İSLAM ÜLKELERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSLAM ÜLKELERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 4

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 4




Tablo: 7 



Grafik-3: Faiz ve Enflasyon Oranının Gelişimi 

Yukarıdaki tablo ve buna bağlı olarak oluşturulan grafikten de görüleceği üzere DİBS faiz oranları ve gerçekleşen enflasyon doğrultusunda reel faiz oranları 
istikrar programının uygulandığı 2000 yılı haricinde oldukça yüksek seviyede seyretmiştir. Reel faiz oranlarının normal değerlerin üzerinde süreklilik göstermesi bir taraftan kamunun borçlanma maliyetini artırırken, diğer taraftan da özel sektörün yatırım yapma hevesini olumsuz yönden etkilemektedir. Bunlardan birincisi yatırımların borçlanma maliyetini artırması, diğeri ise sermayenin marjinal etkinliğini olumsuz etkilemesidir. 

 Yükselen faizler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması, müteşebbislerin yatırım kararlarında çekingen davranmaya başlamalarına neden olmaktadır. 
Yüksek faizler yatırımlarını öz kaynakları ile gerçekleştirmeye çalışan girişimciler üzerinde de olumsuz bir etki yapmaktadır. Çünkü yatırım kararlarında üzerinde 
durulan en önemli konulardan birisi de yatırımlardan beklenen kârın faiz oranlarından büyük veya hiç olmazsa ona eşit olmasıdır. Aksi takdirde elinde 
yatırımlarda kullanılmak üzere kaynağı bulunan müteşebbisler, bunu riskli yatırımlarda kullanma yerine riskli olmayan banka mevduatı veya devlet tahvili 
şeklinde değerlendirme yolunu seçecektir 372. 

1990’lı yılların sonuna doğru Rusya’da ortaya çıkan ardından tüm dünyada yaşanan daralmanın etkisi de bulunmasına rağmen Türkiye’de ekonomisi üzerinde yatırım ve büyüme bağlamında asıl belirleyici olan unsur 28 Şubat sürecinin doğurduğu olumsuz ekonomik koşullardır. 

Bu süreçte hem yüksek mali baskınlık hem de belirsizlik ortamından dolayı yükselen faizler, özel sektör sabit sermaye yatırımlarını da olumsuz etkilemiştir. 
Özel sabit sermaye yatırımları 1998 yılında %12, 1999 yılında %23,7 oranında azalmıştır. Reelde sabit sermaye yatırımlarının değişmediği, başka bir ifade ile 
bir önceki yıl düzeyinde kaldığını varsaydığımızda sabit sermaye yatırımlarındaki azalmanın Türkiye ekonomisine maliyeti 17,5 milyar dolar seviyesinde 
olmaktadır. 

Tablo: 8 




 Türkiye’de sermaye hareketliliğinin serbestleşmesi sonrasında özellikle 1990 yılı sonrasında büyük sanayi işletmelerinde faaliyet dışı gelirler üretim gelirlerini 
besleyen ek bir kaynak olmaktan çıkmış ve bu şirketlerin kârlarının olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir373. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde üretim 
faaliyeti dışı gelirlerinin toplam kar ve zarar tablosu içindeki payı artış göstermektedir. Tablo:9 üzerinde daha açık biçimde sunulduğu üzere 1994 krizi 
sonrasında özel büyük sanayi kuruluşlarının faaliyet dışı gelirleri % 54,6 seviyelerine çıkmıştır. 1994 yılı hariç 1998 yılına gelinceye kadar diğer faaliyet 
gelirleri %50 düzeyinin altında kalmıştır. 1998 yılında %87,7 olan bu oran 1999, 2000 ve 2001 yıllarında sırası ile %219, %114, %547 olarak gerçekleşmiştir. 
Bu çerçevede sanayi sektörünün kârlılığını korumaya devam ettiği ifadesi yanlış olmayacaktır 374. 

2001 yılından itibaren ekonomideki normalleşme eğilimi ile birlikte şirketlerin üretim faaliyeti dışı gelirleri azalmaya başlamış ve 2002 yılı için kar ve zarar 
toplamındaki payları %113,2, 2003 yılı için ise bu oran %71,8 seviyesine düşmüştür. Bu eğiliminin ekonomik ortamdaki olumlu seyir devam ettiği sürece 
devam edeceği gözlemlenmektedir. 

Tablo:9 



Kredi faizlerinin yapılan teşvik ve indirimlere rağmen maliyetler içerisindeki payının büyük olduğu ve bunların fiyatlara yansıtılarak enflasyonu itici yönde 
etki yaptığını söylemek Türkiye’de yaşanılan süreci en iyi şekilde ifade etmektedir. Ekonomilerde firmaların maliyetlerini fiyatlara ne oranda yansıttıkları büyük oranda cari talep ve piyasa yapısına bağlıdır. Türkiye’deki ekonomik yapı, giderlerin fiyatlara kolaylıkla yansıtılabildiği niteliğe sahiptir. Çünkü Türk imalat 
sanayiindeki firmalar tekelci veya oligopolistik görünüm arz ettiklerinden fiyat yapıcı özelliğe sahiptirler. Yapılan araştırmalarda imalat sanayiindeki fiyatların 
değişken fiyat artımı yoluyla belirlendiği ve buradaki firmaların maliyet ve talep yapısındaki değişmeleri birkaç ay içerisinde fiyatlara yansıtabildikleri 
ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda faiz oranlarındaki değişmeler fiyatlara kolaylıkla yansıtılabilmektedir375. Ayrıca bu araştırmada faiz oranlarındaki artışın 
dinamik etkileri ele alınmış ve mevduat ve kredi faizlerindeki %10 oranında meydana gelen artışlar, imalat sanayi toptan eşya fiyatları üzerinde 6 ay sonra 
%2.16, 9 ay sonra 3.63 ve bir yıl sonra %4.07 oranında etki meydana getirdiği sonucuna ulaşılmıştır376. 

Yatırım harcamaları yanında tüketim harcamalarının finansman sorunlarının yaşandığı özellikle gelişmekte olan ülkelerde kamu kesimi söz konusu fonların arz talep yapısının şekillenmesinde aktif rol alarak, ilgili piyasada en büyük oyuncu durumunda bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu ülkelerde kamusal 
harcamaların finansman kaynakları da faiz oranları üzerinde önemli etkilere sahip olabilmektedir. 

Faiz oranları üzerinde salt ekonomik faktörlerin yanında politikacıların, özellikle ekonomi bürokrasisinin ve piyasa oyuncularının çeşitli spekülatif hareketleri de 
önemli etkenler arasında yer almaktadır. Ülkenin dışa açık olması durumunda sermayenin mobilitesi artacağından, faiz oranları ulusal parada beklenen değer 
değişimi, bazı risk faktörleri ve dünya faiz oranlarına bağlı olarak belirlenmektedir. 

2.4.Ekonomik Büyümenin İstikrarsızlaşması 

 Gelişmek ve kişi başına düşen geliri arttırarak halkın refah düzeyini yükseltmek her ülkenin birincil hedefi olarak kabul görmektedir. Refah düzeyinin yükselmesi 
ise ekonominin büyümesi ile gerçekleşmektedir. Büyüme hızlarının yüksekliği bir ekonomide başarının, düşük büyüme hızları ise başarısızlığın göstergesi 
sayılmaktadır. Bununla birlikte ekonomide başarıyı sadece büyüme hızının yüksekliği ile ölçmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Yüksek oranlı büyümenin 
sürdürülebilir ve istikrarlı bir seyir izlemesi durumunda başarılı olarak değerlendirilebilir. Bu da fiyat istikrarı, iç ve dış dengenin korunduğu istikrarlı bir makro ekonomik yapının tesisi ile gerçekleşebilir 377. 

Büyüme sürecinde belirleyici konumda bulunan birçok unsur bulunmaktadır. Bunların başında yatırım ve sermaye birikimi, beşeri sermaye ve işgücünün niteliği, teknolojik gelişme yahut yenilikler, kaynakların daha verimli alanlara kaydırılması gelmektedir. Buna ilave olarak büyümeyi etkileyen unsurları üç grupta ele almak mümkündür. Birinci grupta, ülkenin yönetim biçimi, özgürlükler, gelir ve servet dağılımı, mülkiyet hakları, yasal yapı ve finansal yapının gelişmişlik durumu yer almaktadır. 

İkinci grupta, sosyal güvenlik, kamu girimleri, devlet müdahaleleri, vergi politikaları, dış ticaret, iş gücü ve sermayenin dolaşım serbestliği politikaları 
bulunmaktadır. Üçüncü ve son grupta ise ülkenin tarihi, coğrafyası, stratejik özellikleri gibi kalıcı değerler yer almaktadır 378. 

Bu bağlamda büyüme sürecini etkileyen faktörler oldukça fazladır. Bununla birlikte GSMH rakamlarının orta ve uzun dönemde büyüme için bir anlam ifade 
edebilmesi noktasında yatırımların, tüketimin dönemsel artış oranlarının bilinmesi gereklidir. Çünkü sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. İstihdam artışının önemli ölçüde yatırımlara bağlı olması teknolojik gelişme ve sermaye birikimi faktörlerini ekonomik büyümenin kritik unsurları haline getirmektedir379. 

Bir ekonomide firmaların yatırım kararlarında yatırımlardan beklenen getiri ve geleceğe yönelik beklentiler ve tahminler önemli unsurlar arasındadır. 
Siyasi ve ekonomik istikrarın sağlandığı ekonomilerde geleceğe yönelik beklentilerde belirsizlikler azalmakta ve tahminlerin tutarlığı yükselmektedir. 
Böylesi ortamlarda sermaye sahipleri yatırım kararlarında daha cesaretli davranmaktadırlar. Tersi durumlarda, yani belirsizlik ortamında ise tahminlerin 
tutarlılığı azalırken, borçlanmaların maliyetleri yükselmektedir. Dolayısıyla da müteşebbisler yatırım kararlarında çekingen davranmaktadırlar. 

Makro ekonomik istikrarı ölçmede en sık kullanılan göstergelerden bir diğeri fiyat hareketleridir. Yakın zamana kadar enflasyonist ortamların bulunduğu 
ekonomilerde ekonomik büyüme performansının yüksek olacağı eğilimi ağırlık kazanmıştır. Fakat son yıllarda elde edilen bulgular yüksek enflasyon ortamlarında büyümenin istikrarsızlaştığını göstermiştir. Enflasyon bir taraftan nispi fiyat değişimleri yaparak genel fiyat seviyesindeki artışların reel yada nominal kaynaklı faktörler olduğunu belirlemede sorun çıkarmaktadır. Fiyat hareketinin kaynağının tespit edilememesi buna uygun tepkinin doğmamasına yol açmaktadır. Dolayısıyla nispi fiyatlardaki dalgalanmaların meydana gelmesi kaynak dağılımını bozmaktadır. Ayrıca enflasyon oranının yüksek ve dalgalı olduğu ortamlarda nispi fiyat hareketlerinin bilgi aktarma özelliğinden uzaklaşması ekonomik etkinliği azaltmakta ve büyümeyi olumsuz etkilemektedir 380. 

Ayrıca fiyatlar seviyesinin yükselmesi, ekonominin dengelerinin bozulmasına, geliri sabit kesimler aleyhine gelir dağılımının kötüleşmesine, geleceği 
belirsizleştirerek yatırımların spekülatif alanlara kaydırılmasına ve borç verenleri zarara uğrattığı için de kredi piyasasının olumsuz etkilenmesine neden olur. 
Böylece fiyatlar genel seviyesinin büyük dalgalanmalar göstererek yükselmesi veya düşmesi sağlıklı bir ekonomi için istenmeyen durumdur. Enflasyon oranı 
yüksek olan ülkeler, genellikle ekonomileri iyi yönetilmeyen ülkelerdir381. 

Mali disiplini sağlamak bir yana, ekonomideki yapısal sorunlara kayıtsız kalan siyasal iktidarlar, popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz 
politikalarıyla kısa vadeli sermaye girişlerini destekleyen bir finansman politikasını benimsemişlerdir. Yüksek faiz, düşük kur politikasının kısır döngüsü 
içerisinde, her an geri kaçabilecek kısa vadeli sermayeye güvenilmiştir. Sıcak para akımları ulusal piyasalardaki görece yüksek faize yönelirken; kısa vadede 
döviz birikimi sağlaması, ulusal paranın yabancı paralar karşısında aşırı değerlenmesine yol açmaktadır. Sonuçta ithalat malları ucuzlarken, ihracat gerilemekte ve cari işlemler açığı büyümektedir. Bu şartlarda sağlanan ekonomik büyüme de dışa bağımlı yapay bir nitelik taşımakta ve reel faiz ile döviz kuru 
arasındaki dengelerin bozulmasıyla, ekonomi ani bir çöküntüye uğrayabilmektedir382. 

Yapılan ampirik çalışmalar istikrarlı ekonomik yapının istikrarlı büyüme sürecini de beraberinde getirdiğini göstermektedir. Makroekonomik istikrar kendiliğinden 
iktisadi büyümeye yol açmamakta, ancak istikrar sağlamadan büyüme konusunda harcanan çabalar işe yaramamaktadır. Uzun süren makro ekonomik istikrarsızlık döneminde, göreli olarak daha düşük ortalama büyüme oranı gerçekleşmektedir. Makro dengelerin zor tutturulabildiği böyle bir ortamda, bir dönem eksi değerler alan büyüme oranı; sonraki dönemde, sermaye stokunda belirgin artış olmamasına rağmen, önceki dönemden geciktirilmiş tüketim harcamaları ve ortaya çıkan atıl kapasitenin tüketilmesiyle daha yüksek düzeye ulaşmaktadır. Birbirini izleyen dönemlerde gerçekleşen farklı büyüme performansları, yatırım ve tüketim kararlarında aşırı iyimser/kötümser beklentilere yol açarak makro ekonomik istikrarsızlığı daha da arttırmaktadır 383. 

Tablo: 10 



 Grafik-4: Büyüme ve Yatırımların Gelişimi 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere Türkiye’de istikrarsızlığın hüküm sürdüğü süreçte özel sektör sabit sermaye yatırımları ve büyüme oranlarında 1997 yılından itibaren dalgalanmalarda artış söz konusudur. Türkiye 1995-1997 aralığında yüksek oranlı büyüme performansı sergilerken, 1998 yılında büyüme oranı % 3,9 değerine inmiş ve 1999 yılında ise -6,1 değerinde gerileme olmuştur. Bu gerileme milli gelir seviyesinde 18,3 milyar dolar azalış meydana getirmiştir. 

2.5. Yabancı Sermaye Girişlerinin Azalması 

Yabancıların bulundukları ülke sınırları dışında yeni üretim tesisleri kurması, bunları genişletmesi veya mevcut tesisleri satın alması ya da söz konusu tesislerin mülkiyeti üzerinde denetim sahibi olmasına doğrudan yabancı sermaye yatırımı denilmektedir. Bu yatırımlar hem uluslararası ticareti yapılan ürünlerin imal edilmesi şeklinde hem de ev sahibi ülkenin taleplerini karşılamaya yönelik olabilmektedir. 

 Bir ülkeye yabancı sermayenin girişi iki şekilde olmaktadır. Birincisi doğrudan yatırım, ikincisi ise portföy yatırımları şeklindedir. Doğrudan yatırımlar iş yeri 
açmak, üretim tesisi kurmak ya da mevcuttaki tesisleri satın almak biçimde geçekleşmektedir. Portföy yatırımları ise faiz ya da kur farklarından kazanç elde 
etmek amacıyla hisse senetleri, yatırım fonları ve devlet borçlanma senetleri (tahvil ve bono) gibi kıymetli kağıtlara yapılan yatırımlardır. Bir ülkede doğrudan yabancı sermaye girişleri diğer sermaye girişlerine nazaran daha fazla tercih edilmektedir. Çünkü üretim yapan, istihdam artıran ve teknoloji transferini gerçekleştiren sermaye en ufak bir risk algılamasında da ülkeyi terk etme eğilimi duymayan yatırım türü doğrudan yatırımlardır. Öte yandan sıcak para olarak da anılan portföy yatırımları en ufak bir siyasi yada ekonomik kriz algılamasına girdiğinde hızlıca ülkeyi terk etmesi nedeniyle güvenilir yatırımlar 
arasında görünmemektedir. 

 Yabancı sermayelerin bir ülkede yatırım yapmaları için bazı argümanları da söz konusudur. Bunlardan birincisi, siyasi istikrardır. Sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. İkincisi, ekonomik istikrardır. Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu, ekonomik karar birimlerinin rasyonel hareket etmediği ve yatırımcıların gelecek konusunda endişe duydukları ortamlarda yabancı sermayenin yatırım yapma olasılığı da azalmaktadır. Üçüncüsü ise kârlılık oranıdır. Bilindiği gibi firmaların var oluş gerekçelerinden en önemlisi kâr yapma arzusudur. Firmaların kârlılık katsayıları istikrarlı ortam yanında bürokratik engellemelerin azaltılması ve vergilerin aşırılıktan arındırıldığı durumlarda artış göstermektedir. Nihayet sonuncusu ise mülkiyet haklarının korunmasını garanti eden ve öngörülebilirliği vadeden hukuksal düzenlemedir. 

Türkiye’nin 1994-2001 yılları arasında özellikle doğrudan sermaye yatırımlarının ülkeye gelişinde etkili olan faktörler bakımından başarısız bir tablo söyleyebiliriz. 
Bu dönemde siyasi ve ekonomik istikrar açısından tabiri caizse fetret dönemini yaşamıştır. İç karışıklıklar, sokak kavgaları, askeri darbe, kısa süreli hükümetler 
ve karar alma mekanizmasını yavaşlatan, aynı zamanda da kendi içinde bir biriyle kavgalı olan koalisyon hükümetleri söz konusudur. Ekonomik açıdan da yüksek enflasyon, sürdürülemeyecek düzeye gelen kamu ve cari açıklar, istikrarsız büyüme ve giderek daha da dengesizleşen gelir dağılımı ortamından söz etmek mümkündür 384. 

Tablo: 11 




Grafik-5: Gelişmekte Olan ve Seçili Ülkelere İlişkin Net FDI Girişleri 


 Yukarıdaki Tablo ve Grafikler 1995 yılından 2002 yılına kadar gelişmekte olan ülkeler ve Meksika, Brezilya ve Türkiye örneklerinde doğrudan yabancı yatırımların net miktarları gösterilmiştir. 
Buna göre 2000 yılına gelinceye kadar Türkiye’ye net giriş yapan yabancı sermaye bir milyar doların altında kalmakta ve 700 ila 900 milyon dolar aralığında değişmektedir. Buna karşın ilgili dönemde gelişmekte olan ekonomilere yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında 1997 yılında bir miktar azalış dışında 2000 yılına kadar sürekli artış görülmektedir. 1995 yılında 518 milyar dolar olan doğrudan yabancı yatırımlar 2000 yılında 977 milyar dolar seviyesine çıkmıştır. Gelişmekte olan ekonomilere yönelik doğrudan yabancı sermaye akımları ile Brezilya ve Meksika’ya gelen sermaye akımları arasında pozitif korelâsyonun varlığı grafikler üzerinden de izlenebilmektedir. 1995 yılında Meksika’ya yatırım yapan doğrudan yabancı sermaye 9,5 milyar dolar iken 2000 yılında bu rakam 18 milyar dolara ulaşmıştır. Aynı şekilde Brezilya’ya yönelik doğrudan yabancı sermaye girişlerinde de artış yaşanmıştır. 1995 yılında 4,8 milyar dolar yabancı sermaye girişi olurken, 2000 yılında bu değer 32 milyar dolara ulaşmıştır. 1995-2000 yılı aralığında toplamda Brezilya’ya net giriş yapan doğrudan yabancı yatırımlar 129 milyar dolar, Meksika’ya net giriş yapan doğrudan yabancı sermaye yatırımları ise 76 milyar dolar civarındadır. İlgili dönem bazında Türkiye’ye net giriş yapan toplam yabancı sermaye ise 5 milyar dolar seviyesinde kalmıştır. 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye 
girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3, Meksika’da %3,2 ve Türkiye’de %0,4 seviyesindedir. 

Demokratik teamüllerin geçerliliğini koruduğu ve istikrarlı ekonomik ortamın varlığında, bazı yasal düzenlemelerin de yapılması durumunda 1997-2000 periyodu için gayrisafi yurt içi hâsılanın %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, 20 milyar dolar net doğrudan yabancı sermayenin giriş yapabileceğini söyleyebiliriz. Bu dönemde 3,5 milyar dolar net fiili doğrudan yabancı sermeye girişi gerçekleştiğinden, 28 Şubat sürecinin 16,5 milyar dolar civarında net doğrudan yabancı sermaye girişlerine engel olduğunu ifade edebiliriz. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 3

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 3


Kamu iç Borçlanma profiline baktığımızda ise 1995 ve 1996 yılında bono ağırlıklı borçlanmanın yapıldığını söyleyebiliriz. 1997 yılından itibaren ise iç borçlan malar tahvil ağırlıklı hale gelmiştir. 1997-2002 yılları arasındaki tahvil borçlanma düzeyi %74,2 seviyesindedir. Borçlanmanın tahvil ağılıklı konuma gelmesi, iç borçlanmada vade baskısının azaldığını göstermektedir. Nitekim 1995 ve 1996 yılında iç borçların vadesi 200 gün civarında iken, daha sonraki yıllarda ortalama bazda vade süresi artmıştır. 1997 yılında 350, 1998 yılında 233 ve 1999 yılında 479 gün düzeyinde gerçekleşmiştir. 

Özellikle 1996 yılından itibaren Merkez Bankasının ve Hazinenin saydamlık temelinde uyum içerisinde politika önceliklerini belirlemeleri ve bunu uygulamalarına yansıtmaları etkili olmuştur. 

Bunun yanında özellikle 1998 yılından itibaren piyasa oyuncularının davranışları borçlanmanın vade ve yapısında belirleyici unsur konumundadır. 

Hazine genellikle söz konusu oyuncuların talep ve beklentileri nedeniyle faiz ve vadelerle borçlanma zorunda kalmıştır. Çünkü bu dönemde siyasi istikrar 
sağlanamadığı gibi uluslararası düzeyde meydana gelen ekonomik kriz, kamu kesiminde ve maliyesinde arzulanan mali disiplinin tesis edilememesine ve bu 
süreçte hazinenin rasyonel öngörülerle hazırlamış olduğu borçlanma politikalarının uygulanabilirliğinin sekteye uğramasına neden olmuştur. 

Tablo: 3 



Grafik-2: İç Borç Servisi ve Faiz Ödemesinin Milli Gelire Oranı 


İç borç faiz oranları ve iç borç faiz ödemeleri, kamu borçlanmalarının sürdürülebilirliği ve kamu harcamalarının disipline edilmesinde üzerinde önemle 
durulan değişkenlerdendir. Kamu maliyesinde yaşanan derin yapısal sorunlar ve mali disiplinin sağlanamaması sonrasında, Türkiye’de iç borçlanma gereksinimi 
içinde tutulmuştur. Yapılan borçlanmalar ile sağlanan kaynakların da ekonominin öncelikleri doğrultusunda rasyonel kullanılmayıp, siyasal yapının popülist 
önceliklerine göre değerlendirilmiş olması, uzun süre borç yönetimini sadece vadesi gelen borçların ödenmesine dayanan bir borçlanma politikasının 
yürütülmesine sebebiyet vermiştir. 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere Türkiye’de kamu iç borçlarında sürekli olarak artış sergilenmektedir. Fakat bu artış özellikle 28 Şubat sonrası dönemin 
yer aldığı 1997-2000 yılları arasında daha belirgin oranda yükselmiştir. 1997-1999 aralığında faiz giderleri beş kat artarken, bu sürece 2000 yılını da dahil 
ettiğimizde giderlerdeki artış 9,4 kat seviyesinde yükseliş göstermektedir. 

Öte yandan iç borç servisi ve iç borç faiz ödemelerinin milli gelire oranlarına bakıldığı zaman da, her iki değişkene ait değerlerin 1997 yılında azaldığı 
devamındaki yıllarda ise artış trendine girdiği görülecektir. İç borç servisinin gayri safi milli gelire oranı 1996 yılında 31,4 iken, 1997 yılında 17,4 seviyesine 
inmiş, daha sonraki yıllarda sırasıyla %26,4 ve %32,5 düzeyinde olmuştur. İç borçlanma faiz oranlarının milli gelire oranında da benzer tabloya rastlanmaktadır. 
1996 yılında %8,8 olan oran 1997’de %6,7 oranına düşmüştür. İzleyen yıllarda ise bu oran tekrar artarak sırasıyla %10,5 ve 12,6 rakamlarına ulaşmıştır. 

1997 yılındaki faiz giderlerinin milli gelire oranındaki azalmada ilgili dönemde uygulanan havuz sisteminin katkısı söz konusudur. İç borçların faiz ödemeleri nin milli gelire oranının sabit kaldığı varsayıldığında 2000 yılı da dâhil olmak üzere Türkiye’nin 34 milyar dolar daha az faiz ödemesi yapılacağını söyleyebiliriz. 

Öte yandan iç borçların alıcılara göre dağılımına ilişkin tabloya bakıldığında, tüm dönemlerde bankacılık kesimi oransal bazda küçük değişmelere karşın her 
zaman birinci sırada yer almaktadır. 
Yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak uzun yıllar boyunca iç borçlanma senetlerinden vergi alınmaması ya da cüz’i düzeyde vergi alınması yanında 
devlet garantisi altında yüksek getiriler sunmasından dolayı iç borçlanma senetleri bankacılık kesimi tarafından cazip yatırım aracı olarak görülmüştür. 

Tablo: 4 



 Bankacılık kesimi reel ekonomiyi finanse etme yerine yüksek maliyetle kamu kesimini finanse ederken, bono ya da tahvil alımında zorlandığı zamanlarda ise 
sendikasyon kredisi ile yurt dışından borçlanarak kur riskini üstlenmiştir. Daha sonra meydana gelen krizlerde devlet iç borçlanma senetlerinin değer kaybetmesi ve kur farkından doğan yüksek maliyetler de krizin daha da derin hissedilmesinin önünü açmıştır 359. 

Tablo: 5 



Yukarıdaki tabloda kamu ve özel kesime ait dış borçların gelişimi sunulmuştur. Tablodan görüleceği üzere kamu sektörünün dış borçları 1997 yılında ve 1998 
yılında hem rakamsal hem de oransal bazda azalmıştır. Bu oran 1999 yılından itibaren tekrar artışa geçmiştir. Öte yandan özel kesimin dış borçlarında sürekli 
artış söz konusudur. Bu borçlanmaların bir kısmı yatırım amaçlı borçlanmalardan ibaret iken, diğer bir kısmı da kamu borçlanma ihtiyacını karşılamak için 
bankacılık kesimin yurt dışından sağladığı sendikasyon kredilerinin de dahil olduğu kısa vadeli kredilerdir. 

Tablo: 6 




Tablo:6’da dış borçların vadelerine ve ödeme türlerine göre yıllar itibariyle değişimi sunulmuştur. 2001 yılına kadar kısa vadeli borçların toplam dış borçlara oranında artış olmuştur. 1995 yılında 15, 7 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçlar 2000 yılına gelindiğinde 28,3 milyar dolara çıkmıştır. Kriz sürecinde kısa vadeli sermaye çıkışlarından dolayı kısa vadeli dış borçlarda azalış meydana gelmiş, ayrıca borçlanma maliyetlerinin yükselmesi yurt dışından borçlanma 
imkanlarını sıkıntıya sokmuştur. Buna karşılık orta ve uzun vadeli borçlanma miktarında ele alınan periyot sürecinde sürekli artış kaydedilmiştir. Söz konusu 
borçlar 1995 yılında 57,5 milyar dolarken 2002 yılında iki katına ulaşmış ve 113,7 milyar dolara çıkmıştır. 

2.3.Faiz Oranlarının Yükselmesi 

Faiz; parayı bir başkasına kiraya vermenin bedeli olarak tanımlanmaktadır. Faiz haddi ise ekonomide para talebi ile para arzını birbirine eşitleyen fiyata 
denilmektedir. Faiz haddinin belirlenmesinde bireylerin varlıklarını para veya diğer aktiflerde tutma istekleri önemli bir yere sahiptir360. 

Keynesyen ve neo-klasik düşünce genelde düşük faiz oranlarının ekonomide büyümeyi teşvik edeceği, tasarrufların ise büyük ölçüde gelir düzeyine bağlı olarak değişeceğini varsaymıştır. 1970’li yılların başlarına kadar tüm ekonomistler için tasarruf ve faiz oranları arasındaki ilişkinin ters yönde olduğu genel kabul gören bir düşünce olmuştur. Yatırımlarda meydana gelen artışlar ile birlikte meydana gelen gelir artışlarının tasarruf oranlarını artıracağı kabul edilmiştir. Mc Kinnon ve Shaw bu görüşün aksine gelişmekte olan piyasalarda dış kaynak ve borçlanma imkânlarının sınırlı olması, yatırım ve tasarruf arasında anlamlı bir ayrımın bulunmaması, ayrıca sermaye piyasalarının tam olarak çalışmadığı bir ekonomik yapıda tasarrufların yükseltilmesi için reel faiz oranlarının yükseltilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre; bu ülkelerde ekonomik gelişmeyi sınırlayan asıl etken kârlı yatırım alanlarının kısıtlı olması değil, tasarruf ve yatırılabilir fonların yetersiz olmasıdır 361. 

Bu doğrultuda özellikle son yirmi yıllık süreçte gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınmalarını daha yüksek oranda gerçekleştirmeleri amacıyla liberal iktisat politikaları bağlamında finansal piyasalarında liberalizasyon yaptıkları ve kalkınmanın finansmanı noktasında pozitif faiz uygulamasını tercih etmiş oldukları gözlemlenmektedir. 

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde finansal piyasaların liberalleşmesiyle birlikte kamunun finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla faiz oranlarının artırılması bir taraftan spekülatif amaçlı kısa vadeli sermaye girişlerini artırırken diğer taraftan da kamunun borç- faiz kısır döngüsünün içine girmesine neden olmuştur. Bu bağlamda büyüme ve reel faiz oranları borçlanmanın sürdürülebilirliği 
açısından önem arz etmektedir. Büyüme oranının reel faiz oranına eş değer olması kamunun borç yükünün artmasına engel olmaktadır. 

 Faiz oranı artışları özel kesimin borçlanma maliyetlerini de artırmaktadır. Yükselen faizler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması sonucunda müteşebbisler yatırım kararlarında çekingen davranmaya başlarlar. Yüksek faizler yatırımlarını öz kaynakları ile gerçekleştirmeye çalışan girişimciler üzerinde de olumsuz bir etki yapar. Çünkü yatırım kararlarında üzerinde durulan en önemli konulardan birisi de yatırımlardan beklenen kârın faiz oranlarından büyük veya hiç olmazsa ona eşit olmasıdır. Aksi takdirde elinde yatırımlarda kullanılmak üzere kaynağı bulunan müteşebbisler söz konusu kaynaklarını riskli yatırımlarda kullanma yerine riskli olmayan banka mevduatı veya devlet tahvili şeklinde değerlendirme yolunu seçecektir. Bu yüzden yüksek reel faizler arz yönlü enflasyonist sürecin işlerlik kazanmasının önünü açmaktadır362. 

Öte yandan yüksek faizlerin ekonomiye hangi yönde etki ettiği de önem arz etmektedir. Yüksek faiz katı parasal politikaların yansıması olabileceği gibi, 
enflasyonist beklentilerin yansıması da olabilmektedir. Aynı zamanda bunların kısa dönem veya uzun dönem olarak ele alınmasına da bağlıdır. Kısa dönem için 
yüksek faizler enflasyonu düşürücü etki meydana getirirken uzun dönemde bu etki ortadan kalkmaktadır363. 

Piyasa ekonomisinin en önemli unsurlarından olan faizin, ekonominin tüm kesimleriyle olduğu gibi, özellikle ekonomideki arz ve talep kesiminin yakından 
ilgili olduğu enflasyonla, aynı zamanda enflasyonun ile faiz arasında da kuvvetli etkileşim bulunmaktadır. Fakat kimilerine göre bu ilişki faiz oranından 
enflasyona doğru iken kimilerine göre de enflasyondan faiz oranına doğrudur. İlişkinin yönü konusunda değişik fikirler bulunmasına karşın ilişkinin olduğu 
yönünde ortak bir görüş bulunmaktadır364. 

 Bilindiği üzere borç verilebilir fonların arz ve talep yapısı faiz oranlarının üzerinde belirleyici olan temel faktörlerin başında gelmektedir. Yatırım harcamaları bir yana, tüketim harcamalarının finansmanında bile sıkıntıların yaşanabildiği özellikle gelişmekte olan ülkelerde, kamu kesimi söz konusu arz talep yapısının şekillenmesinde aktif rol alarak ilgili piyasada en büyük oyuncu durumunda bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu ülkelerde kamu transfer harcamalarının da faiz oranları üzerinde önemli etkilere sahip olduğu söylenebilir. Öte yandan gelişmiş ülkelerde ise bu etkileşimin aynı yoğunlukta olduğunu söylemek güçtür 365. 

Kamu harcamalarındaki artıştan doğan finansman ihtiyaçları faiz oranlarını etkileyebilmektedir. Ancak, kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının 
sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. 

Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve merkez bankası 
kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu harcamalarının finansmanında merkez bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Faiz oranları üzerinde salt ekonomik faktörlerin yanı sıra politikacıların özellikle de ekonomi bürokrasisinin ve piyasa oyuncularının türlü spekülatif hareketlerle 
önemli etkilerinin olduğu, bunun yanında uluslararası siyasi, mali gelişmeler ve beklentilerin de söz konusu süreçte kısmen belirleyici oldukları söylenebilir366. 

Ülkenin dışa açık olması durumunda sermayenin mobilitesi artacağından, faiz oranları ulusal parada beklenen değer değişimi, bazı risk faktörleri ve dünya faiz oranlarına bağlı olarak değişim gösterecektir 367. Bu koşullarda ekonomik birimler küçük bir arbitraj fırsatını değerlendireceklerdir. Dışa açık ekonomilerde yurt içi faiz oranları global koşullardan kolaylıkla etkilenebilecektir. Genelde 
LİBOR yada ABD hazine bonosu faizleri referans olarak alınmaktadır. Çünkü buralardaki kıymetlerin risk unsuru hemen hemen sıfır düzeyinde belirlenmiş faiz oranlarıdır. Likidite ya da geri ödememe risklerine bağlı olarak diğer ülke varlıklarının faiz oranları bu oranlara göre belirlenmektedir. Teorik olarak likidite durumu arttıkça mevduata olan talep artığından varlık fiyatlarının yükselmesi   gerekmektedir. Piyasalarda likidite koşullarının değişmesi nedeniyle merkez bankasının da buna paralel olarak faiz oranlarında değişikliğe gitmesi beklenmektedir 368. 

Dua ve Pandit’in Hindistan özelinde faiz oranlarının temel belirleyicilerini belirlemeye yönelik bir çalışmada faiz oranlarının reel para arzından, reel kamu harcamalarından, enflasyon oranından, dış piyasalardaki faiz oranlarından, kamunun borç yapısından ve forward premium 369’dan etkilendiği belirlenmiş tir. Bu bağlamda faiz oranının kontrol altına alınması için enflasyonun kontrol   edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde nominal faiz oranları yükselmekte bu da kamunun borç yükünü artırmaktadır. Öte yandan kamu harcamalarının söz konusu büyüklükler üzerindeki etkisinden de hareketle kamu harcamalarını disipline etmeden faiz oranlarını kontrol altında tutmanın çok güç olacağı söylemek gerekmektedir 370. 

Sonuç olarak, faiz oranları ulusal parada beklenen değer değişimi, piyasalardaki para durumu ve kamu borçlanma gereğinin büyüklüğünün yanında belirsizlik, güvensizlik ya da gerginlik ortamı ve dış piyasalardaki gelişmelerin etkisiyle şekillenmektedir 371. Bu bağlamda 28 Şubat sonrasında kamu borçlanma gereğinin şiddetinde artış ile birlikte piyasadaki belirsizlik ve güvensizlik ortamından dolayı da faiz oranlarında yükseliş meydana gelmiştir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2



2. 28 Şubat Sürecinin Ekonomik Etkileri 


Refah-Yol hükümetinin yerine iktidara gelen Anasol-D hükümeti ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan azınlık koalisyonunun CHP’nin de dışarıdan desteklemesiyle kurulmuştur. Olağan üstü şartlarda dört partinin bir araya gelerek oluşturduğu hükümetten, doğal olarak istikrar beklemek mümkün görünmemektedir. 

Bu bağlamda 1997’nin ikinci yarısından itibaren iktidara gelen hükümetin makro ekonomide istikrarı sağlama ve sürdürme konusunda güçlü desteği söz konusu değilken, aynı zamanda Ağustos 1998’de Rusya’da patlak veren kriz, dünya üretimi ve ticaretinde daralmaya sebep olmuştur. Özellikle ticari bir ortak olarak gittikçe artan bir öneme sahip olan Rusya’daki kriz, Türkiye’nin iç ve dış makro 
dengelerinde olumsuz etkiler yapmış, ulusal mal pazarları talep daralmasına itilmiş ve dünya finansal krizinin olumsuz etkileri görülmeye başlanmıştır. 

2.1. Kamu Kaynaklarının Kullanımında Etkinsizlik 

Politik sistemin önemli özelliklerinden biri istikrarlı yönetimdir. Politik istikrarsızlık geleceğe yönelik politikalar konusunda belirsizlik meydana getirir ve yöneticilerin ekonominin mevcut kaynakları karşısında yağmacı bir davranışı benimsemelerine neden olur. Çünkü politik istikrarsızlık bugün yönetimde olanların gelecekte konumlarının ne olacağının öngörülememesine yol açar. Bu tür bir ortam yöneticilerin yönetimde kaldıkları sürede daha fazla rant kollama davranışı içerisine girmelerini teşvik eder. Demokrasinin en önemli niteliklerinden birisi, iktidardaki politik güçlerin değişimi için şeffaf kurallar sağlamasıdır. Buna ilave olarak, demokrasi, politik tercihler ve politika yapıcılar üzerinde açık tartışmayı teşvik ederek, iktidarın gayrimeşru araçlarla devredilmesinin ve politik aşırılığın önüne geçer. Demokrasi, politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasiler de politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transfere konu olur. Politik istikrarsızlığın azalmasından kaynaklanan düşük belirsizlik düzeyi büyük olasılıkla yatırım ve büyümeyi hızlandırır 350. 

Bu çerçevede demokrasi ekonomik gelişme/büyüme için temel unsurlardan birisidir. İfade ve dernekleşme özgürlüğü, çok partili seçimlerin varlığı, insan 
haklarının korunması ve erkler ayrımının varlığı gibi demokratik kazanımlar, ekonomik gelişmenin yer alacağı kurumsal çerçeveyi ve süreci meydana 
getirmektedir. Bunun yanında demokrasi, ekonomik yetki devrini kolaylaştırır, istikrarlı bir yatırım ortamı sağlar ve ulusal enerjinin ve kaynakların ekonomik 
gelişme/büyüme doğrultusunda mobilizasyonunu hızlandırır. Ayrıca demokrasi beşeri sermaye birikimini yükselterek ve gelir eşitsizliğini azaltarak büyüme 
hızının yükselmesine pozitif katkı sağlar. 

Demokrasi, yürütmenin, yapacağı sosyal ve ekonomik faaliyetlerde suistimale yönelmesini kısıtlayacak hesap verme mekanizmalarını içerdiğinden ekonomik 
gelişmeye yardımcı olur ve arzu edilmeyen hükümet faaliyetleri için periyodik cezalandırma ve arzu edilenler için de periyodik ödül sistemini barındırır351. 

Demokratik teamüllerin zorlanarak değiştirildiği bu dönemde siyasi istikrarsızlık yanında, demokrasinin temel ilkelerinden olan şeffaflık ve hesap verme 
kavramının kesintiye uğradığını söyleyebiliriz. Özellikle, ekonomik hataların sıklaştığı dönemlerde, çıkar gruplarının egemen hale gelmesi, devleti kısa dönemli politikalara yöneltmekte ve uzun dönemdeki amaçların ihmal edilmesine yol açmaktadır 352. 

Bu bağlamda kamu harcamalarına ilişkin büyüklüklerin siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri 353 yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. Diğer bir ifadeyle kamu kesiminde başta kamu harcamalarının niteliği ve düzeyi ile ilgili olmak üzere bir takım kararların alınma yöntemi, yapısı gereği rant kollama faaliyetlerine işlerlik kazandırmakta, rant kollama faaliyetlerinin yaygınlaşması ve disipline edilememesi ise büyüme başta olmak üzere sosyo-ekonomik dinamikleri harekete geçirecek ulusal kaynakların kamu kesimi aracılığıyla israf edilmesine yol açmaktadır 354. 

Rant kollama faaliyetlerinin kamu kesiminin ekonomi içindeki payı ile doğrudan ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu ilişki kamu kesiminin kontrolünde bulunan kaynaklar genişledikçe çeşitli birey ve gruplara değişik yollarla aktarabileceği kaynakların ve kamu harcama düzeyinin artmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır355. Devletin elindeki kaynakların ekonomideki 
payının fazla olmaması halinde bile devletin düzenleyici gücünün çok geniş bir alanda kullanılması, diğer bir deyişle liberal ekonomik düzenden uzaklaşılması rant kollama fırsatlarını genişletmektedir356. 

 Gelişmiş ülkelerde baskı ve çıkar gruplarının tabana yayılmasıyla, baskı ve çıkar gruplarıyla vatandaşların çıkarları arasındaki çatışma en az düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de ise böyle bir durum olmadığından, büyük işletmeler istedikleri kişileri bürokrat olarak seçtirerek, siyasal kararları daha etkin bir şekilde kontrol edebilmektedirler. 

Söz gelimi Sayın Güneş TANER Komisyona vermiş olduğu ifade de IMF’den alınan kredilerin bankalara plase edilmesi şeklindeki yanlış uygulamaya yönelik eleştirisini şu sözleriyle dile getirmektedir. “Ben itiraz ettim. Mesut Bey’e dedim ki Mesut Bey, bu paranın tebahhur etmesi yani batık olan bankaya para koymak demek, paranın yok olması demek. 

Ne olacak? 

Bu 40 milyar doları alacaksınız, Ziraat Bankasının, Halk Bankasının sermayesini yükselteceksiniz, 20 milyar dolar birine koyacaksınız, 40 milyar dolar birine koyacaksınız, bankalar arası mevduat vasıtasıyla likidite sağlamak için bu para girecek, bizim ekonomideki sıkıntımız ne? Likidite ama ben bunu kalkıp da Cavit Çağlar’a, bilmem neye, bu para yüksek faizli masrafla şurada burada, nereden gidecekse, adam buradan alıp da 5 milyon doları kendisine vermiş, atıyorum, bir şirket koymuş, ona 5 milyon dolar vermiş. Bizim 5 milyon dolar gitti. Sonra da şirket bitti”… 

Öte yandan kamu kaynaklarının etkinsiz kullanımı bağlamında kamu bankalarının da asli fonksiyonlarının dışında, devletin tarımsal kesime ve esnaf ve sanatkârlara, bütçeden kaynak ayırmadan kredi sübvansiyonu yapması gibi görevleri de yüklenmesi söz konusudur. Bu uygulamalar bankaların etkinliğini olumsuz yönde etkilemiş, piyasa disiplinin kaybolmasına ve sektörde 
dengesizliklere neden olmuştur. Kamu bankalarına verilen görevlerden kaynaklanan zararlar, ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler ile yönetimdeki zayıflıklar, bu bankaların mali bünyelerini önemli ölçüde bozmuştur. Yetersiz bütçe imkânları nedeniyle, görev zararı alacakları 2000 yılının sonu itibariyle Ziraat Bankası aktifinin %50’si, Halk Bankası aktifinin %65’i oranına ulaşmıştır. Ziraat ve Halk bankalarının toplam görev zararı alacaklarının GSMH’ya oranı, 1996 yılında %3’ü düzeyindeyken, 2000 yılında bu oran %12’ye yükselmiştir. Kamu bankalarının finansman ihtiyaçlarını kısa vade ve yüksek maliyetle piyasadan karşılamaları, zararlarının ve finansal sektörde istikrarsızlığın artmasına yol açmıştır 357. 

2.2.Kamu Açıklarının Finansman Sorununda Artış 

Gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ekonomilerde, devlet anlayışı, teknolojik değişim, toplumsal değişim ve seçim gibi nedenlerden dolayı, kamu harcamalarında artış söz konusu olmaktadır. Kamu kesimi harcama genişlemesinin, finansmanı sağlandığı sürece makro ekonomik dengeler açısından önemli sorun oluşturmayacağını söyleyebiliriz. 

 Bununla birlikte toplumlarda siyasi iradenin gelir artırıcı uygulamaları hoş karşılanmaz iken, gider artırıcı uygulamaları çoğunluk tarafından desteklenmektedir. Toplumu oluşturan insanlar, bu kararlar karşısında iki şekilde davranışta bulunurlar. Bunlardan birincisi siyasal görüşü, diğeri de kişisel çıkarlarıdır. Bireyler siyasal ve toplumsal gerekçelerle kamunun açık vermesini destekler iken, bu kararların kendi üzerindeki olumsuz etkilerini (istikrarsızlığı) gördüklerinde piyasadaki davranışlarıyla karşı çıkarlar. Piyasada oluşan bu tepki, siyasal karar alıcılar tarafından kararların değerlendirilme ölçütü olarak görülmektedir. Buna göre, siyasi karar alıcılar bu tür kararları piyasalarla beraber, piyasayı dinleyerek alırlar.. 

Türkiye’de bu anlamda piyasa kavramı tam oluşmamakla birlikte, siyasi karar alma terbiyesi ve kültürü siyasetçilerimizde gelişme imkânı bulamamıştır. Bu nedenle, piyasa tepkisini almak gibi bir refleksten uzak toplum karşısında beğeni toplayacak şekilde, kamu harcamalarını artırıcı ortamlar da siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur 358. 

Kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve Merkez Bankası kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu 
harcamalarının finansmanında Merkez Bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez Bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan, devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise, söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Dışa açık ekonomi politikaları çerçevesinde önce reel kesimde daha sonra da finansal kesimde serbestleşme hareketleri ivme kazanmıştır. Türkiye’de mali piyasalardaki serbestleşme finansal araçların çeşitliliği ve mali kesimin derinlik kazanması açısından önemlidir. Fakat, Türkiye’de mali liberalleşmenin büyük oranda kamu açıklarını finanse etmede aracı olduğunu söylemek yanlış bir 
değerlendirme olmayacaktır. Tablo:1’den görüleceği gibi 1994-2000 yılları arasında ihraç edilen menkul kıymetlerin yaklaşık olarak %85-95 aralığında kamu kesimine ait olduğu görülmektedir. Öte yandan 1994 yılında ihraç edilen menkul kıymetlerin gayri safi milli hâsılaya oranı %22,7 düzeyinde iken, 1995 yılında %19,8 ve 1996’da %35,3 seviyesinde gerçekleşmiştir. 1997 yılında bu oran %22,9 değerine inerken takip eden yılda tekrar yükselmiş ve %29,4 rakamına çıkmıştır. Devam eden yıllarda da %40’a yakın rakamlarda seyretmiştir. 
Tablo:1 





  Aşağıda yer alan Tablo:2, Türkiye’de 1995-2002 yılları arasındaki dış borçların gelişimi ve dağılımı hakkında bilgi vermektedir. Yıllar itibariyle genel anlamda 
iç borçlanma miktarlarında artış meydana gelmiş, hatta kimi yıllarda bu oranlar %100 seviyesini aşmış vaziyettedir. Borçlanmaya ilişkin değerlendirmelerde 
borcun miktarından ziyade toplam gelir içerisindeki oranın dikkate alınması gerekmektedir. 

Tablo:2 



Grafik-1: İç Borç Stokunun Gelişimi ve Dağılımı 


Toplam iç borçların gayri safi milli hâsılaya oranına baktığımızda 1995 yılından 1999 yılına gelinceye kadar önemli bir değişimin olmadığı ve ortalamada iç 
borçların milli gelire oranının %20 civarında gerçekleştiği görülmektedir. 1999 yılında bu oran %29,2, 2001 yılında ise %69,2 seviyesine ulaşmıştır. 

1999 yılındaki bu artışta 1998 yılında meydana gelen Rusya krizinin ardından yoğun sermaye çıkışlarının yaşandığı süreçte, kamu borç servisinin karşılanmasında dış borçlanmaya daha az başvurulmasının etkisi olmuştur. 2001 yılındaki ani artışta ise bankaların tasfiye işlemleri başta olmak üzere yapısal reformların meydana getirdiği bazı güçlükler etkili olmuştur. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1


Parlamentolar seçimle belirlenen ve mille iradesini temsil eden en önemli organdır. Ülkelerdeki demokrasilerin niteliği, o ülkenin parlamentosuna verdiği 
önem ile yakından ilişkilidir. 
Demokrasinin yerleşik hal aldığı yönetimlerde parlamentonun üstünlüğü söz konusudur. 

Türkiye’de son yarım asırlık süre içerisinde çeşitli şekillerde parlamentonun üstünlüğüne gölge düşürülmüştür. Askeri müdahalelerin kısa aralıklarla farklı 
şekillerde yönetime müdahale etmesinde siyasi, sosyal ve psikolojik etkenlerin yanı sıra ekonomik etkenler de bulunmaktadır. 
Geçmiş dönemlerde askeri ve siyasi yetkinlik tek kişinin elinde bulunmuştur. Bin yıldan daha fazla zamanda birliktelik arz eden bu yapının son yetmiş yıllık 
süreçte birbirinden ayrışması hemen kabullenilecek bir durum değildir. Bu nedenle askeri otorite kendisini ülkenin iç ve dış tehditlere karşı tek koruyucusu 
olarak görmüştür. Buna bağlı olarak, yönetimin temel prensibi halka güvensizlik üzerine tesis edilmiştir. Bu anlayışa göre cahil olan halkı öğretmek ve onları 
eğitmek gerekmektedir. 

Esasında devlet örgütü halkın vergileriyle varlığını sürdüren ve halka hizmeti esas alan oluşum olması gerekirken, Türkiye’de bu anlayış tersine dönmüş ve 
halkın var oluş amacı devlete hizmet etmek biçiminde süregelmiştir. Herkesin istediğini düşünebilme özgürlüğüne sahip olduğu çağdaş demokratik yönetim 
anlayışının halkın oylarıyla yönetime gelmesinin ardından askeri devlet geleneğiyle uyuşmayan icraatların uygulanması sonrasında askeri müdahale süreçleri yaşanmıştır. 

 Bununla birlikte sürekli değişim gösteren dünyada Türkiye’nin de değişmesi kaçınılmaz olmaktadır. Düşünce özgürlüğü ve serbest girişimi tanımayan, aynı 
zamanda da halka güvenmeyen bir yönetim anlayışının sürdürülemez olduğu giderek daha iyi hissedilmeye başlamıştır341. 

 Bu bağlamda Türkiye’de son dönemlerde çeşitli zorlamalar karşısında halkın bazı mekanizmalar aracılığıyla (sosyal medya, seçimler v.b.) göstermiş olduğu 
tepkiler halka güvenmeyen, değişime direnç gösteren ve meşruiyetini seçim sandığından almayan zihniyetlerin artık ülke yönetiminde söz sahibi olmaya 
teşebbüs etmemesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü söz konusu dönemler hem sosyal hem de ekonomik açıdan ülkenin gelişme sürecini olumsuz etkilemektedir. 

1. 28 Şubat Öncesi: Genel Değerlendirme 

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi kurumsallaşma sürecini tam olarak sağlayamamalarıdır. Kurumsallaşmanın tam olarak gerçekleşmediği ülkelerde ise ekonomik performans ile siyasi istikrar arasındaki etkileşim katsayısı daha da yüksek düzeyde olmaktadır. Nitekim 1989-2002 yılları arasında Türkiye’de on bir hükümet ve on beşten fazla ekonomiden sorumlu bakanın değiştiği ve koalisyonla yönetimin olduğu bir ortamda siyasi istikrardan bahsetmek mümkün değildir. Öte yandan, Türkiye’de iktidara gelen siyasi partiler istikrarlı hükümetler kuramadıkları gibi, parti programlarını da uygulamaya koyabilecek bir zamana da sahip olamamışlardır. Yine 1989-2002 yılları arasında hükümetlerin iktidarda kaldıkları süre yaklaşık olarak bir yıla tekabül etmektedir. İktidarların kısa vadeli ve siyasi parçalanmışlığın olmasında, kısa aralıklarla tekrarlanan askeri müdahalelerin partilerin parçalanmasına veya yapay partilerin oluşmasına yol açması ve güçlü bir siyasi partinin iktidara gelmesinin engellenmesi etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak makro ekonomik performansın arzulanan düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmamıştır. Siyasi iktidarların seçim ekonomilerini uygulamaları, Türkiye’deki istikrarsızlığı kronikleştirmiştir. Kısa vadeli ve zayıf hükümetlerinin kurulduğu süreçlerde makro ekonomik dengelerin sürdürülemez konuma ulaştığı durumlarda ise ekonomik sorunların aşılması için istikrar programları uygulanmıştır. Öte yandan uygulanan istikrar programlarının ülkede önemli yapısal değişimleri öngörmelerine karşın uygulamada siyasi nedenler ve çeşitli baskı gruplarının etkilerinden dolayı hayata geçirilememiştir. 5 Nisan 1994 tarihinde açıklanan istikrar programı da bu nitelik taşımaktadır. 

5 Nisan 1994 tarihinde mevcut sorunların çözümü için uygulamaya konulan istikrar programı, özellikle nominal para miktarının kontrolünü ve kamu 
harcamalarında uygulanacak kısıtlamaları içermesi açısından ortodoks; parasal ve mali kısıtlamalarla birlikte gelirler politikasının da uygulamaya konulması 
açısından da heterodoks nitelik taşımaktadır. Program gereği döviz kurunda istikrar sağlamak maksadıyla ulusal paranın değeri yeniden tespit edilmiş, 
Merkez Bankasının Hazineye açacağı kısa vadeli avans oranı kademeli olarak düşürülmüş, mevduata yüzde yüz güvence verilerek tasarrufların teşviki 
sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında kamusal denge sorununu çözmek amacıyla yeni düzenlemelere başvurulmuştur. 

5 Nisan kararlarının ilkesel bazda, üretim yapan, sübvansiyon dağıtan devlet anlayışından ziyade, ekonomide piyasa mekanizmasının işlemesini sağlayan 
ve sosyal dengeleri göz önünde bulunduran bir devlet görünümüne geçmeyi hedefleyen bir program niteliğinde olduğu söylenebilir342. 

Öte yandan programın uygulamaya konulmasıyla kısmen bazı noktalarda başarı sağlanmışsa da istikrarsızlığın kaynağı olan yapısal değişim sorunlarına ilişkin 
öngörülen tedbirlerin kısa süre içerisinde uygulamaya konulamaması ve hükümetin uygulamaya koyduğu kararlar üzerinde de radikal davranamaması nedeniyle istikrar programından beklenen sonuç alınamamıştır. Söz konusu program ekonomik değişkenlerin sayısal değerlerini kısa bir süre kabul edilebilir bir seviyeye indirmekten öteye gitmemiştir. 

Harcamaları kısıtlayıcı önlemler tam olarak uygulanamamıştır. Lojman ve dinlenme tesislerinin satışı gerçekleştirilememiştir. Özelleştirme ve iyileştirme şansı olmayan kuruluşların kapatılma kararı siyasi partilerin ve çalışanların tepkilerinden dolayı uygulamaya konulamamıştır343. 

Kamu gelirlerini artırmaya yönelik vergi uygulamalarından hedeflendiği kadar vergi elde edilememiştir.. Kamu gelirleri ve harcamaları arasındaki açıklık 
azalmış olsa da, kamu açıkları daha sonraki yıllarda da varlığını sürdürmüş tür 344. KKBG’nin GSMH’ya oranı 1993 yılında %12,0, 1994’te %7,9, 1995 yılında %5,2 ve 1996’da % 8,7 olarak gerçekleşmiştir. 

Reel ücretlerde meydana gelen azalma, yaşanmakta olan finansman krizi nedeniyle daha da artırmış ve sanayide kapasite kullanımı %64 seviyelerine kadar gerilemiştir. Düşük kapasite ile üretim, maliyet artışlarına yol açmıştır. Maliyetlerin ürün fiyatlarına yansıması sonucu, enflasyon %149,6 ile 
rekor seviyeye ulaşmıştır. Ekonomide meydana gelen bu daralma, durgunluk içinde enflasyona (stagflasyon) sebebiyet vermiştir. 

Ekonomik büyümede 1993 yılı sonunda %6,1 oranında, sabit sermaye yatırımlarında ise %16,5 oranında gerileme görülmüştür. Ekonomide bu daralmayla birlikte, vergi miktarlarında yapılan artışlar sonucunda iflaslar ve işçi çıkartmaları meydana gelmiştir. 

5 Nisan kararlarının ekonomik kesimler üzerindeki yükünün dağıtım planında; işçi ve memurlara getireceği yük %27,5 tarımda çalışanlara getireceği yük %14,3 ve ticaret ve sanayicilere getireceği yük ise %58,2 olarak ilan edilmişti. Fakat, gelişmeler bu varsayımların tamamen tersi şeklinde gerçekleşmiştir345. 
Bu arada, devlet sanayi kesimine uyguladığı ek vergileri tahsil edemediği gibi, yüksek faizli iç ve dış borçlanmalarla yapılan spekülatif kazançlar sayesinde 
de sermaye kesiminin gelirlerini artırmıştır. 

Dış ticarette yapılan devalüasyonla ihracat artırılmış, ithalatta ise kısıtlamaya gidilmiştir. Ancak,ithalatın kısılması sadece taleple ilgili bulunmamakta olup, bunun yanında ülke içi yatırımlara dönük ithalatın durması da ithalatı geriletmiştir346. 

Özetlemek gerekirse, 5 Nisan kararlarıyla ekonomide istikrar sağlanamamış, enflasyon ve işsizlik daha da artmıştır. Toplumda sınıflar arası gelir dağılımı adaletsizliği daha da artmış, alt gelir grubundaki insanların durumu biraz daha kötüleşirken, üst gelir grubundaki insanların kârları ise rantiyer gelirleri sayesinde daha da artmıştır. 

 Ekonomik istikrarsızlık, 5 Nisan kararlarının uygulandığı 1994 yılından sonra da varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılında enflasyon (TEFE’ye göre) %64,9 olarak geçekleşmiş, kamu açıkları azalmış olmakla birlikte, ekonomideki varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan siyasi belirsizliğin ardından seçim sürecine girilmesi sonrasında seçim yatırımlarının artması, 
piyasadaki istikrarsızlık beklentilerini artırmış ve borçlanmalar üzerindeki risk primini yükseltmesi, mevcut olan bütçe açıklarını daha da artmıştır. 

 Öte yandan 1996 yılından itibaren gümrük birliğine girilmesiyle ithalatta adeta patlama olmuş, 1996 yılının ilk beş ayında bir önceki yılın ilk beş ayına göre %35 oranında artış kaydederek 16,8 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır347. 

Ekonomi bu şartlar altındayken, 1996 yılının haziran ayında Refah-Yol hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol iktidarının ilk uygulamalarından birisi kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sistemidir. Daha önceden fon fazlası olan bir kamu kurumu finans sistemi aracılığıyla borç para veriyor, öte yandan fon ihtiyacı olan başka bir kamu kurumu da yine finansal sistem aracılığıyla piyasadan borçlanarak açığını gideriyordu. Böylesi durumda fon fazlası ve fon ihtiyacı olan kamu kurumlarını birbirinden bağımsız olarak finansal piyasalardan borçlanması kamunun gereksiz yere finansal aracılık yapan kuruluşlara faiz arbitraj getirisi ödemelerine sebep olmaktadır. Havuz sistemi uygulaması ile kamu kesiminin yüksek faizden dolayı artan borç yükümlülüğü ortadan kalkmıştır. Bu politika kamu kesimi açısından olumlu katkı sağlamış ve uygulama süresinde 10 milyar doların üzerinde devletin tasarruf yapması sağlanmıştır. Öte yandan bu uygulama, finansal piyasalarda bu şekilde devlet kurumları üzerinden para kazanan kesimleri de rahatsız etmiştir. Çünkü finansman ihtiyacı içindeki bir kamu kuruluşuna başka bir kamu kuruluşundan temin ettiği fonlarla finansman desteği vermek, hiçbir riske maruz kalmadan bu kesimdekilerin kazanç elde etmelerine imkân tanıyordu. Dolayısıyla risksiz kazanç kapısının varlığının ortadan kalkması rant üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmiş ve mevcut hükümetin gitmesi için propaganda yapmalarına gerekçe olmuştur. 

Öte yandan Refah-Yol hükümeti dönemindeki icraatlardan bir başka tepki çeken uygulama memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de desteklemelerde bulunulmasıdır. Yapılan bu uygulamaların bozuk olan ekonomik istikrarı daha da kötü duruma sokacağı çeşitli kesimler tarafından ifade edilmiştir. 

Bu eleştiriler üzerine mevcut iktidar, hem mevcut ekonomik istikrarsızlığı önlemek hem de uyguladığı politikaların finansmanını sağlamak için belirli aralıklarla “Kaynak Paketleri”ni uygulamaya koymuştur. Birinci kaynak paketinde 10 milyar dolarlık getiri hedefi konulmuş gerçekleşen ise 15,9 milyar dolardır. Buna ilave olarak ikinci kaynak paketinden 10 milyar, üçüncü kaynak paketinden de 11 milyar dolar gelir hedeflenmiştir. Fakat çeşitli bürokratik engellemelerden dolayı ikinci ve üçüncü kaynak paketlerinden beklenen getiriye ulaşılamamıştır. 

Bunun yanında 1996 yılında kurulan koalisyon hükümeti, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi reformuna yönelik önlemler alma konusunda hazırlıklara başlamıştır. Bu doğrultuda IMF yöneticileri ile görüşmeler yapılmış ve buna yönelik destekler alınmıştır. 1995 yılında başlayan büyüme süreci 1996 ve 1997 yıllarında da devam etmiş, 1996’da %7,1 ve 1997’de ise %8,3 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Kamu kesimi gelir gider dengesinde 1997 yılında bir önceki yıla göre bir miktar iyileşme meydana gelmiş ve kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi yurt içi hasılaya oranı 1996’da %6,5 iken bu oran 1997’de %5,8 seviyesine inmiştir. 

Reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni prensipler oluşturulmuştur. Buna göre geleceğe yönelik belirsizlikleri minimize etmek ve bu şekilde borçlanma maliyetlerini düşürmek için 1997 yılı temmuz ayından itibaren aylık olarak hazine beklenen nakit bazlı gelir-gider miktarlarını, gerçekleştirilecek iç 
borç itfalarını ve her ay bir sonraki ay içerisinde gerçekleşmesi öngörülen ihalelerin valör, vade ve yaklaşık borçlanma miktarlarını ilan etmiştir348. 

 Öte yandan 1997 yılında para politikasının hazinenin uyguladığı politikalarla uyumlu hale getirilmesi amacıyla Merkez Bankası ve Hazine arasında bir protokol imzalanarak Hazinenin Merkez Bankasından kısa vadeli avans alımı durdurulmuş tur. Bu uygulama sonrasında para arzı artışı sınırlı düzeyde tutulmaya çalışılmıştır 349. Bu uygulamaya rağmen enflasyon oranında artış söz konusu   olmuştur. Enflasyon oranı 1996 yılında %84,9 iken bu oran 1997 yılında %91 seviyesine çıkmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında tarımsal destekleme fiyatları, ücret ve maaş artışlarından dolayı artan talep baskısının etkili olduğunu söyleyebiliriz. 


Bu süreçte Türkiye ekonomisi bir taraftan 1997 yılındaki Asya ülkelerinde görülen krizin ilk etkilerinden uzak kalırken, diğer taraftan da ulusal ekonomide kamu açıklarının finansmanı, faiz oranlarının düşürülmesi, ekonomik büyümenin sağlanması ve beklentilerin yönetilmesi konusunda pozitif görünüm sergilemiştir. Bunun yanında uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş 
birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılmıştır. Fakat dönemin iktidarının bu uygulamaları daha önceki süreçte ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız etmiştir. Buna ilave olarak halkın oylarıyla seçilen ve mecliste çoğunluğu oluşturan iki siyasi partinin oluşturduğu koalisyon hükümeti 
çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmemiştir. Dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provakatif haberler, brifingler, ve bazı suni vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulmuştur. 

28 Şubat milli güvenlik kurulu bildirgesinin ardından daha da artan baskılara karşı daha fazla dayanamayan koalisyon hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan göreve geldikten bir yıl sonra 30 Haziran 1997 yılında istifa etmek zorunda kalmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***