Saddam Hüseyin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Saddam Hüseyin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 1

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 1




Yazan: Yrd.Doç.Dr. İhsan Şerif Kaymaz* 
* Yrd.Doç.Dr.İhsan Şerif Kaymaz, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi. 



Özet 

Aşağıdaki makalede parçalanma sürecine girmiş olan Irak’ın durumu ve bu sürecin Türkiye üzerindeki olası etkileri değerlendirilmiştir. 

İngilizler tarafından 1921’de kurulan Irak’ın nüfusu ile ilgili genel bilgiler verildikten sonra, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan iki ana etnik grubun 
–Araplar ile Kürtlerin– göreli durumları tarihsel süreç içinde ele alınıp incelenmiştir. 

Sii Arapların Irak’taki konumları 1921’den günümüze değin yasanan gelişmeler ışığında irdelenmiş, bunların Sünnî ağırlıklı merkezi yönetimle 
uyuşmazlıkları, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ve Baas yönetiminin etkili politikaları sonunda giderek Arap ulusal kimliğini benimsemeleri 
anlatılmıştır. 
Bugün ülkede faaliyette bulunan baslıca Şii gruplar ve bunların ülkenin geleceği üzerindeki olası etkileri tartışılmıştır. 

Kurulusundan beri devleti sıkı bir merkeziyetçilikle yöneten Sünnî Arapların yönetim politikalarında süreç içinde meydana gelen değişiklikler özetlenmiş, bugün gelinen noktada Sünnî ve Şii Arapların Irak’ın parçalanması tehlikesi karsısındaki yaklaşımları ele alınmıştır. 

Arapların ardından Kürtlerin durumu değerlendirilmiştir. Kürt kimliği ve Kürt sorunu hakkında özet açıklamalar yapıldıktan sonra, Irak Kürtlerinin 
devletin kurulmasından buyana merkezi yönetimle çatışmaları ve bu süreçte bölge dısı emperyalist müdahalelerin rolü yine özet olarak anlatılmıstır. 

Birinci Körfez Savası’nı izleyen dönemde ülkenin kuzeyinde bir “de facto” Kürdistan Devleti’nin kurulusu, bu olumsuz gelismeye Türkiye’nin katkısı 
ve tepkisi, ortaya çıkan “de facto” oluşumun yasama sansı irdelenmiştir. 

Amerikan isgali sonrasında temel parametrelerin değismesi ve bu değisikliğin Kürt sorununa kazandırdığı yeni boyutlar ele alınmıstır. Kürdistan Devleti’nin 
“de facto” bir olusum olmaktan çıkıp, resmen tanınması olasılığı ve Irak’ın bölünmesi anlamına gelecek olan böyle bir durumun Türkiye’ye maliyeti 
değerlendirilmistir 


Giriş 


Irak, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı 
Musul, Bağdat ve Basra vilayetleri üzerinde, bölge dısı bir güç olan İngiltere tarafından kurulmuş yapay bir devlettir. Ülke toprakları, Dicle ve Fırat nehirlerinin olusturduğu vadi boyunca uzanmaktadır. Irak’ın coğrafî bütünlüğünü sağlayan Mezopotamya adı verilen bu nehir sistemidir. 

Günümüzde, Irak toprakları üzerinde yeni bir siyasal yapılanma süreci 
yasanmaktadır. Bu süreci yönlendiren ise yine bölge dısı bir güçtür. ABD’nin Irak’ın geleceğine iliskin hesaplarının, son derece karısık olan nüfus yapısından ve Kürtlerle Araplar arasındaki tarihsel düsmanlıktan yararlanarak ülkeyi bölmek ve kuzeyde bütünüyle kendisine bağımlı yeni bir yapay devlet yaratmak olduğu anlaşılmaktadır. 

Aşağıdaki makalede, Irak’ın nüfus yapısı ile ilgili genel bilgilerin ardından, 
ülkedeki iki ana etnik grubu oluşturan Araplar ile Kürtlerin Irak tarihindeki ve 
parçalanma sürecinin yasanmakta olduğu günümüzdeki göreli konumları ele 
alınmıstır. Ayrıca, Türkiye’nin, ulusal çıkarlarına bütünüyle aykırı olan bu süreçte izlediği ve hâlen izlemekte olduğu politikalar irdelenmis, genel bazı değerlendirmeler yapılmıştır. 

I. Irak Nüfusunun Yapısı 

Çesitli kaynaklar, tarihinin en parlak dönemini yasadığı 8. ve 13. yüzyıllar 
arasında, Mezopotamya vadisinin toplam nüfusunun 20 milyona yaklastığını ileri 
sürmektedirler.1 Aynı kaynaklar, Moğol istilasının yol açtığı büyük yıkımın ardından bölge nüfusunun hızla azaldığını ve 19. yüzyılın ortalarında 1,3 milyona dek düstüğünü belirtmektedirler. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1881–82/1893 döneminde yapılan genel nüfus sayımında elde edilen sonuçlar, yukarıdaki saptamayı doğrular niteliktedir. İlkel sayım teknikleri kullanılarak yapılan ve esas itibarıyla nüfusun dinlere göre dağılımının belirlenmesinin hedeflendiği bu sayımda Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinde toplam 1,5–2 milyon kisinin yasadığı anlasılmıstır.2 

Birinci Dünya Savasında bölge Dngiliz isgali altına girmistir. Dngilizlerin 1919– 
1921 yılları arasında yaptıkları üç nüfus saptamasında yaklasık nüfus 2,5 milyon 
olarak hesaplanmıstır. Bir sonraki nüfus saptaması, Irak’ın Dngiltere’den kağıt üzerinde bağımsızlığını kazandığı 1932 yılından üç yıl sonra –1935’de – gerçeklestirilmi ve ülke nüfusunun 3,5 milyona yükseldiği görülmüstür. Irak’ta modern anlamda ilk genel nüfus sayımı 1947’de yapılmıstır. Bunu 1957, 1965 ve 1977 sayımları izlemistir. Irak’ın nüfusunun 1947’de 4,8 milyon, 1957’de 6,3 milyon, 1965’de 8 milyon, 1977’de ise 12 milyon olduğu belirlenmistir. Bu tarihten sonra, sürekli savasların ve ambargoların pençesinde kıvranan Irak’ta sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmasına olanak bulunamamıstır. Çesitli uluslar arası kaynaklar, Irak’ın nüfusunun 1987’de 16,3 milyona, 2000 yılında ise 22,7 milyona çıktığını belirtmektedir. Yıllık ortalama nüfus artı hızının %3 ila %4 gibi çok yüksek düzeylerde seyrettiği Irak’ta bugün yaklasık 26 milyon insanın yasadığı ve bunun da %60’ını 20 yasın altındakilerin olusturduğu tahmin edilmektedir.3 

Aynı dönemde, nüfus artısına kosut olarak ülkede köyden kente hızlı bir göç 
yasanmıstır. 19. yüzyılın sonunda nüfusun 1/3’ünden fazlasını göçebe kabilelerin olusturduğu, kentsel yerlesimin ise %20’nin altında kaldığı belirtilmektedir. Ancak bu görünüm, son 100-150 yılda büyük değisikliğe uğramıştır. Dicle ve Fırat nehirlerinin olusturduğu vadi boyunca kurulu olan kentlerde yasayanların toplam ülke nüfusuna oranı 1957’de %28, 1965’de %44, 1977’de %64 olarak hesaplanmıstır. Bugün ise kentsel nüfusun % 80’in üzerinde olduğu sanılmaktadır.4 Fakat kırsal nüfusun hızla kentlere akması geleneksel aşiret bağlarının kırılmasını sağlayamadığı gibi, nüfusun kültürel açıdan kentleşmesi  anlamına da gelmemektedir. Tersine, Türkiye’de ve benzeri tüm ülkelerde olduğu gibi bu durum toplumsal, kültürel, ekonomik ve çevresel 
anlamda çok ciddî bozulmalara ve yozlasmalara yol açmıstır. Bu bozulma, Irak’ın son 25 yıldır içinde bulunduğu olağan dısı kosullarla birlesince, sorunlar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. 

Etnik dağılımı itibarıyla, Irak nüfusunun %75’i Arap, %18’i Kürt, %5’i Türkmen, 
%1’i Asurîdir. Kalan %1’i ise Dranlı, Ermeni, Yahudi gibi çesitli küçük topluluklardan oluşur. Dinsel dağılım incelendiğinde ise nüfusun %98’inin Müslüman; %1’inin Yezidî, %1’inin Hristiyan olduğu görülür. Müslümanların %60’ı Siîdir. Arapların yaklasık % 60’ı ile Türkmenlerin bir kısmı Siîdir. Türkmenlerin ve Kürtlerin çoğunluğu Sünnîdir. 
Yezidîler etnik olarak Kürttür. Hıristiyanlar ise çoğunlukla Asurîdir. Irak nüfusunun 26 milyon olduğunu varsayarsak, nüfusun dağılımı kabaca söyledir:5 

Nüfus(000) % 

Siî Araplar 15,250 59 
Kürtler 4,500 17 
Sünnî Araplar 4,250 16 
Türkmenler 1,250 5 
Yezidîler 0.250 1 
Asurîler 0,250 1 
Diğerleri (Dranlı,Yahudi) 0,250 1 


II. Araplar 

Irak’a demografik açıdan kimliğini kazandıran Araplardır. Her dört Iraklıdan 
üçü etnik kökeni bakımından Araptır. Ancak ülke nüfusunun ana bloğunu 
olusturmalarına karsın, son yıllara değin Araplar arasında ortak bir ulusal kimlik 
algılaması gelismemistir. Bunun temel nedeni, tarihsel kökleri çok eskilere dayanan mezhep ve asiret ayrısmasının asılamamasıdır. Söz konusu ayrısmanın ana eksenini Sünnî–Siî karsıtlığı olusturmaktadır. 

A. Şiîler 

1. Irak Devletinin Tarihinde Siîlerin Yeri 

Daha çok ülkenin güneyinde yasayan Siîler, hem ülke genelinde, hem de 
baskent Bağdat’ta çoğunluğu olusturmalarına karsın, sayısal ağırlıklarını yönetime yansıtamadıkları için Irak devletinin kurulusundan bu yana dinsel bir azınlık görünümündedirler. Ekonomik ve toplumsal gelismislik düzeyleri Sünnîlerin gerisindedir. Ayrıca aralarında bir bütünlük de yoktur. 

İngiliz isgalinin ilk yıllarında, isgal yönetimine karsı, Siî din adamlarının basını 
çektiği çok büyük bir ayaklanma çıkmıştır.6 1920 Haziranında baslayıp ancak ertesi yılın baslarında bastırılabilen bu ayaklanmanın hemen ardından Dngilizler, Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu Irak Krallığını kurarak basına da Serif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı geçirmişlerdir. 50 yıl önce Mithat Paşanın yaptırdığı Bağdat Sarayında, İngiliz Yüksek Komiseri Percy Cox tarafından Faysal’a taç giydirildiği tarih olan 23 Ağustos 1921, Irak Devleti’nin resmî kurulu tarihi sayılmaktadır.7 

Ehl-i beyt anlayısında yani Dslâm’ın Sia yorumunda, dinin devletle iliskisi; ehl-i 
sünnet anlayısına göre daha mesafelidir.8 Devletin Sünnî ağırlıklı olarak yapılanması, Siîlerin devlete daha da büyük bir kuskuyla yaklasmalarına yol açtı. Baslangıçta, pasif itaatsizlik sergileyerek, Faysal yönetiminin islevsellik kazanmasını engellemeye çalıstılar. İngilizler, buna tepki olarak Siî toplumunun önderi konumundaki din adamlarını aileleriyle birlikte İran’a sürdü. Bassız kalan Siî toplumunu denetim altına almakta da güçlük çekmediler. 1924 yılında, Siî din adamlarının siyasetle uğrasmamaları, Faysal’dan özür dilemeleri ve yönetime bağlı kalmaları kosullarıyla Irak’a dönmelerine izin verildi. 

Gerek monarsi (1921–1958), gerekse cumhuriyet (1958–2003) dönemlerinde, 
Sünnî ağırlıklı Irak yönetimiyle Siî din adamları arasındaki kusku ve güvensizlik hiç eksik olmadı. Siî din adamları devletin merkeziyetçi ve seküler politikalarına soğuk yaklasırken, Sünnî yöneticiler de Siî din adamlarının İran’la olan yakın iliskilerini her zaman kuskuyla izlediler. 

İslâm dünyasında dinin siyasallasmaya basladığı 1950’li yıllarda, Siîler de 
kendi partilerini kurdular. Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr tarafından kurulan Dava Partisinin temel hedefi, — siyasal İslâm’ı bayrak edinen tüm benzerleri gibi— seriata dayalı bir İslâm toplumu ve devleti yaratmaktı. Partinin siyasal söylemleri hiçbir zaman dar mezhepçilik kalıplarının ötesine geçemedi. 1960’lı ve 1970’li yıllar, Dava Partisinin etkin olduğu yıllardı. Özellikle 1968’de yönetime el koyan Baas Partisinin Siî din adamları üzerindeki baskıyı artırmasından sonra Parti, tepkisel kitle eylemlerine ağırlık verdi. 1974 ve 1977 yıllarındaki Hüseyiniye ve Asura törenleri, Baas yönetimini hedef alan protesto gösterilerine dönüstü.9 Buna karsın, Baas yönetiminin baskısı daha da arttı. 1978’de Dran’ın dinî lideri Ayetullah Humeyni Irak’tan sınır dısı edildi; 1979’da da Siî din adamlarına karsı geni çaplı bir tutuklama kampanyası baslatıldı. 1 Nisan 
1980’de Irak’ın dısisleri bakanı bir suikast sonucu öldürüldü. 4 gün sonra yapılan cenaze törenine ise bombalı saldırıda bulunuldu. Bunun üzerine, Dava Partisinin tüm faaliyetleri yasaklandı ve partinin kurucu lideri Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr tutuklanarak idam edildi. Dava Partisi, 1982’den itibaren eylemlerini İran’da sürdürmeye basladı.10 Partiden ayrılan Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim de yine aynı yıl Tahran’da Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyini (IDDYK) kurarak İran’ın desteğiyle Baas yönetimine karsı silâhlı direnise basladı. Iraklı Siîler arasından toplanıp, Dran tarafından silâhlandırılan gönüllülere Kuzey Irak’ta Mesut Barzani’nin denetimindeki bölgede askerî eğitim verildi. Bedir Tugayları adıyla olusturulan paramiliter güç, İran–Irak Savası boyunca Irak içinde birçok silâhlı saldırı ve sabotaj eylemi gerçeklestirdi.11 

İran–Irak Savası, Irak’ta Arap ulusçuluğunun gelisimine katkıda bulundu. 

Savaş boyunca, Irak tarihinde ilk kez, Arap ulusal kimliğinin, dinsel-mezhepsel 
kimlikleri asan bir üst kimlik olarak algılanmaya baslandığını görüyoruz. Bu algılama değisikliğinin etkilerinin Baas yönetimine yansıması gecikmedi. Saddam Hüseyin’in, Irak yönetimini tek basına ele geçirdiği 1979 yılında, ordunun üst düzey komuta kadrosu Sünnî Müslümanlardan olusuyordu. Alt kademedeki subaylarla eratın 2/3’ü Siîydi. Bu durum, İran–Irak Savası sırasında Irak ordusunda ayaklanma çıkacağı beklentisini yaratmıstı. Ama öyle olmadı. Şiî askerler Irak ordusuna bağlı kaldılar. 
Hatta sava sırasında bir ara İran Ordusunun isgali altına giren ve nüfusunun 
tamamını Siîlerin olusturduğu güneydeki sınır bölgelerinde halk, Bağdat yönetimine bağlı kalmayı sürdürdü. İran’ın Irak Siîlerini hedef alan ve onları İslâm devrimine katılmaya çağıran yoğun propagandası da etkisiz kaldı. 

Savaş boyunca, çok sayıda Şiî komutan Irak ordusunda kilit roller üstlendi. 1982’deki büyük İran saldırısını püskürten Irak ordusunun komutanı bir Şiîydi. Bütün bunlar, savaş sırasında ulusal duyguların dinsel duygulara ağır bastığını gösteriyordu. Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyine bağlı Bedir Tugaylarının yukarıda sözü edilen saldırı ve sabotaj eylemleri de, bunların arkasında İran’ın olduğu bilindiği için, Irak’taki Siî halk tarafından desteklenmedi.12 

Birinci Körfez Savasının hemen arkasından, Mart 1991’de IDDYK tarafından 
kıskırtılan bir kısım Şiî halk, kuzeydeki Kürtlerle eszamanlı olarak ayaklandı. Fakat bu ayaklanma, sanılanın ve umulanın tersine Şiîlerle Sünnîler arasında bir gerilim yaratmadı. Baas yönetiminin laik ve merkeziyetçi uygulamalarından rahatsız olan kimi Sünnî çevreler de Siîlerle birlikte hareket etti. Şiî ayaklanması denmesinin nedeni, Siî bölgesinde çıkması ve katılanların çoğunun da Siî olmasıydı. Diğer bir ifadeyle bu, kuzeydeki Kürt ayaklanmasından farklı olarak devleti değil, rejimi hedef alan ve rejim karsıtı tüm Arap unsurların katıldığı bir ayaklanmaydı. Bu yüzden de Batılılarca desteklenmedi ve Saddam Hüseyin tarafından kolayca bastırıldı. 

Ayaklanmanın ardından Baas yönetiminin, laik ve merkeziyetçi politikalarını 
yumusatarak, dinsel motifleri daha yoğun biçimde kullanmaya basladığını ve 
Sünnîlerle Siîleri ortak bir Irak–Arap kimliği altında birlestirmeyi amaçlayan politikaların uygulanmaya basladığını görüyoruz. Esasen, İran–Irak Savası böyle bir ulusal bütünleşmenin zemininin mevcut olduğunu kanıtlamıstı. Aradaki gelismislik farkını ortadan kaldırmak için, Şiîlerin kendilerini daha fazla gelistirmelerine ve yönetime daha etkin bir biçimde katılmalarına olanak sağlayan adımlar atıldı. Saddam Hüseyin liderliğindeki Devrim Komuta Konseyinin yapısı, üç Siî Arap, üç Sünnî Arap, bir Kürt ve bir Asurî olarak yeniden düzenlendi. Yönetimden açıkça dıslanan tek grup Türkmenlerdi. 

Baas Partisinin yerel yönetim organları olan Bölge Komuta Konseylerinin, Siî nüfusun yoğun olduğu yerlerdeki merkezlerinde yerel Siî unsurların çoğunluğu olusturmaları sağlandı. İçisleri Bakanlığı da Siîlere ayrıldı. Siîlerin yönetimdeki etkinliklerinin artmasına kosut olarak, Irak ekonomisindeki ağırlıkları da 
artmaya basladı. Eğitim düzeyi bakımından da Sünnîlerle Siîler arasındaki fark giderek kapandı. Bu gelismelere bakarak, Baas yönetiminin Siîleri kazanmak ve her iki mezhebi kapsayan ortak bir Arap ulusal kimliği yaratmak yönündeki politikasının basarılı olduğunu söyleyebiliriz.13 Bu politikanın basarısının en somut göstergelerinden birisi, Amerikan Ordusu’nun Irak’ı isgali sırasında Siîlerin isgale karsı, Sünnî Araplar kadar, hatta yer yer onlardan bile daha kararlı bir direni sergilemiş olmalarıdır. 

Saddam Hüseyin’in Şiîlere yönelik politikasının temelinde, doğrudan doğruya 
Siî halkını ve orta sınıfını muhatap alarak Siî halkı temsil ettikleri savındaki geleneksel dinsel ve asiretsel önderleri devre dısı bırakma anlayısı yatıyordu. Baas yönetimi sırasında baskı altında tutulan bu feodal önderler, Amerikan isgalinden sonra yeniden güç ve etkinlik kazandılar ve Şiî halkı temsil etme konusunda aralarında çetin bir rekabete giristiler. 

2. Başlıca Şiî Gruplar 

Amerikan isgali sonrasında Siîleri temsil ettikleri savıyla aralarında rekabete 
girisen baslıca gruplar şunlardır. 

a. Sadr Grubu: Baas yönetiminin, feodal Siî önderlere yönelik baskı 
politikasının baş hedefi Necef’teki Sadr ailesiydi. Çünkü 1980’lere değin, Siî direnisinin simgesi durumunda olan Dava Partisini kuran ve Irak Siîlerinin dinsel liderliğini yapan kisiler bu aileden çıkmıstı. Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr 1980’de; Ayetullah Muhammed Sadık el Sadr 1999’da öldürüldü. Ailenin ikinci derecedeki birçok üyesi de Saddam Hüseyin döneminde öldürüldü. Hâlen ailenin liderliğini, 30 yasını henüz doldurmu olan Mukteda el Sadr yapmaktadır. Amcası Bekir el Sadr ve babası Sadık el Sadr gibi o da, Siî toplumunun liderliğini üstlenmek istemektedir. Mensup olduğu ailenin Siîler arasındaki saygınlığından ve “Havza” denilen Necef’teki Siî din okullarının denetimini elinde bulundur masının ona sağladığı avantajdan yararlanarak, siyasal ağırlığını artırmaya çalısmaktadır. Karizmatik bir kisiliğe sahip olmasının yanı sıra çok genç ve hırslıdır. Genç olması nedeniyle dinsel hiyerarsideki yeri alt sıralardadır. Irak’taki Şiîler arasında en fazla taraftarı olan kisi odur. Sadr yanlılarının en güçlü olduğu yer, baskent Bağdat’ın, Saddam Hüseyin döneminde “Saddam Kenti” 
olarak adlandırılırken, Amerikan isgalinden sonra “Sadr Kenti” adını alan bölgesidir. 
Burada yasayan iki milyonu askın Siî, Mukteda el Sadr liderliğindeki Cemaat el-Sadr el-Tani örgütünün üyeleridir. Ayrıca Sadr’ın, Necef, Kerbelâ, Kûfe, Nasıriye gibi kentlerde de belli bir etkinliği vardır. 

Mukteda el Sadr, Amerikan isgaline karsı Sünnî Araplarla iş birliği yapmaktan çekinmemistir. Ama onun Irak’ın geleceği ile ilgili hesapları Sünnîlerden çok farklıdır. 
O, Siî kimliğinin ağır bastığı yani Ayetullah’lar tarafından yönetilecek olan Dslâmî bir Irak istemektedir. Bu noktada Sünnîlerle uzlasması olanaksızdır. Fakat Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve yabancı isgalden kurtarılması konusunda Sünnîlerle görüş birliği içindedir. Ortak düsman ve ortak tehlike sürdükçe, geleceğe iliskin hesapların ikinci plana atılmaya çalısıldığı görülmektedir. 

Mukteda el Sadr, hem ABD tarafından baslatılan Irak’ın yeniden yapılandırılması 
sürecine, hem de geçici Irak yönetimine katılmayı reddederek tavrını 
açıkça ortaya koymustur. Emrinde, sayıları on binlerle ifade edilen, Mehdî Ordusu adlı silâhlı bir güç bulunan Sadr, zaman zaman Amerikan isgal güçleri ve rakip Siî gruplarıyla çatısmaya girmektedir. 2004 yılının Nisan–Mayıs ve Ağustos aylarında iki kez güç gösterisinde bulunduysa da basarılı olamamıstır. Bu basarısızlıklar, Mehdî Ordusu’nun çok iyi örgütlenmi ve silâhlanmı durumdaki isgal güçleri karsısında fazla şansı olmadığını göstermistir.14 

b. Hakim Grubu: Irak islâm Devrim Yüksek Konseyi (IDDYK) adı altında 
örgütlenmi olan grubun lideri Ayetullah Muhammed Bekir al Hakim yukarıda 
belirtildiği gibi, 1982 yılında Dava Partisinden ayrılarak, eylemlerini Dran destekli olarak sürdürmeye baslamıstı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden kısa bir süre sonra 23 yıldır sürgünde yasadığı iran’dan Irak’a döndü ve döner dönmez de —23 Ağustos 2003’de— düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü. Onun ölümü üzerine IDDYK’nin basına kardesi Abdülaziz el Hakim geçti. 

Hakim Grubu da tıpkı Sadr Grubu gibi, iran örneğine uygun bir Siî Dslâm 
devleti kurulmasını amaçlamaktadır. Ancak Abdülaziz el Hakim, aynı zamanda 
akrabası olan Mukteda el Sadr’dan farklı olarak, geçiş döneminde ABD ile sorun 
yasanmaması gerektiğini düsünmektedir. Bu yüzden, geçici Irak Yönetim Konseyine üye olmayı kabul etmistir. Böylece Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde etkinliğini artıracağını hesaplamaktadır. Oysa, öldürülen Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim’in bu görüste olmadığı biliniyordu. 

Grubun en önemli dayanağını, Bedir Tugayları adı verilen ve sayıları 10–15 
bin olarak tahmin edilen silâhlı paramiliter güç olusturmaktadır. Fakat geçmiste İran’la ve Kürtlerle i birliği yapmı olması, Siî Araplar gözündeki saygınlığını önemli ölçüde zedelemistir. Bugün de, ABD ile ılımlı iliskiler içine girdiği için hem Siî grupların birçoğu ile, hem de Dran ile arası açılmıstır.15 

c. Ayetullah Mirza Ali el Sistani: Irak’taki Siî din adamlarının en kıdemlisi ve 
Necef’teki “havza”nın da lideridir. Siîlikte, Sünnîlikten farklı olarak içtihat kapısı 
kapatılmamıstır ve taklit edilecek müçtehidin de hayatta olması kosulu vardır. Sistani, bugün için Irak Siîleri tarafından en yüksek dinsel otorite olarak kabul edilen ve “Mercii Taklid” unvanını tasıyan kisidir. Siîler, “Merci-i Taklid”e humus adı verilen ve gelirlerinin 1/5’ini olusturan bir tutarı ödemekle yükümlüdür. “Merci-i Taklid” bu parayla gereksinimi olan yoksullara yardım eder. Dolayısıyla, “Merci-i Taklid”in dinsel otoritesiyle bağlantılı bir ekonomik gücü de vardır.16 Kısacası, Sistani’nin emrinde Sadr ve Hakim’in sahip olduğu gibi silâhlı güçler yoktur. Onun gücü, “Merci-i Taklid” olarak sözlerinin ve davranıslarının önemsenmesinden kaynaklanmaktadır. Sistani, ABD’nin inisiyatifinde gerçeklestirilecek bir siyasî düzenlemeye karsıdır. O, serbest seçimlere ve çoğulculuğa dayanan demokratik bir yapılanmayı savunmaktadır. 

Çünkü böyle bir yapılanmanın, sayısal üstünlükleri sayesinde Siîlerin 
ve doğal olarak da kendisinin, yönetimde etkinlik kurması sonucunu doğuracağını hesaplamaktadır. Onun bu yaklasımı, ABD’yi zor durumda bırakmaktadır; çünkü Sistani’nin istemi doğrudan doğruya, liberal, temsili demokrasinin gereği olan bir istemdir. Irak’a demokrasi getirmek için müdahale ettiğini iddia eden ABD, Sistani’nin bu isteğine açıkça karsı çıkamamıs, ama kabule de yanasmamıstır. Çünkü, ABD’nin gerçek niyeti, süreç içinde Irak’ı bölmektir. Demokrasi yalnızca, propaganda amaçlı siyasî bir slogandır. Nitekim Geçici Ulusal Meclis serbest seçimler yerine, partilerin gönderdiği üyelerle olusturuldu. Yapılan seçimin de ne ölçüde demokratik olduğu tartısmalıdır. ABD’nin gerçek niyetinin ortaya çıkmasına karsın tavrını değistirmemesi, 
hele Amerikan ordusunun Irak’ta gerçeklestirdiği ve televizyonlar aracılığıyla tüm dünyaya ulasan insanlık dısı davranıslar karsısında sessiz kalması, Sistani’nin saygınlığına gölge düsürmüstür.17 2005 Ocak ayında yapılan seçimlerin açıklanan sonuçları, Sistani’nin etkinliğini her seye karsın koruduğunu göstermistir. Ama Irak’ın bugünkü resminde, görünenle görüntünün ardında gizlenen gerçek çok farklı olabilir. 

ç. Dava Grubu: Irak’ta yasaklandıktan sonra, Dran’da yeniden faaliyete geçen 
Dava Partisi, 1984’ten itibaren Batı’ya yaklastı. Partinin baskanlığına getirilen Dr. Muvaffak el Rubai de Londra’ya yerlesti. Mart 1991’de Beyrut’ta; Haziran 1992’de Viyana’da; Eylül 1992’de de Saklava’da Batı güdümünde yapılan Irak Muhalifler Kongresine katılan Dava Partisi yöneticileri, aynı yıl Amerikan güdümünde kurulan Irak Ulusal Kongresinin yürütme kuruluna üye verdi ve Kongrenin Ekim 1992’de Selahaddin kentinde yapılan toplantısına da katıldı. Parti, 1993’te Irak Ulusal Kongresinden ayrıldığını açıkladı.18 Buna karsın Batı ile yakın iliskilerini sürdürdü. 

Amerikan isgalinden sonra Irak’ta yeniden faaliyete geçen Dava Partisi, Irak’ın 
yeniden yapılandırılması sürecine katılma ve geçici Irak Yönetim Konseyine üye 
verme kararı aldı. Konseyde Dava Partisini İbrahim el Caferî temsil etti. Batı ve 
Amerikan bağlantısı nedeniyle, partinin Siî halk üzerinde bir etkisi bulunmamaktadır. 

d. Irak Ulusal Kongresi: 1992’de, tüm Irak muhalefetini tek çatı altında 
toplamak düşüncesindeki ABD’nin girisimiyle kurulan ve merkezi Londra’da bulunan örgütün basına Ahmed Çelebi getirildi. Örgütün Irak halkı üzerinde hiçbir etkisi bulunmamaktadır. ABD, geçici Irak Yönetim Konseyinde baskanlık yapan Ahmed Çelebi’yi, geçi hükümetinin de basına geçirmeyi tasarlıyordu. Ama, Ürdün ve Mısır’da banka dolandırmaktan kesinlesmi cezaları bulunan, üstelik Siî halk tarafından da bir iş birlikçi olarak görülen Çelebi’nin kendisine yararlı olamayacağı sonucuna vararak onu gözden çıkardı.19 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 11

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 11



IRAK’TA DARBELER ,


ORSAM RAPORU,

1936 Darbesi: 1941 Darbesi: 
Bekir Sıdkı liderliğinde gerçekleşen darbedir. Darbe hem Irak’ta hem de Arap ülkeleri arasında gerçekleşen ilk darbe olarak tarihi geçmiştir. 
Dört milliyetçi Iraklı general tarafından gerçekleştirilen darbedir. Darbe sonrası Abd’ulilah Ürdün’e kaçmıştır. 

1968 Darbesi: 
1966 yılında Abdüsselam Arif şüpheli bir uçak kazasında hayatını kaybetmesinin ardından başa geçen kardeşi Abdurrahman Arif’i yönetimden çekilmeye zorlayan Baas Partisi ve bazı ordu komutanlarınca gerçekleştirilen darbedir. Ahmed Hasan el Bekir başa geçmiştir. 

1958 Darbesi: 
Abdülkerim Kasım önderliğinde gerçekleşen darbedir. Kral 2. Faysal ve Krallık ailesinden pek çok kişi darbe sonrasında idam edilmiştir. 

1959 Musul Darbe Girişimi: 
Abdülkerim Kasım’ı devirmek için Musul’da başlatılan başarısız darbe girişimidir. 

Şubat 1963 Darbesi: 
Abdülkerim Kasım’ın başa geçmesinin ardından orduda generaller arasında güç mücadelesi yaşanmaya devam etmiştir. Bunun sonucunda da Abdüsselam Arif tarafından gerçekleştirilen darbe ile Abdülkerim Kasım devrilmiştir. 

Kasım 1963 Darbesi: 
Baas Partisi içinde, Nasır karşıtı ve Nasır destekçileri arasında yaşanan mücadelenin sonucunda yaşanmıştır. Bu güç mücadelesinden yararlanan 
Abdüsselam Arif yönetimi ele geçirmiştir. 


IRAK’TA SARAY İÇİ DARBE SADDAM HÜSEYİN VE İKTİDARA GELİŞİ 

Ferhat PİRİNÇCİ 
Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,


Saddam Hüseyin iktidara geldikten hemen sonra Baas Partisi içinde olsun olmasın kendisine rakip olan veya risk oluşturan bütün kişi ve grupları tasfiye etmeye başlamıştır. İdam, ‘kaza’ sonucu ölüm, hapis cezası veya sürgün şeklindeki bu tasfiyelerde, Saddam’ın en önemli dayanağı kendisine bağlı olan istihbarat ve güvenlik örgütleri olmuştur. Bu örgütlerin şekillenmesi sırasında aşiretçilik ve akrabalık ilişkileri önemli rol oynamıştır. 

Irak, Suriye ve Mısır’ın ardından Arap Ortado-ve başarısız girişimlerle devam etmiştir. Saddam Hüğu’sunda darbeler sonucu iktidar değişimi yaşayan seyin’in 
1979 yılında saray içi bir darbeyle iktidara üçüncü ülkedir. 1958’de Monarşinin yıkılması ve gelmesinden sonra, 2003 yılındaki Amerikan işgaline cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanan General Kasım dar-kadar gerçekleştirilen darbe girişimleri başarısız olmuş besi ile başlayan darbeler serüveni, çok sayıda başarılı ve 
Saddam Hüseyin iktidarını koruyabilmiştir. 

Saddam Hüseyin İktidarına Kadar Irak’ta Başlıca Darbe Girişimleri 
Tarihi Yapan Kişi / Grup Sonuç 

14 Temmuz 1958 General Abdülkerim Kasım (Milliyetçi, Komünist, Baasçı gruplar) Monarşi devrildi, Kral II. Faysal öldürüldü. 
Mart 1959 Musul merkezli (Baasçılar ve Nasırcılar) Başarısız, bastırıldı. 
7 Ekim 1959 Baasçılar, (Saddam Hüseyin’in içinde yer aldığı suikast ekibi) Başarısız, General Kasım’a suikast, yaralandı. 
8 Şubat 1963 General Abdülselam Arif (Baasçılar ve Nasırcılar) 
Başarılı, General Kasım öldürüldü, General Arif Devlet Başkanı oldu. 
13 Kasım 1963 General Arif Başarılı, Baasçılar tasfiye edildi. 
14 Ekim 1964 Saddam Hüseyin ve Baasçılar Başarısız, Saddam hapse girdi. 
17 Temmuz 1968 Saddam Hüseyin ve Baasçılar Başarılı, General Abdurrahman Arif devrildi, General Ahmed Hasan Bekir Devlet Başkanı oldu. 
30 Temmuz 1968 General Bekir, Saddam Hüseyin Başarılı, İkili gücünü pekiştirdi, Başbakan Albay Naif Fas’a Büyükelçi, Savunma Bakanı Albay 
Davut Ürdün’e Askeri Ateşe olarak atandı. 
30 Haziran 1973 Albay Nedim Kazzar Başarısız, Albay Nedim Kazzar yakalandı, idam edildi. 
16 Temmuz 1979 Saddam Hüseyin Başarılı, saray içi darbe, General Bekir çekildi, Saddam Hüseyin Devlet Başkanı oldu. 
28 Temmuz 1979 Saddam Hüseyin Başarılı, Saddam Hüseyin iktidarını konsolide etti. 

Birçok kişi, Saddam Hüseyin dendiğinde 2003 Amerikan işgali sırasında askeri üniformasıyla yaptığı konuşmaları hatırlar. Hatta Saddam, hakkında idam 
kararı verildiğinde “bir asker olarak kurşuna dizilerek idam edilmek istediğini” ifade etmiştir. Ancak buna rağmen Saddam Hüseyin’in herhangi bir askeri geçmişi yoktur. İlkokuldan sonra askeri okula başvurmasına rağmen kabul edilmemiştir. Buna rağmen Baas iktidarında 1 Kasım 1974’te Korgenerallik rütbesi verilmiş, iktidarı tamamen ele geçirdikten sonra ise 17 Temmuz 1979’da Mareşalliğe yükselmiştir. Askeri hiçbir geçmişi olmayan Saddam Hüseyin’e ilişkin bu anekdot, aslında Saddam’ın uyguladığı politikalarla iktidara adım adım nasıl geldiğini de yansıtmaktadır. Zira Saddam Hüseyin, monarşi sonrasındaki Irak 
darbeler tarihinde asker kökenli olmayan ilk Devlet Başkanı olmuştur. 

Henüz 22 yaşındayken monarşiyi deviren darbenin lideri Başbakan General Abdülkerim Kasım’a başarısız bir suikast düzenleyen ekibin içinde yer alan Saddam Hüseyin, ülkeden kaçarak Şam ve Kahire’de sürgün hayatı yaşamış; 1963’te General Kasım’ın devrilmesiyle Irak’a geri dönebilmiştir. Bu kez Baas’ı yönetimden tasfiye eden Devlet Başkanı Abdülselam Arif’e darbe hazırlığındayken yakalanan Saddam, cezaevine girmiş 1966’da cezaevinden kaçarak 1968’e kadar yer altında Baas faaliyetlerini yürütmeye devam etmiştir. 

Baas Partisi’nin General Ahmed Hasan el Bekir öncülüğündeki darbeyle Saddam Hüseyin adım adım iktidara yürümeye başlamıştır. Bu noktada Saddam 
Hüseyin’i tek başına iktidara getiren yolda iki faktör ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi 1968 darbesinin lideri General Bekir’le akrabalık ilişkisidir. 
Saddam’ı büyüten dayısı Hayrullah Tulfah General Bekir’in teyzesinin oğludur. Bu akrabalık ilişkisi Bekir için Saddam’ın en güvendiği adamı olmasında önemli bir rol oynamıştır. İkinci faktör ise Saddam’ın monarşinin devrilmesinden önce başlayan siyasal faaliyetleri ve tecrübeleridir. 1958, 1959, 1963 ve 1964’te iktidara çok yaklaşmasına rağmen girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması veya bir karşı darbeyle tasfiye edilmesi, Saddam Hüseyin’e istihbarat ve güvenlik 
örgütlerinin önemini öğretmiştir. 

Bu nedenle General Saddam Hüseyin, monarşi sonrasındaki Irak darbeler tarihinde asker kökenli olmayan ilk Devlet Başkanı olmuştur. 

Bekir 1968’de Devlet Başkanı olduğunda Saddam Hüseyin Devrim Komuta Konseyi (DKK) Başkan Yardımcısı olmasına rağmen perde arkasında olmayı 
tercih ederek, rejimin mevcut güvenlik ve istihbarat örgütlerinde revizyonlar yapmış ve yeni örgütlenmelere gitmiştir. Ancak en önemlisi, Saddam bu politikaları uygularken örgütlerin tamamını doğrudan kendine bağlamış ve kendisine tehdit oluşturan kişi ve grupları teker teker sistemden tasfiye etmiştir. 

Saddam Hüseyin’in 1979’da Devlet Başkanlığına gelmesi, ‘kansız bir saray içi darbe’ olarak nitelenmektedir. Oysa Saddam iktidara adım adım gelirken de 
iktidara geldikten sonra da Irak’ta kan sürekli akmaya devam etmiştir. Saddam’ın iktidara gelmesinin ‘kansız’ olarak nitelenmesinin nedeni, Devlet Başkanı General Bekir’in hastalığını gerekçe göstererek Saddam lehine Devlet Başkanlığından çekilmesidir. Aslında geçiş yumuşak olmuştur. Zira 65 yaşında iktidarını Saddam’a devreden General Bekir öldürülmemiş, sürgüne gönderilmemiş, ailesiyle Irak’ta yaşamaya devam etmiş ve 1982’de ölmüştür. Cenazesi Saddam’ın katıldığı büyük bir devlet töreniyle defnedilmiştir. Irak darbeler ve karşı darbeler tarihine bakıldığında, devrilen veya başarısız darbe girişiminde bulunan kişiler ya öldürülmüş ya sürgüne gönderilmiş ya da hapse atılmıştır. 

Saddam Hüseyin iktidara geldikten hemen sonra Baas Partisi içinde olsun olmasın kendisine rakip olan veya risk oluşturan bütün kişi ve grupları tasfiye etmeye başlamıştır. İdam, ‘kaza’ sonucu ölüm, hapis cezası veya sürgün şeklindeki bu tasfiyelerde, Saddam’ın en önemli dayanağı kendisine bağlı olan istihbarat ve güvenlik örgütleri olmuştur. Bu örgütlerin şekillenmesi sırasında aşiretçilik ve akrabalık ilişkileri önemli rol oynamıştır. Zira söz konusu örgütlere başta kendi doğum yeri olan Tikrit olmak üzere Dur, Şavkat, Huveyce, Beyji, Samarra, Ramadi, Felluce, Bakuba gibi yerlerden Sünni Arap gençleri yerleştirmiştir. Bununla da yetinmeyen Saddam, bazı örgütlerin ve askeri birliklerin başına da kardeşleri ve kuzenleri gibi yakın akrabalarını getirmiştir. 

Saddam Hüseyin’in saray içi darbeyle iktidara gelmesinin kısa vadeli sonuçlarına değinirken, aslında bu durumun 1968’de başlayan bir sürecin devamı olduğu 
göz adı edilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, Saddam’ın 1979’da iktidara gelişinde 1968’den beri istihbarat ve güvenlik örgütlerindeki rolü ve tasfiyeleri en önemli 
faktördür. Bununla beraber 1979’dan sonraki dönemde Irak ve bölge tarihi açısından Saddam kaynaklı önemli gelişmeler söz konusu olmuştur. 

Bunların başında 22 Eylül 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı gelmektedir. Sekiz yıl süren ve yaklaşık bir milyon insanın ölümüne neden olan bu savaşın ardından, Saddam 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu işgalin sonrasında Irak’a kapsamlı uluslararası yaptırımlar uygulanmış, ülke içinde karışıklıklar çıkmış ve çıkarılmış, ancak buna rağmen Saddam iktidarını devam ettirebilmiştir. Saddam’ın bu dönemde devrilmemesinde, istihbarat ve güvenlik örgütleri ile akrabalık ve aşiretçiliğin önemli rolü olmuştur. 

Saddam kaynaklı bölgesel düzeyde istikrarsızlığın sonuçları Irak özelinde daha kanlı ve acı izler bırakmıştır. Zira nüfusunun çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu 
Irak’taki Saddam yönetimi, İran’la savaş başlamadan önce Dava Partisi’nin önde gelen ulemalarını idam etmiş, savaş esnasında kendi halkına kimyasal 
gazla saldırılar düzenlemiş ve halkı sürgüne göndermiştir. Kuzey Irak’taki Kürt gruplara karşı yapılan ve Halepçe katliamı olarak hafızalarda yer eden Enfal 
operasyonlarının sorumlusu Kimyasal Ali lakaplı General Ali Hasan el Mecid’tir. 2010’da idam edilen bu kişinin Saddam’ın teyzesinin oğlu olması, Saddam’ın 
iktidarında akrabalık ilişkilerine verdiği önemi göstermektedir. 

Saddam Hüseyin 13 Aralık 2003’te yakalanmış ve yapılan yargılamanın ardından idama mahkûm edilerek 30 Aralık 2007’de asılarak idam edilmiştir. Saddam’ın 
mirası olan istihbarat ve güvenlik örgütleriyle Irak Ordusu ise Amerikan birliklerinin Bağdat’a girmesinden sonra 2003’te dağıtılmıştır. Saddam sonrası 

1958, 1959, 1963 ve 1964’te iktidara çok yaklaşmasına rağmen girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması veya bir karşı darbeyle tasfiye edilmesi, Saddam 
Hüseyin’e istihbarat ve güvenlik örgütlerinin önemini öğretmiştir. süreçte ABD’nin desteğiyle Irak Ordusu ve güvenlik kuvvetleri yeniden oluşturulmaya çalışılırken, Saddam’ın mirası etkisini hissettirmeye devam etmiştir. Zira Amerikan birliklerine ve Irak güvenlik güçlerine karşı yapılan ve Sünni direniş olarak tanımlanan 2003-2008 dönemindeki saldırılar, büyük ölçüde Saddam dönemi istihbarat ve güvenlik örgütleri tarafından yapılmakta veya organize edilmekteydi. Hatta günümüzde DAEŞ’in Ramadi ve Felluce’deki gövde gösterisinin ardından Musul’u işgal etmesi ve toprak kontrolünü muhafaza etmesi, Saddam dönemi subay ve güvenlik örgütlerinin yardımıyla açıklanmaktadır. 

Ayrıca 2003’ten beri yakalanamayan Saddam’ın en yakın arkadaşı ve dünürü olan Devlet ve DKK Başkan Yardımcısı İzzet İbrahim el Duri’nin, bu yardımda 
önemli rol oynadığı iddialar arasındadır. 

Sonuç olarak Saddam Hüseyin, iktidara geliş yöntemi ve 2003’e kadarki iktidarıyla Irak ve bölge tarihinde derin izler bırakmıştır. Saddam’ın iktidardan 
devrilmesinden sonra da Irak özelinde ve bölge genelindeki etkisinin sona erdiğini söylemek zordur. Saddam’ın iktidara tek adam olarak gelmesinde ve 
iktidarının ancak bir işgalle sona ermesinde uyguladığı politikaların etkisi yadsınamaz. Bu politikaların bir kısmı Saddam Hüseyin’in kişiliği ve yaşadığı deneyimlerden, bir kısmı ise Irak’ın demografik ve siyasal yapısı ile darbeler tarihinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Irak’ta istikrarlı bir yönetim yoktur. Devlet yapısı hem territoryal hem de siyasal açıdan kırılgan durumdadır. Ancak Saddam sonrasında istikrarlı bir siyasal yapı kurulmuş olsaydı bile Saddam döneminin etkisini tamamen ortadan kaldırmak zor olacaktı. 

Ferhat PİRİNÇCİ 
Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,

12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

3 Mart 2017 Cuma

ORTADOĞU’DA BAAS REJİMLERİ: SURİYE VE IRAK


ORTADOĞU’DA BAAS REJİMLERİ: SURİYE VE IRAK 



Galip Çağ* 
* Yrd. Doç. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi 
e-mail: galipcag@gmail.com 

Sami Eker** 
**Arş. Gör., Çankırı Karatekin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü araştırma görevlisi 
e-mail: samieker33@gmail.com 

Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası Avrasya Strateji Dergisi 2(2): 057-072 



ÖZET 

Suriye ve Irak, Osmanlı bakiyesi toprakların biri Fransız diğeri İngiliz mandası altında kalan iki kilit Ortadoğu ülkesidir. II. Dünya Savaşından sonra Arap Dünyasını saran Pan-Arapçı yaklaşımlar ve Arap milliyetçiliği gibi düşüncelerin türevi olarak Baas ideolojisi, bu iki ülkede monarşilerden askeri darbeler silsilesine sürüklenen siyasal sürecin en etkin düşünsel motivasyonunu oluşturmuştur. Suriye’de Hafız Esad, Irak’ta ise Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle her iki ülkedeki Baasçı vizyon ülke sınırlarına hapsolan ve bölge politikaları noktasında aralarında rekabete dönüşen bir sürece evrilmiştir. 

Gittikçe otoriter tek adam yönetimlerine dönüşen iki Baas ülkesi arasındaki bu rekabet; doğrudan bir çatışmaya yol açmasa da, ilişkilerin genel seyri, 
Baas ideolojisinin itibarını sarsıp Pan-Arapçı düşünceleri boşa çıkarmış, bölge siyasetindeki yansımaları açısından da karmaşık bir görüntü vermiştir. 

Anahtar Kelimeler: Baas Partisi, Pan-Arapçılık, Hafız Esad, Saddam Hüseyin, 


I. Giriş 

Bu çalışmanın amacı özellikle son dönemde Suriye’de yaşanan kriz ve 2003 sonrası Irak’taki gelişmeler çerçevesinde tartışılan Baas rejimlerinin geçmişini, 
geliştirdiği fikirleri, dış politikadaki yansımalarını ve adı geçen iki ülkedeki uygulamalarını ortaya koymaktır. 

Nasıl ki uluslararası siyasal sistem II. Dünya Savaşı’nın sonu itibariyle yeni bir boyut kazandıysa, sistemde yaşanan gelişmelerin birer sonucu olarak 
Ortadoğu’daki ülkelerde de tarihi kırılmalar yaşanmıştır. Irak ve Suriye’nin yanı sıra Ürdün, Lübnan gibi ülkeler bu dönemde bağımsızlıklarını kazanmaya 
başlamış, hemen akabinde 1948’de İsrail’in kuruluşu da bölge siyasetindeki denklemi iyice karmaşık hale getirmiştir. I. Dünya Savaşı’nın sonundan II. 
Dünya Savaşının sonuna dek İngiltere ve Fransa’nın manda yönetimleri altında bulunan Ortadoğu devletlerinin uluslaşma, ulus-devletleşme süreçleri; ortak dil, 
ırk ve dine mensup bu ülkelerin suni sınırlarla ayrı birer devlet olması, birbirleriyle iç içe geçmiş sorunlar ve farklı dış politika yönelimleriyle yeniden vücut bulmuştur. 

1932 yılında Haşimi Hanedanlığının kurulmasıyla Irak, de facto bir bağımsızlığa kavuştuysa da, ülke genlerine işleyen İngiliz etkisi 1950’lerin sonuna dek varlığını sürdürmüştür1. Benzer bir şekilde Nisan 1920 tarihli San Remo Konferansı’nın2 ardından Suriye, Fransızlar tarafından işgal edilerek 
1946 yılına kadar bu ülkenin gölgesi altında varlığını sürdürmüştür. Ek olarak Mısır’daki İngiliz varlığı Nasır dönemine dek devam etmiş, Körfez’deki Arap 
ülkelerinde süren İngiliz protektorasının sonlanması ise daha ileri tarihlerde3 mümkün olmuştur. 

İşte bu tablo, o dönemdeki her bir Ortadoğu ülkesinde, halk tabanından askeri ve bürokratik elite, ideolojik yaklaşımlardan dış siyasetin şekillenmesine varan 
değişiklikler yaratmıştır. Bilhassa manda dönemlerinde eli silahlı, üniformalı İngiliz ve Fransız askerlerinin Arap sokaklarındaki varlığına, İsrail devletinin 
kurulması da eklenince, bu değişiklikler monarşilerin askeri darbelerle yıkılarak otoriter yönetimlere dönüşümünü beraberinde getirmiştir. Batı ve Doğu bloğu 
olarak iki kampa ayrılan dünyadaki soğuk savaşın sıcak yüzü kendisini Ortadoğu’da göstermiş, Arap-İsrail savaşlarının tetiklediği duygu dalgası 
Baasçılık, Nasırizm ve Pan-Arapçılık4 gibi fikirlerle dışa vurmuştur. 

Burada çalışmanın esas konusu olan Baasçılık ise düşünsel olarak 1940’larda ortaya çıkmış, uygulamada da 1963 yılının Şubat ve Mart aylarında Irak ve 
Suriye’de arka arkaya gerçekleşen darbelerle kendini göstermiştir. 

Baasçılık fikri ilk olarak düşünsel arka planı, parti olarak kuruluşu ve gelişimiyle, ikinci olarak ise Suriye ve Irak’ta iktidarda olduğu zaman dilimleri açısından iki kategoride incelenebilir. Tarihsel olarak bu birinci dönem 1943 -1963 yıllarını, ikinci dönem ise 1963’ten günümüze gelen yılları kapsamaktadır. 
İlk dönem itibariyle Baas Partisi, tüm Arap dünyasına yayılma hedefiyle toplansa da her ülkede yaşanan farklı gelişmeler bu düşüncenin gerçekleşmesini 
olanaksız hale getirmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını kazanan Ortadoğu ülkelerindeki siyasi yetersizlik, ekonomik zor durum ve toplumda biriken yabancı karşıtı hissiyat, mevcut monarşilere karşı olan fikirleri ağırlıklı olarak askeriyede ve bürokraside açığa çıkarmıştır. 

Baas Partisi’nin kurulmasına öncülük eden entelektüellerin sesi Suriye ve Irak’ta, askeri ve bürokratik mekanizmalar arasında yükselerek hem halk tabanına sirayet etmiş hem de mevcut rejimlerin üzerine kurulu olan dengeleri sarsmaya başlamıştır. Özellikle 1948’de Arap ülkelerinin İsrail’in kuruluşuna engel olamayışı ve yapılan savaştan mağlup olarak ayrılmaları bu süreci hızlandırmış, savaşın başarısızlığı mevcut yönetimlere fatura edilmiştir. 

Suriye’de askeri darbeler silsilesi hemen erken bir tarihte başlamış, 1949 Martında Suriye Devlet Başkanı Şükrü Kuvvetli, Albay Hüsnü Zaim 5 tarafından devrilerek iktidardan uzaklaştırılmıştır.6 

Fakat Hüsnü Zaim’in iktidarı yalnızca birkaç ay sürmüş, bu defa Sami el-Hinnavi önderliğinde Hüsnü Zaim yönetimi devrilmiştir. Irak’ta ise aralanan istikrarsızlık perdesi, kabileler arası düşmanlıklar, azınlık ve özellikle Kürt sorunu ile toprak reformu gibi siyasal ve ekonomik sorunlarla devam etmiş, etkin bir hükümetin yokluğu derinden hissedilir olmuştur.7 Baas partilerinin tam manasıyla etkin oldukları dönem ise Irak’ta 1968 ve sonrası, Suriye’de ise 1970 sonrası dönemde karşımıza çıkmaktadır. Her iki ülke de Baas yönetimleri altında tek partili ve git gide otoriteleşen birer yapı kazanmışlardır. 

Baasçılık anlayışının temel felsefesi iki ülkedeki pratiğiyle de farklı yorumlanmış, ne iç siyasal ortamlarında ne de dış politikalarında bütünlük oluşturulamamış tır. Daha doğrusu hem Irak hem de Suriye yönetimlerinde “ Baas ” fikri, tanımıyla tezat bir eylem ihtiva etmiştir. Özellikle Irak’ta Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle iki Baas ülkesi neredeyse iki hasıma dönüşmüş, bölgesel politikalardaki rekabet ve farklılaşma had safhaya çıkmıştır. 
Genel olarak iki kutuplu dünya sistemindeki yerleri, Filistin davasına olan yaklaşımları, mezhepçiliğe ve otoriterliğe evrilen politikaları iki yönetimi 
birbirinden uzaklaştırmıştır. Buna ilaveten, Suriye Baas Partisi’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne bakışı, Lübnan iç savaşındaki pozisyonu ve İran-Irak 
savaşı ile Körfez krizi sırasındaki tutumu bu makasın iyice açılmasına sebebiyet vermiştir. 

Soğuk Savaşın sona ermesiyle bölge ülkeleri arasındaki ilişki ağının daha karmaşık ve güvensiz bir hal alması, Hafız Esad ve Saddam Hüseyin rejimlerini 
siyasal ve ekonomik açıdan yeni düzene ayak uydurmaya zorlamıştır. Suriye yönetimi en güçlü müttefiki SSCB’yi kaybederken, o güne dek ABD ve 
Batı’nın dostu olan Irak, 1991 Körfez kriziyle yediği darbe sonucu evdeki hesabın çarşıya uymadığını anlamıştır. 

Suriye’de 2000 yılında Hafız Esad’ın ani ölümü üzerine oğlu Beşar Esad iktidara geçmiş, rejimin aile yönetimine dönüşen “hanedanvari” yapısı 
pekişmiştir. Amerikan işgaliyle 2003’de devrilen Saddam yönetimi ise ülkede (Baas)sızlaştırma (de-Baathification) sürecine maruz kaldıktan sonra Baas 
rejiminin tek temsilcisi olarak sahnede Suriye kalmıştır. 

II. Baasçılık Fikrinin Ortaya Çıkışı ve İktidardan Önceki Baas Partisi İdeolojik Yapı ve Olgunlaşma 

“ Rönesans ”, “ Yeniden Doğuş ” ve “ Diriliş ” gibi anlamlara gelen Baas Partisi’nin üç önde gelen kurucusunun kimliğine bakıldığında, parti ideolojisinin 
Müslüman Arapçılıktan ziyade laik, milliyetçi, pragmatik ve kapsayıcı yönü anlaşılmaktadır. Baas Partisi 1943 yılında Şam’da Rum-Ortodoks kökenli Mişel 
Eflak ve Sünni Arap kökenli Salah al-Bitar8 tarafından kurulmuş, partinin ilk kongresi 7 Nisan 1947’de İskenderun doğumlu bir Nusayri olan Zeki Arsuzi’nin 
de katılımıyla gerçekleştirilmiştir.9 

“ Birlik, Özgürlük, Sosyalizm ” sloganıyla yola koyulan Baas Partisi, düşüncelerini yayabilmek maksadıyla “ El- Baas ” adında bir de gazete çıkarmaya başlamış, 
gazetenin başına Mişel Eflak geçmiştir. Eflak ve arkadaşları Baas Partisi’nin milliyetçilik ve birlik vurgusunu Arap halklarının dinsel çekişmeler, ekonomik geri kalmışlık ve emperyalist güçlerin baskısı altındaki zor durumdan kurtulmanın anahtarı olarak görmüşlerdir. Eflak’a göre, partinin birlik, özgürlük ve sosyalizm mottosu yalnızca siyasi tiranlık ve ezici fakirlikten sıyrılma değil, Arap halklarının özgürlüğü ve kardeşliği çerçevesinde ortak bir akıl ve ruhu ortaya koymaktadır.10 

Mişel Eflak, yazılarından da anlaşıldığı gibi Arap toplumunun dönüşümü için kendisini “devrimci bir aktivizme” adamıştır. 
O, Hıristiyan bir figür olmasına karşın İslam’ı Baas’ın bütünleştirici parçası olarak görmüş, Arap ruhunu dile getirirken İslam ile Arapçılığı eşdeğer tutmuştur.11 

Her ne kadar Eflak’ın bu fikirleri ilk zamanlar Baas yapılanmasının düşünsel zeminini sağlam tutmak ve Arap toplumunun dikkatini çekmek açısından 
başarılı olmuşsa da ileride Suriye ve Irak’taki uygulamalarında da görüleceği üzere, ideolojinin teorik yönü ağır basmış, uygulamada kimi belirsiz yönler 
zuhur etmiştir. Baas hareketinin (Hizb el-Arabi el-İştiraki) temel amaçlarına bakıldığında tek bir Arap ulusu yaratmak, sosyalizmi gerçekleştirmek suretiyle 
Arap dünyasını yabancı boyunduruğundan kurtarmak, bağlantısızlık politikası çerçevesinde emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çıkmak12 gibi ana 
başlıklardan oluştuğu görülmektedir. Bu noktada ilk açmaz, “ Tek bir Arap Ulusunun Yaratılmasıyla ” ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgedeki tüm 
Arap devletlerinin tarihi ve bu tarih girdabı içindeki dinamikleri incelendiğinde, diğer Arap devletleri şöyle dursun, Baas Partisi’nin ve ideolojisinin iktidarda 
olduğu Suriye ve Irak arasındaki rekabet ve çekişme bile, bu hedefin imkansızlığını gözler önüne sermektedir. İki ülke arasındaki bu ayrılık ileride ele alınacaktır. 

İkinci olarak Baasçılık fikrinin sacayaklarından biri olduğu söylenen “sosyalizm” boyutunun ele alınması gereklidir. 
Baas sosyalizmi ile birlikte “ Arap Sosyalizmi ” veya “İslami sosyalizm ” gibi kavramlar siyaset bilimciler tarafından tartışılan ve gri noktaların üzerinde toplandığı bir alan haline gelmiştir. Yine de üzerinde anlaşılan nokta, Baas sosyalizminin ne Sovyetler Birliği modelindeki gibi bir sosyalizme benzediği ne de bundan tam 
anlamıyla koptuğudur. Bu konudaki en öz açıklama Mişel Eflak’ın “sosyalizm bizim için milli koşullara ve ihtiyaçlara yarayan bir araçtır. Bir felsefeye temelli ya da normatif bir eylem olarak da bakılmamalıdır. Bu sadece milliyetçilik ağacının bir dalıdır.” sözüdür. Yani sosyalizme olan bu yaklaşım Arap sosyalizminin, 
Arap milliyetçiliğinin bir kategorisi olarak görülmesiyle yakından ilgilidir.13 Yine de, toplumsal eşitsizliğin azaltılması, özel mülkiyetin sınırlandırılması, 
yerli-yabancı özel firmaların kamulaştırılması14 gibi hususlar Baasçılık ile sosyalizmin birbirinden çok da uzak noktalarda olmadığını göstermektedir. 

Şunu da ekleyebiliriz ki, Baas’ın ideolojik tanımlaması yapılırken dile getirilen sosyalizme yakınlığı, belki de batılı güçlerin himayeleri altında yaşamış bu 
ülkelerin hem toplumsal dokusundaki hem de üst yönetim yapısındaki tarihi ve psikolojik bir refleksin ürünüdür. Yani emperyalist batıya olan karşıtlık, (o 
dönemdeki uluslararası siyasal ortamın doğası da göz önüne alınırsa) Baas’ı sosyalizme, bir başka ifadeyle Suriye ve Irak’ı Sovyetler Birliği’ne yakınlaştır mıştır denilebilir. 

Irak cephesine baktığımızda, başta modern sınai bir ekonominin inşası ve Batı destekli Ortadoğu krallıklarının yıkılması fikrini benimseyen Arap jenerasyonu 
tarafından önemli bir çekim merkezi olan15 Baas Partisi’nin Irak’taki temelleri, 1948 Arap-İsrail savaşının ardından Feyiz İsmail, Vasfi el Ganim ve Süleyman 
el-Eysa adındaki 3 Suriyeli aktivistin Bağdat’a gitmesiyle atılmıştır. 1949’da Bağdat’ta Irak Baas Partisi kurulmuş ve 1951’de Şam’daki “Baas Ulusal 
Önderliği” tarafından tanınmıştır. İlk zamanlar öğrenci grupları, iş adamları ve entelektüeller tarafından ilgi gören partiye sonraları Irak siyasetinde önemli rol 
oynayacak olan Hasan el-Bekir, Salih Mehdi Amaş ve Abdullah Sultan gibi isimler de katılmıştır.16 

İktidara Giden Baas 

1958 tarihi, hem Suriye hem de Irak’taki Baas partileri için ilk zamanlar olumsuz sonuçlar doğurduğu izlenimini verse de uzun vadede iktidara giden  yolun taşlarını dizecek gelişmelere ön ayak olmuştur. 1 Şubat 1958 yılında Nasır liderliğindeki Mısır ile dönemin Suriye iktidarı arasında Pan-Arap  ülküsünün ilk somut adımı olarak tahayyül edilen bir birleşme yaşanmış ve Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) kurulmuştur. Bu duruma son aylarını yaşayan 
Haşimi Hanedanlığı yönetimindeki Irak, Ürdün ile “Arap Federal Birliği’”ni kurduğunu duyurarak karşılık vermiştir. Bu karşılık Temmuz ayında General 
Abdülkerim Kasım’ın gerçekleştirdiği kanlı darbe sonucu Irak’ta monarşinin yıkılıp Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle daha ileri bir boyuta taşınmıştır. 

Suriye'deki Baascıların da etkisiyle 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulması ile birlikte Arap dünyasında dengeler değişti. 1955'ten bu yana Mısır 
ve Suriye birleşmeyi görüşmelerine rağmen bir türlü gerçekleşmemişti. Suriye, Mısır'ın yanında bağımsızlığını korumaktan yanaydı. Suriye' deki bürokratlar ve 
Baas partisi Nasır ile birleşmekten yanaydı. Ancak bu birleşme çok kolay görünürken uygulamada pek çok problemi ortaya çıkardı. Suriye'de Mısırlı 
bürokratlar kilit yerlere yerleştirilince bu Suriyelilerin tepkisine neden oldu. Bir bakıma Suriye, Mısır kontrolüne giren bir uydu devlet görüntüsü sergilerken 
Suriyeliler bundan rahatsızlık duymaya başladı17. 

Suriye’deki Baas’ın elit kademelerdeki ve muhalefetteki olgunlaşma sürecine denk gelen BAC’nin kuruluşu, o dönemde Hava Kuvvetleri Komutanı olan 
Hafız Esad’ın başını çektiği Baasçı subayları ciddi ölçüde rahatsız etmiştir.18 Bu rahatsızlık, iktidar hırsını perçinlemiş, Mısır’ın şemsiyesi altında olmak 
istemeyen grup 1959 yılının sonuna doğru istifa emiştir. Bu olaydan bir buçuk yıl sonra ise Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılmış ve birlik dağılmıştır. 

Irak’ta General Kasım’ın iktidarı boyunca (1958-1963) Irak Baas Partisi faaliyetlerini yeraltından yürütmüş, birçok defa Kasım’ın darbesine karşı bir 
darbe yapılması planlanmıştır. Abdülkerim Kasım, Suriye’deki gelişmelerden etkilenen Baasçıları sindirmeye çalışmış, iktidarının geleceği açısından tehdit 
olarak algılamıştır. Hatta ülkedeki bir diğer muhalif örgüt olan Komünistlerin desteğini alarak Baasçıları dengelemeye çalışmış19, bu düzen içinde kendi 
otoriter yönetiminin temellerini atmıştır. Kasım rejimi ile Baasçılar arasındaki en önemli sorun, Baasçıların paradoksal bir biçimde Suriye’deki muadillerinden 
farklı olarak BAC’ne Irak’ın da katılması yönündeki çabaları olmuştur. Kasım’ın sert bir biçimde karşı durduğu bu husus 1960’ların ortalarında el- Bekir döneminde de gündeme gelmiş fakat el-Bekir’in de kişisel çabalarına rağmen Nasır yönetimiyle yaşanan çeşitli anlaşmazlıklardan ötürü başarısız olmuştur.20 

Baas’ın ilk defa iktidar koltuğuna oturması 8 Şubat 1963’te Irak’ta yapılan askeri darbeyle söz konusu olmuştur. Lakin bu ilk tecrübe pek uzun soluklu 
olmamış, darbeden sonra Nasırcı Albay Abdüsselam Arif Mareşal rütbesiyle Devrim Konseyi Başkanlığı’na getirilirken, Başbakanlığa darbenin liderlerinden 
ve Baas üyesi olan General Hasan el-Bekir getirilmiştir. Bu durumun askeri yönetim içinde yeni ayrışmalara sebebiyet vermesi gecikmemiş, iktidar 
mücadelesiyle zayıflayan Baasçılara yönelik “karşı darbe” 9 ay sonra gelmiştir.21 Bu kısa Baas dönemi 1963’den 1966’ya kadar Abdüsselam  Arif’in22, 1966’dan 1968’e kadar ise kardeşi Abdurrahman Arif’in iktidarlarıyla kesintiye uğrasa da el-Bekir ve en önemli yardımcılarından Saddam Hüseyin’in  iktidar arzusu dinmemiştir. 1963’deki karşı darbenin rövanşı 1968 yılında alınmış, Arif iktidardan uzaklaştırılırken Irak’ta 35 yıl sürecek Baas yönetimi kurulmuştur. 

Öte yandan Suriye’deki grup 8 Şubat 1963’te Irak’ta gerçekleşen darbenin verdiği cesaret ve motivasyonla, bu olaydan tam bir ay sonra darbe yapmış, o 
günden bugüne devam eden Baas rejiminin temelleri atılmıştır. Suriye’deki Baas rejimi Irak’takine benzer dış kaynaklı meydan okumalarla karşılaşmamış 
fakat esas sorun rejim içinden doğmuştur. O dönemde bir yanda Salah al-Bitar ve Mişel Eflak gibi sivil kökenli Baasçılar bulunurken, Hafız Esad ve Salih 
Cedid gibi asker kökenli Baasçılar ayrı bir cephede boy göstermiş, fikirsel ayrılığa düşmüşlerdir. Bu ayrılığın bir sonucu olarak 1966’da gerçekleşen Baas 
içi darbe ile “ılımlılar”23 ekarte edilmiş, radikal olarak bilinen askeri grup etkinlik kazanmıştır. Baas içi çekişme ortamı bununla kalmamış, lakin son 
darbeyi 1970 yılında parti içindeki milliyetçi grubun temsilcisi olarak o dönem Savunma Bakanı olan Hafız Esad vurmuş24, General Salih Cedid’in yanı sıra 
Devlet Başkanı olan ve “ilerici” grubu temsil eden Nurettin Atassi’de devrilmiştir.25 

Sonuç itibariyle Suriye’de Hafız Esad, Irak’ta ise görünürde el-Bekir fakat gerçekte Saddam Hüseyin’in yükselen popülaritesi ve nüfuzuyla bu iki ülke 
Baas rejimleriyle yönetilmeye başlamıştır. Bu yeni ortam yeni sürprizleri de beraberinde getirmiş, Baas düşüncesin bölge siyasetine daha ağır ve merkezi bir hareket olarak yansıması beklenirken, iki ülke arasındaki yarış, ideolojilerinin ve rejimlerinin yara almasında başkaca faktörlere lüzum bırakmamıştır. 

Yönetimde ve Dış Politikada Baas: Hafız Esad – Saddam Hüseyin 

1968 yılında General Hasan el-Bekir liderliğinde Baas darbesi gerçekleştiğinde el-Bekir’in yardımcısı konumundaki Saddam Hüseyin, grup içindeki en etkin 
kişilerden biri olarak sivrilmekteydi. Kırsal kesimden fakir bir ailenin çocuğu olarak büyüyen, lakin basamakları hızlı çıkarak Baas Partisi ve orduda yükselen 
Saddam, kısa zamanda ülke yönetiminde fiilen en güçlü kişi konumuna gelmiştir. 1968-1979 döneminde Irak’ı perde arkasından yönetmiş, 1979 yılının 
Temmuz ayında ise Başkan Bekir, Saddam’ın baskısı sonucu tüm görevlerini bırakmak durumunda kalmıştır. 

Bir müddet ev hapsine alınan el-Bekir (resmi rivayetlere göre hastalanarak istifa etmişti), daha sonra idam sehpasına çıkarılmıştır.26 Irak’ı fiilen yöneten Saddam ise artık partinin ve devletin tüzel yöneticisi olmuştur.27 Baas yönetimi açısından Bekir’in dönemi halefi Saddam’a kıyasla görece esnek bir dönem 
olmuş, parti üyesi olmayan kişilere de yönetim kadrolarında yer verilmiştir. Lakin Saddam dönemiyle birlikte sistematik bir baskı ve korku politikası 
uygulanarak rejimini otoriter ruhu canlandırılmıştır.28 

Irak’ta Baas rejiminin icraatlarından ilki 1972 yılında ülkedeki tüm enerji sektörlerinin millileştirilmesiyle olmuştur. Başrolünü Saddam Hüseyin’in 
oynadığı bu süreçte hem yeni rejimin ekonomik alanda iyileşmeyi sağlayarak halkın gözündeki yerini sağlamlaştırması hem de Baas ideolojisinin bir uzantısı 
olarak ülkedeki yabancı güçlerin etkisi kısıtlanmak istenmiştir.29 

Rejim, ekonomik gerekçelerle cesur adımlar atsa bile siyasi anlamda sınırlı etkiye sahip kalmıştır. Özellikle iktidara gelmeden önce propagandası yapılan 
Pan-Arapçı kaygılar, iktidar zamanı yerini iç politik meselelere bırakmıştır. Bu anlamda Irak’ta Baas yönetiminin ilk bocalaması Arap milliyetçiliği ile Irak 
milliyetçiliği arasındaki çelişki ve bu çelişkilinin yarattığı parti içi bölünmeler olmuştur.30 Belki de her otokraside olduğu gibi o dönem Saddam rejimi de önce iç politik meseleleri çözmeyi veya bastırmayı düşünmüş, daha sonra (1979 sonrası görüleceği gibi) dış politikada maceradan maceraya koşmuştur. 

Suriye’deki gelişmelere bakarsak, bilindiği gibi 1963’deki Baas devriminin ardından Suriye’de, o zamana kadar sosyal katmanda marjinal kalmış gruplar bu devrimde rol oynamış, belli ailelerin, ordu mensuplarının ve şehirli siyasetçilerin elinden alınan iktidar, kırsal kesimden ve çevreden belirli 
kesimlerin eline geçmiştir.31 Bununla birlikte Hafız Esad’ın iktidara gelmesiyle devlet yönetimi tekrar “dar” ve “seçkin” bir grubun eline geçmiştir. Zamanla 
hem Suriye’de hem de Irak’taki rejimler giderek aile ve mezhep bağlarına odaklı politika izlemeye başlamış, bu çok din ve etnisiteli toplumlarda 
ötekileştirme faaliyetleri hissedilir derecede artmıştır. Suriye’de nüfusun %10’undan biraz daha fazlasını temsil eden Esad ailesi mezhepçi bir politikayla 
Nusayrileri ülke yönetiminde hakim konuma taşırken, Irak’ta da Saddam yönetimi %25-30 arasındaki oranıyla Sünni nüfusu % 60 lık Şii nüfusa karşı 
üstün ve ayrıcalıklı kılmıştır. Her iki yönetimin kendi düzeninde uyguladığı şiddet içerikli ve gayri hukuki politikalar Suriye’de Sünniler ekseninde 

Müslüman Kardeşler (el-İhvan el-Müslimin) muhalefetinin, Irak’ta ise muhtelif Şii grupların ayaklanma ve isyan kültürünü temellendirmiştir. 

Hafız Esad’ın parti teşkilatına orta ve alt sınıflardan Sünnileri de kısmen dahil ederek32 geniş çaplı bu muhalefeti teskin etmeye çalışması olumlu sonuç 
vermediği gibi zaten rejimin orta direği diyebileceğimiz ordunun çok büyük bir kısmı yine Esad’ın güvendiği yakın çevresinden ve Nusayri elitlerden 
oluşturulmuştur.33 

Irak rejimi açısından benzer bir sonuç, 1979’da İran’da yaşanan İslami devrimin Irak’ta ezilen Şii nüfusun Baas yönetimi ile olan sorunlarını tekrar su yüzüne 
çıkarmasıyla olmuştur. Devrimin lideri Humeyni’nin rejim ihracına yönelik çağrıları Iraklı Şiilerde karşılık bulmuş, buna mukabil Saddam yönetiminin 
tutumu giderek sertleşmiş ve Şiilere yönelik tutuklamalar ile sınır dışı etme operasyonları başlatılmıştır.34 Genel olarak baktığımızda Saddam’ın “laik Arap 
milliyetçiliğine” dönüşen katı rejiminin “laik” yönü ülkede çoğunlukta olan Şiileri, “Arap milliyetçisi” yönü ise kuzeydeki Kürtleri rejime karşı hasmane bir 
tutum sergilemeye yöneltmiştir. 

Siyasi yapı açısından Baas rejimleri Suriye ve Irak’ta birbirine benzer olarak etkin bir muhalefetin izin verilmediği, tek partili otoriter birer rejim şeklinde 
olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, mevcut parlamentonun yetki alanı Devlet Başkanı’nı kontrol edecek düzeyde değilken, Baas partili yöneticilerin kabine 
üzerinden karar verme süreçlerinde gözle görülür düzeyde etkiye sahip oldukları anlaşılmaktadır.35 Nitekim zaman içerisinde Baas ideolojisi ve PanArapçılık, 
bu rejimlerin sürekliliği adına kullanılan bir araç haline gelirken, parti-devlet bütünleşmesi de söz konusu olmuştur. Böylece her iki ülkede de 
diktatörlüklerin ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Ayrıca her iki ülkedeki rejimlerin devamlılığı ve ülke içinde lidere olan bağlılığı muhafaza edebilmek 
için “el-Muhaberat” adıyla gizli servisler ihdas edilmiş, bu servislerin öncelikli amacı rejimlerin “muhalif”, “düşman” veya “komplocu” olarak gördüğü kişi, 
grup ve oluşumları yok etmek olmuştur. Öyle ki, Saddam dönemindeki casusların sayısı ‘her evde bir el-Muhaberatçının olduğu’ söylentilerine kadar 
varmıştır. Tüm bunlara ek olarak, özellikle 1970’lerden sonra artan bir şekilde, rejimlerin ayakta kalabilmesi için Baas ideolojisinin toplumlar üzerindeki 
endoktrinasyonu artmış ve bu süreç okullardan devlet kurumlarına, ordudan partiye ve ekonomik örgütlere dek teşmil edilmiştir. 

Son konu olarak, Hafız Esad ve Saddam Hüseyin liderliğindeki iki Baas ülkesinin farklılaşan ve rekabete dönüşen politikalarını değerlendirirsek,  öncelikle “Pan-Arapçı” idealin getirdiği sonuçlara bakmamız gereklidir. Dönem itibariyle Suriye ve Irak, kendi sınırlarını aşan stratejik hedeflerde nüfuz tesis etme çabalarına girişmiştir. Suriye, kendisinden koparılan doğal uzantılar olarak gördüğü Lübnan, Ürdün, Filistin ve Hatay’ı da kapsayan Şam merkezli ve Doğu Akdeniz eksenli “Büyük Suriye’yi” Pan-Arap idealinin kaçınılmaz ön şartı olarak görürken, Arap Birliği’nin Bağdat merkezli ve Basra eksenli bir alanda 
gerçekleşebileceğini düşünen Irak; Kuveyt, Mezopotamya, Şattü’l Arap ve İran’ın Huzistan bölgelerini de kapsayan “Büyük Irak” idealini aynı hedefin ön 
şartı olarak görmektedir.36 Bu iki farklı vizyon, pratikte bölge siyasetine çakışan iki misyon olarak yansımıştır. Esad ve Saddam kendilerini çoğu kez karşı 
cephelerde bulmuş, ayrıca birbirlerini Baas Partisi’nin ideolojisini saptırmakla suçlamışlardır.37 

Misal olarak Baas ideolojisinin Pan-Arap felsefesine zıt hamlelerinden biri olan, İran-Irak Savaşı esnasındaki Suriye’nin İran lehine olan pozisyonu önemli bir 
noktadır. Öte yandan Irak’ın Arap komşusu Kuveyt’i işgali bu ideali tamamen sarsmıştır. Hele ki Filistin politikası, bu iki devletin de salt bölgesel çıkarları 
üzerine dizayn ettiği tutumlarla yürütülmüş, sonuçta ne Filistin-İsrail çatışmasının sonlanması ne de Filistin davasının samimi bir şekilde 
desteklenmesi noktasında somut sonuçlar ortaya konulmuştur. Hal böyleyken kimi zaman Saddam Hüseyin kimi zaman da Hafız Esad, Filistin meselesine 
yönelik tavırlarını iç politikalarında ve bölgesel siyasette bir denge aracı olarak kullanmayı başarmışlar, en azından halkları önünde veya kamuoyu nezdinde 
konumlarının her daim Filistin halkının yanında olduğu izlenimini vermişlerdir. Lakin Suriye’nin Lübnan iç savaşındaki rolü, Filistin politikası açısından çok 
tezat ve çarpıcı sonuçlar doğurmuştur. Çünkü Hafız Esad yönetimi 1975 yılında başlayan Lübnan iç savaşına bir yıl sonra buradaki Hıristiyan Maruni gruplar38 
lehine müdahalede bulunmuş, Yaser Arafat önderliğindeki Filistinli el-Fetih grubunun karşısında yer almıştır.39 Savaş sırasında Filistinli gerillalar ile 
Lübnanlı sol grupların ittifakı sonucu bozguna uğrama noktasına gelen sağ kanattaki Hıristiyan gruplar, ABD ve İsrail’in de yeşil ışık yaktığı Suriye 
müdahalesiyle kendilerine dengeleyici ve yardımcı bir güç bulabilmişlerdir. 

Lübnanlı sol gruplara ve Filistinli gerillalara karşı şiddetli müdahalelerde bulunan Suriye ordusu, nihayetinde Suudi Arabistan’ın sponsorluğunda yapılan 
anlaşmayla buradaki varlığını meşrulaştırmış ve 2005’e dek sürdürmüştür.40 Suriye’nin bu müdahalesi Hafız Esad’ın hem Suriye toplumundaki hem de 
Irak’la birlikte tüm Arap dünyasındaki imajını zedeleyerek Filistin meselesindeki samimiyetine ilişkin şüpheler uyandırmıştır.41 

Dünya siyaseti açısından Soğuk Savaş’ın yaşandığı batı ve doğu blokları arasında Hafız Esad başından beri doğunun lideri Sovyetler Birliği ile sıkı münasebetler kurarken, Saddamlı Irak 1991 Körfez Savaşına dek Amerika ve batı dünyasının sadık bir müttefiki olmuştur. Öyle ki Suriye’deki görece istikrar, Hafız Esad’ın Salih Cedid’den farklı olarak Sovyetlerle daha sıkı ekonomik ilişkiler kurmak ve bu maksatla silah tedarikini sağlama almak istemesiyle gerçekleşmiş tir.42 Suriye’de ordu, Sovyetler Birliği’nin yardımları sayesinde modernize edilip güçlendirilirken, bürokrasinin genişletilmesi de başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden alınan mali yardımlarla sağlanmış tır.43 Saddam yönetimi ise Batı’nın ortadoğu politikası açısından hem İran’daki İslami rejimin yayılma potansiyelini kırmak hem de Sovyet dostu Suriye’nin bölgesel güç olma yolundaki hesaplarını karıştırmak görevini üstlenmiştir. Bu durum ABD’nin gözünde “ İyi Baas ” – “ Kötü Baas ” ayrımına neden olup, Suriye rejiminin bölgede endişe kaynağı haline gelmesine sebebiyet vermiştir. 

Her ne kadar iki farklı bloğun üyeleri olmaları hasebiyle doğrudan çatışmaya girmeseler bile, Suriye ve Irak rejimleri bölgedeki konjonktüre göre farklı 
ülkelerle birbirlerine karşı yakınlaşma çabası içinde olmuşlarıdır. Bunun en güzel örneği 1980-88 tarihli İran-Irak savaşıdır. Belki de son dönemlerine kadar 
bile vazgeçmediği bölgenin lideri olma hevesi, Saddam’ın yeni kurulan İslami rejimden yana çekinceli davranmasını beraberinde getirmiştir. İran rejimini 
sindirerek bölgenin diğer ülkeleri üzerinde de bunu bir güç gösterisi olarak kullanmak ve onlara mesaj vermek isteyen Saddam Hüseyin, ideolojik, 
ekonomik, siyasi, stratejik, etnik ve jeopolitik olmak üzere birçok sebeple İran’a saldırı başlatarak 8 yıl sürecek ve nihayetinde iki tarafın da kaybedeceği bir 
savaşa girmiştir. Savaşın ayrıntıları konumuzun dışında olmakla birlikte bizi ilgilendiren kısmı, Suriye’nin bu savaştaki tutumudur. Hafız Esad yönetiminin 
Irak ile olan rekabeti bu dönemde öylesine üst seviyededir ki, kendisi gibi Baas partisinin iktidarda olduğu, komşusu olan Arap ülkesine karşı, kendisi gibi 
seküler olmayan dini bir rejim ve Acem / Farisi bir ülkeye destek vermiştir. 

Pragmatizminin parti ideolojisine ve Pan-Arapçı fikirlerine ağır bastığı Esad, Saddam’ın bu savaştan olan beklentilerini boşa çıkarıp bölgede baskın güç 
olarak temayüz etmesini engellemek amacıyla İran’a bu savaşta arka çıkan az sayıdaki ülkelerden biri olmuştur. Ortadoğu tarihçisi William L.Cleveland’a 
göre Esad’ın bu desteğinin gerekçesi İran rejimini bölgedeki Amerikan-İsrail eksenli düzene bir meydana okuma olarak görmesidir. Bu sebeple Esad, tüm 
Arap ülkelerinin Tahran rejimiyle aynı çizgide durmaları gerektiğini söylemiş tir.44 
İran ile Suriye arasında bugünkü ittifakın da tohumlarının atıldığı 
bu süreç, Suriye üzerinden Irak’a cephe açacak kadar ileri gitmemiş olsa da Hafız Esad’ın ülkesindeki Sovyet menşeli çeşitli silah, askeri teçhizat ve 
ekipman ile bir miktar finansal yardımı Humeyni rejiminden esirgemediği gerçektir. 

Bir diğer örnek, sadece Saddam dönemi değil, Irak’ın kuruluşundan bugüne merkezi hükümet tarafından hep tehdit ve sorun olarak görülen, kuzeyde özerk 
yönetim isteyen Kürtlerin durumuyla ilgilidir. İran-Irak savaşı esnasında İran ile işbirliği yaparak Saddam rejimine karşı ayaklanan Iraklı Kürtler, Suriye 
tarafından da kollanmıştır. Irak Kürtleriyle epeydir çeşitli bağlantıları olan Hafız Esad’ın bu gruplara siyasi sığınma hakkı tanıması45 Irak hükümetiyle olan 
anlaşmazlığının bir başka tezahürü olmuştur. 

Son olarak Körfez krizini ele alırsak, krizin konumuzla ilgili iki önemli boyutu vardır. Birincisi Baasçılık ve Pan-Arapçılık saikiyle hareket ettiğini iddia eden 
bir Arap devletinin (Irak), başka bir Arap ülkesini (Kuveyt) işgali, ikincisi ise bu işgale binaen ABD’nin başını çektiği koalisyonun Saddam rejimine açtığı 
savaşta Suriye’nin de yer almasıdır. 

2 Ağustos 1990’da Irak, Kuveyt’i işgal ettiğinde Saddam, bu hamlesini ekonomik nedenlerden tarihi iddialara, stratejik-jeopolitik hedeflerden geçmişteki ilişkilerine kadar birçok sebebe dayandırmıştır. Bu süreçte yine Baasçılık ve Arapçılığa dayanan söylemlerin etkili olacağı varsayımıyla (her ne kadar artık itibarını yitiren söylemler olduğu bilinse de) Saddam Hüseyin, Kuveyt’e olan saldırısını Arap kamuoyunda meşrulaştırmaya çalışmıştır. 
Bölgedeki zengin ve fakir Arap ülkeler arasındaki makası kapatmak, bunun için de zengin körfez ülkelerinin petrol gelirlerinin daha adil paylaşılmasını sağlamak için bu yolu seçtiğini ileri süren Saddam, çareyi Kuveyt’i işgal etmekte görmüştür. Tabi ki hesaplar Saddam’ın tahmin ettiği gibi olmamış, Kuveyt’in işgali üzerine BM Güvenlik Konseyi’nin 678 sayılı kararıyla Irak’a müdahale edilmiş, bu durum bölgedeki siyasi denklemi ve güç dengelerini altüst 
ettiği gibi İran’la yapılan savaştan sonra rejimin belini büken ikinci dalga olmuştur. 

Daha önce de belirtildiği gibi bölgedeki denklemi pragmatist ve realist bir biçimde okuyan Hafız Esad, en büyük müttefiki Sovyetlerin çöküşü arifesinde 
onay verdiği bu koalisyon müdahalesine birçok açıdan sıcak bakmıştır. Birincisi, Suriye rejiminin gözünde Saddam gibi bir rakibinin zayıflatılması ya 
da bölgedeki güçler dengesinde belli bir seviyeye kadar çekilmesi avantajlı bir senaryo olarak okunmuştur. İkinci olarak Hafız Esad, SSCB’nin parçalanmaya 
yüz tuttuğu ve soğuk savaşın bittiği bir dönemde pozisyonunu revize etmek ve ülkesini “yeni dünya düzenine” ayak uydurmak zorunda hissetmiştir. Üçüncüsü, 
müdahalenin Güvenlik Konseyi kararıyla gerçekleşmesi ve neredeyse tüm uluslararası toplumun Saddam’ın karşısında olduğu bu süreçte kendisinin de 
çoğunluğa göre hareket etmesi gerektiğini düşünen Esad, tarafsız kalmak yahut Saddam’ın yanında olmak gibi seçeneklerin, koalisyonda yer almanın 
sağlayacağı kazançlar karşısında büyük bir risk ve maliyet doğurabileceğini tahmin etmiştir. Dördüncü olarak ise hem Batılı ülkelerden hem de Körfez ülkelerinden ekonomisini iyileştirmek ve bulunduğu zor durumdan kurtarmak 
için alacağı finansal desteği, bu krizdeki tutumuna bağlamıştır. 

Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’daki değişim sürecinin bir ürünü olan Baas ideolojisi, ilk kurulduğu dönemdeki 
ideolojik ruhu ve Arap dünyasına ilişkin geniş vizyonunu uzun vadede sürdürememiş, doğal olarak bölgedeki siyasal dengelerin, stratejik hesapların ve çıkar motivasyonunun gerisinde kalmıştır. Irak ve Suriye’de Baas’ın zirvesi Saddam ve Hafız Esad dönemlerinde yaşanmış, siyasal yapıdan orduya, 
ekonomi politikalarından sosyal dönüşüme kadar birçok anlamda paralellikler görülse de yaşanan rekabet ve çıkar çatışması iki komşu ülkeyi birbirinden 
uzaklaştırdığı gibi Baasçılık ve Pan-Arapçılık misyonunun da giderek içinin boşalmasına sebep olmuştur. 


DİPNOTLAR;

1 Özellikle I. Dünya Savaşı sırasında Irak’ta İngiliz hegemonyası ile ilgili olarak bakınız; Öner Kocatürk, “İngilizlerin Irak Ve Basra Bölgesindeki Faaliyetleri(1913-1914)”, 
Turkish Studies - International Periodical For The Languages, terature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3, Summer 2011, p. 1449-1467. 
2 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında gerçekleştirilen San Remo Konferansı, esasında I. Dünya Savaşı esnasında İngiltere ve Fransa arasında gizlice teşkil edilen ve 
Osmanlı devletinden kalan Ortadoğu bölgesindeki toprakların paylaşıldığı 1916 tarihli meşhur Sykes-Picot Anlaşmasının ileri bir aşamasıdır. 
San Remo’da Suriye ve Lübnan bölgesi Fransızlara, Irak ve Filistin bölgesi ise İngiliz idaresine bırakılmıştır. Bu bırakılışta şüphesiz ki konferansta gerçekleşen paylaşım 
önemli rol oynamıştır. Zira San Remo Konferansı’nda Fransa’nın Musul petrollerinin %50’sini istediği görülmektedir. 25 Nisan 1929 tarihinde imzalanan anlaşma ile 
Fransa’nın ham petrol üretiminin %25’ini alması ve hisse senetlerinin de %25’ine sahip olması; diğer taraftan İngiltere’nin ise hisselerin %75’inin İngiliz yönetiminde 
kalması kararlaştırılmıştı, Esra Sarıkoyuncu Değerli, “ Lozan Barış Konferansı’nda Musul ”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 10 Sayı 18, 
Aralık 2007, s.129.
3 Kuveyt 1961, Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri 1971. 
4 Gerçekte bu üç ideolojik yaklaşım birbirinden çok farklı olmasa da her ülkedeki konjonktürden etkilenerek farklı yorumlamalara tabi tutulmuştur. 
Örneğin 1950 ve 60’larda Arap milliyetçiliğinin bölgedeki lideri olarak görülen Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır, bu tür milliyetçiliğin Mısır’daki yansıması olarak 
“Nasırizm” ile temsil edilmiştir. Öte yandan Irak ve Suriye’deki Baasçı düşünceler uygulamada birbirinden farklı oldukları gibi hem kendi sınırları içinde kalarak 
Pan-Arapçı bir kimliğe bürünememiş hem de bölgesel politikalarda rekabet içinde oldukları gözlemlenmiştir. 
5 Ortadoğu Barış ve Kalkınma Enstitüsü Başkanı Stephen P. Cohen, “Beyond America’s Grasp” adlı eserinde Hüsnü Zaim’in CIA yardımıyla Amerika’daki Truman 
yönetimi sayesinde iktidarı ele geçirdiğini ve iktidara gelir gelmez İsrail’le ateşkes anlaşması yapmasını, Suudi Arabistan ile Akdeniz arasında inşa edilecek petrol 
boru hattına onay vermesini, komünizmi yasadışı ilan etmesini ve Türkiye ile aralarında tartışmalı bir bölge olan İskenderun üzerindeki iddialarından 
vazgeçerek bölgedeki Amerikan inisiyatiflerine kapı açmasını buna gerekçe göstermektedir. Stephen P. Cohen, Beyond America’s Grasp, Picador, New York, 2009, s.111. 
6 Tayyar Arı, Orta Doğu, MKM Yayınları, 4.Baskı, Bursa, 2008, s.267. 
7 Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, 20.Baskı, Ankara, 2011, s.81. 
8 Mişel Eflak ve Salah al-Bitar eğitim gördükleri Paris’te tanışmış ve paylaştıkları fikirleri Şam’a gelerek uygulamaya sokmuşlardır. Bir süre öğretmenlik yapan ve bu 
sayede düşüncelerini genç öğrenci grupları arasında yayma imkanı bulan ikili, nihayetinde Baasçılık fikrinin değişmez iki önemli figürü olmuşlardır. 
9 Burak Cop, “Suriye’yi Anlamak: Baas Nasıl Doğdu?”, www.ntvmsnbc.com/id/25301312/ 16.11.2013 
10 Al Jazeera: “Founding an Arab Brotherhood” www.aljazeera.com/focus/arabunity/2008/ 02/2008525172644158443.html 17.11.2013 
11 William L. Cleveland, A History of the Modern Middle East, Westview Press, Forth Edition, Boulder, 2009, s.325. 
12 Faruk Sönmezoğlu (Der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, 4.Basım, İstanbul, 2010, s.105. 
13 Yevgeni Primakov, Rusların Gözüyle Ortadoğu, Çev. Olga Tezcan, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.30. 
14 Burak Cop, “Suriye’yi Anlamak: Baas Nasıl Doğdu?”, www.ntvmsnbc.com/id/25301312/ 16.11.2013 
15 BBC English: Syria’s Ruling Baath Party, www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-18582755 17.11.2013 
16 Al Jazeera: The Iraqi Baath Party, www.aljazeera.com/archive/2005/06/2008410121344236996.html 15.11.2013 
17 Sabit Duman, “Ortadoğu Krizleri ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi Tiirk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 35-36, Mayıs-Kasım 2005, s. 331. 
18 Daha sonra da ele alınacağı gibi, bu durum aslında Suriye’deki Baasçıların Pan-Arapçı veya Arap Birliği gibi kuruluş felsefelerinin aksi yönde hareket etmek 
istediğinin kanıtıdır. Elbette bu yaklaşımda Mısır yönetiminin kendisini Suriye’den üstün ve ayrıcalıklı görmesinin etkisi yadsınamaz. Lakin iktidara gelmesiyle de 
Suriye Baas rejiminin Pan-Arapçı bir eğilimden çok bağımsız Suriye idealine yöneldiği bir gerçektir. 
19 Cleveland, a.g.e., s.328 
20 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, a.g.e, “Iraq:The End of the Monarchy” adlı başlık s.326-330 
21 Arı, a.g.e., s.276 
22 Abdüsselam Arif’in bir uçak kazasında hayatını kaybetmesi üzerine kardeşi Abdurrahman onun halefi olmuştur. 
23 Mişel Eflak ve Salah al-Bitar’ın başını çektiği sivil grup bu dönemde ılımlılar olarak adlandırılıyordu. 
24 Parti içindeki ideolojik rekabetin yeni bir darbeye kadar gitmesindeki katalizör rol, İsrail’le yaşanan 1967 tarihli Haziran Savaşındaki yenilgiyle yakından ilgilidir. 
25 Ba’ath Party www.infoplease.com/encyclopedia/history/baath-party.html 17.11.2013 
26 Saddam Hüseyin, Bekir’i “Irak’ı Suriye’ye teslim etmeye hazırlandığı” gerekçesiyle idam ettirmiş, iktidarını sağlamlaştırmak için tüm Bekir taraftarlarını tasfiye etmiştir. 
Oysa Bekir’in planının, Baas’ın ruhuna uygun olarak Suriye ile birleşme üzerine olduğu rivayet edilmektedir, bkz. Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Diktatörler, Timaş Yayınları, 
İstanbul, 2010, s.189-19127 Primakov, a.g.e., s.364 
28 Mesut Özcan, Sorunlu Miras Irak, Küre Yayınları, İstanbul, 2003, s.18 
29 Bu politika çerçevesinde Irak ile Türkiye 1973 yılında “Türkiye-Irak Ham Petrol Boru Anlaşması”nı yapmış ve Kerkük-Yumurtalık petrol hattının inşasına başlanmıştır. 
30 Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Diktatörler, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s.186 
31 Tuğçe Ersoy Öztürk, “Dünden Bugüne Pan-Arapçılık ve Arap Baharı: Yeni Bir Pan-Arap Uyanış mı?”, Akademik Ortadoğu Dergisi, Cilt 7 Sayı 1, 2012, s.127. 
32 Stephen P. Cohen, Beyond America’s Grasp, Picador, New York, 2009, s.110. 
33 Suriye’nin Lazkiye bölgesinde doğan Hafız Esad, devlet kadrolarına Lazkiyelileri doldurmuş, aynı şeyi Bağdat’ın kuzeyindeki Tikrit köyünde doğan 
Saddam Hüseyin’de Tikritliler için yapmıştır. 
34 Özcan, a.g.e., s.23. 
35 Ertan Efegil, “Suriye ve Lübnan’ın Dış Politikalarını Etkileyen Faktörler”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Cilt 5, Sayı 50, Şubat 2013, s.95. 
36 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 44.Baskı, İstanbul, 2010, s.362. 
37 Cleveland, a.g.e, s.405. 
38 Esad rejiminin o dönem Lübnan’daki çeşitli Hıristiyan gruplarla yıllardır süren sıkı ekonomik ilişkileri bilinmektedir ve burada göz önüne alınmalıdır. 
39 George Friedman, America’s Secret War, Abacus, London, 2006, s.251. 
40 Noam Chomsky and Gilbert Achcar, Perilous Power, Penguin Books, London, 2008, s.132-133. 
41 Cleveland, loc.cit., s.405. 
42 Cohen, loc.cit., s.110. 
43 Ertan Efegil, a.g.m, s.95. 
44 Cleveland, a.g.e, s.406. 
45 Chomsky and Achcar, a.g.e, s.102. 


KAYNAKÇA 

Al Jazeera: “Founding an Arab Brotherhood” 

www.aljazeera.com/focus/arabunity/2008/02/2008525172644158443.htm 

l 17.11.2013 : The Iraqi Baath Party, 

www.aljazeera.com/archive/2005/06/2008410121344236996.html 

15.11.2013 

Arı, Tayyar, Orta Doğu, Mkm Yayınları, 4.Baskı, Bursa, 2008. 

Galip ÇAĞ-Sami EKER/ Avrasya Strateji Dergisi 2(2): 057-072 
Ba’ath Party, 
www.infoplease.com/encyclopedia/history/baath-party.html 
17.11.2013 

BBC English: Syria’s Ruling Baath Party, 
www.bbc.co.uk/news/world-middleeast-18582755 17.11.2013 

Chomsky, Noam and Gilbert Achcar, Perilous Power, Penguin Books, London, 
2008. 

Cleveland, William L., A History of the Modern Middle East, Westview Press, 
Forth Edition, Boulder, 2009. 

Cohen, Stephen P., Beyond America’s Grasp, Picador, New York, 2009. 

Cop, Burak, “Suriye’yi Anlamak: Baas Nasıl Doğdu?”, 
www.ntvmsnbc.com/id/25301312/ 16.11.2013 

Çimen, Ali, Tarihi Değiştiren Diktatörler, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010. 

Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 44.Baskı, İstanbul, 2010. 

Değerli, Esra Sarıkoyuncu, “Lozan Barış Konferansı’nda Musul”, Balıkesir 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 10 Sayı 18, Aralık 
2007, ss.127-140. 

Duman, Sabit, “Ortadoğu Krizleri ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi Tiirk 
İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 35-36, Mayıs-Kasım 
2005, s. 313-332. 

Efegil, Ertan, “Suriye ve Lübnan’ın Dış Politikalarını Etkileyen Faktörler”, 
Ortadoğu Analiz Dergisi, Cilt 5, Sayı 50, Şubat 2013, ss.90-101. 

Ersoy Öztürk, Tuğçe, “Dünden Bugüne Pan-Arapçılık ve Arap Baharı: Yeni Bir 
Pan-Arap Uyanış mı?”, Akademik Ortadoğu Dergisi, Cilt 7 Sayı 1, 2012, 
ss.123-132. 

Friedman, George, America’s Secret War, Abacus, London, 2006.

Kocatürk, Öner, “İngilizlerin Irak Ve Basra Bölgesindeki Faaliyetleri(19131914)”, 
Turkish Studies - International Periodical For The Languages, 
terature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3, Summer 2011, p. 
1449-1467. 

Sönmezoğlu, Faruk (Der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, 4.Basım, İstanbul, 2010. 

Özcan, Mesut, Sorunlu Miras Irak, Küre Yayınları, İstanbul, 2003. 

Primakov, Yevgeni, Rusların Gözüyle Ortadoğu, Çev. Olga Tezcan, Timaş 
Yayınları, İstanbul, 2009. 
Sander, Oral, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, 20.Baskı, Ankara, 2011. 

***