DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 9
2.10.3. 2001 Krizinin Dış Dengeye Etkisi
Krizin meydana geldiği 2001 yılında dış ticaret dengesizliğinde olumlu değişim söz konusudur. İhracatta yaklaşık 4 milyar dolar artış, ithalatta ise 13 milyar
dolar azalış olmuştur. Dolayısıyla toplam bazda devalüasyon sonrası 17 milyar dolar civarında bir önceki yıla göre dış ticaret dengesinde pozitif gelişme
olduğunu söylemek mümkündür. Öte yandan ulusal parada değer kaybının beklenen etkileri vermesinde ihracat ve ithalatın talep esneklikleri önemlidir.
İthalatın ve ihracatın talep esnekliğinin yüksek olması devalüasyondan beklenen sonucun alınmasına yardımcı olmaktadır. Tersi durumda ise ihracat ve
ithalat rakamları arzulanan büyüklükte gerçekleşemeyecektir. Bu açıdan Türkiye’de devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi, devalüasyonun maliyetini göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Buna göre ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracatta 11 milyar dolar, ithalata ise 9,5 milyar dolar değerinde daha fazla mal
ve bedel ödemesi meydana gelmiştir. Dolayısıyla devalüasyon sonrası dış ticaret açısından 2,5 milyar dolarlık bir kayıp söz konusu olmuştur.
Tablo: 22
Öte yandan dış borç ödemeleri bakımından da devalüasyonun olumsuz etkisinden bahsedebiliriz. Ulusal paranın dış değerindeki gerilemenin ardından 24,6 milyar dolarlık dış borç ödemesi bir önceki yıla kıyasla 11,3 milyar dolar daha fazla mal ve hizmet satışı ile karşılanmış olunmaktadır. Buradan hareketle
ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında krizin yaklaşık 13,8 (2,5+11,3) milyar dolar ek maliyet getirdiği söylenebilir.
Tablo: 23
Bunun yanında IMF ile yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakatlar doğrultusunda 2008 yılına kadar destek kredisinin alınmaya devam edildiği
görülmektedir. Buna göre 2000-2008 yılları aralığında IMF’den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alınmış, alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar
dolar seviyesinde gerçekleşmiş ve dolar bazında %12,3 gibi oldukça yüksek oran üzerinden faiz ödemesi yapılmıştır.
2.10.4. 2001 Krizinin Finansal Sektöre Etkisi
2001 yılının Şubat meydana gelen bu ikiz kriz bankacılık sektöründeki yapısal sorunların çözümüne yönelik kapsamlı bir programın gerekliliğini göstermiştir.
Güçlü ekonomiye geçiş programı bağlamında finansal sektörün güçlendirilmesi amacıyla kamu ve özel sektöre yönelik bir çok kararlar alınmıştır.
Bu kararlar kamu bankalarını finansal sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkarmayı hedeflemiş ve görev zararı alacaklarının tasfiyesi, kısa vadeli yükümlülüklerin azaltılması, kamu bankalarına sermaye desteği sağlanması, mevduat faizlerinin piyasa faizlerine uyumlu hale getirilmesi ve kredi portföyünün etkin yönetimi alanlarında yoğunlaşmıştır.
Kamu bankalarının, özel bankalar ve banka dışı kesime olan kısa vadeli yükümlülüklerinin azaltılması amacıyla, Hazine’den almış oldukları özel tertip tahviller karşılığında Merkez Bankası’ndan repo veya doğrudan satış yoluyla likidite temin etmeleri sağlanmıştır. Bu suretle, 16 Mart 2001 itibarıyla 8,5 milyar TL civarındaki kısa vadeli yükümlülükler sıfırlanmıştır. Hazine Müsteşarlığı, kağıt değiştirme ve nakit ödeme suretiyle erken itfa yoluyla kamu bankalarının nakit girişlerinin ve likidite pozisyonlarının düzenli bir yapıda gelişmesine ve böylece bu bankaların kısa vadeli borçlanma faiz oranları üzerindeki baskılarının azalmasına katkıda bulunmuştur.
Bunun yanında sermaye yapılarının güçlendirilmesi amacıyla büyük bölümü menkul kıymet olmak üzere 2001 yılsonu itibarıyla 3,6 milyar TL civarında sermaye desteği sağlanmıştır.
Bu bağlamda kamu bankalarının görev zararı 19 milyar dolar ve kamu bankalarına yapılan sermaye desteği 2,9 milyar dolar seviyesinde olduğuna göre, 2001 bankacılık krizinin kamu bankaları çözümleme maliyeti toplamda 21,9 milyar dolar düzeyindedir434.
Türkiye’de finansal liberalleşme sonrasında özel bankaların sayılarında artış kaydedilmiş ve banka sayısı 81’e kadar yükselmiştir. Daha önce de değinildiği üzere kurulan bu bankaların sermaye yapıları arzulanan seviyeden düşük, etkin denetimden uzak ve asli fonksiyonlarından uzak faaliyet yürüten yapıdadırlar.
Bu nedenle Şubat 2001 krizinin bankacılık sektörü üzerindeki etkisi de derin olmuştur.
Şubat 2001 krizi ile Türk bankacılık sektöründeki iç denetim ve risk yönetimi zafiyetleri, belirgin bir biçimde görünmüştür. Gerçekleşen riskler, zararın hızla
artmasına ve zaten yetersiz olan öz kaynakların erimesine neden olmuştur. Sektörün Aralık 2001 itibarıyla zararı 10,5 milyar TL’ye ulaşmış olması
(toplam aktiflerin %6,1’i) krizin en çarpıcı göstergelerinden birisidir. Ayrıca bu süreçte artan döviz kuru ve yükselen faiz, kaynak maliyetini yükseltmiştir435.
Yukarıda da belirtildiği üzere, Türkiye’de bankacılık faaliyetlerinin sektörün gereklerine uygun şekilde yapılmaması sürecinde ortaya çıkan içsel ya da dışsal
şokların ardından çeşitli dönemlerde bazı bankaların yönetimlerine el konulmuştur. 1994-2003 yılları arasında 20’si temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi TMSF’ye devredilen, beş adedi ise faaliyet izni kaldırılarak iflasına karar verilen olmak üzere toplam 25 banka bulunmaktadır. 1994 yılından itibaren haklarında iflas kararı verilen ve temettü hariç ortaklık hakları fona devredilen bankalara ilişkin olarak tasfiye, çözümleme ve geri kazanım çalışmaları devam etmektedir.
Fona devredilen bankaların devir zararlarının, devir tarihleri itibarıyla ABD doları türünden karşılıklarının toplamı 24.044 milyon dolar seviyesindedir.
Faaliyet izni kaldırılan veya yönetimi ve denetimi TMSF’ye devredilen toplam 25 bankanın çözümleme sürecinde tarihi değerler ile toplam 31,4 milyar ABD
doları kaynak ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu kaynağın 4,2 milyar doları fon kaynaklarından, 25,9 milyar doları Hazine Müsteşarlığı’ndan borçlanma ve
1,3 milyar doları Merkez Bankası’ndan kullanılan avanslar şeklinde temin edilmiştir 436. Özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyeti 53,3 milyar ABD doları seviyesindedir.
Diğer taraftan, özellikle 2001 krizinin bankacılık sektöründe derin hissedilmesinin nedenlerinden birisi de öz kaynakların arzulanan düzeyden aşağı olmasıdır.
Bunun sebebi ise ortakların gerektiğinde sermaye desteği sağlayacak malî güce sahip olmamaları veya bu konudaki isteksizlikleridir.
2000 yılının Aralık ayında 4,2 milyar dolar olan bankacılık sektörünün toplam dönem net zararı 2001 yılında yaşanan bu kriz sonrasında yaklaşık 2,7 milyar
dolar artmış, 6,9 milyar dolar TL dönem zararı gerçekleşmiş ve ayrıca, özel bankaların sermayesi 6 milyar dolar civarında erimiştir.
Finansal piyasaların performansını izleme araçlarından diğeri ise hisse senetlerinin günlük işlemlerinin yapıldığı borsadır. Türkiye’de İMKB (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) hisse senetlerinin alış-veriş işlemlerinin yürütüldüğü piyasadır. Tablo 25’te bu piyasada işlem gören hisse senetlerinin toplam borsa kıymeti kapitalizasyon değeri ile gösterilmektedir. Ayrıca borsada işlem gören şirketlere ait bir çok menkul kıymet ve değerli evrakın oransal olarak değişimini ölçmeye yarayan toplu endeks değerleri sunulmuştur.
Tablo: 24
İMKB’ye İlişkin Göstergeler (Milyon Dolar); (%)
Grafik-8: İMKB 100 Endeksi
Tablo’dan da izleneceği üzere yıllık ortalama bazda 2001 yılında İMKB’de tüm endeks değerinde 2001 yılında %30 oranında azalış olmuş ve endeks değeri
10138 seviyesine düşmüştür. Endeks kriz öncesi değerine ancak 2004 yılında ulaşabilmiştir. Buna ilave olarak krizin yaşandığı ay olan 2001 yılı Şubat ayında
ortalama borsa endeksi 9291 değerine inmiştir. Öte yandan borsa kapitalizasyon değeri krizin yaşandığı 2001 ve devamındaki 2002 yıllarında düşüş göstermiştir.
İlgili yıllara ilişkin borsa kapitalizasyon değerleri sırasıyla 476,8 ve 344 milyar dolar düzeyine düşmüştür.
SONUÇ
Türkiye’de halkın oylarıyla yönetime gelen siyasi iktidarların askeri devlet geleneğiyle bağdaşmayan icraatlarını takiben çeşitli şekillerde askeri müdahaleler meydana gelmiştir. Askeri müdahalelerin nedenleri ve sonuçları açısından değerlendirildiğinde siyasi, sosyal ve ekonomik unsurların öne çıktığı görülmektedir.
Bu bağlamda 28 Şubat darbesi irtica tehdidi ve laikliğin elden gitme tehlikesi bahanesiyle dönemin iktidarını değiştirmeye yönelik olarak asker, medya ve iş dünyasının ittifakıyla yapılmıştır.
Bu dönemde hukuk devleti kuralları hiçe sayılmış ve demokrasiye sistem dışından müdahale edilerek siyasi iktidar baskı kullanılmak suretiyle değiştirilmiştir. Bu müdahalenin siyasi ve sosyal bazda etkileri yanında ekonomik bakımdan da etkileri söz konusu olmuştur. Bu çalışmada 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik boyutu ele alınmıştır.
Mikro ekonomik değişkenlere yönelik veri elde etme yada elde edilen verilere ilişkin güvenilirlik sorunu yanında bazı değişkenlerin kayıt altında bulunmamasından dolayı daha çok makro ekonomik değişkenler esas alınarak 28 Şubat sürecinin ekonomiye etkileri incelenmeye çalışılmıştır.
Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. Nitekim
Türkiye’de 1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur.
2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankaları zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini devraldığı 25 banka için 31,4 milyar dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. Bankacılık sektörü kredilerinin toplam aktiflere oranı 1990’de %47, 1994’te %39 ve 2001’de %24,6 olarak gerçekleşmiştir. Bunun yanında yüksek faiz oranları reel kesimin finansman maliyetlerini artırmış ve yatırımlarda gerileme meydana gelmiştir. 28
şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır.
Kamusal denge sorununa bağlı olarak artan faiz oranları, ilgili dönemde buradan beslenen kesimi ziyadesiyle tatmin ederken, halkın refah düzeyi üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Devlet iç borçlanma senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya
oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir.
Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın
sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir.
Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve
karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar $ daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda
satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır.
Öte yandan ulusal parada değer kaybının beklenen etkileri vermesinde ihracat ve ithalatın talep esneklikleri önemlidir. İthalatın ve ihracatın talep esnekliğinin yüksek olması devalüasyondan beklenen sonucun alınmasına yardımcı olmaktadır. Tersi durumda ise ihracat ve ithalat rakamları arzulanan büyüklükte gerçekleşebilmektedir. Bu açıdan Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olmuştur. Ulusal paradaki
değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir.
Bunun yanında IMF ile yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakatlar doğrultusunda 2008 yılına kadar destek kredisinin alınmaya devam edildiği görülmektedir. Buna göre 2000-2008 yılları aralığında IMF’den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alınmış, alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında %12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır.
Türkiye’deki askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden birisi askeri kesimin gelir düzeyinin, dolayısıyla da hayat standartlarının gerilemesidir. 1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK’ın 28 Şubat sonrasında siyasal etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli gelişmeler kaydetmiştir. Aynı zamanda OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank’ı TMSF
den çok uygun bedel karşılığında satın almış ve bu dönemde karlılığını önemli düzeyde artıran nadir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya yerleşmiştir.
Son olarak 28 Şubat süreci ülkede beşeri sermaye üzerinde de etkili olmuştur. 28 Şubat kararları sonrasında TSK bünyesinden siyasi görüşü ya da dini tercihlerinden dolayı 1600’den fazla subayın görevine son verilmiş, bu kişilerin başka kamu kurumlarında çalışmaları yasaklanmış, hatta çeşitli şekillerde baskı usulleriyle özel sektörde dahi çalışmaları engellenmek istenmiştir. Öte yandan irtica tehdidi bahanesiyle binlerce başörtülü öğrenci mağdur edilmiş, kamu kurumlarında başörtülü çalışanlar ise ya başını açmak ya da çalıştığı kurumdan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Laiklik bahanesi altında kendisine meslek edinmek ya da mesleğini icra etmek isteyen bu bireylerin başta eğitim ve sağlık olmak üzere birçok alanda istihdam olmalarının engellenmesi, bir taraftan ekonomik gelişme sürecine negatif etki yaparken, diğer taraftan da toplumsal barışı zedelemiştir.
Bu bağlamda bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. Böylesi bir durumda ulusal ekonominin
uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir.
Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası
sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Özetlemek gerekirse, demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir.
Finansal sistemin küresel boyut kazandığı günümüzde ortaya çıkan yeni fırsatlar beraberinde bazı riskleri de taşımaktadır. Araştırmalar sermaye akışkanlığının yükselmesi ile birlikte artan risklerden dolayı meydana gelen krizlerin ülkelerde daha yüksek maliyetlere sebep olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan finansal sektörde risklerin önlenmesi yada risklerin yönetilmesi bağlamında güçlü finansal yapıların önemi daha da belirgin hale gelmektedir. Bu doğrultuda özellikle finansal sektörde banka lisansı verilmesine ilişkin değerlendirmeler her türlü siyasi etkiden uzak olmalı ve yürürlükteki düzen gibi bağımsız kurullarca yerine getirilmeli ve objektif şartlara bağlanmalıdır. Aynı şekilde mevcut ve yeni banka hakim ortaklarının ve yöneticilerinin evrensel standartlarda etik değerlere ve olumlu toplumsal imaja, sektörün gerektirdiği ölçüde sürekli ve sürdürülebilir sermaye birikimine sahip olan, kanun, mevzuat, kural ve prensiplere titizlikle uyan kişilerden oluşmasına özen gösterilmeli ve özel önem verilmelidir.
Diğer taraftan, gerek T.C. Ziraat Bankası, T. Halk Bankası ve T. Vakıflar Bankası T.A.O. ‘dan gerekse de Fon’a devredilen bankalara ilişkin olarak ilgili kurum ve kuruluşlardan Komisyonumuzca 1991-2001 dönemine ait, bankalarca kullandırılan ve tahsil edilemeyen en büyük 100 kredi ve kullandırıldıkları kişilere ilişkin bilgi ve belgeler talep edilmişse de, söz konusu bilgiler 5411 sayılı
Kanunun 73. ve 159. maddeleri gereğince banka ve müşteri sırrı olduğu gerekçesiyle gönderilmemiştir. Bu itibarla gerek Meclis İçtüzüğünde gerekse de 5411 sayılı Kanunda değişiklikler yapılarak, söz konusu sır niteliğindeki bilgilerin Meclis Araştırma Komisyonlarınca istenebileceğine yönelik düzenlenmenin yapılması gerekmektedir..
Sonuç olarak, siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların işlerlik kazanması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı
rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder