YARGI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YARGI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 5


28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 5



Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen iddianamede de davalı partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna ilişkin olgular olarak ileri sürülmüştür. 

İddianamede dikkat çeken bir diğer nokta ise iddianamenin düzenlenmesinden sonra 10 Haziran 1997 tarihinde Genelkurmay Başkanlığında yüksek yargı organlarının başkanları ve üyeleri için düzenlenen birinci yargı brifinginde yer alan bazı ifadelerin neredeyse bire bir olarak iddianamede yer alan ifadelerle özdeş olmasıdır. Aşağıdaki tabloda bu durum gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. 

 TABLO: Kullanılan İfadeler Açısından Brifing-İddianame İlişkisi 

Brifingde Yer Alan İfade...,             İddianamede yer alan ifade.., 











Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere, iddianamede yer alan ifadelerle brifingte yer alan bazı ifadelerin neredeyse bire bir olmaları durumu, Genelkurmay ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki etkileşimi açıkça ortaya koymaktadır. 

Refah Partisinin Kapatılması Sürecinde Genelkurmay Başkanlığında Verilen 
Brifinglerin Etkisi Yargıtay Cumhuriyetbaşsavcılığınca 21 Mayıs 1997 tarihinde açılan kapatma davasından sonra Genelkurmay Başkanlığı tarafından yargı mensuplarına iki adet birifing verilmiştir. Söz konusu brifinglerden birincisi 10 Haziran 1997 tarihinde yüksek yargı organlarının başkan ve üyeleri ile buralarda çalışan tetkik hakimlerine yönelik olarak verilmiştir. Bu brifinge, Refah Partisi hakkında karar verecek olan Anayasa Mahkemesi başkanı ve üyelerinin büyük bölümü de katılmıştır. 

Söz konusu toplantıya katılan dönemin Anayasa Mahkemesi Üyesi Sacit Adalı, 28 Şubat Darbesini Araştırma Alt Komisyonuna verdiği 11.10.2012 günlü ifadesinde, brifinglerle oluşturulmak istenen hava hakkında “O kadar psikolojik bir baskı uygulandı. Korkarak gittiğim o asker Genelkurmay brifinginde korkumu bugün size utanarak korktuğumu söylememe rağmen bir cesaretimi 
de söyleyebilirim, orada 5-6 kişi ben dâhil toplu çok kalabalık ikide bir alkış ve ayağa kalkıp alkışlamalara yerinde oturarak alkışlamayan 5-6 kişiden biriydim, herkeste gördü çünkü dehşetengiz bir atmosfer yargı organı mensuplarının üzerine sürülmekteydi, şemalar, tablolar, çizelgeler, sözler geliyorlar, hep geliyorlar çok açık ve yakın tehlike. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kullandığı tabiri kullanıyorum. “Açık ve yakın tehlike varsa her türlü tedbiri alabilir devlet.” Oraya kadar müsamahayla hak ve hürriyetleri koruyacak, muhafaza edecektir ama iş artık en son insanda korunma içgüdüsü vardır, o korunma içgüdüsünü harekete geçirdiğiniz takdirde her şey biter. Bugün Suriye’den kaçanların durumunu Allah kimseye düşürmesin, biz o durumda değildik ama büyük bir manevi baskı altındaydık. Bu içgüdünün ortaya çıkartılması hakikaten müthiş bir toplum mühendisliği eseridir. Herkes korkuya, endişeye, vehme, şüpheye, herkes herkesten korkmaya başladı ve birileri 
ürktü. Bu baskıyı ben yüzde yüz hissettiğimi size açıkça ifade edebilirim…. Genel hatlarıyla bu atmosferi yani illa birinin sen şunu yap, bunu yap demesine ihtiyaç yoktu. O atmosfer insanları zaten yönlendiriyordu” demek suretiyle, gerek Genelkurmay Başkanlığı tarafından verilen brifinglerle gerekse bu süreçte diğer aktörler tarafından oluşturulan atmosferle, başta yargı mensupları olmak 
üzere psikolojik bir baskı altına alındığını ifade etmiştir. 

 Söz konusu brifinglerde: 

 - İrticai kesimin halihazır faaliyetleri itibariyle; Atatürk'ün temellerini attığı ve çerçevesi anayasa'mız ile belirlenmiş olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışı dışına çıkarak, T.C. devletini yıkmayı amaçladığı açıkça görülmekte ve ülkemizde siyasal islami gerçekleştirme yolunda oluşan irticai tehdidin çok ciddi boyutlara ulaştığı, 

 - Bugün itibariyle; artan boyutta devam eden irticai tehdidin, Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmayı hedef alan fevkalade ciddi boyutu; Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven demokratik ve laik her vatandaşın dikkatle izlemesi ve bu tehdidi her kesime anlatması, tarafsız 
kalmaması ve icraatta bulunması ana görevi olduğu, ifade edilmek suretiyle, açıkça yargıya ve bilhassa Anayasa Mahkemesine mesaj verilmiştir. 

 Anayasa Mahkemesi üzerinde kurulan bu baskılar sonuç vermiş ve Anayasa Mahkemesi 16 Ocak 1998 tarihinde verdiği kararla, Refah Partisinin kapatılmasına karar vermiştir. 

Anayasa Mahkemesi kararında aynen; 

“Açıklanan nedenlerle, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın; 
Yükseköğretim Kurumları öğrencilerinin başörtüsü kullanmalarını destekleyen, çok hukuklu sistemi savunan beyanları ile kimi tarikat liderlerine Başbakanlık Konutunda iftar yemeği vermesine ilişkin davranışları; Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan’ın Sincan Belediye Başkanı’nı tutuklu olduğu sırada ziyareti ve Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Tekdal’ın 1993 yılında Hac’ta yaptığı ve 
24.11.1996 günü Kanal-D televizyonunda görüntülü olarak verilen konuşması; 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun 78., 84. ve 87. maddeleri ile Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında öngörülen ve Cumhuriyetin temel niteliklerinden olan “lâiklik ilkesi”ne aykırılık oluşturduğundan Refah Partisi’nin Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin (b) bendiyle, Anayasa’nın 69. maddesi uyarınca kapatılmasına karar verilmesi gerekir.” şeklinde ifadelere yer verilmek suretiyle, Refah Partisi’nin kapatılma nedeninin, yöneticilerinin laiklik karşıtı söz ve eylemleri olduğu ifade edilmiştir. 

Oysa, Avrupa Konseyinin anayasal konulardaki danışma organı olan Venedik 
Komisyonunun partilerin yasaklanmasına ilişkin 1999 tarihli raporuna göre siyasi partilerin yasaklanması, ancak demokratik düzeni devirecek, böylece anayasanın güvence altına aldığı hakları ve hürriyetleri tahrip edecek bir siyasal araç olarak şiddet kullanımını savunan veya şiddet kullanan partiler bakımından haklı görülebilir. Bir partinin, Anayasanın barışçı yöntemlerle değiştirilmesini 
savunması, tek başına, onun yasaklanması veya feshedilmesi için yeterli değildir. 

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 4


28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 4


28 ŞUBAT SÜRECİ BRİFİNGLERİ VE KARARLARI ÇERÇEVESİNDE SİYASİ PARTİ KAPATMA DAVALARINA İLİŞKİN İDDİANAMELERİN İRDELENMESİ 

28 Şubat Süreci, diğer tüm askeri darbe ve müdahalelerde olduğu gibi, siyasetin askeri bürokrasinin ağırlıklı olduğu siyaset dışı güçler tarafından yeniden düzenlenmesinden başka bir şey değildir. 

28 Şubat Süreci adını, 28 Şubat 1997 yılında yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında hükümetin uygulanması için alınan 18 maddelik tavsiye kararlarından almakla ve görünüşte bu tarihte başlayan bir süreç olmakla birlikte, gerçekte söz konusu süreç, 1990’lı yıllarda siyasi cinayetlerle 
başlayan, faili meçhul cinayetler ve toplumsal kargaşa olaylarıyla devam eden bir dönemin son merhalesini oluşturmaktadır. 28 Şubat Sürecini, özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren 12 Eylül Askeri Darbesi’nin etkisinin giderek azalmasına karşı askeri bürokratik yapının bir anlamda belli bir tavır içerisine girerek, siyaseti yeniden şekillendirmek için giriştiği çabaların bütünü olarak da 
adlandırmak mümkündür. 

Bu süreçte, medyanın, yüksek yargı organlarının, üniversitelerin ve bazı sivil toplum örgütlerinin önemli rol ve katkıları olmuştur. Anayasa Mahkemesi ise Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin kapatılması kararı ile Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklılığının devamına karar verilmesi gibi verdiği kararlarıyla yaşanan süreçte önemli bir rol oynamıştır. 

Esasen Türkiye’de 1961 Anayasası’yla birlikte kontrolün devlet seçkinlerinin elinden çıkması durumunda sahneye konulan darbe ve askeri müdahalenin yerine sisteme entegre edilen yüksek yargı ve özellikle Anayasa Mahkemesi aracılığıyla demokratik sürece müdahale edilmesi, yeni bir durum da değildir. 

Refah Partisine Karşı Açılan Kapatma Davasının Arka Planı 

28 Şubat Süreci’nin görünürdeki gerekçesi ve hedefi Refah Partisi’dir. Refah Partisi’nin 27 Mart 1994 mahalli idareler seçiminde aralarında Ankara ve İstanbul’un da bulunduğu 28 ilde belediye başkanlıklarını kazanması, akabinde 24 Aralık 1995 yılında yapılan genel seçimlerde de oyların % 21,4’ünü alarak 158 milletvekilliyle TBMM’de temsil edilmesi ve son olarak Haziran 1996 
yılında Doğru Yol Partisi’yle yapılan ittifakla hükümetin büyük ortağı sıfatını kazanması, söz konusu Parti’yi hedef haline getirmiştir. Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığı tarafından toplumun çeşitli kesimlerine verilen brifinglerde Refah Partisi’nin laikliği tehdit eden bir parti olarak açıkça hedef 
alındığı görülmektedir. 

MİT Müsteşarlığı tarafından “İrticai Faaliyetler” başlığı altında hazırlanarak EYLÜL 1996 ayında Cumhurbaşkanı Demirel’e sunulan brifingte; halen ülkede siyasi temsil kabiliyetine sahip tek İslamcı unsurun Milli Görüşçüler olduğu, Milli Görüşün 27 Mart 1994 seçimlerini müteakip “artık Türkiye’de inkar edilemeyecek bir güç haline geldikleri” mesajını verdikleri, Siyasi Partiler Kanunu’nda siyasi partilerin laiklik ilkesine aykırı faaliyetlerde bulunamayacaklarına ilişkin 
hükümlerin bulunduğu ve bu nedenle söz konusu hükümlerin titizlikle takip edilerek, aykırı hareket eden partilerin kapatılması cihetine gidilmesi gerektiği ifade edilmiştir. 

Yine 17 Ocak 1997 tarihinde Genelkurmay Karargahında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e verilen “TÜRKİYE’DEKİ İRTİCAİ YAPILANMA VE SON DÖNEM FAALİYETLERİ” başlıklı brifingte; T.C. Devletinin mevcut rejimini legal ve illegal yollardan yıkarak yerine şeriat devletini kurmayı hedef alan irticai unsurlar arasında siyasi olarak Milli Görüşçülerin bulunduğu ve bunun iktidardaki Refah Partisi tarafından temsil edildiği, söz konusu Parti’nin 1995 seçimlerinden 
sonra iktidarın büyük ortağı olarak rejimi demokratik yıllardan ele geçirmek üzere faaliyetlerde bulunduğu ifade edildikten sonra brifingin sonunda aynen “ 

VAKİT GEÇİRİLMEDEN DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ KURALLARI İÇERİSİNDE HER SEVİYEDE ETKİLİ VE PLANLI BİR ŞEKİLDE GEREKEN ÖNLEMLER ALINMADIĞI TAKDİRDE, YAKIN BİR GELECEKTE ÖNLEM ALMA İMKANININ DA ORTADAN KALKABİLECEĞİ DEĞERLENDİRİLMEKTEDİR” 
şeklinde ibarelere yer verilmek suretiyle Refah Partisi’nin iktidardan uzaklaştırılması gerektiği ve bunun için her seviyede gerekenin yapılması gerektiği ifade edilmiştir. 

Milli Güvenlik Kurulunun 28 Şubat 1997 tarih ve 406 sayılı kararının ekinde “REJİM ALEYHTARI İRTİCAİ FAALİYETLERE KARŞI ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER” başlığı altında sıralanan 18 maddeden oluşan kararların 12. ve 17. maddelerinde de Siyasi Partiler Yasası’na aykırı hareket edenler için her kademede kesin önlemlerin alınarak yasal ve idari yollardan bu tür girişimlerin önlenmesi gerektiği ifade edilmiştir. 

Söz konusu 12. ve 17. maddeler şöyledir: 

 “….12. T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası'na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. 

..17...Ülke sorunlarının çözümünü "Millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.” 

Görüldüğü üzere, gerek Cumhurbaşkanlığına verilen brifinglerle ve gerekse 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısı sonucunda Refah Partisi’nin kapatılması gerektiği yönünde yargıya açıkça mesaj verilmiştir. 

Refah Partisi’nin kapatılması için yargıya verilen bu mesajı alan ve bu konuda ilk adımı atan kişinin dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet savcısı Nuh Mete Yüksel olduğu görülmektedir. 7 Aralık 1996 tarihinde Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Başbakan Necmettin Erbakan, Çalışma Bakanı Necati Çelik ve bazı milletvekilleri hakkında konuşmalarının Siyasi Partiler Yasası’na aykırı olduğu gerekçesi ile suç duyurusunda bulunmuştur. 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş ise 21 Mayıs 1997 tarihinde Refah 
Partisinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesine dava açarak, kapatma için gerekli yasal süreci başlatmıştır. Kapatma davasının açılma tarihi oldukça manidardır. Zira, 16 Mayıs 1997 tarihinde ANAP-DSP ve CHP Grup Başkanvekillerinin imzasıyla “Halkın inananlar ve inanmayanlar diye ikiye 
bölündüğü, kardeş kavgası ortamı yaratıldığı ve Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olduğu” belirtilerek hükümet hakkında verilen gensoru önergesi, 20 Mayıs 1997 tarihinde 265’e karşı 271 oyla reddedilmiş ve hemen ertesi gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından kapatma davası açılmıştır. Bir başka ifadeyle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Refah Partisinin siyaseten iktidardan 
uzaklaştırılması sürecini beklemiş, bu durum gerçekleşmeyince de hiç vakit kaybetmeksizin bu kez kapatma davasını açmak suretiyle, Refah Partisinin yargı eliyle iktidardan uzaklaştırılması için gerekli adımı atmıştır. 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca Düzenlenen İddianame/brifing İlişkisi 

Söz konusu iddianamede Refah Partisinin kapatılması istemine dayanak yapılan olaylar şöyledir: 

1- Okullarda öğrencilerin dinsel kuralların emrettiği biçimde takılan başörtüsü ile bulunmalarının lâiklik ilkesine aykırı olduğu kesinleşmiş yüksek mahkeme kararıyla belgelenmesine rağmen, Genel Başkan Necmettin Erbakan dahil, Refah Partisinin tüm yöneticilerinin, kendilerine oy getirdiği inancıyla hemen her konuşmalarında okullarda ve hatta Devlet dairelerinde başörtüsü ile 
öğrenim görme ve çalışmanın Anayasal bir hak olduğunu ısrarla iddia ederek halkı kışkırtmaları, eylemler düzenlemeleri, hatta genel başkan Erbakan “iktidar olduklarında rektörlerin başörtüsüne selam duracağını” bir seçim konuşmasında ileri sürmesi. 

2- 23 Mart 1993 günü, TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un Başkanlığı’nda siyasî parti liderlerinin Anayasa değişikliği konusunda yaptıkları 3. toplantıda Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakanın “Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın” tahakkümünün ortadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı, vatandaş genel prensiplerin içerisinde kendi istediği hukuku 
kendisi seçmeli, bu bizim tarihimizde de olagelmiştir. Bizim tarihimizde çeşitli mezhepler olmuştur. 
Herkes kendi mezhebine göre bir hukuk içinde yaşamıştır ve de herkes huzur içinde yaşamıştır. Niçin ben başkasının kalıbına göre yaşamaya mecbur olayım?... Hukuku seçme hakkı inanç hürriyetinin ayrılmaz bir parçasıdır” diyerek, lâik devlet düzenini eylemli olarak ortadan kaldıracak önerilerde bulunması. 

3- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 13.4.1994 tarihinde Refah Partisi Meclis Gurubunda yaptığı konuşmasında “Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak, sorun ne? geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kansız mı olacak bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma, bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeleri kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye’nin şu anda birşeye karar vermesi lazım Refah Partisi adil düzen getirecek, bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak, altmış milyon buna karar verecek” şeklinde beyanda bulunması. 

4- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın 13.1.1991 günü Sivas’ın Sıcak-Çermik ilçesinde Refah Partisi’nin Eğitim Seminerinde yaptığı, çeşitli basın organlarında yayınlanan konuşmasında “...sen Refah Partisi’ne hizmet etmezsen hiçbir ibadetin kabul olmaz... Çünkü başka türlü müslümanlık olmaz. Başka türlü kurtuluş yok. Refah bu ordudur. Bütün gücünle bu ordunun büyümesi için çalışacaksın. Çalışmaz isen patates dinindensin... Bu parti islami cihad ordusudur. 
Kendi kendine CİHAD ediyorum diye faaliyette bulunamazsın. Karargaha bağlı olmak zorundasın. 
Her faaliyette karargaha bağlı olmak zorundayız. Karargaha danışılmadan yapılan faaliyetler tefrikadır. Çalışacaksan, burada çalışacaksın. Müslüman mısın? Bu orduda asker olmaya mecbursun... 
Cihada para vermeden müslüman olunmaz. Kişinin müslümanlığı, cihada verdiği para ile ölçülür. Bir müslüman, zekatını götürüp fakire veremez. Zekatını beytülmale, cihad ordusunun karargahına, ilçe teşkilatının başkanlığına verecektir. Biz müslümanız. Biz Kur’anı hakim kılmak isteyene gideceğiz. 
Hepimiz Refahcı olmaya mecburuz, çünkü cihad ediyoruz... Şuurla Refaha çalışan cennete gidiyor Neden? Çünkü Refah demek Kur’an nizamını hakim kılmak için çalışmak demektir.” şeklinde ifadelere yer vermesi. 

5- Refah Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Necmettin Erbakan’ın, lâikliğe aykırı söz ve davranışlarıyla tanınan bazı tarikat liderlerine, Devrim Yasalarına aykırı kıyafetleriyle geldikleri Başbakanlık konutunda yemek vererek, bu çeşit kişilerin Devlet katında itibar gördüklerini ve eylemlerinin hoş karşılandığını kanıtlamaya çalışması. 

6- Refah Partisi milletvekilleri Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Ahmet Tekdal ve İbrahim Halil Çelik ile Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin çeşitli tarihlerde yaptıkları konuşmalarla laiklik ilkesine aykırı söz ve eylemlere yer verdikleri, bu kişiler hakkında davalı Parti tarafından her hangi bir işlem yapılmaması 

7- Refah Partili Sincan Belediye Başkanının, Sincan’da düzenlediği Kudüs Gecesinde salona İslami Terörist örgüt Liderlerinin büyükboy posterlerini astırdığı, aydınlarımıza “şeriat enjekte edeceğini” söylediği için Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesince tutuklanmasından sonra, Refah Partili Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın, mahkeme kararını protesto ettiği imajını yaratacak biçimde 
hapishanede bu kişiyi ziyaret etmesi. 

8- Milli Güvenlik Kurulu’nun, görevi gereği “ihtiyaç fazlası İmam-Hatip okullarının kapatılmasını veya bundan böyle yeni İmam-Hatip Okulları açılmamasını” hükümete tavsiye ve ısrarla takip etme hakkı doğmuşken; Refah Partisi’nin mütemadiyen yeni İmam-Hatip okulları açılması gerektiğinin propagandasını yapması. 

9- Milli Güvenlik Kurulu’nun aldığı sekiz yıllık kesintisiz eğitim yapılmasını hükümete tavsiye etme kararına rağmen, davalı Partinin bu tavsiye kararının hayata geçmemesi için eylemler düzenlemesi ve tüm yöneticilerinin bu konuda halkı kışkırtıcı konuşmalar yapmaları. 

Dava açıldıktan sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Davalı Partinin lâiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini gösteren bazı iddialar daha ileri sürmüştür. Bu iddialar; 


1- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın Kanal 7’nin Kuruluş Yıl dönümü Nedeniyle Yaptığı Konuşma 
2- Çalışma Saatlerinin Ramazan Ayı’nda İftara Göre Düzenlenmesi 

Refah Partisinin kapatılmasına ilişkin iddianamede yer verilen olayların bazılarının Genelkurmay Başkanlığı tarafından 17 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanına verilen brifingte yer aldığı görülmektedir. 

Gerçekten de 17 Ocak 1997 tarihinde verilen brifingte yer alan; 

. Kayseri Belediye başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 kasım 1996 günü Kayseri’de düzenlenen, Atatürk’ü anma törenlerinden sonra katıldığı bir toplantı da yaptığı konuşma 
. Ramazan münasebeti ile mesai saatlerinin valiler tarafından düzenlenmesini öngören hükümet genelgesi, 
. 8 yıllık kesintisiz eğitime karşı çıkılması, 
. İmam Hatip Okullarının ve mezunlarının sayısının artması, 
. Başbakan Erbakan tarafından başbakanlık konutunda tarikat ve cemaat liderlerine verilen yemek, 


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 3

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 3


 Siyasi Partilerin kapatılmasına zemin hazırlamak ve kapattırmak 

 Raporun 28 şubat süreci brifingleri ve kararları çerçevesinde siyasi parti kapatma davalarına ilişkin iddianamelerin irdelenmesi bölümünde incelendiği üzere, 17 Ocak 1997 tarihinde verilen brifingte yer alan; 

. Kayseri Belediye başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 kasım 1996 günü Kayseri’de 
düzenlenen, Atatürk’ü anma törenlerinden sonra katıldığı bir toplantı da yaptığı konuşma . Ramazan münasebeti ile mesai saatlerinin valiler tarafından düzenlenmesini öngören hükümet genelgesi, 

 - 8 yıllık kesintisiz eğitime karşı çıkılması, 
 - İmam Hatip Okullarının ve mezunlarının sayısının artması, 

. Başbakan Erbakan tarafından başbakanlık konutunda tarikat ve cemaat liderlerine verilen yemek gibi vs. hususların Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 
düzenlenen iddianamede de davalı partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna ilişkin olgular olarak ileri sürüldüğü görülmüştür. 

 İddianamede dikkat çeken bir diğer nokta ise iddianamenin düzenlenmesinden sonra 10 Haziran 1997 tarihinde Genelkurmay Başkanlığında yüksek yargı organlarının başkanları ve üyeleri için düzenlenen birinci yargı brifinginde yer alan bazı ifadelerin neredeyse bire bir olarak iddianamede yer alan ifadelerle özdeş olmasıdır.Nitekim, iddianamede yer alan ifadelerle brifingte yer alan bazı 
ifadelerin neredeyse bire bir olmaları durumu, Genelkurmay ile Yargıtay Cumhuriyet başsavcılığı arasındaki etkileşim 28 şubat süreci brifingleri ve kararları çerçevesinde siyasi parti kapatma davalarına ilişkin iddianamelerin irdelenmesi bölümünde tablo halinde gösterilmiştir. 

Öte yandan, Refah Partisinin kapatılmasına ilişkin iddianamede yer verilen olayların bazılarının Genelkurmay Başkanlığı tarafından 17 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanına verilen brifingte yer aldığı görülmektedir. 

 Söz konusu brifinglerde; İrticai kesimin halihazır faaliyetleri itibariyle; Atatürk'ün temellerini attığı ve çerçevesi anayasa'mız ile belirlenmiş olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışı dışına çıkarak, T.C. devletini yıkmayı amaçladığı açıkça görülmekte ve ülkemizde siyasal islami gerçekleştirme yolunda oluşan irticai tehdidin çok ciddi boyutlara ulaştığı, Bugün itibariyle; artan boyutta devam eden irticai tehdidin, Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmayı hedef alan fevkalade ciddi boyutu; Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven demokratik ve laik her vatandaşın dikkatle izlemesi ve bu tehdidi her kesime anlatması, tarafsız 
kalmaması ve icraatta bulunması ana görevi olduğu, ifade edilmek suretiyle, açıkça yargıya ve bilhassa Anayasa Mahkemesine mesaj verilmiştir. 

Nihayetinde, Anayasa Mahkemesi üzerinde kurulan bu baskılar sonuç vermiş ve Anayasa Mahkemesi 16 Ocak 1998 tarihinde verdiği kararla, Refah Partisinin kapatılmasına karar vermiştir. 

Anayasa Mahkemesi kararında aynen; 

“Açıklanan nedenlerle, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın; 
Yükseköğretim Kurumları öğrencilerinin başörtüsü kullanmalarını destekleyen, çok hukuklu sistemi savunan beyanları ile kimi tarikat liderlerine Başbakanlık Konutunda iftar yemeği vermesine ilişkin davranışları; Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan’ın Sincan Belediye Başkanı’nı tutuklu olduğu 
sırada ziyareti ve Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Tekdal’ın 1993 yılında Hac’ta yaptığı ve 24.11.1996 günü Kanal-D televizyonunda görüntülü olarak verilen konuşması; 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun 78., 84. ve 87. maddeleri ile Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında öngörülen ve Cumhuriyetin temel niteliklerinden olan “lâiklik ilkesi”ne aykırılık oluşturduğundan 
Refah Partisi’nin Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin (b) bendiyle, Anayasa’nın 69. maddesi uyarınca kapatılmasına karar verilmesi gerekir.” şeklinde ifadelere yer verilmek suretiyle, Refah Partisi’nin kapatılma nedeninin, yöneticilerinin laiklik karşıtı söz ve eylemleri olduğu ifade edilmiştir. 

Oysa, Avrupa Konseyinin anayasal konulardaki danışma organı olan Venedik 
Komisyonunun partilerin yasaklanmasına ilişkin 1999 tarihli raporuna göre siyasi partilerin yasaklanması, ancak demokratik düzeni devirecek, böylece anayasanın güvence altına aldığı hakları ve hürriyetleri tahrip edecek bir siyasal araç olarak şiddet kullanımını savunan veya şiddet kullanan partiler bakımından haklı görülebilir. Bir partinin, Anayasanın barışçı yöntemlerle değiştirilmesini 
savunma sı, tek başına, onun yasaklanması veya feshedilmesi için yeterli değil dir. 

Böylece, Refah Partisi hakkında açılan kapatma davası ve verilen brifingler ile 18 Haziran 1997 tarihinde Necmettin Erbakan’ın Başbakanlıktan istifa etmesi ve akabinde REFAHYOL hükümetinin sona ermesinden sonra, Refah Partisine son darbe Anayasa Mahkemesince vurulmuştur. 

Sivil Toplum Örgütlerini Kullanmak 

Türk-İş ve DİSK ile birlikte patron örgütleri TOBB, TİSK ve TESK “5.li sivil insiyatif” adıyla irticaya karşı birleşik bir cephe kurmuşlardır. Sosyal demokrasi ve işçi hareketinin liderleri demokrasiden yana tutum sergilememişlerdir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan gruplar dahi bu oluşumun içinde yer almışlardır. Eğitim-Sen 28 Şubat Muhtırasının temel talebi olan 8 yıllık eğitim 
için mitingler düzenlemiştir. Erbakan'ın 28 Şubat kararlarını hükümet kararına dönüştürmesi ardından Genelkurmay, kararların uygulanması için belli bir süre tanımaya karar vermiştir. Türkiye'nin en büyük kitle örgütü ve merkez sağın ekonomik-siyasi zemini sayılan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB'un Refahyol'dan desteğini çekmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. TOBB'un katılımıyla hükümet karşıtı silahsız kuvvetler cephesi önemli güç kazanmıştır. TOBB ve Türk-İş'in birlikte tutum alması, daha çok sayıda irili ufaklı kitle örgütünün de çekim alanına girmesine neden olmuştur.280 

Tutulmuş ve Ayarlanmış Şahıslarla Senaryo Oluşturmak 

28 Şubat sürecinde oluşturulan senaryo gereği Hükümet hakkında yıpratıcı, yanıltıcı ve yönlendirici faaliyetlerde bulunması amacıyla nerden ve nasıl ayarlandığı daha sonra kamuoyunca da açığa çıkan Ali Kalkancı, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz ve arkadaşlarının dini, ahlaki ve toplumsal kötü davranışlarını Hükümet politikalarının bir sonucu ve Hükümet çevrelerinin bir davranışı gibi 
gösterilerek halk nezdinde haksız yere dezenformasyon ve manüpilasyon faaliyetleri icra ve organize edilmiştir. 

28 Şubat sürecinde dönemin Kültür Bakanı olan İsmail Kahraman Komisyonumuz da  31/10/2012 tarihinde”Birden bire aczimendiler türedi, Müslüm Gündüz'ler, Fadime Şahin'ler ortaya çıktı. 'Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık' denildi. Neler olduğunu anlayamadık. Basın buna destek oldu, dışarıdan da destek verildi ve hükümet yıkıldı. 28 Şubat netice almış bir darbedir. 
Senaryolar değişik ama rejisörü Süleyman Demirel'di. Sahneye koydu ve A'dan Z'ye yönetti. Öyle bir kamuoyu oluşturuldu ki insanlar olmazlara inandırıldı” şeklinde verdiği beyanatta tutulmuş ve ayarlanmış şahıslarla senaryo oluşturulduğunu ve bu yöntemin o süreçte yoğun olarak 
kullanıldığını onaylamıştır. 

 Yargıya Ağırlıkla Biçilen Rol 

 28 Şubat sürecinde yargı kurumunu da değerlendirmemiz gerekir. Çünkü 28 Şubat sürecinde en büyük zararı yargı kurumu görmüştür. Hukuk devleti kavramı Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu denli tacize uğramış, yargı mensupları ve yargı organları kendi üzerlerine kurulan baskıya bu derece tepkisiz kalmışlardır. Bu süreçte hâkimler ve savcılar Genelkurmay Başkanlığı tarafından verilen irtica brifinglerine tabi tutulmuş, Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan bu brifinglerde irticaî tehdide karşı uyanık olmaları istenmiştir. İrticaî tehditle etkin mücadele için göreve davet edilmişlerdir. Bu süreçte açıkça Anayasa suçu işlenmiş, Anayasa'nın 138. maddesi “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz,” hükmü çiğnenmiş, askerler açıkça hâkimlere talimat vermiş, tavsiye ve telkinde bulunmuştur.Nitekim, 10/06/1997 tarihinde yargı mensuplarına verilen 
brifingte, yargıya açıkça “.....Bugün itibariyle; artan boyutta devam eden irticai tehdidin,Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmayı hedef alan fevkalade ciddi boyutu; Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven demokratik ve laik her vatandaşın dikkatle izlemesi ve bu tehdidi her 
kesime anlatması, tarafsız kalmaması ve icraatta bulunması ana görevidir.” şeklinde telkinde bulunulmuş ve tarafsız kalmaması, icraata geçmeleri emredilmiştir. 

Bu brifingler daha sonra gazetecilere ve üniversite yöneticilerine de verilmiştir. Bu brifingler yüzünden yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ciddi bir şüphe altına girmiştir. 

Niyet Okuma 

28 Şubat süreci brifinglerinde, Genel Kurmay Başkanlığı'nın “Atatürk'ün kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkarak yerine şeriat devleti kurmayı nihai hedef seçen şeriatçı kesimin amacına yönelik gayretlerini büyük bir inanç ve kararlılıkla devam ettirdiği, şeriatçı kesimin devletin bütün kurum ve kuruluşları ile toplumun bazı kesimlerinde yürüttüğü gizli ve planlı kadrolaşma faaliyetlerinin, Atatürk'ün kurduğu laik, demokratik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nde yarattığı tahribatın boyutları açısından endişe verici bir duruma gelme istidadı taşıdığı, vakit geçirilmeden demokratik hukuk devleti kuralları içerisinde her seviyede etkili ve planlı bir şekilde gerekli önlemlerin alınması gerektiği, aksi takdirde yakın bir gelecekte önlem alma imkanının da ortadan 
kalkabileceği, kur’an kursları, İmam Hatip okulları ve özel okullarda yatılı olarak eğitim alan çoçukların hiçbir ücret almadan eğitilerek beyinlerinin yıkandığı, hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerinden mezun edilerek Atatürk ve laiklik düşmanı kişiler olarak devletin kritik kadrolarına planlı bir yerleştirdikleri “düşüncesi ile irticai kesim olarak adlandırdığı kesimin âdeta niyetinin okunduğu ve anılan şeriatçı kesimin Atatürk'ün kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyetini yıkacağı ve şeriat devletini kuracağı endişelerini taşıdıkları anlaşılmıştır. 
Ancak, ülkemizin bu gün için geldiği nokta dikkate alındığında anılan endişenin yersiz olduğu anlaşılmaktadır. 

Fişleme Stratejisi 

Batı Çalışma Grubu bilgi ihtiyaçları konulu 5 Mayıs 1997 tarihli yazıda ise "Batı Çalışma Grubu"nun faaliyetlerine yönelik olarak daha önce istenen bilgilere ilaveten "dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları, yüksek öğrenim kurumları, yurtlar, -vali, kaymakam, büyükşehir belediye başkanları, belediye başkanları- gibi üst düzey yöneticilerle, müdür, daire 
başkanı gibi görevlilerin biyografileri ve siyasi yön/görüşleri, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri, siyasi partilerin il ve ilçe teşkilatında görevli yönetim kadroları, yerel tv, radyo, dergi ve basın yayın kuruluşu yöneticilerinin biyografi ve siyasi görüşlerinin derlenerek 12 Mayıs 1997 tarihine kadar rapor edilmesi" istenerek, yazıda belirtilen kişi ve kuramların fişlenmesi emredilmektedir.281 

Yazı ekinde gönderilen "bilgi formatında" şeklinde hazırlanmış çizelge ile dernekler, vakıflar gibi kuruluşların merkezlerinin, polis bölgesinde mi yoksa jandarma bölgesinde mi bulunduğu, tandansımn (siyasi görüşünün) -aşın sağ, sol, bölücü, PKK, Nurcu, Nakşibendî vesair- ne olduğu, adresinin ve kuruluşta etkin olan kişilerin kimler olduğu, üst düzey yöneticiler açısından da "adı, soyadı, baba ve ana adı, doğum yeri ve tarihi ile adresinin bildirilmesi istenmektedir. 

 Batı Çalışma Grubu, Refah-Yol Hükümeti sonrası sadece Ankara da değil Türkiye'nin değişik yerlerinde değişik meslek gruplarını fişlemeye devam etmiş, bu kapsamda 100.Yıl Üniversitesi personeli, Diyanet Personeli, Çalışma Bakanlığı personeli, Valiler ve Kaymakamlar, vakıflar ve dernekler fişlenmiştir. 

Fişlenmelerde, namaz kılmak ve oruç tutmakla ilgili soruların kapsama alınması 
da işin en ilginç tarafıdır.282 

Büyük Sermaye Grupları 

28 Şubat sürecinde büyük sermaye gruplarının da rolü unutulmamalıdır. Bu süreçte büyük sermaya grupları ile Refahyol Hükümeti arasındaki ilişkiler hiçbir zaman rayında gitmemiştir. Refahyol Hükümeti döneminde bu çevrelerin yıllar boyunca devletten almayı alışkanlık haline getirdikleri nakit teşvikler kaldırılmış, havuz sistemi uygulamasına geçilerek devletin bu çevrelere yüksek faiz ödemesinin önüne geçilmiştir. Tabiî bu gelişmeler hükümetle büyük sermaye gruplarının arasını açmıştır ve hükümete karşı gerçekleştirilen müdahaleye bu çevreler öncülük etmiştir. 

Ancak Refahyol Hükümeti'nin yıkılmasının ardından kurulan Anasol-D Hükümeti 
dönemini incelediğinde bu çevrelere verilen teşviklerin ve kredilerin yeniden verilmeye başladığı görülür. 

28 Şubat süreciyle birlikte Türkiye'de bir çok banka el değiştirmiştir. 1994 yılında olası bir finans krizini önlemek adına bankalara mevduat garantisi verilmiştir. Bunun bir-iki yıl gibi bir zaman içerisinde kaldırılması gerekirken bunun kaldırılmadığını ve devletin kesesinden bankalara büyük bir ekonomik güç sağlandığı görülür. 28 Şubat sürecinde devletten mevduat garantisi alan bu 
bankaların hızla el değiştirmeye başladığını ve bu bankaların “hortumlama” denilen bir yöntemle hızla yağmalandığı görülür. 

 Devlet kaynaklarının askerler eliyle yaratılmış olan korku ortamında belli çevreler tarafından eşi benzeri görülmemiş şekilde yağmalandığına şahit oluruz. Bu süreçte büyük yolsuzluklar gerçekleşir ve sonuçta 2000-2001 yıllarında bir ekonomik kriz yaşanır. Türkiye ekonomisi finans sektöründe yaşanan yolsuzluklardan kaynaklanan bir çöküş yaşar. Türk ekonomisi öz varlığı ile 
kazandığı her şeyin üçte birini bu kriz döneminde kaybeder. Bir çok ekonomi uzmanı yaşanan bu krizi 28 Şubat sürecindeki yolsuzlukların bir sonucu olarak görür. 

Burada önemli olduğu için belirtmemiz gereken bir konu bu süreçte el değiştiren 
bankalarda iki önemli isme rastlamamızdır. El değiştiren bankalardan biri Türkbank, diğeri Sümerbank'tır. Sürecin sonunda yaşananları incelediğinde, Türkbank'ın sahibi Korkmaz Yiğit'in danışmanı olarak 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapmış olan Oramiral Güven Erkaya, Sümerbank'ın sahibi Hayyam Garipoğlu'nun danışmanı olarak da 28 Şubat sürecinde Jandarma Genel Komutanı olarak görev yapmış olan Orgeneral Teoman Koman görülecektir. 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 2

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 2

 3. Darbe Dilindeki Farklılaşmanin adı: 28 Şubat 

12 Eylül 1980 Darbesi bildirisinin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren tarafından ilk ağızdan okunmasına karşın, 28 Şubat Post-Modern Darbesi olarak adlandırılan süreci başlatan 28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından çıkan bildirinin ilk ağızdan değil, basın yoluyla ortaya koyulmuş olmasıdır. Bu anlamda, 12 Eylül bildirisinde geçen kavramların ve söylem şeklinin kamuoyu üzerinde daha baskın bir etki yarattığı görülmektedir. 

Değinilmesi gereken temel ikinci nokta ise 12 Eylül'de yayınlanan bildirinin gece saat 04:00 sularında sunulmuş olması, 28 Şubat bildirisinin ise 9 saatlik bir toplantı sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. 12 Eylül bildirisinin zamanlaması, 28 Şubat toplantısının ise uzunluğu darbe dönemi basınında dikkat çekilen konular olmuştur. 

Bildirilerin ortak noktalarından biri düşman ve tehdit kavramlarına özel olarak yer vermeleri, müdahale amacının bu düşman ya da tehditin bertaraf edilmesine yönelik olarak ortaya koyulmuş olmasıdır. Ancak bu konuda oluşan bir ayrım noktası, 12 Eylül dönemi düşman ve tehdit kavramlaştırmasının somut öğelere dayandırılmasına karşın, 28 Şubat dönemindeki düşman ve tehdidin daha soyut kalmış olmasıdır. Bu durum 12 Eylül Darbesinin savaş dilini, 28 Şubat 
müdahalesi nin ise ihtar dilini kullandığının bir göstergesidir. Burada ortaya çıkan soyut ve somut düşman ayrımı; varolan düşman ya da tehdidi hemen yok etmek, yani onunla birebir savaşmak ya da varlığı muhtemel bir düşman ya da tehdidin önlenmesine yönelik bir tedbir almak şeklinde ortaya çıkan yöntem farklılığını ortaya koymak açısından gereklidir.265 

Bu soyut-somut düşman ayrımının önem kazandığı ve iki döneme ilişkin yarattığı bir fark da, 12 Eylül döneminde yapılan müdahalenin birçok idam, tutuklama ve açığa alınmalarla direk bir sonuç ve etki yaratması, 28 Şubat'ın ise hükümetin bildirinin yayınlanmasından birkaç ay sonra düşmüş olması gibi daha geniş bir sürece yayılan ve ortaya çıkışı hemen görülemeyen bir etki yaratmış olmasıdır. 

Her iki bildiri de; amaçları ve ortaya çıkardıkları sonuçlar bakımından devletin doğal yollardan işleyişi ve yönetimine dışarıdan bir müdahale olması bakımından, askeri darbeler arasında anılmalarına neden olacak sonuçlar doğurmuştur. Ancak aradan 17 yıl geçtikten sonra 28 Şubat müdahalesi, askerin daha arka planda görünme arzusu ve Türkiye Cumhuriyeti ve Devleti’nin özellikle yurt dışında anti-demokratik bir görüntüye sahip olmasının önüne geçmek istemesi nedeniyle farklı enstrümanları kullanmaya ve 12 Eylül'de olduğundan daha farklı kavramları ön plana çıkarmaya yönelmiştir. 

12 Eylül 1980 döneminde kurulan Milli Güvenlik Konseyi'nin müdahale ve söylem tarzı; kontrolü kendinde toplayan, devlet yönetiminin tüm aşamalarını ele geçirmiş ve gayet kendinden emin bir üslupla bunu kendine hak gören bir yapıdadır. Ancak 28 Şubat dönemi bildirisi ve MGK'nin kullandığı ifadelerin yarattığı genel durum ise devlet yönetimine saygılı olunduğunun altını çizmeye 
çalışan, ancak yönetimin istenilen doğrultuda ilerlemediği taktirde müdahale hakkını kendinde gören ve sadece kendi görev alanı içinde olduğunu düşündüğü konulara müdahil olan, bu şekilde de hukuk devleti kavramını yüceltmeye çalıştığını iddia eden bir görüntü ortaya çıkarmaktadır. 

28 Şubat süreci her ne kadar 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK kararlarıyla fiilen başlamış görünse de, gerçekte başlangıcı çok daha gerilere götürülebilir. TSK, irtica tehdidini her zaman göz önünde bulundurmuş, tüm iktidarlara bunu özenle aktarmayı sürdürmüştür. Ancak 28 Şubat 1997’de bu ilgi ilk kez bir yaptırım şeklinde ortaya çıkmıştır. 28 Şubat kararları her ne kadar bölücülüğü, 
ırkçılığı, organize suçları içeriyorsa da, medyanın yönlendirmesi ve kamuoyu dikkatinin özellikle bu konu üzerinde odaklanması üzerine, ağırlıklı olarak irticayı hedef alan, hatta sürecin sırf irticaya yönelik başlatıldığı izlenimi uyandıran bir süreç gözlenmektedir. 

İlk üç müdahale her yönüyle birbirine benzemektedir. 28 Şubat müdahalesinin ise farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle ilk üç müdahale gibi kesin, ani ve sert olmamış; bir süreç içinde gelişerek etkilerini göstermiştir. 28 Şubat süreci içinde Silahlı Kuvvetler medyayı son derece etkin bir biçimde kullanmış, psikolojik savaş yöntemleriyle kamuoyu oluşturmaya girişmiş, kamuoyundan sağladığı destekle siyasal alana yönelerek kendi doğrularını empoze etmeye çalışmıştır. Bunda da oldukça başarılı olduğu söylenebilir. 28 Şubat müdahalesinin post-modern darbe olarak nitelenmesinin sebebi de bu yöntem farklılığıdır.266 

 1995'te Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasından sonra basın, askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamıştır. Basın, Refah-Yol döneminde, Silahlı Kuvvetler’in siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını demokrasinin güvencesi olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da gözardı etmiştir. Hatta, askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan 
bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. TSK'nin kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal 
sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüştür.267 

28 Şubat günü 9 saat süren MGK toplantısının ardından yayımlanan 18 maddelik bildiriyle, başta inanç ve ibadet özgürlüğü, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, kılık kıyafet özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, v.b. konulara yönelik tartışmalar kamuoyunun gündemine oturmuştur. 

28 Şubat müdahalesinde asker 12 Eylül'de olduğu gibi mektup ya da silahı değil, basını kullanmıştır. Böylelikle 28 Şubat müdahalesi siyasal literatürdeki klasik askeri müdahale şablonlarından farklıdır. Bu yöntem anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu’nun kullanılmasıdır. Bu yüzden anayasal açıdan herhangi bir meşruiyet sorunu yoktur. Ayrıca alınan kararların altında askerlerle birlikte seçilmişlerin imzasının bulunması ve bu imzaların süngü zoruyla atılmamış olması da önemli bir unsurdur.268 

28 Şubat post-modern darbesinin diğer darbelerle benzer özellikleri olmakla birlikte, kendine has kullandığı araç ve yöntemlerin bulunması nedeniyle aşağıdaki bölümde bu süreçte kullanılan araç ve yöntemler ele alınmıştır. 

28 ŞUBAT SÜRECİNDE KULLANILAN ARAÇLAR/YÖNTEMLER 

28 Şubat süreci nedir?” sorusunun aslında tek bir cevabı yoktur; aksine pek çok cevabı vardır. Olaya nereden baktığınıza, aktörleri arasında yer alıp almadığınıza, sürecin maliyetlerinden ne kadar etkilendiğinize, daha genelde de demokratik sürece dışarıdan müdahaleye ilke olarak sıcak bakıp 
bakmadığınıza bağlı olarak vereceğiniz cevabın değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim, bu süreç aktörlerinden bazılarına göre demokrasiye balans ayarı yapmaktır. Bu sayede rayından çıkmakta olan demokrasi, tekrar olması gereken çizgiye çekilmiştir. Aktörlerinden kimine göre 28 Şubat süreci post-modern darbedir; silahlar konuşmadan askerler siyasete müdahale etmiş, iktidarı değiştirmiş, geleneksel darbe araçlarını kullanmadan aynı sonucu elde etmiştir. Yine aktörlerinden bazılarına göre 28 Şubat bir askeri darbeyi önleme hareketidir, gelmekte olan askeri darbe alınan önlemler sayesinde önlenmiştir. 

Bazılarına göre ise 28 Şubat süreci sivil darbedir. Askeri-sivil bürokrasi, medya ve iş dünyası irtica tehdidi ve laikliğin elden gitmesine karşı el ele vermiş, mevcut iktidara karşı direnişe geçmiş ve yönetimi değiştirmeyi başarmıştır. Yine bir başka görüşe göre ise 28 Şubat bir darbe değildir; zira Meclis kapatılmamış, partiler (bir-ikisi dışında) yerinde kalmış, anayasa lağvedilme miş ve dolayısıyla darbenin tipik şartları gerçekleşmemiştir.269 

 28 Şubat sürecine hangi yönden bakarsanız bakın kullandığı yöntem, dil ve felsefesi ile o süreçte yaşananlar birlikte değerlendirilmesi neticesinde, söz konusu kararları, o süreçte verilen brifingleri anlamak/idrak etmek mümkün olabilecek, sürecin darbe olup olmadığı açıklığa kavuşacaktır.28 Şubat sürecinde verilen brifingler, 28 Şubat kararları ve raporun izleyen bölümünde anlatılan ve o süreçte yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde aşağıda açıklanan yöntemlerin kullanıldığı görülecektir. 

Brifingler/Bilgilendirme Toplantıları 

Raporun daha önceki bölümünde de belirtildiği üzere, dönemin Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya'nın söylemiyle sivil toplum örgütlerine, medyaya, öğretim üyelerine, yargı mensuplarına verilen brifinglerin hükümetin demokratik yolla sona ermesi için Genel Kurmay Başkanlığı tarafından kullanılan yöntemlerden biri olduğu anlaşılmıştır.270 Yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, Genel Kurmay Başkanlığı bilgilendirme toplantıları aracılığı ile bir yandan 
post-modern darbenin zemini oluştururken bir yandan da demokrasiden yana olduğu izlemini vererek darbe stratejisini gizlemeye çalışmıştır. 

Kontrollü Gerilim Stratejisi 

28 Şubat sürecinin en önemli korku malzemelerinin birisi olarak Türkiye'nin İran gibi olacağı korkusu kullanılmıştır. İran tehdidi 28 Şubat sürecinde çok tekrar edilmiş ve İran korkusu oluşturulmuştur, hatta generaller İran'daki gibi irticanın gelip kendilerini asacaklarına ciddi ciddi inanmışlardır. Ayaklanma ve kalkışmaya karşı tabular oluşturulmuştur. 12 Haziran'da bir gecede 5000 kadar dinci bilinen kişinin toplanıp irtica tehdidinin güya bitirileceği işlenmiştir. 12 Eylül'de 
Diyarbakır cezaevinde yaşanan insanlık suçları tekrarlanmak istenmiş, fakat ilginçtir ki Türkiye'de hiçbir dini grup provokasyona gelmemiştir. Osmanlı kültüründen gelen efendilik ve itaat, din ile irticayı, dostu ile düşmanını karıştıranları şaşırtmıştır.(28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve 
siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245 Mart 2007, İstanbul s, 177). Nitekim, 28 Şubat süreci brifinglerinde de irtica ile mücadelede İran özellikle işlenen bir husus olmuştur. Bu stratejinin etkinlik kazanabilmesi icin görsel ve yazılı basın olabildiğince kullanılmıştır. 

Toplumun Kategorize Edilmesi/Psikolojik Harekât 

Psikolojik bir savaşta en önemli yöntem kalıplaşmış imaj oluşturulmasıdır. 28 Şubat sürecinde psikolojik savaştaki “Yanlış bilgi yoktur seçilmiş doğrular vardır” sözü kullanılarak Hizbullah, Fetih'teki imam, Müslüm Gündüz gibi radikal örnekler, ısrarla vurgulanarak, bütün dindarlar böyledir denilerek, her türlü dini tezahüre karşı insanlar tepkili hale getirilmeye çalışılmıştır. “Türkiye laiktir, laik kalacak, kahrolsun şeriat” söylemleri cezaevlerinde sıkça kullanılmıştır. Akredite 
(emir almaya hazır, telefonla mizanpaj talimatını alan meslek mensubu akredite olarak tanımlanır) uygulaması ile bloklaşma sağlanmaya çalışılmıştır. Sermaye'yi “Yeşil” olarak tanımlanarak toplum kategorize edilmeye çalışılmış, bunun için yazılı ve sözlü basın çok iyi kullanılmıştır.271 Nitekim, Nazlı Ilıcak'ın 19/09/1997 tarihli Akit Gazetesinde yayımlanan Batı Çalışma Grubu ile ilgili yazısından dolayı, Nazlı Ilıcak ile ilgili Genel Kurmay Başkanlığınca temaları önceden belirlenmiş karalama kampanyası başlatılmıştır.272 

Gözdağı/Korku Verme Stratejisi 

Postmodern darbe olarak tanımlanan 28 Şubat sürecinde insanlar biraz daha insani yollarla hizaya getirilmeye çalışılıyordu. Silahlı kuvvetler yerine, silahsız kuvvetler kullanılıyor, silah yerine psikolojik savaş malzemeleri kullanılıyordu. İşte burada öğünler halinde yenilen yemeklerde içki vurgusu yapılması darbe söylentilerinin gri propaganda malzemesi olarak ortaya atılması, pompalı 
tüfeklerle dinci militanların dağlarda eğitim gördüğü gri propagandasının kullanılması, hep korku testleri olarak kullanılmıştır. Kendilerini güvende hissetmeyenler korku testlerinden geçerek kategorize olmuşlardır. Hatta askeri birliklerin gece ışıklarını açık tutulması bu korku testleri ve gözdağı yöntemlerinden bazılarıydı. 28 Şubat sürecinde bir çok kesimin (medya, yargı, vs) brifinge maruz kalmaları da benzer uygulamaydı.273 

28 Şubat sürecinde, başta Hükümet ve Hükümet çevrelerine gözdağı vermek amacıyla Devlet ve TSK’leri imkânlarını amaçları doğrultusunda pervasızca kullanarak Başkent sokaklarında tankları yürüterek halk ve Hükümet darbeyle korkutmaya çalışılmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından ortaya atılan 367 kararına göre Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini engellemek maksadıyla TBMM’nde grubu bulunan muhalif partilere 
telkinlerde bulunmak, oturuma katılacağını açıklamış olan Anavatan Partisi ile Doğruyol Partisi’ne tehdit derecesinde baskı ve şantaj yaparak oturuma katılmalarını ve Cumhurbaşkanlığı seçimini engellemeleri olmuştur. 

Nitekim, 28 Şubat sürecinde Anayasa Mahkemesi üyesi olan Sacit Adalı'nın 
Komisyonumuzda korktuğu için brifinge katıldığı yönündeki 15/10/2012 tarihli beyanı gözdağı/korku verme stratejisinin olduğunun açık kanıtı olarak görülmektedir. 

Öte yandan, gözdağı/korku yöntemi Merve Kavakçı olayında da yaşanmıştır. Merve Kavakçının yemin edip meclise girmesi halinde darbe olacağı söylentisi çıkarılarak darbe korkusu verilmiştir.. 
Nitekim, Merve Kavakçı'nın Komisyonumuz huzurunda 22/12/2012 tarihinde verdiği beyanat, yemin edip meclise girmesi halinde darbe olacağı söylentisini doğrulamıştır. 

Yine, Komisyonumuz huzurunda dönemin DYP Milletvekili Ümmet Kandoğan'ın 
30/12/2012 tarihli beyanı incelendiğinde; 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde de 28 Şubat sürecinde gözdağı/korku stratejisinin çok yoğun bir şekilde kullanıldığı görülecektir. 

Beyin Yıkama Stratejisi 

1994 yılından itibaren kendilerine servis edilen bilgileri sorgulamadan inanan odaklar için "Eğer önlem alınmazsa 2005 yılında Türkiye'nin %60'ı İmam Hatip ve Kuran Kursu mezunlarının eline geçecek" fikri, 28 Şubat'ı tetikleyen bilgi olmuştur. Beyin yıkama projesi bir ideoloji değiştirme projesidir. Propaganda kısa ve çabuk etki sürecini, eğitim uzun ve yavaş gelişme sürecini hedefler. 
Eğitimde kişisel sorumluluk ve açık zihin propaganda da ise kapalı zihin oluşur. 

Din ile irtica bilerek birbirine karıştırılmıştır. "Din devleti, türban; laik olmayan insan olamaz, ulusalcılık, dini vatanseverlik yerine millî vatanseverlik, Onuncu Yıl Marşı, militan demokrasi, karşı devrim" gibi kavramlar politik fikri aşılama olarak kullanılmıştır Özellikle İmam Hatip Okulları ve Refah Partisi kadroları ülkenin geleceği için tehlike olarak görülmüş, insanların düşüncelerinin değişmesine yol açabilecek brifingler ya da bilgilendirme toplantıları düzenlenmiştir.274 

Düşman Algısı Oluşturmak (SFP/Self-Fulfilling Prophecy Yanılgısı) 

SFP yanılgısı: "Self-Fulfilling Prophecy" siyaset biliminde kullanılan bu terim psikolojik savaş için de geçerlidir. Kendini gerçekleştiren ön kabul olarak tercüme edilebilir. Stratejik hedef belirlenir. O hedefe inanmış kişiler olaylara hep o gözle bakar. Düşmanlık, güvensizlik önyargısı ile hareket edilir, dost düşman karıştırılır. Güven kaygısı yaşayan kişiler irtica ile dini karıştırarak, bu gün de AB'ye girme ile Sevr'i karıştırarak S.F.P yanılgısına devam ediyorlar. Olan bu ülkenin kaynaklarına, zaman ve enerjisine oluyor. Em. Korg. Suat İlhan'ın "Avrupa Birliği Üyeliği Atatürkçülüğün sonu olur" kitabini okuyanlar S.F.P yanılgısının örneklerini göreceklerdir.275 

 28 Şubat süreci brifinglerinde, "Self-Fulfilling Prophecy" yanılgısının izleri 
rahatlıkla görülebilir. Brifinglerde, “islami kesim” sanki homojen/tektip bir blok olarak takdim edilerek, sürekli olarak ülke için tehdit oluşturduğu öne sürülmüş, adeta islami kesim irtica sloganıyla hayali düşman konumuna oturtulmuştur. 

Nitekim, 19/10/2012 tarihinde Prof.Nevzat Tarhan'ın Komisyonumuza verdiği 
beyanlar tetkik edildiğinde, Silahlı Kuvvetler içindeki bir kısım yapı ve komitelerin irticai olarak tanımladıkları siyasi kadroları, üniversitelerdeki fişledikileri öğretim üyelerini bir tehdit olarak lanse ettikleri ve düşman algısı oluşturdukları görülecektir. 

Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı altında illegal yapılanma: 

 28 Şubat sürecinde bütün kişi ve kurumların üzerinde sistematik bir disiplin ve denetim sağlamak için Dz.K.K.Ora.Güven Erkaya tarafından ilk olarak Ocak 1997 ayında Deniz Kuvvetleri bünyesinde kurulan Batı Çalışma Grubu (BÇG)276 olarak bilinen yasadışı bir birim oluşturulmuş, bu grubun çalışma, bilgi toplama, işleme, karar alma süreçlerine yönelik bir program hazırlanmıştır. 

 Genelkurmay Başkanlığı başlıklı, Orgeneral Çevik Bir imzalı, 29 Nisan 1997 tarihli, "Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi" konulu yazıda, bu planın "15 Mayıs 1997 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanacağı" ve "Batı Çalışma Grubunun rapor sisteminin", nasıl olacağına ilişkin detaylar belirtilmiştir.277 

 Silahlı Kuvvetlerin birçok biriminde teşkilatlanan BÇG faaliyetleri vasıtasıyla, sadece asker personelin değil, ülke genelinde, tüm kamu kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve çevresinde tanınan önemli işadamı ve vatandaşların siyasi görüşlerinin tesbit edilmesi istenmiştir. 

 BÇG tarafından, aynı zamanda, irtica konusunda psikolojik harekat çalışmaları yürütülmüş, irtica yanlısı olduğu sürülen kişi ve kurumlar hakkında istihbarat toplanmış; medya organları ve haberleri manipüle edilmiştir.278 Bunun somut örneği, 1998 yılında meydana gelen Andıç olayıdır. 

İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Mesut dediğiniz Mesut Yılmaz herhâlde? 

MEHMET ALİ BİRAND – Mesut Yılmaz Bey evet. Özür dilerim yani şey yapmak, saygısızlık… 

BAŞKAN – Yok, biz zabıtlara doğru geçsin diye düzeltiyoruz. 

MEHMET ALİ BİRAND – Yani onu şey yapın, Mesut derken ben arkadaşım diye şey yaptım, özür dilerim. 

İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Anlıyorum.” 

 Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir tarafından tüm kuvvetlere yayımlanan talimatta Batı Harekat Konsepti uygulama emri yayımlanmıştır. Bu belgede 28 Şubat kararlarına benzer hususlar yer almıştır. Belgede Milli Gençlik Vakfı’nın İslamcı radikal kesime eğitim verdiği öne sürülmüştür. 
Belgede İrtica ile Mücadele Esasları da yer almıştır. Bu bağlamda EMASYA ve Sıkıyönetim planlarının uygulamaya konulması halinde TSK ile halkı karşı karşıya getirmeyi planlayanların dikkate alınması; devlet organlarındaki irticai yapılaşma ve kadrolaşmanın izlenerek yargıya intikal ettirilmesi, TSK içinde irticaya kayanların derhal temizlenmesi vb. hususlar yer almıştır. 

 Gerek sivil ve gerek kamu personelinin dini, siyasi, ailevi yapısı ve dünyaya görüşü bakımından kategorilere ayrılarak fişlenmiş, bu fişleme sonucu gerek TSK bünyesinde ve gerekse de diğer kamu kuruluşlarında binlerce kişinin görevine son verilip işten çıkarılmış, aileleri ile birlikte onbinleri bulan mağdur kitle Bati Çalışma Grubunın faaliyetleri ile zulme uğratılmıştır. 

 Öte yandan, Yüksek Askeri Şûra toplantılarına sahte Batı Çalışma Grupları raporları gerçek gibi gösterilerek bir çok subay ordudan ihraç edilmiş, hatta binbaşı Abdulmuttalip Yıldırım daha sonra girdiği belediyeden de çıkarılması üzerine girdiği bunalım sonucu intiharla hayatına son vermiştir.. Kısa sürede 21 takdir almış, evi Güneydoğu'da roketlenmiş Yüzbaşı Güray Balatekin YAŞ yolu ile ihraç edilmiş, eşi GATA'da kanser tedavisi görürken acımasızca ortada bırakılmıştır. YAŞ yolu ile ihraç edilen subay-astsubay sayısı 3.000'i bulmaktadır. Bu kişiler savaş eğitimi almış kişilerdir, hiçbiri devlete karşı bir eyleme giremediklerin den dolayı kendilerine yapılan muamelenin yanlış olduğunun açık göstergesidir. 

 Sürecin son YAŞ toplantısında bir astsubayın sarık-cübbeli görüntüleri sunulup Başbakan'a biz bunun atılmasını istiyoruz denildiğinde Sayın Başbakan "Ben inanmıyorum" diyerek yargı denetiminin gerektiğini vurguladığı söylenmektedir. Böyle sahte B.Ç.G raporu ile bir çok subay-astsubay halkla yabancılaştırılmaya çalışılmıştır. Dinine bağlı insanları tehlike olarak görmeye inandırılmak istenmiştir. Yüksek Askeri Şûradaki vatanseverliğinden şüphemizin olmadığı 
generallerin politik fikir aşılamasına maruz kaldığı ve manüple edildiğini bilmek yerinde olacaktır.279 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***