindeki fiyatların 
değişken fiyat artımı yoluyla belirlendiği ve buradaki firmaların maliyet ve talep yapısındaki değişmeleri birkaç ay içerisinde fiyatlara yansıtabildikleri 
ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda faiz oranlarındaki değişmeler fiyatlara kolaylıkla yansıtılabilmektedir375. Ayrıca bu araştırmada faiz oranlarındaki artışın 
dinamik etkileri ele alınmış ve mevduat ve kredi faizlerindeki %10 oranında meydana gelen artışlar, imalat sanayi toptan eşya fiyatları üzerinde 6 ay sonra 
%2.16, 9 ay sonra 3.63 ve bir yıl sonra %4.07 oranında etki meydana getirdiği sonucuna ulaşılmıştır376. 

Yatırım harcamaları yanında tüketim harcamalarının finansman sorunlarının yaşandığı özellikle gelişmekte olan ülkelerde kamu kesimi söz konusu fonların arz talep yapısının şekillenmesinde aktif rol alarak, ilgili piyasada en büyük oyuncu durumunda bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu ülkelerde kamusal 
harcamaların finansman kaynakları da faiz oranları üzerinde önemli etkilere sahip olabilmektedir. 

Faiz oranları üzerinde salt ekonomik faktörlerin yanında politikacıların, özellikle ekonomi bürokrasisinin ve piyasa oyuncularının çeşitli spekülatif hareketleri de 
önemli etkenler arasında yer almaktadır. Ülkenin dışa açık olması durumunda sermayenin mobilitesi artacağından, faiz oranları ulusal parada beklenen değer 
değişimi, bazı risk faktörleri ve dünya faiz oranlarına bağlı olarak belirlenmektedir. 

2.4.Ekonomik Büyümenin İstikrarsızlaşması 

 Gelişmek ve kişi başına düşen geliri arttırarak halkın refah düzeyini yükseltmek her ülkenin birincil hedefi olarak kabul görmektedir. Refah düzeyinin yükselmesi 
ise ekonominin büyümesi ile gerçekleşmektedir. Büyüme hızlarının yüksekliği bir ekonomide başarının, düşük büyüme hızları ise başarısızlığın göstergesi 
sayılmaktadır. Bununla birlikte ekonomide başarıyı sadece büyüme hızının yüksekliği ile ölçmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Yüksek oranlı büyümenin 
sürdürülebilir ve istikrarlı bir seyir izlemesi durumunda başarılı olarak değerlendirilebilir. Bu da fiyat istikrarı, iç ve dış dengenin korunduğu istikrarlı bir makro ekonomik yapının tesisi ile gerçekleşebilir 377. 

Büyüme sürecinde belirleyici konumda bulunan birçok unsur bulunmaktadır. Bunların başında yatırım ve sermaye birikimi, beşeri sermaye ve işgücünün niteliği, teknolojik gelişme yahut yenilikler, kaynakların daha verimli alanlara kaydırılması gelmektedir. Buna ilave olarak büyümeyi etkileyen unsurları üç grupta ele almak mümkündür. Birinci grupta, ülkenin yönetim biçimi, özgürlükler, gelir ve servet dağılımı, mülkiyet hakları, yasal yapı ve finansal yapının gelişmişlik durumu yer almaktadır. 

İkinci grupta, sosyal güvenlik, kamu girimleri, devlet müdahaleleri, vergi politikaları, dış ticaret, iş gücü ve sermayenin dolaşım serbestliği politikaları 
bulunmaktadır. Üçüncü ve son grupta ise ülkenin tarihi, coğrafyası, stratejik özellikleri gibi kalıcı değerler yer almaktadır 378. 

Bu bağlamda büyüme sürecini etkileyen faktörler oldukça fazladır. Bununla birlikte GSMH rakamlarının orta ve uzun dönemde büyüme için bir anlam ifade 
edebilmesi noktasında yatırımların, tüketimin dönemsel artış oranlarının bilinmesi gereklidir. Çünkü sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. İstihdam artışının önemli ölçüde yatırımlara bağlı olması teknolojik gelişme ve sermaye birikimi faktörlerini ekonomik büyümenin kritik unsurları haline getirmektedir379. 

Bir ekonomide firmaların yatırım kararlarında yatırımlardan beklenen getiri ve geleceğe yönelik beklentiler ve tahminler önemli unsurlar arasındadır. 
Siyasi ve ekonomik istikrarın sağlandığı ekonomilerde geleceğe yönelik beklentilerde belirsizlikler azalmakta ve tahminlerin tutarlığı yükselmektedir. 
Böylesi ortamlarda sermaye sahipleri yatırım kararlarında daha cesaretli davranmaktadırlar. Tersi durumlarda, yani belirsizlik ortamında ise tahminlerin 
tutarlılığı azalırken, borçlanmaların maliyetleri yükselmektedir. Dolayısıyla da müteşebbisler yatırım kararlarında çekingen davranmaktadırlar. 

Makro ekonomik istikrarı ölçmede en sık kullanılan göstergelerden bir diğeri fiyat hareketleridir. Yakın zamana kadar enflasyonist ortamların bulunduğu 
ekonomilerde ekonomik büyüme performansının yüksek olacağı eğilimi ağırlık kazanmıştır. Fakat son yıllarda elde edilen bulgular yüksek enflasyon ortamlarında büyümenin istikrarsızlaştığını göstermiştir. Enflasyon bir taraftan nispi fiyat değişimleri yaparak genel fiyat seviyesindeki artışların reel yada nominal kaynaklı faktörler olduğunu belirlemede sorun çıkarmaktadır. Fiyat hareketinin kaynağının tespit edilememesi buna uygun tepkinin doğmamasına yol açmaktadır. Dolayısıyla nispi fiyatlardaki dalgalanmaların meydana gelmesi kaynak dağılımını bozmaktadır. Ayrıca enflasyon oranının yüksek ve dalgalı olduğu ortamlarda nispi fiyat hareketlerinin bilgi aktarma özelliğinden uzaklaşması ekonomik etkinliği azaltmakta ve büyümeyi olumsuz etkilemektedir 380. 

Ayrıca fiyatlar seviyesinin yükselmesi, ekonominin dengelerinin bozulmasına, geliri sabit kesimler aleyhine gelir dağılımının kötüleşmesine, geleceği 
belirsizleştirerek yatırımların spekülatif alanlara kaydırılmasına ve borç verenleri zarara uğrattığı için de kredi piyasasının olumsuz etkilenmesine neden olur. 
Böylece fiyatlar genel seviyesinin büyük dalgalanmalar göstererek yükselmesi veya düşmesi sağlıklı bir ekonomi için istenmeyen durumdur. Enflasyon oranı 
yüksek olan ülkeler, genellikle ekonomileri iyi yönetilmeyen ülkelerdir381. 

Mali disiplini sağlamak bir yana, ekonomideki yapısal sorunlara kayıtsız kalan siyasal iktidarlar, popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz 
politikalarıyla kısa vadeli sermaye girişlerini destekleyen bir finansman politikasını benimsemişlerdir. Yüksek faiz, düşük kur politikasının kısır döngüsü 
içerisinde, her an geri kaçabilecek kısa vadeli sermayeye güvenilmiştir. Sıcak para akımları ulusal piyasalardaki görece yüksek faize yönelirken; kısa vadede 
döviz birikimi sağlaması, ulusal paranın yabancı paralar karşısında aşırı değerlenmesine yol açmaktadır. Sonuçta ithalat malları ucuzlarken, ihracat gerilemekte ve cari işlemler açığı büyümektedir. Bu şartlarda sağlanan ekonomik büyüme de dışa bağımlı yapay bir nitelik taşımakta ve reel faiz ile döviz kuru 
arasındaki dengelerin bozulmasıyla, ekonomi ani bir çöküntüye uğrayabilmektedir382. 

Yapılan ampirik çalışmalar istikrarlı ekonomik yapının istikrarlı büyüme sürecini de beraberinde getirdiğini göstermektedir. Makroekonomik istikrar kendiliğinden 
iktisadi büyümeye yol açmamakta, ancak istikrar sağlamadan büyüme konusunda harcanan çabalar işe yaramamaktadır. Uzun süren makro ekonomik istikrarsızlık döneminde, göreli olarak daha düşük ortalama büyüme oranı gerçekleşmektedir. Makro dengelerin zor tutturulabildiği böyle bir ortamda, bir dönem eksi değerler alan büyüme oranı; sonraki dönemde, sermaye stokunda belirgin artış olmamasına rağmen, önceki dönemden geciktirilmiş tüketim harcamaları ve ortaya çıkan atıl kapasitenin tüketilmesiyle daha yüksek düzeye ulaşmaktadır. Birbirini izleyen dönemlerde gerçekleşen farklı büyüme performansları, yatırım ve tüketim kararlarında aşırı iyimser/kötümser beklentilere yol açarak makro ekonomik istikrarsızlığı daha da arttırmaktadır 383. 

Tablo: 10 



 Grafik-4: Büyüme ve Yatırımların Gelişimi 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere Türkiye’de istikrarsızlığın hüküm sürdüğü süreçte özel sektör sabit sermaye yatırımları ve büyüme oranlarında 1997 yılından itibaren dalgalanmalarda artış söz konusudur. Türkiye 1995-1997 aralığında yüksek oranlı büyüme performansı sergilerken, 1998 yılında büyüme oranı % 3,9 değerine inmiş ve 1999 yılında ise -6,1 değerinde gerileme olmuştur. Bu gerileme milli gelir seviyesinde 18,3 milyar dolar azalış meydana getirmiştir. 

2.5. Yabancı Sermaye Girişlerinin Azalması 

Yabancıların bulundukları ülke sınırları dışında yeni üretim tesisleri kurması, bunları genişletmesi veya mevcut tesisleri satın alması ya da söz konusu tesislerin mülkiyeti üzerinde denetim sahibi olmasına doğrudan yabancı sermaye yatırımı denilmektedir. Bu yatırımlar hem uluslararası ticareti yapılan ürünlerin imal edilmesi şeklinde hem de ev sahibi ülkenin taleplerini karşılamaya yönelik olabilmektedir. 

 Bir ülkeye yabancı sermayenin girişi iki şekilde olmaktadır. Birincisi doğrudan yatırım, ikincisi ise portföy yatırımları şeklindedir. Doğrudan yatırımlar iş yeri 
açmak, üretim tesisi kurmak ya da mevcuttaki tesisleri satın almak biçimde geçekleşmektedir. Portföy yatırımları ise faiz ya da kur farklarından kazanç elde 
etmek amacıyla hisse senetleri, yatırım fonları ve devlet borçlanma senetleri (tahvil ve bono) gibi kıymetli kağıtlara yapılan yatırımlardır. Bir ülkede doğrudan yabancı sermaye girişleri diğer sermaye girişlerine nazaran daha fazla tercih edilmektedir. Çünkü üretim yapan, istihdam artıran ve teknoloji transferini gerçekleştiren sermaye en ufak bir risk algılamasında da ülkeyi terk etme eğilimi duymayan yatırım türü doğrudan yatırımlardır. Öte yandan sıcak para olarak da anılan portföy yatırımları en ufak bir siyasi yada ekonomik kriz algılamasına girdiğinde hızlıca ülkeyi terk etmesi nedeniyle güvenilir yatırımlar 
arasında görünmemektedir. 

 Yabancı sermayelerin bir ülkede yatırım yapmaları için bazı argümanları da söz konusudur. Bunlardan birincisi, siyasi istikrardır. Sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. İkincisi, ekonomik istikrardır. Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu, ekonomik karar birimlerinin rasyonel hareket etmediği ve yatırımcıların gelecek konusunda endişe duydukları ortamlarda yabancı sermayenin yatırım yapma olasılığı da azalmaktadır. Üçüncüsü ise kârlılık oranıdır. Bilindiği gibi firmaların var oluş gerekçelerinden en önemlisi kâr yapma arzusudur. Firmaların kârlılık katsayıları istikrarlı ortam yanında bürokratik engellemelerin azaltılması ve vergilerin aşırılıktan arındırıldığı durumlarda artış göstermektedir. Nihayet sonuncusu ise mülkiyet haklarının korunmasını garanti eden ve öngörülebilirliği vadeden hukuksal düzenlemedir. 

Türkiye’nin 1994-2001 yılları arasında özellikle doğrudan sermaye yatırımlarının ülkeye gelişinde etkili olan faktörler bakımından başarısız bir tablo söyleyebiliriz. 
Bu dönemde siyasi ve ekonomik istikrar açısından tabiri caizse fetret dönemini yaşamıştır. İç karışıklıklar, sokak kavgaları, askeri darbe, kısa süreli hükümetler 
ve karar alma mekanizmasını yavaşlatan, aynı zamanda da kendi içinde bir biriyle kavgalı olan koalisyon hükümetleri söz konusudur. Ekonomik açıdan da yüksek enflasyon, sürdürülemeyecek düzeye gelen kamu ve cari açıklar, istikrarsız büyüme ve giderek daha da dengesizleşen gelir dağılımı ortamından söz etmek mümkündür 384. 

Tablo: 11 




Grafik-5: Gelişmekte Olan ve Seçili Ülkelere İlişkin Net FDI Girişleri 


 Yukarıdaki Tablo ve Grafikler 1995 yılından 2002 yılına kadar gelişmekte olan ülkeler ve Meksika, Brezilya ve Türkiye örneklerinde doğrudan yabancı yatırımların net miktarları gösterilmiştir. 
Buna göre 2000 yılına gelinceye kadar Türkiye’ye net giriş yapan yabancı sermaye bir milyar doların altında kalmakta ve 700 ila 900 milyon dolar aralığında değişmektedir. Buna karşın ilgili dönemde gelişmekte olan ekonomilere yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında 1997 yılında bir miktar azalış dışında 2000 yılına kadar sürekli artış görülmektedir. 1995 yılında 518 milyar dolar olan doğrudan yabancı yatırımlar 2000 yılında 977 milyar dolar seviyesine çıkmıştır. Gelişmekte olan ekonomilere yönelik doğrudan yabancı sermaye akımları ile Brezilya ve Meksika’ya gelen sermaye akımları arasında pozitif korelâsyonun varlığı grafikler üzerinden de izlenebilmektedir. 1995 yılında Meksika’ya yatırım yapan doğrudan yabancı sermaye 9,5 milyar dolar iken 2000 yılında bu rakam 18 milyar dolara ulaşmıştır. Aynı şekilde Brezilya’ya yönelik doğrudan yabancı sermaye girişlerinde de artış yaşanmıştır. 1995 yılında 4,8 milyar dolar yabancı sermaye girişi olurken, 2000 yılında bu değer 32 milyar dolara ulaşmıştır. 1995-2000 yılı aralığında toplamda Brezilya’ya net giriş yapan doğrudan yabancı yatırımlar 129 milyar dolar, Meksika’ya net giriş yapan doğrudan yabancı sermaye yatırımları ise 76 milyar dolar civarındadır. İlgili dönem bazında Türkiye’ye net giriş yapan toplam yabancı sermaye ise 5 milyar dolar seviyesinde kalmıştır. 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye 
girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3, Meksika’da %3,2 ve Türkiye’de %0,4 seviyesindedir. 

Demokratik teamüllerin geçerliliğini koruduğu ve istikrarlı ekonomik ortamın varlığında, bazı yasal düzenlemelerin de yapılması durumunda 1997-2000 periyodu için gayrisafi yurt içi hâsılanın %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, 20 milyar dolar net doğrudan yabancı sermayenin giriş yapabileceğini söyleyebiliriz. Bu dönemde 3,5 milyar dolar net fiili doğrudan yabancı sermeye girişi gerçekleştiğinden, 28 Şubat sürecinin 16,5 milyar dolar civarında net doğrudan yabancı sermaye girişlerine engel olduğunu ifade edebiliriz. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 3

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 3


Kamu iç Borçlanma profiline baktığımızda ise 1995 ve 1996 yılında bono ağırlıklı borçlanmanın yapıldığını söyleyebiliriz. 1997 yılından itibaren ise iç borçlan malar tahvil ağırlıklı hale gelmiştir. 1997-2002 yılları arasındaki tahvil borçlanma düzeyi %74,2 seviyesindedir. Borçlanmanın tahvil ağılıklı konuma gelmesi, iç borçlanmada vade baskısının azaldığını göstermektedir. Nitekim 1995 ve 1996 yılında iç borçların vadesi 200 gün civarında iken, daha sonraki yıllarda ortalama bazda vade süresi artmıştır. 1997 yılında 350, 1998 yılında 233 ve 1999 yılında 479 gün düzeyinde gerçekleşmiştir. 

Özellikle 1996 yılından itibaren Merkez Bankasının ve Hazinenin saydamlık temelinde uyum içerisinde politika önceliklerini belirlemeleri ve bunu uygulamalarına yansıtmaları etkili olmuştur. 

Bunun yanında özellikle 1998 yılından itibaren piyasa oyuncularının davranışları borçlanmanın vade ve yapısında belirleyici unsur konumundadır. 

Hazine genellikle söz konusu oyuncuların talep ve beklentileri nedeniyle faiz ve vadelerle borçlanma zorunda kalmıştır. Çünkü bu dönemde siyasi istikrar 
sağlanamadığı gibi uluslararası düzeyde meydana gelen ekonomik kriz, kamu kesiminde ve maliyesinde arzulanan mali disiplinin tesis edilememesine ve bu 
süreçte hazinenin rasyonel öngörülerle hazırlamış olduğu borçlanma politikalarının uygulanabilirliğinin sekteye uğramasına neden olmuştur. 

Tablo: 3 



Grafik-2: İç Borç Servisi ve Faiz Ödemesinin Milli Gelire Oranı 


İç borç faiz oranları ve iç borç faiz ödemeleri, kamu borçlanmalarının sürdürülebilirliği ve kamu harcamalarının disipline edilmesinde üzerinde önemle 
durulan değişkenlerdendir. Kamu maliyesinde yaşanan derin yapısal sorunlar ve mali disiplinin sağlanamaması sonrasında, Türkiye’de iç borçlanma gereksinimi 
içinde tutulmuştur. Yapılan borçlanmalar ile sağlanan kaynakların da ekonominin öncelikleri doğrultusunda rasyonel kullanılmayıp, siyasal yapının popülist 
önceliklerine göre değerlendirilmiş olması, uzun süre borç yönetimini sadece vadesi gelen borçların ödenmesine dayanan bir borçlanma politikasının 
yürütülmesine sebebiyet vermiştir. 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere Türkiye’de kamu iç borçlarında sürekli olarak artış sergilenmektedir. Fakat bu artış özellikle 28 Şubat sonrası dönemin 
yer aldığı 1997-2000 yılları arasında daha belirgin oranda yükselmiştir. 1997-1999 aralığında faiz giderleri beş kat artarken, bu sürece 2000 yılını da dahil 
ettiğimizde giderlerdeki artış 9,4 kat seviyesinde yükseliş göstermektedir. 

Öte yandan iç borç servisi ve iç borç faiz ödemelerinin milli gelire oranlarına bakıldığı zaman da, her iki değişkene ait değerlerin 1997 yılında azaldığı 
devamındaki yıllarda ise artış trendine girdiği görülecektir. İç borç servisinin gayri safi milli gelire oranı 1996 yılında 31,4 iken, 1997 yılında 17,4 seviyesine 
inmiş, daha sonraki yıllarda sırasıyla %26,4 ve %32,5 düzeyinde olmuştur. İç borçlanma faiz oranlarının milli gelire oranında da benzer tabloya rastlanmaktadır. 
1996 yılında %8,8 olan oran 1997’de %6,7 oranına düşmüştür. İzleyen yıllarda ise bu oran tekrar artarak sırasıyla %10,5 ve 12,6 rakamlarına ulaşmıştır. 

1997 yılındaki faiz giderlerinin milli gelire oranındaki azalmada ilgili dönemde uygulanan havuz sisteminin katkısı söz konusudur. İç borçların faiz ödemeleri nin milli gelire oranının sabit kaldığı varsayıldığında 2000 yılı da dâhil olmak üzere Türkiye’nin 34 milyar dolar daha az faiz ödemesi yapılacağını söyleyebiliriz. 

Öte yandan iç borçların alıcılara göre dağılımına ilişkin tabloya bakıldığında, tüm dönemlerde bankacılık kesimi oransal bazda küçük değişmelere karşın her 
zaman birinci sırada yer almaktadır. 
Yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak uzun yıllar boyunca iç borçlanma senetlerinden vergi alınmaması ya da cüz’i düzeyde vergi alınması yanında 
devlet garantisi altında yüksek getiriler sunmasından dolayı iç borçlanma senetleri bankacılık kesimi tarafından cazip yatırım aracı olarak görülmüştür. 

Tablo: 4 



 Bankacılık kesimi reel ekonomiyi finanse etme yerine yüksek maliyetle kamu kesimini finanse ederken, bono ya da tahvil alımında zorlandığı zamanlarda ise 
sendikasyon kredisi ile yurt dışından borçlanarak kur riskini üstlenmiştir. Daha sonra meydana gelen krizlerde devlet iç borçlanma senetlerinin değer kaybetmesi ve kur farkından doğan yüksek maliyetler de krizin daha da derin hissedilmesinin önünü açmıştır 359. 

Tablo: 5 



Yukarıdaki tabloda kamu ve özel kesime ait dış borçların gelişimi sunulmuştur. Tablodan görüleceği üzere kamu sektörünün dış borçları 1997 yılında ve 1998 
yılında hem rakamsal hem de oransal bazda azalmıştır. Bu oran 1999 yılından itibaren tekrar artışa geçmiştir. Öte yandan özel kesimin dış borçlarında sürekli 
artış söz konusudur. Bu borçlanmaların bir kısmı yatırım amaçlı borçlanmalardan ibaret iken, diğer bir kısmı da kamu borçlanma ihtiyacını karşılamak için 
bankacılık kesimin yurt dışından sağladığı sendikasyon kredilerinin de dahil olduğu kısa vadeli kredilerdir. 

Tablo: 6 




Tablo:6’da dış borçların vadelerine ve ödeme türlerine göre yıllar itibariyle değişimi sunulmuştur. 2001 yılına kadar kısa vadeli borçların toplam dış borçlara oranında artış olmuştur. 1995 yılında 15, 7 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçlar 2000 yılına gelindiğinde 28,3 milyar dolara çıkmıştır. Kriz sürecinde kısa vadeli sermaye çıkışlarından dolayı kısa vadeli dış borçlarda azalış meydana gelmiş, ayrıca borçlanma maliyetlerinin yükselmesi yurt dışından borçlanma 
imkanlarını sıkıntıya sokmuştur. Buna karşılık orta ve uzun vadeli borçlanma miktarında ele alınan periyot sürecinde sürekli artış kaydedilmiştir. Söz konusu 
borçlar 1995 yılında 57,5 milyar dolarken 2002 yılında iki katına ulaşmış ve 113,7 milyar dolara çıkmıştır. 

2.3.Faiz Oranlarının Yükselmesi 

Faiz; parayı bir başkasına kiraya vermenin bedeli olarak tanımlanmaktadır. Faiz haddi ise ekonomide para talebi ile para arzını birbirine eşitleyen fiyata 
denilmektedir. Faiz haddinin belirlenmesinde bireylerin varlıklarını para veya diğer aktiflerde tutma istekleri önemli bir yere sahiptir360. 

Keynesyen ve neo-klasik düşünce genelde düşük faiz oranlarının ekonomide büyümeyi teşvik edeceği, tasarrufların ise büyük ölçüde gelir düzeyine bağlı olarak değişeceğini varsaymıştır. 1970’li yılların başlarına kadar tüm ekonomistler için tasarruf ve faiz oranları arasındaki ilişkinin ters yönde olduğu genel kabul gören bir düşünce olmuştur. Yatırımlarda meydana gelen artışlar ile birlikte meydana gelen gelir artışlarının tasarruf oranlarını artıracağı kabul edilmiştir. Mc Kinnon ve Shaw bu görüşün aksine gelişmekte olan piyasalarda dış kaynak ve borçlanma imkânlarının sınırlı olması, yatırım ve tasarruf arasında anlamlı bir ayrımın bulunmaması, ayrıca sermaye piyasalarının tam olarak çalışmadığı bir ekonomik yapıda tasarrufların yükseltilmesi için reel faiz oranlarının yükseltilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre; bu ülkelerde ekonomik gelişmeyi sınırlayan asıl etken kârlı yatırım alanlarının kısıtlı olması değil, tasarruf ve yatırılabilir fonların yetersiz olmasıdır 361. 

Bu doğrultuda özellikle son yirmi yıllık süreçte gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınmalarını daha yüksek oranda gerçekleştirmeleri amacıyla liberal iktisat politikaları bağlamında finansal piyasalarında liberalizasyon yaptıkları ve kalkınmanın finansmanı noktasında pozitif faiz uygulamasını tercih etmiş oldukları gözlemlenmektedir. 

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde finansal piyasaların liberalleşmesiyle birlikte kamunun finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla faiz oranlarının artırılması bir taraftan spekülatif amaçlı kısa vadeli sermaye girişlerini artırırken diğer taraftan da kamunun borç- faiz kısır döngüsünün içine girmesine neden olmuştur. Bu bağlamda büyüme ve reel faiz oranları borçlanmanın sürdürülebilirliği 
açısından önem arz etmektedir. Büyüme oranının reel faiz oranına eş değer olması kamunun borç yükünün artmasına engel olmaktadır. 

 Faiz oranı artışları özel kesimin borçlanma maliyetlerini de artırmaktadır. Yükselen faizler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması sonucunda müteşebbisler yatırım kararlarında çekingen davranmaya başlarlar. Yüksek faizler yatırımlarını öz kaynakları ile gerçekleştirmeye çalışan girişimciler üzerinde de olumsuz bir etki yapar. Çünkü yatırım kararlarında üzerinde durulan en önemli konulardan birisi de yatırımlardan beklenen kârın faiz oranlarından büyük veya hiç olmazsa ona eşit olmasıdır. Aksi takdirde elinde yatırımlarda kullanılmak üzere kaynağı bulunan müteşebbisler söz konusu kaynaklarını riskli yatırımlarda kullanma yerine riskli olmayan banka mevduatı veya devlet tahvili şeklinde değerlendirme yolunu seçecektir. Bu yüzden yüksek reel faizler arz yönlü enflasyonist sürecin işlerlik kazanmasının önünü açmaktadır362. 

Öte yandan yüksek faizlerin ekonomiye hangi yönde etki ettiği de önem arz etmektedir. Yüksek faiz katı parasal politikaların yansıması olabileceği gibi, 
enflasyonist beklentilerin yansıması da olabilmektedir. Aynı zamanda bunların kısa dönem veya uzun dönem olarak ele alınmasına da bağlıdır. Kısa dönem için 
yüksek faizler enflasyonu düşürücü etki meydana getirirken uzun dönemde bu etki ortadan kalkmaktadır363. 

Piyasa ekonomisinin en önemli unsurlarından olan faizin, ekonominin tüm kesimleriyle olduğu gibi, özellikle ekonomideki arz ve talep kesiminin yakından 
ilgili olduğu enflasyonla, aynı zamanda enflasyonun ile faiz arasında da kuvvetli etkileşim bulunmaktadır. Fakat kimilerine göre bu ilişki faiz oranından 
enflasyona doğru iken kimilerine göre de enflasyondan faiz oranına doğrudur. İlişkinin yönü konusunda değişik fikirler bulunmasına karşın ilişkinin olduğu 
yönünde ortak bir görüş bulunmaktadır364. 

 Bilindiği üzere borç verilebilir fonların arz ve talep yapısı faiz oranlarının üzerinde belirleyici olan temel faktörlerin başında gelmektedir. Yatırım harcamaları bir yana, tüketim harcamalarının finansmanında bile sıkıntıların yaşanabildiği özellikle gelişmekte olan ülkelerde, kamu kesimi söz konusu arz talep yapısının şekillenmesinde aktif rol alarak ilgili piyasada en büyük oyuncu durumunda bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu ülkelerde kamu transfer harcamalarının da faiz oranları üzerinde önemli etkilere sahip olduğu söylenebilir. Öte yandan gelişmiş ülkelerde ise bu etkileşimin aynı yoğunlukta olduğunu söylemek güçtür 365. 

Kamu harcamalarındaki artıştan doğan finansman ihtiyaçları faiz oranlarını etkileyebilmektedir. Ancak, kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının 
sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. 

Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve merkez bankası 
kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu harcamalarının finansmanında merkez bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Faiz oranları üzerinde salt ekonomik faktörlerin yanı sıra politikacıların özellikle de ekonomi bürokrasisinin ve piyasa oyuncularının türlü spekülatif hareketlerle 
önemli etkilerinin olduğu, bunun yanında uluslararası siyasi, mali gelişmeler ve beklentilerin de söz konusu süreçte kısmen belirleyici oldukları söylenebilir366. 

Ülkenin dışa açık olması durumunda sermayenin mobilitesi artacağından, faiz oranları ulusal parada beklenen değer değişimi, bazı risk faktörleri ve dünya faiz oranlarına bağlı olarak değişim gösterecektir 367. Bu koşullarda ekonomik birimler küçük bir arbitraj fırsatını değerlendireceklerdir. Dışa açık ekonomilerde yurt içi faiz oranları global koşullardan kolaylıkla etkilenebilecektir. Genelde 
LİBOR yada ABD hazine bonosu faizleri referans olarak alınmaktadır. Çünkü buralardaki kıymetlerin risk unsuru hemen hemen sıfır düzeyinde belirlenmiş faiz oranlarıdır. Likidite ya da geri ödememe risklerine bağlı olarak diğer ülke varlıklarının faiz oranları bu oranlara göre belirlenmektedir. Teorik olarak likidite durumu arttıkça mevduata olan talep artığından varlık fiyatlarının yükselmesi   gerekmektedir. Piyasalarda likidite koşullarının değişmesi nedeniyle merkez bankasının da buna paralel olarak faiz oranlarında değişikliğe gitmesi beklenmektedir 368. 

Dua ve Pandit’in Hindistan özelinde faiz oranlarının temel belirleyicilerini belirlemeye yönelik bir çalışmada faiz oranlarının reel para arzından, reel kamu harcamalarından, enflasyon oranından, dış piyasalardaki faiz oranlarından, kamunun borç yapısından ve forward premium 369’dan etkilendiği belirlenmiş tir. Bu bağlamda faiz oranının kontrol altına alınması için enflasyonun kontrol   edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde nominal faiz oranları yükselmekte bu da kamunun borç yükünü artırmaktadır. Öte yandan kamu harcamalarının söz konusu büyüklükler üzerindeki etkisinden de hareketle kamu harcamalarını disipline etmeden faiz oranlarını kontrol altında tutmanın çok güç olacağı söylemek gerekmektedir 370. 

Sonuç olarak, faiz oranları ulusal parada beklenen değer değişimi, piyasalardaki para durumu ve kamu borçlanma gereğinin büyüklüğünün yanında belirsizlik, güvensizlik ya da gerginlik ortamı ve dış piyasalardaki gelişmelerin etkisiyle şekillenmektedir 371. Bu bağlamda 28 Şubat sonrasında kamu borçlanma gereğinin şiddetinde artış ile birlikte piyasadaki belirsizlik ve güvensizlik ortamından dolayı da faiz oranlarında yükseliş meydana gelmiştir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***