16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1


Parlamentolar seçimle belirlenen ve mille iradesini temsil eden en önemli organdır. Ülkelerdeki demokrasilerin niteliği, o ülkenin parlamentosuna verdiği 
önem ile yakından ilişkilidir. 
Demokrasinin yerleşik hal aldığı yönetimlerde parlamentonun üstünlüğü söz konusudur. 

Türkiye’de son yarım asırlık süre içerisinde çeşitli şekillerde parlamentonun üstünlüğüne gölge düşürülmüştür. Askeri müdahalelerin kısa aralıklarla farklı 
şekillerde yönetime müdahale etmesinde siyasi, sosyal ve psikolojik etkenlerin yanı sıra ekonomik etkenler de bulunmaktadır. 
Geçmiş dönemlerde askeri ve siyasi yetkinlik tek kişinin elinde bulunmuştur. Bin yıldan daha fazla zamanda birliktelik arz eden bu yapının son yetmiş yıllık 
süreçte birbirinden ayrışması hemen kabullenilecek bir durum değildir. Bu nedenle askeri otorite kendisini ülkenin iç ve dış tehditlere karşı tek koruyucusu 
olarak görmüştür. Buna bağlı olarak, yönetimin temel prensibi halka güvensizlik üzerine tesis edilmiştir. Bu anlayışa göre cahil olan halkı öğretmek ve onları 
eğitmek gerekmektedir. 

Esasında devlet örgütü halkın vergileriyle varlığını sürdüren ve halka hizmeti esas alan oluşum olması gerekirken, Türkiye’de bu anlayış tersine dönmüş ve 
halkın var oluş amacı devlete hizmet etmek biçiminde süregelmiştir. Herkesin istediğini düşünebilme özgürlüğüne sahip olduğu çağdaş demokratik yönetim 
anlayışının halkın oylarıyla yönetime gelmesinin ardından askeri devlet geleneğiyle uyuşmayan icraatların uygulanması sonrasında askeri müdahale süreçleri yaşanmıştır. 

 Bununla birlikte sürekli değişim gösteren dünyada Türkiye’nin de değişmesi kaçınılmaz olmaktadır. Düşünce özgürlüğü ve serbest girişimi tanımayan, aynı 
zamanda da halka güvenmeyen bir yönetim anlayışının sürdürülemez olduğu giderek daha iyi hissedilmeye başlamıştır341. 

 Bu bağlamda Türkiye’de son dönemlerde çeşitli zorlamalar karşısında halkın bazı mekanizmalar aracılığıyla (sosyal medya, seçimler v.b.) göstermiş olduğu 
tepkiler halka güvenmeyen, değişime direnç gösteren ve meşruiyetini seçim sandığından almayan zihniyetlerin artık ülke yönetiminde söz sahibi olmaya 
teşebbüs etmemesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü söz konusu dönemler hem sosyal hem de ekonomik açıdan ülkenin gelişme sürecini olumsuz etkilemektedir. 

1. 28 Şubat Öncesi: Genel Değerlendirme 

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi kurumsallaşma sürecini tam olarak sağlayamamalarıdır. Kurumsallaşmanın tam olarak gerçekleşmediği ülkelerde ise ekonomik performans ile siyasi istikrar arasındaki etkileşim katsayısı daha da yüksek düzeyde olmaktadır. Nitekim 1989-2002 yılları arasında Türkiye’de on bir hükümet ve on beşten fazla ekonomiden sorumlu bakanın değiştiği ve koalisyonla yönetimin olduğu bir ortamda siyasi istikrardan bahsetmek mümkün değildir. Öte yandan, Türkiye’de iktidara gelen siyasi partiler istikrarlı hükümetler kuramadıkları gibi, parti programlarını da uygulamaya koyabilecek bir zamana da sahip olamamışlardır. Yine 1989-2002 yılları arasında hükümetlerin iktidarda kaldıkları süre yaklaşık olarak bir yıla tekabül etmektedir. İktidarların kısa vadeli ve siyasi parçalanmışlığın olmasında, kısa aralıklarla tekrarlanan askeri müdahalelerin partilerin parçalanmasına veya yapay partilerin oluşmasına yol açması ve güçlü bir siyasi partinin iktidara gelmesinin engellenmesi etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak makro ekonomik performansın arzulanan düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmamıştır. Siyasi iktidarların seçim ekonomilerini uygulamaları, Türkiye’deki istikrarsızlığı kronikleştirmiştir. Kısa vadeli ve zayıf hükümetlerinin kurulduğu süreçlerde makro ekonomik dengelerin sürdürülemez konuma ulaştığı durumlarda ise ekonomik sorunların aşılması için istikrar programları uygulanmıştır. Öte yandan uygulanan istikrar programlarının ülkede önemli yapısal değişimleri öngörmelerine karşın uygulamada siyasi nedenler ve çeşitli baskı gruplarının etkilerinden dolayı hayata geçirilememiştir. 5 Nisan 1994 tarihinde açıklanan istikrar programı da bu nitelik taşımaktadır. 

5 Nisan 1994 tarihinde mevcut sorunların çözümü için uygulamaya konulan istikrar programı, özellikle nominal para miktarının kontrolünü ve kamu 
harcamalarında uygulanacak kısıtlamaları içermesi açısından ortodoks; parasal ve mali kısıtlamalarla birlikte gelirler politikasının da uygulamaya konulması 
açısından da heterodoks nitelik taşımaktadır. Program gereği döviz kurunda istikrar sağlamak maksadıyla ulusal paranın değeri yeniden tespit edilmiş, 
Merkez Bankasının Hazineye açacağı kısa vadeli avans oranı kademeli olarak düşürülmüş, mevduata yüzde yüz güvence verilerek tasarrufların teşviki 
sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında kamusal denge sorununu çözmek amacıyla yeni düzenlemelere başvurulmuştur. 

5 Nisan kararlarının ilkesel bazda, üretim yapan, sübvansiyon dağıtan devlet anlayışından ziyade, ekonomide piyasa mekanizmasının işlemesini sağlayan 
ve sosyal dengeleri göz önünde bulunduran bir devlet görünümüne geçmeyi hedefleyen bir program niteliğinde olduğu söylenebilir342. 

Öte yandan programın uygulamaya konulmasıyla kısmen bazı noktalarda başarı sağlanmışsa da istikrarsızlığın kaynağı olan yapısal değişim sorunlarına ilişkin 
öngörülen tedbirlerin kısa süre içerisinde uygulamaya konulamaması ve hükümetin uygulamaya koyduğu kararlar üzerinde de radikal davranamaması nedeniyle istikrar programından beklenen sonuç alınamamıştır. Söz konusu program ekonomik değişkenlerin sayısal değerlerini kısa bir süre kabul edilebilir bir seviyeye indirmekten öteye gitmemiştir. 

Harcamaları kısıtlayıcı önlemler tam olarak uygulanamamıştır. Lojman ve dinlenme tesislerinin satışı gerçekleştirilememiştir. Özelleştirme ve iyileştirme şansı olmayan kuruluşların kapatılma kararı siyasi partilerin ve çalışanların tepkilerinden dolayı uygulamaya konulamamıştır343. 

Kamu gelirlerini artırmaya yönelik vergi uygulamalarından hedeflendiği kadar vergi elde edilememiştir.. Kamu gelirleri ve harcamaları arasındaki açıklık 
azalmış olsa da, kamu açıkları daha sonraki yıllarda da varlığını sürdürmüş tür 344. KKBG’nin GSMH’ya oranı 1993 yılında %12,0, 1994’te %7,9, 1995 yılında %5,2 ve 1996’da % 8,7 olarak gerçekleşmiştir. 

Reel ücretlerde meydana gelen azalma, yaşanmakta olan finansman krizi nedeniyle daha da artırmış ve sanayide kapasite kullanımı %64 seviyelerine kadar gerilemiştir. Düşük kapasite ile üretim, maliyet artışlarına yol açmıştır. Maliyetlerin ürün fiyatlarına yansıması sonucu, enflasyon %149,6 ile 
rekor seviyeye ulaşmıştır. Ekonomide meydana gelen bu daralma, durgunluk içinde enflasyona (stagflasyon) sebebiyet vermiştir. 

Ekonomik büyümede 1993 yılı sonunda %6,1 oranında, sabit sermaye yatırımlarında ise %16,5 oranında gerileme görülmüştür. Ekonomide bu daralmayla birlikte, vergi miktarlarında yapılan artışlar sonucunda iflaslar ve işçi çıkartmaları meydana gelmiştir. 

5 Nisan kararlarının ekonomik kesimler üzerindeki yükünün dağıtım planında; işçi ve memurlara getireceği yük %27,5 tarımda çalışanlara getireceği yük %14,3 ve ticaret ve sanayicilere getireceği yük ise %58,2 olarak ilan edilmişti. Fakat, gelişmeler bu varsayımların tamamen tersi şeklinde gerçekleşmiştir345. 
Bu arada, devlet sanayi kesimine uyguladığı ek vergileri tahsil edemediği gibi, yüksek faizli iç ve dış borçlanmalarla yapılan spekülatif kazançlar sayesinde 
de sermaye kesiminin gelirlerini artırmıştır. 

Dış ticarette yapılan devalüasyonla ihracat artırılmış, ithalatta ise kısıtlamaya gidilmiştir. Ancak,ithalatın kısılması sadece taleple ilgili bulunmamakta olup, bunun yanında ülke içi yatırımlara dönük ithalatın durması da ithalatı geriletmiştir346. 

Özetlemek gerekirse, 5 Nisan kararlarıyla ekonomide istikrar sağlanamamış, enflasyon ve işsizlik daha da artmıştır. Toplumda sınıflar arası gelir dağılımı adaletsizliği daha da artmış, alt gelir grubundaki insanların durumu biraz daha kötüleşirken, üst gelir grubundaki insanların kârları ise rantiyer gelirleri sayesinde daha da artmıştır. 

 Ekonomik istikrarsızlık, 5 Nisan kararlarının uygulandığı 1994 yılından sonra da varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılında enflasyon (TEFE’ye göre) %64,9 olarak geçekleşmiş, kamu açıkları azalmış olmakla birlikte, ekonomideki varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan siyasi belirsizliğin ardından seçim sürecine girilmesi sonrasında seçim yatırımlarının artması, 
piyasadaki istikrarsızlık beklentilerini artırmış ve borçlanmalar üzerindeki risk primini yükseltmesi, mevcut olan bütçe açıklarını daha da artmıştır. 

 Öte yandan 1996 yılından itibaren gümrük birliğine girilmesiyle ithalatta adeta patlama olmuş, 1996 yılının ilk beş ayında bir önceki yılın ilk beş ayına göre %35 oranında artış kaydederek 16,8 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır347. 

Ekonomi bu şartlar altındayken, 1996 yılının haziran ayında Refah-Yol hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol iktidarının ilk uygulamalarından birisi kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sistemidir. Daha önceden fon fazlası olan bir kamu kurumu finans sistemi aracılığıyla borç para veriyor, öte yandan fon ihtiyacı olan başka bir kamu kurumu da yine finansal sistem aracılığıyla piyasadan borçlanarak açığını gideriyordu. Böylesi durumda fon fazlası ve fon ihtiyacı olan kamu kurumlarını birbirinden bağımsız olarak finansal piyasalardan borçlanması kamunun gereksiz yere finansal aracılık yapan kuruluşlara faiz arbitraj getirisi ödemelerine sebep olmaktadır. Havuz sistemi uygulaması ile kamu kesiminin yüksek faizden dolayı artan borç yükümlülüğü ortadan kalkmıştır. Bu politika kamu kesimi açısından olumlu katkı sağlamış ve uygulama süresinde 10 milyar doların üzerinde devletin tasarruf yapması sağlanmıştır. Öte yandan bu uygulama, finansal piyasalarda bu şekilde devlet kurumları üzerinden para kazanan kesimleri de rahatsız etmiştir. Çünkü finansman ihtiyacı içindeki bir kamu kuruluşuna başka bir kamu kuruluşundan temin ettiği fonlarla finansman desteği vermek, hiçbir riske maruz kalmadan bu kesimdekilerin kazanç elde etmelerine imkân tanıyordu. Dolayısıyla risksiz kazanç kapısının varlığının ortadan kalkması rant üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmiş ve mevcut hükümetin gitmesi için propaganda yapmalarına gerekçe olmuştur. 

Öte yandan Refah-Yol hükümeti dönemindeki icraatlardan bir başka tepki çeken uygulama memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de desteklemelerde bulunulmasıdır. Yapılan bu uygulamaların bozuk olan ekonomik istikrarı daha da kötü duruma sokacağı çeşitli kesimler tarafından ifade edilmiştir. 

Bu eleştiriler üzerine mevcut iktidar, hem mevcut ekonomik istikrarsızlığı önlemek hem de uyguladığı politikaların finansmanını sağlamak için belirli aralıklarla “Kaynak Paketleri”ni uygulamaya koymuştur. Birinci kaynak paketinde 10 milyar dolarlık getiri hedefi konulmuş gerçekleşen ise 15,9 milyar dolardır. Buna ilave olarak ikinci kaynak paketinden 10 milyar, üçüncü kaynak paketinden de 11 milyar dolar gelir hedeflenmiştir. Fakat çeşitli bürokratik engellemelerden dolayı ikinci ve üçüncü kaynak paketlerinden beklenen getiriye ulaşılamamıştır. 

Bunun yanında 1996 yılında kurulan koalisyon hükümeti, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi reformuna yönelik önlemler alma konusunda hazırlıklara başlamıştır. Bu doğrultuda IMF yöneticileri ile görüşmeler yapılmış ve buna yönelik destekler alınmıştır. 1995 yılında başlayan büyüme süreci 1996 ve 1997 yıllarında da devam etmiş, 1996’da %7,1 ve 1997’de ise %8,3 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Kamu kesimi gelir gider dengesinde 1997 yılında bir önceki yıla göre bir miktar iyileşme meydana gelmiş ve kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi yurt içi hasılaya oranı 1996’da %6,5 iken bu oran 1997’de %5,8 seviyesine inmiştir. 

Reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni prensipler oluşturulmuştur. Buna göre geleceğe yönelik belirsizlikleri minimize etmek ve bu şekilde borçlanma maliyetlerini düşürmek için 1997 yılı temmuz ayından itibaren aylık olarak hazine beklenen nakit bazlı gelir-gider miktarlarını, gerçekleştirilecek iç 
borç itfalarını ve her ay bir sonraki ay içerisinde gerçekleşmesi öngörülen ihalelerin valör, vade ve yaklaşık borçlanma miktarlarını ilan etmiştir348. 

 Öte yandan 1997 yılında para politikasının hazinenin uyguladığı politikalarla uyumlu hale getirilmesi amacıyla Merkez Bankası ve Hazine arasında bir protokol imzalanarak Hazinenin Merkez Bankasından kısa vadeli avans alımı durdurulmuş tur. Bu uygulama sonrasında para arzı artışı sınırlı düzeyde tutulmaya çalışılmıştır 349. Bu uygulamaya rağmen enflasyon oranında artış söz konusu   olmuştur. Enflasyon oranı 1996 yılında %84,9 iken bu oran 1997 yılında %91 seviyesine çıkmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında tarımsal destekleme fiyatları, ücret ve maaş artışlarından dolayı artan talep baskısının etkili olduğunu söyleyebiliriz. 


Bu süreçte Türkiye ekonomisi bir taraftan 1997 yılındaki Asya ülkelerinde görülen krizin ilk etkilerinden uzak kalırken, diğer taraftan da ulusal ekonomide kamu açıklarının finansmanı, faiz oranlarının düşürülmesi, ekonomik büyümenin sağlanması ve beklentilerin yönetilmesi konusunda pozitif görünüm sergilemiştir. Bunun yanında uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş 
birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılmıştır. Fakat dönemin iktidarının bu uygulamaları daha önceki süreçte ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız etmiştir. Buna ilave olarak halkın oylarıyla seçilen ve mecliste çoğunluğu oluşturan iki siyasi partinin oluşturduğu koalisyon hükümeti 
çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmemiştir. Dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provakatif haberler, brifingler, ve bazı suni vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulmuştur. 

28 Şubat milli güvenlik kurulu bildirgesinin ardından daha da artan baskılara karşı daha fazla dayanamayan koalisyon hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan göreve geldikten bir yıl sonra 30 Haziran 1997 yılında istifa etmek zorunda kalmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder