DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 4
Tablo: 7
Grafik-3: Faiz ve Enflasyon Oranının Gelişimi
Yukarıdaki tablo ve buna bağlı olarak oluşturulan grafikten de görüleceği üzere DİBS faiz oranları ve gerçekleşen enflasyon doğrultusunda reel faiz oranları
istikrar programının uygulandığı 2000 yılı haricinde oldukça yüksek seviyede seyretmiştir. Reel faiz oranlarının normal değerlerin üzerinde süreklilik göstermesi bir taraftan kamunun borçlanma maliyetini artırırken, diğer taraftan da özel sektörün yatırım yapma hevesini olumsuz yönden etkilemektedir. Bunlardan birincisi yatırımların borçlanma maliyetini artırması, diğeri ise sermayenin marjinal etkinliğini olumsuz etkilemesidir.
Yükselen faizler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması, müteşebbislerin yatırım kararlarında çekingen davranmaya başlamalarına neden olmaktadır.
Yüksek faizler yatırımlarını öz kaynakları ile gerçekleştirmeye çalışan girişimciler üzerinde de olumsuz bir etki yapmaktadır. Çünkü yatırım kararlarında üzerinde
durulan en önemli konulardan birisi de yatırımlardan beklenen kârın faiz oranlarından büyük veya hiç olmazsa ona eşit olmasıdır. Aksi takdirde elinde
yatırımlarda kullanılmak üzere kaynağı bulunan müteşebbisler, bunu riskli yatırımlarda kullanma yerine riskli olmayan banka mevduatı veya devlet tahvili
şeklinde değerlendirme yolunu seçecektir 372.
1990’lı yılların sonuna doğru Rusya’da ortaya çıkan ardından tüm dünyada yaşanan daralmanın etkisi de bulunmasına rağmen Türkiye’de ekonomisi üzerinde yatırım ve büyüme bağlamında asıl belirleyici olan unsur 28 Şubat sürecinin doğurduğu olumsuz ekonomik koşullardır.
Bu süreçte hem yüksek mali baskınlık hem de belirsizlik ortamından dolayı yükselen faizler, özel sektör sabit sermaye yatırımlarını da olumsuz etkilemiştir.
Özel sabit sermaye yatırımları 1998 yılında %12, 1999 yılında %23,7 oranında azalmıştır. Reelde sabit sermaye yatırımlarının değişmediği, başka bir ifade ile
bir önceki yıl düzeyinde kaldığını varsaydığımızda sabit sermaye yatırımlarındaki azalmanın Türkiye ekonomisine maliyeti 17,5 milyar dolar seviyesinde
olmaktadır.
Tablo: 8
Türkiye’de sermaye hareketliliğinin serbestleşmesi sonrasında özellikle 1990 yılı sonrasında büyük sanayi işletmelerinde faaliyet dışı gelirler üretim gelirlerini
besleyen ek bir kaynak olmaktan çıkmış ve bu şirketlerin kârlarının olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir373. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde üretim
faaliyeti dışı gelirlerinin toplam kar ve zarar tablosu içindeki payı artış göstermektedir. Tablo:9 üzerinde daha açık biçimde sunulduğu üzere 1994 krizi
sonrasında özel büyük sanayi kuruluşlarının faaliyet dışı gelirleri % 54,6 seviyelerine çıkmıştır. 1994 yılı hariç 1998 yılına gelinceye kadar diğer faaliyet
gelirleri %50 düzeyinin altında kalmıştır. 1998 yılında %87,7 olan bu oran 1999, 2000 ve 2001 yıllarında sırası ile %219, %114, %547 olarak gerçekleşmiştir.
Bu çerçevede sanayi sektörünün kârlılığını korumaya devam ettiği ifadesi yanlış olmayacaktır 374.
2001 yılından itibaren ekonomideki normalleşme eğilimi ile birlikte şirketlerin üretim faaliyeti dışı gelirleri azalmaya başlamış ve 2002 yılı için kar ve zarar
toplamındaki payları %113,2, 2003 yılı için ise bu oran %71,8 seviyesine düşmüştür. Bu eğiliminin ekonomik ortamdaki olumlu seyir devam ettiği sürece
devam edeceği gözlemlenmektedir.
Tablo:9
Kredi faizlerinin yapılan teşvik ve indirimlere rağmen maliyetler içerisindeki payının büyük olduğu ve bunların fiyatlara yansıtılarak enflasyonu itici yönde
etki yaptığını söylemek Türkiye’de yaşanılan süreci en iyi şekilde ifade etmektedir. Ekonomilerde firmaların maliyetlerini fiyatlara ne oranda yansıttıkları büyük oranda cari talep ve piyasa yapısına bağlıdır. Türkiye’deki ekonomik yapı, giderlerin fiyatlara kolaylıkla yansıtılabildiği niteliğe sahiptir. Çünkü Türk imalat
sanayiindeki firmalar tekelci veya oligopolistik görünüm arz ettiklerinden fiyat yapıcı özelliğe sahiptirler. Yapılan araştırmalarda imalat sanayiindeki fiyatların
değişken fiyat artımı yoluyla belirlendiği ve buradaki firmaların maliyet ve talep yapısındaki değişmeleri birkaç ay içerisinde fiyatlara yansıtabildikleri
ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda faiz oranlarındaki değişmeler fiyatlara kolaylıkla yansıtılabilmektedir375. Ayrıca bu araştırmada faiz oranlarındaki artışın
dinamik etkileri ele alınmış ve mevduat ve kredi faizlerindeki %10 oranında meydana gelen artışlar, imalat sanayi toptan eşya fiyatları üzerinde 6 ay sonra
%2.16, 9 ay sonra 3.63 ve bir yıl sonra %4.07 oranında etki meydana getirdiği sonucuna ulaşılmıştır376.
Yatırım harcamaları yanında tüketim harcamalarının finansman sorunlarının yaşandığı özellikle gelişmekte olan ülkelerde kamu kesimi söz konusu fonların arz talep yapısının şekillenmesinde aktif rol alarak, ilgili piyasada en büyük oyuncu durumunda bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu ülkelerde kamusal
harcamaların finansman kaynakları da faiz oranları üzerinde önemli etkilere sahip olabilmektedir.
Faiz oranları üzerinde salt ekonomik faktörlerin yanında politikacıların, özellikle ekonomi bürokrasisinin ve piyasa oyuncularının çeşitli spekülatif hareketleri de
önemli etkenler arasında yer almaktadır. Ülkenin dışa açık olması durumunda sermayenin mobilitesi artacağından, faiz oranları ulusal parada beklenen değer
değişimi, bazı risk faktörleri ve dünya faiz oranlarına bağlı olarak belirlenmektedir.
2.4.Ekonomik Büyümenin İstikrarsızlaşması
Gelişmek ve kişi başına düşen geliri arttırarak halkın refah düzeyini yükseltmek her ülkenin birincil hedefi olarak kabul görmektedir. Refah düzeyinin yükselmesi
ise ekonominin büyümesi ile gerçekleşmektedir. Büyüme hızlarının yüksekliği bir ekonomide başarının, düşük büyüme hızları ise başarısızlığın göstergesi
sayılmaktadır. Bununla birlikte ekonomide başarıyı sadece büyüme hızının yüksekliği ile ölçmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Yüksek oranlı büyümenin
sürdürülebilir ve istikrarlı bir seyir izlemesi durumunda başarılı olarak değerlendirilebilir. Bu da fiyat istikrarı, iç ve dış dengenin korunduğu istikrarlı bir makro ekonomik yapının tesisi ile gerçekleşebilir 377.
Büyüme sürecinde belirleyici konumda bulunan birçok unsur bulunmaktadır. Bunların başında yatırım ve sermaye birikimi, beşeri sermaye ve işgücünün niteliği, teknolojik gelişme yahut yenilikler, kaynakların daha verimli alanlara kaydırılması gelmektedir. Buna ilave olarak büyümeyi etkileyen unsurları üç grupta ele almak mümkündür. Birinci grupta, ülkenin yönetim biçimi, özgürlükler, gelir ve servet dağılımı, mülkiyet hakları, yasal yapı ve finansal yapının gelişmişlik durumu yer almaktadır.
İkinci grupta, sosyal güvenlik, kamu girimleri, devlet müdahaleleri, vergi politikaları, dış ticaret, iş gücü ve sermayenin dolaşım serbestliği politikaları
bulunmaktadır. Üçüncü ve son grupta ise ülkenin tarihi, coğrafyası, stratejik özellikleri gibi kalıcı değerler yer almaktadır 378.
Bu bağlamda büyüme sürecini etkileyen faktörler oldukça fazladır. Bununla birlikte GSMH rakamlarının orta ve uzun dönemde büyüme için bir anlam ifade
edebilmesi noktasında yatırımların, tüketimin dönemsel artış oranlarının bilinmesi gereklidir. Çünkü sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. İstihdam artışının önemli ölçüde yatırımlara bağlı olması teknolojik gelişme ve sermaye birikimi faktörlerini ekonomik büyümenin kritik unsurları haline getirmektedir379.
Bir ekonomide firmaların yatırım kararlarında yatırımlardan beklenen getiri ve geleceğe yönelik beklentiler ve tahminler önemli unsurlar arasındadır.
Siyasi ve ekonomik istikrarın sağlandığı ekonomilerde geleceğe yönelik beklentilerde belirsizlikler azalmakta ve tahminlerin tutarlığı yükselmektedir.
Böylesi ortamlarda sermaye sahipleri yatırım kararlarında daha cesaretli davranmaktadırlar. Tersi durumlarda, yani belirsizlik ortamında ise tahminlerin
tutarlılığı azalırken, borçlanmaların maliyetleri yükselmektedir. Dolayısıyla da müteşebbisler yatırım kararlarında çekingen davranmaktadırlar.
Makro ekonomik istikrarı ölçmede en sık kullanılan göstergelerden bir diğeri fiyat hareketleridir. Yakın zamana kadar enflasyonist ortamların bulunduğu
ekonomilerde ekonomik büyüme performansının yüksek olacağı eğilimi ağırlık kazanmıştır. Fakat son yıllarda elde edilen bulgular yüksek enflasyon ortamlarında büyümenin istikrarsızlaştığını göstermiştir. Enflasyon bir taraftan nispi fiyat değişimleri yaparak genel fiyat seviyesindeki artışların reel yada nominal kaynaklı faktörler olduğunu belirlemede sorun çıkarmaktadır. Fiyat hareketinin kaynağının tespit edilememesi buna uygun tepkinin doğmamasına yol açmaktadır. Dolayısıyla nispi fiyatlardaki dalgalanmaların meydana gelmesi kaynak dağılımını bozmaktadır. Ayrıca enflasyon oranının yüksek ve dalgalı olduğu ortamlarda nispi fiyat hareketlerinin bilgi aktarma özelliğinden uzaklaşması ekonomik etkinliği azaltmakta ve büyümeyi olumsuz etkilemektedir 380.
Ayrıca fiyatlar seviyesinin yükselmesi, ekonominin dengelerinin bozulmasına, geliri sabit kesimler aleyhine gelir dağılımının kötüleşmesine, geleceği
belirsizleştirerek yatırımların spekülatif alanlara kaydırılmasına ve borç verenleri zarara uğrattığı için de kredi piyasasının olumsuz etkilenmesine neden olur.
Böylece fiyatlar genel seviyesinin büyük dalgalanmalar göstererek yükselmesi veya düşmesi sağlıklı bir ekonomi için istenmeyen durumdur. Enflasyon oranı
yüksek olan ülkeler, genellikle ekonomileri iyi yönetilmeyen ülkelerdir381.
Mali disiplini sağlamak bir yana, ekonomideki yapısal sorunlara kayıtsız kalan siyasal iktidarlar, popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz
politikalarıyla kısa vadeli sermaye girişlerini destekleyen bir finansman politikasını benimsemişlerdir. Yüksek faiz, düşük kur politikasının kısır döngüsü
içerisinde, her an geri kaçabilecek kısa vadeli sermayeye güvenilmiştir. Sıcak para akımları ulusal piyasalardaki görece yüksek faize yönelirken; kısa vadede
döviz birikimi sağlaması, ulusal paranın yabancı paralar karşısında aşırı değerlenmesine yol açmaktadır. Sonuçta ithalat malları ucuzlarken, ihracat gerilemekte ve cari işlemler açığı büyümektedir. Bu şartlarda sağlanan ekonomik büyüme de dışa bağımlı yapay bir nitelik taşımakta ve reel faiz ile döviz kuru
arasındaki dengelerin bozulmasıyla, ekonomi ani bir çöküntüye uğrayabilmektedir382.
Yapılan ampirik çalışmalar istikrarlı ekonomik yapının istikrarlı büyüme sürecini de beraberinde getirdiğini göstermektedir. Makroekonomik istikrar kendiliğinden
iktisadi büyümeye yol açmamakta, ancak istikrar sağlamadan büyüme konusunda harcanan çabalar işe yaramamaktadır. Uzun süren makro ekonomik istikrarsızlık döneminde, göreli olarak daha düşük ortalama büyüme oranı gerçekleşmektedir. Makro dengelerin zor tutturulabildiği böyle bir ortamda, bir dönem eksi değerler alan büyüme oranı; sonraki dönemde, sermaye stokunda belirgin artış olmamasına rağmen, önceki dönemden geciktirilmiş tüketim harcamaları ve ortaya çıkan atıl kapasitenin tüketilmesiyle daha yüksek düzeye ulaşmaktadır. Birbirini izleyen dönemlerde gerçekleşen farklı büyüme performansları, yatırım ve tüketim kararlarında aşırı iyimser/kötümser beklentilere yol açarak makro ekonomik istikrarsızlığı daha da arttırmaktadır 383.
Tablo: 10
Grafik-4: Büyüme ve Yatırımların Gelişimi
Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere Türkiye’de istikrarsızlığın hüküm sürdüğü süreçte özel sektör sabit sermaye yatırımları ve büyüme oranlarında 1997 yılından itibaren dalgalanmalarda artış söz konusudur. Türkiye 1995-1997 aralığında yüksek oranlı büyüme performansı sergilerken, 1998 yılında büyüme oranı % 3,9 değerine inmiş ve 1999 yılında ise -6,1 değerinde gerileme olmuştur. Bu gerileme milli gelir seviyesinde 18,3 milyar dolar azalış meydana getirmiştir.
2.5. Yabancı Sermaye Girişlerinin Azalması
Yabancıların bulundukları ülke sınırları dışında yeni üretim tesisleri kurması, bunları genişletmesi veya mevcut tesisleri satın alması ya da söz konusu tesislerin mülkiyeti üzerinde denetim sahibi olmasına doğrudan yabancı sermaye yatırımı denilmektedir. Bu yatırımlar hem uluslararası ticareti yapılan ürünlerin imal edilmesi şeklinde hem de ev sahibi ülkenin taleplerini karşılamaya yönelik olabilmektedir.
Bir ülkeye yabancı sermayenin girişi iki şekilde olmaktadır. Birincisi doğrudan yatırım, ikincisi ise portföy yatırımları şeklindedir. Doğrudan yatırımlar iş yeri
açmak, üretim tesisi kurmak ya da mevcuttaki tesisleri satın almak biçimde geçekleşmektedir. Portföy yatırımları ise faiz ya da kur farklarından kazanç elde
etmek amacıyla hisse senetleri, yatırım fonları ve devlet borçlanma senetleri (tahvil ve bono) gibi kıymetli kağıtlara yapılan yatırımlardır. Bir ülkede doğrudan yabancı sermaye girişleri diğer sermaye girişlerine nazaran daha fazla tercih edilmektedir. Çünkü üretim yapan, istihdam artıran ve teknoloji transferini gerçekleştiren sermaye en ufak bir risk algılamasında da ülkeyi terk etme eğilimi duymayan yatırım türü doğrudan yatırımlardır. Öte yandan sıcak para olarak da anılan portföy yatırımları en ufak bir siyasi yada ekonomik kriz algılamasına girdiğinde hızlıca ülkeyi terk etmesi nedeniyle güvenilir yatırımlar
arasında görünmemektedir.
Yabancı sermayelerin bir ülkede yatırım yapmaları için bazı argümanları da söz konusudur. Bunlardan birincisi, siyasi istikrardır. Sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. İkincisi, ekonomik istikrardır. Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu, ekonomik karar birimlerinin rasyonel hareket etmediği ve yatırımcıların gelecek konusunda endişe duydukları ortamlarda yabancı sermayenin yatırım yapma olasılığı da azalmaktadır. Üçüncüsü ise kârlılık oranıdır. Bilindiği gibi firmaların var oluş gerekçelerinden en önemlisi kâr yapma arzusudur. Firmaların kârlılık katsayıları istikrarlı ortam yanında bürokratik engellemelerin azaltılması ve vergilerin aşırılıktan arındırıldığı durumlarda artış göstermektedir. Nihayet sonuncusu ise mülkiyet haklarının korunmasını garanti eden ve öngörülebilirliği vadeden hukuksal düzenlemedir.
Türkiye’nin 1994-2001 yılları arasında özellikle doğrudan sermaye yatırımlarının ülkeye gelişinde etkili olan faktörler bakımından başarısız bir tablo söyleyebiliriz.
Bu dönemde siyasi ve ekonomik istikrar açısından tabiri caizse fetret dönemini yaşamıştır. İç karışıklıklar, sokak kavgaları, askeri darbe, kısa süreli hükümetler
ve karar alma mekanizmasını yavaşlatan, aynı zamanda da kendi içinde bir biriyle kavgalı olan koalisyon hükümetleri söz konusudur. Ekonomik açıdan da yüksek enflasyon, sürdürülemeyecek düzeye gelen kamu ve cari açıklar, istikrarsız büyüme ve giderek daha da dengesizleşen gelir dağılımı ortamından söz etmek mümkündür 384.
Tablo: 11
Grafik-5: Gelişmekte Olan ve Seçili Ülkelere İlişkin Net FDI Girişleri
Yukarıdaki Tablo ve Grafikler 1995 yılından 2002 yılına kadar gelişmekte olan ülkeler ve Meksika, Brezilya ve Türkiye örneklerinde doğrudan yabancı yatırımların net miktarları gösterilmiştir.
Buna göre 2000 yılına gelinceye kadar Türkiye’ye net giriş yapan yabancı sermaye bir milyar doların altında kalmakta ve 700 ila 900 milyon dolar aralığında değişmektedir. Buna karşın ilgili dönemde gelişmekte olan ekonomilere yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında 1997 yılında bir miktar azalış dışında 2000 yılına kadar sürekli artış görülmektedir. 1995 yılında 518 milyar dolar olan doğrudan yabancı yatırımlar 2000 yılında 977 milyar dolar seviyesine çıkmıştır. Gelişmekte olan ekonomilere yönelik doğrudan yabancı sermaye akımları ile Brezilya ve Meksika’ya gelen sermaye akımları arasında pozitif korelâsyonun varlığı grafikler üzerinden de izlenebilmektedir. 1995 yılında Meksika’ya yatırım yapan doğrudan yabancı sermaye 9,5 milyar dolar iken 2000 yılında bu rakam 18 milyar dolara ulaşmıştır. Aynı şekilde Brezilya’ya yönelik doğrudan yabancı sermaye girişlerinde de artış yaşanmıştır. 1995 yılında 4,8 milyar dolar yabancı sermaye girişi olurken, 2000 yılında bu değer 32 milyar dolara ulaşmıştır. 1995-2000 yılı aralığında toplamda Brezilya’ya net giriş yapan doğrudan yabancı yatırımlar 129 milyar dolar, Meksika’ya net giriş yapan doğrudan yabancı sermaye yatırımları ise 76 milyar dolar civarındadır. İlgili dönem bazında Türkiye’ye net giriş yapan toplam yabancı sermaye ise 5 milyar dolar seviyesinde kalmıştır. 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye
girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3, Meksika’da %3,2 ve Türkiye’de %0,4 seviyesindedir.
Demokratik teamüllerin geçerliliğini koruduğu ve istikrarlı ekonomik ortamın varlığında, bazı yasal düzenlemelerin de yapılması durumunda 1997-2000 periyodu için gayrisafi yurt içi hâsılanın %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, 20 milyar dolar net doğrudan yabancı sermayenin giriş yapabileceğini söyleyebiliriz. Bu dönemde 3,5 milyar dolar net fiili doğrudan yabancı sermeye girişi gerçekleştiğinden, 28 Şubat sürecinin 16,5 milyar dolar civarında net doğrudan yabancı sermaye girişlerine engel olduğunu ifade edebiliriz.
5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***