15 Temmuz 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 2

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 2

 3. Darbe Dilindeki Farklılaşmanin adı: 28 Şubat 

12 Eylül 1980 Darbesi bildirisinin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren tarafından ilk ağızdan okunmasına karşın, 28 Şubat Post-Modern Darbesi olarak adlandırılan süreci başlatan 28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından çıkan bildirinin ilk ağızdan değil, basın yoluyla ortaya koyulmuş olmasıdır. Bu anlamda, 12 Eylül bildirisinde geçen kavramların ve söylem şeklinin kamuoyu üzerinde daha baskın bir etki yarattığı görülmektedir. 

Değinilmesi gereken temel ikinci nokta ise 12 Eylül'de yayınlanan bildirinin gece saat 04:00 sularında sunulmuş olması, 28 Şubat bildirisinin ise 9 saatlik bir toplantı sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. 12 Eylül bildirisinin zamanlaması, 28 Şubat toplantısının ise uzunluğu darbe dönemi basınında dikkat çekilen konular olmuştur. 

Bildirilerin ortak noktalarından biri düşman ve tehdit kavramlarına özel olarak yer vermeleri, müdahale amacının bu düşman ya da tehditin bertaraf edilmesine yönelik olarak ortaya koyulmuş olmasıdır. Ancak bu konuda oluşan bir ayrım noktası, 12 Eylül dönemi düşman ve tehdit kavramlaştırmasının somut öğelere dayandırılmasına karşın, 28 Şubat dönemindeki düşman ve tehdidin daha soyut kalmış olmasıdır. Bu durum 12 Eylül Darbesinin savaş dilini, 28 Şubat 
müdahalesi nin ise ihtar dilini kullandığının bir göstergesidir. Burada ortaya çıkan soyut ve somut düşman ayrımı; varolan düşman ya da tehdidi hemen yok etmek, yani onunla birebir savaşmak ya da varlığı muhtemel bir düşman ya da tehdidin önlenmesine yönelik bir tedbir almak şeklinde ortaya çıkan yöntem farklılığını ortaya koymak açısından gereklidir.265 

Bu soyut-somut düşman ayrımının önem kazandığı ve iki döneme ilişkin yarattığı bir fark da, 12 Eylül döneminde yapılan müdahalenin birçok idam, tutuklama ve açığa alınmalarla direk bir sonuç ve etki yaratması, 28 Şubat'ın ise hükümetin bildirinin yayınlanmasından birkaç ay sonra düşmüş olması gibi daha geniş bir sürece yayılan ve ortaya çıkışı hemen görülemeyen bir etki yaratmış olmasıdır. 

Her iki bildiri de; amaçları ve ortaya çıkardıkları sonuçlar bakımından devletin doğal yollardan işleyişi ve yönetimine dışarıdan bir müdahale olması bakımından, askeri darbeler arasında anılmalarına neden olacak sonuçlar doğurmuştur. Ancak aradan 17 yıl geçtikten sonra 28 Şubat müdahalesi, askerin daha arka planda görünme arzusu ve Türkiye Cumhuriyeti ve Devleti’nin özellikle yurt dışında anti-demokratik bir görüntüye sahip olmasının önüne geçmek istemesi nedeniyle farklı enstrümanları kullanmaya ve 12 Eylül'de olduğundan daha farklı kavramları ön plana çıkarmaya yönelmiştir. 

12 Eylül 1980 döneminde kurulan Milli Güvenlik Konseyi'nin müdahale ve söylem tarzı; kontrolü kendinde toplayan, devlet yönetiminin tüm aşamalarını ele geçirmiş ve gayet kendinden emin bir üslupla bunu kendine hak gören bir yapıdadır. Ancak 28 Şubat dönemi bildirisi ve MGK'nin kullandığı ifadelerin yarattığı genel durum ise devlet yönetimine saygılı olunduğunun altını çizmeye 
çalışan, ancak yönetimin istenilen doğrultuda ilerlemediği taktirde müdahale hakkını kendinde gören ve sadece kendi görev alanı içinde olduğunu düşündüğü konulara müdahil olan, bu şekilde de hukuk devleti kavramını yüceltmeye çalıştığını iddia eden bir görüntü ortaya çıkarmaktadır. 

28 Şubat süreci her ne kadar 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK kararlarıyla fiilen başlamış görünse de, gerçekte başlangıcı çok daha gerilere götürülebilir. TSK, irtica tehdidini her zaman göz önünde bulundurmuş, tüm iktidarlara bunu özenle aktarmayı sürdürmüştür. Ancak 28 Şubat 1997’de bu ilgi ilk kez bir yaptırım şeklinde ortaya çıkmıştır. 28 Şubat kararları her ne kadar bölücülüğü, 
ırkçılığı, organize suçları içeriyorsa da, medyanın yönlendirmesi ve kamuoyu dikkatinin özellikle bu konu üzerinde odaklanması üzerine, ağırlıklı olarak irticayı hedef alan, hatta sürecin sırf irticaya yönelik başlatıldığı izlenimi uyandıran bir süreç gözlenmektedir. 

İlk üç müdahale her yönüyle birbirine benzemektedir. 28 Şubat müdahalesinin ise farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle ilk üç müdahale gibi kesin, ani ve sert olmamış; bir süreç içinde gelişerek etkilerini göstermiştir. 28 Şubat süreci içinde Silahlı Kuvvetler medyayı son derece etkin bir biçimde kullanmış, psikolojik savaş yöntemleriyle kamuoyu oluşturmaya girişmiş, kamuoyundan sağladığı destekle siyasal alana yönelerek kendi doğrularını empoze etmeye çalışmıştır. Bunda da oldukça başarılı olduğu söylenebilir. 28 Şubat müdahalesinin post-modern darbe olarak nitelenmesinin sebebi de bu yöntem farklılığıdır.266 

 1995'te Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasından sonra basın, askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamıştır. Basın, Refah-Yol döneminde, Silahlı Kuvvetler’in siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını demokrasinin güvencesi olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da gözardı etmiştir. Hatta, askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan 
bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. TSK'nin kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal 
sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüştür.267 

28 Şubat günü 9 saat süren MGK toplantısının ardından yayımlanan 18 maddelik bildiriyle, başta inanç ve ibadet özgürlüğü, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, kılık kıyafet özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, v.b. konulara yönelik tartışmalar kamuoyunun gündemine oturmuştur. 

28 Şubat müdahalesinde asker 12 Eylül'de olduğu gibi mektup ya da silahı değil, basını kullanmıştır. Böylelikle 28 Şubat müdahalesi siyasal literatürdeki klasik askeri müdahale şablonlarından farklıdır. Bu yöntem anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu’nun kullanılmasıdır. Bu yüzden anayasal açıdan herhangi bir meşruiyet sorunu yoktur. Ayrıca alınan kararların altında askerlerle birlikte seçilmişlerin imzasının bulunması ve bu imzaların süngü zoruyla atılmamış olması da önemli bir unsurdur.268 

28 Şubat post-modern darbesinin diğer darbelerle benzer özellikleri olmakla birlikte, kendine has kullandığı araç ve yöntemlerin bulunması nedeniyle aşağıdaki bölümde bu süreçte kullanılan araç ve yöntemler ele alınmıştır. 

28 ŞUBAT SÜRECİNDE KULLANILAN ARAÇLAR/YÖNTEMLER 

28 Şubat süreci nedir?” sorusunun aslında tek bir cevabı yoktur; aksine pek çok cevabı vardır. Olaya nereden baktığınıza, aktörleri arasında yer alıp almadığınıza, sürecin maliyetlerinden ne kadar etkilendiğinize, daha genelde de demokratik sürece dışarıdan müdahaleye ilke olarak sıcak bakıp 
bakmadığınıza bağlı olarak vereceğiniz cevabın değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim, bu süreç aktörlerinden bazılarına göre demokrasiye balans ayarı yapmaktır. Bu sayede rayından çıkmakta olan demokrasi, tekrar olması gereken çizgiye çekilmiştir. Aktörlerinden kimine göre 28 Şubat süreci post-modern darbedir; silahlar konuşmadan askerler siyasete müdahale etmiş, iktidarı değiştirmiş, geleneksel darbe araçlarını kullanmadan aynı sonucu elde etmiştir. Yine aktörlerinden bazılarına göre 28 Şubat bir askeri darbeyi önleme hareketidir, gelmekte olan askeri darbe alınan önlemler sayesinde önlenmiştir. 

Bazılarına göre ise 28 Şubat süreci sivil darbedir. Askeri-sivil bürokrasi, medya ve iş dünyası irtica tehdidi ve laikliğin elden gitmesine karşı el ele vermiş, mevcut iktidara karşı direnişe geçmiş ve yönetimi değiştirmeyi başarmıştır. Yine bir başka görüşe göre ise 28 Şubat bir darbe değildir; zira Meclis kapatılmamış, partiler (bir-ikisi dışında) yerinde kalmış, anayasa lağvedilme miş ve dolayısıyla darbenin tipik şartları gerçekleşmemiştir.269 

 28 Şubat sürecine hangi yönden bakarsanız bakın kullandığı yöntem, dil ve felsefesi ile o süreçte yaşananlar birlikte değerlendirilmesi neticesinde, söz konusu kararları, o süreçte verilen brifingleri anlamak/idrak etmek mümkün olabilecek, sürecin darbe olup olmadığı açıklığa kavuşacaktır.28 Şubat sürecinde verilen brifingler, 28 Şubat kararları ve raporun izleyen bölümünde anlatılan ve o süreçte yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde aşağıda açıklanan yöntemlerin kullanıldığı görülecektir. 

Brifingler/Bilgilendirme Toplantıları 

Raporun daha önceki bölümünde de belirtildiği üzere, dönemin Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya'nın söylemiyle sivil toplum örgütlerine, medyaya, öğretim üyelerine, yargı mensuplarına verilen brifinglerin hükümetin demokratik yolla sona ermesi için Genel Kurmay Başkanlığı tarafından kullanılan yöntemlerden biri olduğu anlaşılmıştır.270 Yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, Genel Kurmay Başkanlığı bilgilendirme toplantıları aracılığı ile bir yandan 
post-modern darbenin zemini oluştururken bir yandan da demokrasiden yana olduğu izlemini vererek darbe stratejisini gizlemeye çalışmıştır. 

Kontrollü Gerilim Stratejisi 

28 Şubat sürecinin en önemli korku malzemelerinin birisi olarak Türkiye'nin İran gibi olacağı korkusu kullanılmıştır. İran tehdidi 28 Şubat sürecinde çok tekrar edilmiş ve İran korkusu oluşturulmuştur, hatta generaller İran'daki gibi irticanın gelip kendilerini asacaklarına ciddi ciddi inanmışlardır. Ayaklanma ve kalkışmaya karşı tabular oluşturulmuştur. 12 Haziran'da bir gecede 5000 kadar dinci bilinen kişinin toplanıp irtica tehdidinin güya bitirileceği işlenmiştir. 12 Eylül'de 
Diyarbakır cezaevinde yaşanan insanlık suçları tekrarlanmak istenmiş, fakat ilginçtir ki Türkiye'de hiçbir dini grup provokasyona gelmemiştir. Osmanlı kültüründen gelen efendilik ve itaat, din ile irticayı, dostu ile düşmanını karıştıranları şaşırtmıştır.(28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve 
siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245 Mart 2007, İstanbul s, 177). Nitekim, 28 Şubat süreci brifinglerinde de irtica ile mücadelede İran özellikle işlenen bir husus olmuştur. Bu stratejinin etkinlik kazanabilmesi icin görsel ve yazılı basın olabildiğince kullanılmıştır. 

Toplumun Kategorize Edilmesi/Psikolojik Harekât 

Psikolojik bir savaşta en önemli yöntem kalıplaşmış imaj oluşturulmasıdır. 28 Şubat sürecinde psikolojik savaştaki “Yanlış bilgi yoktur seçilmiş doğrular vardır” sözü kullanılarak Hizbullah, Fetih'teki imam, Müslüm Gündüz gibi radikal örnekler, ısrarla vurgulanarak, bütün dindarlar böyledir denilerek, her türlü dini tezahüre karşı insanlar tepkili hale getirilmeye çalışılmıştır. “Türkiye laiktir, laik kalacak, kahrolsun şeriat” söylemleri cezaevlerinde sıkça kullanılmıştır. Akredite 
(emir almaya hazır, telefonla mizanpaj talimatını alan meslek mensubu akredite olarak tanımlanır) uygulaması ile bloklaşma sağlanmaya çalışılmıştır. Sermaye'yi “Yeşil” olarak tanımlanarak toplum kategorize edilmeye çalışılmış, bunun için yazılı ve sözlü basın çok iyi kullanılmıştır.271 Nitekim, Nazlı Ilıcak'ın 19/09/1997 tarihli Akit Gazetesinde yayımlanan Batı Çalışma Grubu ile ilgili yazısından dolayı, Nazlı Ilıcak ile ilgili Genel Kurmay Başkanlığınca temaları önceden belirlenmiş karalama kampanyası başlatılmıştır.272 

Gözdağı/Korku Verme Stratejisi 

Postmodern darbe olarak tanımlanan 28 Şubat sürecinde insanlar biraz daha insani yollarla hizaya getirilmeye çalışılıyordu. Silahlı kuvvetler yerine, silahsız kuvvetler kullanılıyor, silah yerine psikolojik savaş malzemeleri kullanılıyordu. İşte burada öğünler halinde yenilen yemeklerde içki vurgusu yapılması darbe söylentilerinin gri propaganda malzemesi olarak ortaya atılması, pompalı 
tüfeklerle dinci militanların dağlarda eğitim gördüğü gri propagandasının kullanılması, hep korku testleri olarak kullanılmıştır. Kendilerini güvende hissetmeyenler korku testlerinden geçerek kategorize olmuşlardır. Hatta askeri birliklerin gece ışıklarını açık tutulması bu korku testleri ve gözdağı yöntemlerinden bazılarıydı. 28 Şubat sürecinde bir çok kesimin (medya, yargı, vs) brifinge maruz kalmaları da benzer uygulamaydı.273 

28 Şubat sürecinde, başta Hükümet ve Hükümet çevrelerine gözdağı vermek amacıyla Devlet ve TSK’leri imkânlarını amaçları doğrultusunda pervasızca kullanarak Başkent sokaklarında tankları yürüterek halk ve Hükümet darbeyle korkutmaya çalışılmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından ortaya atılan 367 kararına göre Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini engellemek maksadıyla TBMM’nde grubu bulunan muhalif partilere 
telkinlerde bulunmak, oturuma katılacağını açıklamış olan Anavatan Partisi ile Doğruyol Partisi’ne tehdit derecesinde baskı ve şantaj yaparak oturuma katılmalarını ve Cumhurbaşkanlığı seçimini engellemeleri olmuştur. 

Nitekim, 28 Şubat sürecinde Anayasa Mahkemesi üyesi olan Sacit Adalı'nın 
Komisyonumuzda korktuğu için brifinge katıldığı yönündeki 15/10/2012 tarihli beyanı gözdağı/korku verme stratejisinin olduğunun açık kanıtı olarak görülmektedir. 

Öte yandan, gözdağı/korku yöntemi Merve Kavakçı olayında da yaşanmıştır. Merve Kavakçının yemin edip meclise girmesi halinde darbe olacağı söylentisi çıkarılarak darbe korkusu verilmiştir.. 
Nitekim, Merve Kavakçı'nın Komisyonumuz huzurunda 22/12/2012 tarihinde verdiği beyanat, yemin edip meclise girmesi halinde darbe olacağı söylentisini doğrulamıştır. 

Yine, Komisyonumuz huzurunda dönemin DYP Milletvekili Ümmet Kandoğan'ın 
30/12/2012 tarihli beyanı incelendiğinde; 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde de 28 Şubat sürecinde gözdağı/korku stratejisinin çok yoğun bir şekilde kullanıldığı görülecektir. 

Beyin Yıkama Stratejisi 

1994 yılından itibaren kendilerine servis edilen bilgileri sorgulamadan inanan odaklar için "Eğer önlem alınmazsa 2005 yılında Türkiye'nin %60'ı İmam Hatip ve Kuran Kursu mezunlarının eline geçecek" fikri, 28 Şubat'ı tetikleyen bilgi olmuştur. Beyin yıkama projesi bir ideoloji değiştirme projesidir. Propaganda kısa ve çabuk etki sürecini, eğitim uzun ve yavaş gelişme sürecini hedefler. 
Eğitimde kişisel sorumluluk ve açık zihin propaganda da ise kapalı zihin oluşur. 

Din ile irtica bilerek birbirine karıştırılmıştır. "Din devleti, türban; laik olmayan insan olamaz, ulusalcılık, dini vatanseverlik yerine millî vatanseverlik, Onuncu Yıl Marşı, militan demokrasi, karşı devrim" gibi kavramlar politik fikri aşılama olarak kullanılmıştır Özellikle İmam Hatip Okulları ve Refah Partisi kadroları ülkenin geleceği için tehlike olarak görülmüş, insanların düşüncelerinin değişmesine yol açabilecek brifingler ya da bilgilendirme toplantıları düzenlenmiştir.274 

Düşman Algısı Oluşturmak (SFP/Self-Fulfilling Prophecy Yanılgısı) 

SFP yanılgısı: "Self-Fulfilling Prophecy" siyaset biliminde kullanılan bu terim psikolojik savaş için de geçerlidir. Kendini gerçekleştiren ön kabul olarak tercüme edilebilir. Stratejik hedef belirlenir. O hedefe inanmış kişiler olaylara hep o gözle bakar. Düşmanlık, güvensizlik önyargısı ile hareket edilir, dost düşman karıştırılır. Güven kaygısı yaşayan kişiler irtica ile dini karıştırarak, bu gün de AB'ye girme ile Sevr'i karıştırarak S.F.P yanılgısına devam ediyorlar. Olan bu ülkenin kaynaklarına, zaman ve enerjisine oluyor. Em. Korg. Suat İlhan'ın "Avrupa Birliği Üyeliği Atatürkçülüğün sonu olur" kitabini okuyanlar S.F.P yanılgısının örneklerini göreceklerdir.275 

 28 Şubat süreci brifinglerinde, "Self-Fulfilling Prophecy" yanılgısının izleri 
rahatlıkla görülebilir. Brifinglerde, “islami kesim” sanki homojen/tektip bir blok olarak takdim edilerek, sürekli olarak ülke için tehdit oluşturduğu öne sürülmüş, adeta islami kesim irtica sloganıyla hayali düşman konumuna oturtulmuştur. 

Nitekim, 19/10/2012 tarihinde Prof.Nevzat Tarhan'ın Komisyonumuza verdiği 
beyanlar tetkik edildiğinde, Silahlı Kuvvetler içindeki bir kısım yapı ve komitelerin irticai olarak tanımladıkları siyasi kadroları, üniversitelerdeki fişledikileri öğretim üyelerini bir tehdit olarak lanse ettikleri ve düşman algısı oluşturdukları görülecektir. 

Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı altında illegal yapılanma: 

 28 Şubat sürecinde bütün kişi ve kurumların üzerinde sistematik bir disiplin ve denetim sağlamak için Dz.K.K.Ora.Güven Erkaya tarafından ilk olarak Ocak 1997 ayında Deniz Kuvvetleri bünyesinde kurulan Batı Çalışma Grubu (BÇG)276 olarak bilinen yasadışı bir birim oluşturulmuş, bu grubun çalışma, bilgi toplama, işleme, karar alma süreçlerine yönelik bir program hazırlanmıştır. 

 Genelkurmay Başkanlığı başlıklı, Orgeneral Çevik Bir imzalı, 29 Nisan 1997 tarihli, "Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi" konulu yazıda, bu planın "15 Mayıs 1997 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanacağı" ve "Batı Çalışma Grubunun rapor sisteminin", nasıl olacağına ilişkin detaylar belirtilmiştir.277 

 Silahlı Kuvvetlerin birçok biriminde teşkilatlanan BÇG faaliyetleri vasıtasıyla, sadece asker personelin değil, ülke genelinde, tüm kamu kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve çevresinde tanınan önemli işadamı ve vatandaşların siyasi görüşlerinin tesbit edilmesi istenmiştir. 

 BÇG tarafından, aynı zamanda, irtica konusunda psikolojik harekat çalışmaları yürütülmüş, irtica yanlısı olduğu sürülen kişi ve kurumlar hakkında istihbarat toplanmış; medya organları ve haberleri manipüle edilmiştir.278 Bunun somut örneği, 1998 yılında meydana gelen Andıç olayıdır. 

İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Mesut dediğiniz Mesut Yılmaz herhâlde? 

MEHMET ALİ BİRAND – Mesut Yılmaz Bey evet. Özür dilerim yani şey yapmak, saygısızlık… 

BAŞKAN – Yok, biz zabıtlara doğru geçsin diye düzeltiyoruz. 

MEHMET ALİ BİRAND – Yani onu şey yapın, Mesut derken ben arkadaşım diye şey yaptım, özür dilerim. 

İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Anlıyorum.” 

 Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir tarafından tüm kuvvetlere yayımlanan talimatta Batı Harekat Konsepti uygulama emri yayımlanmıştır. Bu belgede 28 Şubat kararlarına benzer hususlar yer almıştır. Belgede Milli Gençlik Vakfı’nın İslamcı radikal kesime eğitim verdiği öne sürülmüştür. 
Belgede İrtica ile Mücadele Esasları da yer almıştır. Bu bağlamda EMASYA ve Sıkıyönetim planlarının uygulamaya konulması halinde TSK ile halkı karşı karşıya getirmeyi planlayanların dikkate alınması; devlet organlarındaki irticai yapılaşma ve kadrolaşmanın izlenerek yargıya intikal ettirilmesi, TSK içinde irticaya kayanların derhal temizlenmesi vb. hususlar yer almıştır. 

 Gerek sivil ve gerek kamu personelinin dini, siyasi, ailevi yapısı ve dünyaya görüşü bakımından kategorilere ayrılarak fişlenmiş, bu fişleme sonucu gerek TSK bünyesinde ve gerekse de diğer kamu kuruluşlarında binlerce kişinin görevine son verilip işten çıkarılmış, aileleri ile birlikte onbinleri bulan mağdur kitle Bati Çalışma Grubunın faaliyetleri ile zulme uğratılmıştır. 

 Öte yandan, Yüksek Askeri Şûra toplantılarına sahte Batı Çalışma Grupları raporları gerçek gibi gösterilerek bir çok subay ordudan ihraç edilmiş, hatta binbaşı Abdulmuttalip Yıldırım daha sonra girdiği belediyeden de çıkarılması üzerine girdiği bunalım sonucu intiharla hayatına son vermiştir.. Kısa sürede 21 takdir almış, evi Güneydoğu'da roketlenmiş Yüzbaşı Güray Balatekin YAŞ yolu ile ihraç edilmiş, eşi GATA'da kanser tedavisi görürken acımasızca ortada bırakılmıştır. YAŞ yolu ile ihraç edilen subay-astsubay sayısı 3.000'i bulmaktadır. Bu kişiler savaş eğitimi almış kişilerdir, hiçbiri devlete karşı bir eyleme giremediklerin den dolayı kendilerine yapılan muamelenin yanlış olduğunun açık göstergesidir. 

 Sürecin son YAŞ toplantısında bir astsubayın sarık-cübbeli görüntüleri sunulup Başbakan'a biz bunun atılmasını istiyoruz denildiğinde Sayın Başbakan "Ben inanmıyorum" diyerek yargı denetiminin gerektiğini vurguladığı söylenmektedir. Böyle sahte B.Ç.G raporu ile bir çok subay-astsubay halkla yabancılaştırılmaya çalışılmıştır. Dinine bağlı insanları tehlike olarak görmeye inandırılmak istenmiştir. Yüksek Askeri Şûradaki vatanseverliğinden şüphemizin olmadığı 
generallerin politik fikir aşılamasına maruz kaldığı ve manüple edildiğini bilmek yerinde olacaktır.279 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder