16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2



2. 28 Şubat Sürecinin Ekonomik Etkileri 


Refah-Yol hükümetinin yerine iktidara gelen Anasol-D hükümeti ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan azınlık koalisyonunun CHP’nin de dışarıdan desteklemesiyle kurulmuştur. Olağan üstü şartlarda dört partinin bir araya gelerek oluşturduğu hükümetten, doğal olarak istikrar beklemek mümkün görünmemektedir. 

Bu bağlamda 1997’nin ikinci yarısından itibaren iktidara gelen hükümetin makro ekonomide istikrarı sağlama ve sürdürme konusunda güçlü desteği söz konusu değilken, aynı zamanda Ağustos 1998’de Rusya’da patlak veren kriz, dünya üretimi ve ticaretinde daralmaya sebep olmuştur. Özellikle ticari bir ortak olarak gittikçe artan bir öneme sahip olan Rusya’daki kriz, Türkiye’nin iç ve dış makro 
dengelerinde olumsuz etkiler yapmış, ulusal mal pazarları talep daralmasına itilmiş ve dünya finansal krizinin olumsuz etkileri görülmeye başlanmıştır. 

2.1. Kamu Kaynaklarının Kullanımında Etkinsizlik 

Politik sistemin önemli özelliklerinden biri istikrarlı yönetimdir. Politik istikrarsızlık geleceğe yönelik politikalar konusunda belirsizlik meydana getirir ve yöneticilerin ekonominin mevcut kaynakları karşısında yağmacı bir davranışı benimsemelerine neden olur. Çünkü politik istikrarsızlık bugün yönetimde olanların gelecekte konumlarının ne olacağının öngörülememesine yol açar. Bu tür bir ortam yöneticilerin yönetimde kaldıkları sürede daha fazla rant kollama davranışı içerisine girmelerini teşvik eder. Demokrasinin en önemli niteliklerinden birisi, iktidardaki politik güçlerin değişimi için şeffaf kurallar sağlamasıdır. Buna ilave olarak, demokrasi, politik tercihler ve politika yapıcılar üzerinde açık tartışmayı teşvik ederek, iktidarın gayrimeşru araçlarla devredilmesinin ve politik aşırılığın önüne geçer. Demokrasi, politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasiler de politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transfere konu olur. Politik istikrarsızlığın azalmasından kaynaklanan düşük belirsizlik düzeyi büyük olasılıkla yatırım ve büyümeyi hızlandırır 350. 

Bu çerçevede demokrasi ekonomik gelişme/büyüme için temel unsurlardan birisidir. İfade ve dernekleşme özgürlüğü, çok partili seçimlerin varlığı, insan 
haklarının korunması ve erkler ayrımının varlığı gibi demokratik kazanımlar, ekonomik gelişmenin yer alacağı kurumsal çerçeveyi ve süreci meydana 
getirmektedir. Bunun yanında demokrasi, ekonomik yetki devrini kolaylaştırır, istikrarlı bir yatırım ortamı sağlar ve ulusal enerjinin ve kaynakların ekonomik 
gelişme/büyüme doğrultusunda mobilizasyonunu hızlandırır. Ayrıca demokrasi beşeri sermaye birikimini yükselterek ve gelir eşitsizliğini azaltarak büyüme 
hızının yükselmesine pozitif katkı sağlar. 

Demokrasi, yürütmenin, yapacağı sosyal ve ekonomik faaliyetlerde suistimale yönelmesini kısıtlayacak hesap verme mekanizmalarını içerdiğinden ekonomik 
gelişmeye yardımcı olur ve arzu edilmeyen hükümet faaliyetleri için periyodik cezalandırma ve arzu edilenler için de periyodik ödül sistemini barındırır351. 

Demokratik teamüllerin zorlanarak değiştirildiği bu dönemde siyasi istikrarsızlık yanında, demokrasinin temel ilkelerinden olan şeffaflık ve hesap verme 
kavramının kesintiye uğradığını söyleyebiliriz. Özellikle, ekonomik hataların sıklaştığı dönemlerde, çıkar gruplarının egemen hale gelmesi, devleti kısa dönemli politikalara yöneltmekte ve uzun dönemdeki amaçların ihmal edilmesine yol açmaktadır 352. 

Bu bağlamda kamu harcamalarına ilişkin büyüklüklerin siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri 353 yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. Diğer bir ifadeyle kamu kesiminde başta kamu harcamalarının niteliği ve düzeyi ile ilgili olmak üzere bir takım kararların alınma yöntemi, yapısı gereği rant kollama faaliyetlerine işlerlik kazandırmakta, rant kollama faaliyetlerinin yaygınlaşması ve disipline edilememesi ise büyüme başta olmak üzere sosyo-ekonomik dinamikleri harekete geçirecek ulusal kaynakların kamu kesimi aracılığıyla israf edilmesine yol açmaktadır 354. 

Rant kollama faaliyetlerinin kamu kesiminin ekonomi içindeki payı ile doğrudan ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu ilişki kamu kesiminin kontrolünde bulunan kaynaklar genişledikçe çeşitli birey ve gruplara değişik yollarla aktarabileceği kaynakların ve kamu harcama düzeyinin artmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır355. Devletin elindeki kaynakların ekonomideki 
payının fazla olmaması halinde bile devletin düzenleyici gücünün çok geniş bir alanda kullanılması, diğer bir deyişle liberal ekonomik düzenden uzaklaşılması rant kollama fırsatlarını genişletmektedir356. 

 Gelişmiş ülkelerde baskı ve çıkar gruplarının tabana yayılmasıyla, baskı ve çıkar gruplarıyla vatandaşların çıkarları arasındaki çatışma en az düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de ise böyle bir durum olmadığından, büyük işletmeler istedikleri kişileri bürokrat olarak seçtirerek, siyasal kararları daha etkin bir şekilde kontrol edebilmektedirler. 

Söz gelimi Sayın Güneş TANER Komisyona vermiş olduğu ifade de IMF’den alınan kredilerin bankalara plase edilmesi şeklindeki yanlış uygulamaya yönelik eleştirisini şu sözleriyle dile getirmektedir. “Ben itiraz ettim. Mesut Bey’e dedim ki Mesut Bey, bu paranın tebahhur etmesi yani batık olan bankaya para koymak demek, paranın yok olması demek. 

Ne olacak? 

Bu 40 milyar doları alacaksınız, Ziraat Bankasının, Halk Bankasının sermayesini yükselteceksiniz, 20 milyar dolar birine koyacaksınız, 40 milyar dolar birine koyacaksınız, bankalar arası mevduat vasıtasıyla likidite sağlamak için bu para girecek, bizim ekonomideki sıkıntımız ne? Likidite ama ben bunu kalkıp da Cavit Çağlar’a, bilmem neye, bu para yüksek faizli masrafla şurada burada, nereden gidecekse, adam buradan alıp da 5 milyon doları kendisine vermiş, atıyorum, bir şirket koymuş, ona 5 milyon dolar vermiş. Bizim 5 milyon dolar gitti. Sonra da şirket bitti”… 

Öte yandan kamu kaynaklarının etkinsiz kullanımı bağlamında kamu bankalarının da asli fonksiyonlarının dışında, devletin tarımsal kesime ve esnaf ve sanatkârlara, bütçeden kaynak ayırmadan kredi sübvansiyonu yapması gibi görevleri de yüklenmesi söz konusudur. Bu uygulamalar bankaların etkinliğini olumsuz yönde etkilemiş, piyasa disiplinin kaybolmasına ve sektörde 
dengesizliklere neden olmuştur. Kamu bankalarına verilen görevlerden kaynaklanan zararlar, ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler ile yönetimdeki zayıflıklar, bu bankaların mali bünyelerini önemli ölçüde bozmuştur. Yetersiz bütçe imkânları nedeniyle, görev zararı alacakları 2000 yılının sonu itibariyle Ziraat Bankası aktifinin %50’si, Halk Bankası aktifinin %65’i oranına ulaşmıştır. Ziraat ve Halk bankalarının toplam görev zararı alacaklarının GSMH’ya oranı, 1996 yılında %3’ü düzeyindeyken, 2000 yılında bu oran %12’ye yükselmiştir. Kamu bankalarının finansman ihtiyaçlarını kısa vade ve yüksek maliyetle piyasadan karşılamaları, zararlarının ve finansal sektörde istikrarsızlığın artmasına yol açmıştır 357. 

2.2.Kamu Açıklarının Finansman Sorununda Artış 

Gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ekonomilerde, devlet anlayışı, teknolojik değişim, toplumsal değişim ve seçim gibi nedenlerden dolayı, kamu harcamalarında artış söz konusu olmaktadır. Kamu kesimi harcama genişlemesinin, finansmanı sağlandığı sürece makro ekonomik dengeler açısından önemli sorun oluşturmayacağını söyleyebiliriz. 

 Bununla birlikte toplumlarda siyasi iradenin gelir artırıcı uygulamaları hoş karşılanmaz iken, gider artırıcı uygulamaları çoğunluk tarafından desteklenmektedir. Toplumu oluşturan insanlar, bu kararlar karşısında iki şekilde davranışta bulunurlar. Bunlardan birincisi siyasal görüşü, diğeri de kişisel çıkarlarıdır. Bireyler siyasal ve toplumsal gerekçelerle kamunun açık vermesini destekler iken, bu kararların kendi üzerindeki olumsuz etkilerini (istikrarsızlığı) gördüklerinde piyasadaki davranışlarıyla karşı çıkarlar. Piyasada oluşan bu tepki, siyasal karar alıcılar tarafından kararların değerlendirilme ölçütü olarak görülmektedir. Buna göre, siyasi karar alıcılar bu tür kararları piyasalarla beraber, piyasayı dinleyerek alırlar.. 

Türkiye’de bu anlamda piyasa kavramı tam oluşmamakla birlikte, siyasi karar alma terbiyesi ve kültürü siyasetçilerimizde gelişme imkânı bulamamıştır. Bu nedenle, piyasa tepkisini almak gibi bir refleksten uzak toplum karşısında beğeni toplayacak şekilde, kamu harcamalarını artırıcı ortamlar da siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur 358. 

Kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve Merkez Bankası kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu 
harcamalarının finansmanında Merkez Bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez Bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan, devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise, söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Dışa açık ekonomi politikaları çerçevesinde önce reel kesimde daha sonra da finansal kesimde serbestleşme hareketleri ivme kazanmıştır. Türkiye’de mali piyasalardaki serbestleşme finansal araçların çeşitliliği ve mali kesimin derinlik kazanması açısından önemlidir. Fakat, Türkiye’de mali liberalleşmenin büyük oranda kamu açıklarını finanse etmede aracı olduğunu söylemek yanlış bir 
değerlendirme olmayacaktır. Tablo:1’den görüleceği gibi 1994-2000 yılları arasında ihraç edilen menkul kıymetlerin yaklaşık olarak %85-95 aralığında kamu kesimine ait olduğu görülmektedir. Öte yandan 1994 yılında ihraç edilen menkul kıymetlerin gayri safi milli hâsılaya oranı %22,7 düzeyinde iken, 1995 yılında %19,8 ve 1996’da %35,3 seviyesinde gerçekleşmiştir. 1997 yılında bu oran %22,9 değerine inerken takip eden yılda tekrar yükselmiş ve %29,4 rakamına çıkmıştır. Devam eden yıllarda da %40’a yakın rakamlarda seyretmiştir. 
Tablo:1 





  Aşağıda yer alan Tablo:2, Türkiye’de 1995-2002 yılları arasındaki dış borçların gelişimi ve dağılımı hakkında bilgi vermektedir. Yıllar itibariyle genel anlamda 
iç borçlanma miktarlarında artış meydana gelmiş, hatta kimi yıllarda bu oranlar %100 seviyesini aşmış vaziyettedir. Borçlanmaya ilişkin değerlendirmelerde 
borcun miktarından ziyade toplam gelir içerisindeki oranın dikkate alınması gerekmektedir. 

Tablo:2 



Grafik-1: İç Borç Stokunun Gelişimi ve Dağılımı 


Toplam iç borçların gayri safi milli hâsılaya oranına baktığımızda 1995 yılından 1999 yılına gelinceye kadar önemli bir değişimin olmadığı ve ortalamada iç 
borçların milli gelire oranının %20 civarında gerçekleştiği görülmektedir. 1999 yılında bu oran %29,2, 2001 yılında ise %69,2 seviyesine ulaşmıştır. 

1999 yılındaki bu artışta 1998 yılında meydana gelen Rusya krizinin ardından yoğun sermaye çıkışlarının yaşandığı süreçte, kamu borç servisinin karşılanmasında dış borçlanmaya daha az başvurulmasının etkisi olmuştur. 2001 yılındaki ani artışta ise bankaların tasfiye işlemleri başta olmak üzere yapısal reformların meydana getirdiği bazı güçlükler etkili olmuştur. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder