TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 1
Halil Nebiler
İLK SÖZ
Sorun hep dindarlık-dinsizlik, doğuculuk-batıcılık,
müslümanlık-laiklik gibi çelişkilerle değerlendiriliyor. Oysa ben, bu
değerlendirmelerin, tarih bilincinden yoksun ve yanlış olduğunu düşünüyorum.
Yaptığım araştırma sonucunda da, şeriatçı yükselişlerin, sınıfsal ve ulusal
sorunlarla çok yakından ilgisi olduğunu, uluslararası politikanın ve devletin
seçtiği yöntemlerin güdümüne girdiğini görüyorum.
31 Mart Vakası'nın, Alman emperyalizminin Osmanlıya ilişkin
programının en yoğun uygulandığı döneme denk düşmesi, hiç de tesadüf değil.
Cihat fetvaları yayınlanıyor ve Sultan, onlarca ülkeye İslam ihracına
girişiyor. Sonuçta telef olan, yine bu ülkenin insanlarıdır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı bastırmaya çalışan İngiliz
emperyalizmi, en yakın müttefik olarak yanında Halife-Sultan'ı, Şeyhülislam'ı
ve hocaları buluyor. Şeyhülislam, Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında ölüm
fetvaları veriyor; İngiliz ve Yunan uçakları bunları gökten insanlara
serpiştiriyor; İtalyan gemileri limanlara ulaştırıyor ve Fransız subayları
halka dağıtıyor. 'Şeriat isteriz' diye ayaklananların cebinden, İngiliz
gizli servisinin belgeleri çıkıyor. İngilizseverler Derneği Başkanı olan hoca
gibilerin başını çektiği ayaklanmalar boşuna yaşanmıyor.
1940'larda (Amerikan emperyalizmi Türkiye'ye girerken),
yıllardır uyuyan Said-i Nursî uyandırılıyor ve Suudi Arabistan kökenli olan
Ticanî tarikatı, laisizme karşı ilk eylemlerine başlıyor. Adnan Menderes, bir
yandan Amerikan emperyalizminin ülkeye girişine zemin hazırlarken, diğer yandan
da Said-i Nursî'nin elini öpüp hilafet sancağının gölgesinde yürümeye başlıyor.
Rastlantı mı?
Öğrenci ve işçi eylemleri başladığında, hak ve ekmek
arayanların karşısına yine o, "Din elden gidiyor!" naraları
atanlar çıkıyor. İstanbul gençliğinin 6. Filo'ya karşı başlattığı protestolar,
Dolmabahçe camiinde, kıbleyi bırakıp 6. Filo'ya dönerek namaz kılan
şeriatçılarla kırılmaya çalışılıyor. Amerikan askerleri için beyaza boyanan
İstanbul genelevlerini dile getiren öğrenciler, çember sakallılar tarafından
dövülüyor, hatta öldürülüyorlar.
1970'lerin son iki yılında ABD'nin, SSCB'yi güneyden, ılımlı
ve denetlenebilir İslamcı bir yeşil kuşakla çevirme projesini; batıda Polonya'dan
"Let us Poland, be Poland" (Bırakınız Polonya Polonya
Olsun) sloganıyla başlatılan "Yeni Dünya Düzeni" kampanyası
destekliyor. Kilise Polonya'daki sosyalist rejime, cami Türkiye'deki laik
rejime saldırıyor. Süreç işliyor ve sosyalizm, emperyalizme bağımlı liberal
sisteme, laisizm denetlenebilir İslam'a dönüştürülmeye çalışılıyor. Afganistan,
Pakistan, Cezayir, Tunus ve Türkiye gibi ülkelerdeki İslamcı yükselişi, Yeni
Dünya Düzeni projelerinden ayrı düşünmeye, kopartarak anlamaya çalışanların
yanılgıları, müslüman-laik çatışması biçiminde ortaya çıkıyor.
Atatürkçülük adına askeri darbe yapan generallerin
yaptıkları ilk şey, Atatürk'ün mirasını yerle bir etmek oluyor. Yine aynı
generaller, ABD'ye danışmadan da iş yapmıyorlar.
Liberalizm adına badem bıyıklarıyla iktidara gelen Özalcı
yönetim, Amerikan yanlısı Suudi Arabistan sermayesini ve bu sermayenin şeriatçı
gruplara mali desteğini getiriyor. Liberal Ahrarlar, SSCB'deki gelişmelere
bakarak sosyalizmin, ideolojinin ölümünü bayram yaparak ilan ediyorlar ve
bizatihi bir ideoloji olan şeriatçılığın yükselişini (bilerek ve isteyerek,
yani hukuk deyimiyle 'taammüden') görmezden geliyorlar. Görenler ise
uzlaşma yolları arıyor.
İşte bu noktada; şeriatın, özgürlük ve emek düşmanlığını,
emperyalizmle işbirliğini, insan haklarına karşı tavrını ve döktüğü kanı
tarihsel bir süreç içinde görmek gerekiyor. Başka türlüsü, bir odası eksik eve
benziyor.
Tarih öğretici ve yol göstericidir. 31 Mart 1909 ile 2
Temmuz 1993, Türk toplumunun tarihinde şeriatçılarla yaşanan iki büyük çatışma
noktasıdır. Bu noktalar arasında kimin ne yaptığını, hangi kesimin kimden yana
ve nasıl tavır aldığını unutmamalıyız. Bu anımsama, bundan sonra herkesin
safını ve tavrını doğru tahmin edebilmemiz için de gereklidir.
Bu yüzden elinizdeki çalışmanın biçimi, kronoloji olarak
belirlendi. Bir kolaj oldu. Cumhuriyet tarihini açıklamak gibi, bir savı yok.
Anımsatma savı var. Sadece, "Şu işler oldu; şu işleri şunlar yaptı;
şunlar karşı çıktı" demeye çalıştı. Eksikleri var. Başkaları
tamamlayabilir, tamamlamalıdır. Yanlışları varsa (ki, aksi yöndeki tüm çabama
karşın olabilir), bundan sonraki baskılarda düzeltmek üzere, şimdiden özür
dilerim.
Cumhuriyet Gazetesi arşiv bölümü ve iletişim servisleri
çalışanlarına teşekkür ederim.
Halil Nebiler.
13 Nisan 1994, Sefaköy
Birinci Bölüm
"KRAVATLARI KOPARDIK, KAHVELERİ YAĞMALADIK,
GAZETELERİ BASTIK ÇOK ŞÜKÜR, ŞERİATI KURTARDIK !"
Lale devrine kadar dönmek gerekiyor.
Bir 'bozgun onayı' anlaşması olan, 1699 tarihli
Karlofça Antlaşması, Osmanlı yönetiminin ilk kez batının üstünlüğünü kabul
etmesi anlamına geliyordu. İkinci anlamı ise, Osmanlı'nın dünya işlerinden
sefahate dönüş döneminin başlangıcı olmasıydı. Ülkenin aydınları, hemen aynı
dönemlerden itibaren, devlet çarkında, orduda ve dinde reform taleplerini dile
getirmeye başladılar. Padişaha sunulan reform paketlerinde, en önemli
reformların orduda yapılmasının planlandığı görülür.
Daha sonra, 1718 tarihli Pasarofça Antlaşması gelir. Bu
antlaşma, Osmanlı için çöküntünün kesinleşmesi demekti. Batı teknolojisinin
ülkeye girmeye başlaması da bu antlaşma sonrasına rastlar. Matbaa, orduda
Fransız modeli, toprak reformu bu dönemde görülür. Çöküntüye akılcı yoldan
önlem çabalarıdır, reformlar. Temelinde, bilimsel veriler ve özgürlükçü
düşünceler yatar. İlk dinci tepkiler de aynı dönemin ürünüdür. Dincilere göre,
çöküntüden kurtuluş ancak 'şeriata dönerek' mümkündür.
1789 yılında toplanan Meşveret Meclisi'nin (Danışma Kurulu),
şeriatçıların saldırılarına çok fazla hedef olması nedeniyle, 1794'te Nizam-ı
Cedit ilan edildi. IV. Mustafa, dinci kesim karşısında bir adım daha geri
atarak Şer'i Sözleşme'yi imzaladı. Dincilerin baskısıyla şeriata uygun
düzenlemeyi gerçekleştiren ikinci girişim, Sened-i İttifak'tır. İslamcılık,
bir politika olarak, en çok II. Abdülhamit döneminde uygulandı. Abdülhamit,
sultan, hükümdar, padişah yerine kendisine 'halife' denilmesini istiyor,
din eğitimi oranını arttırıyor, İslam dünyasının alim ve şeyhlerini İstanbul'a
çağırıp ödüllendiriyordu. İslamcılık politikasının ihracına girişildi. İslamcı
kitaplar bastırılarak İslam ülkelerine ücretsiz dağıtıldı, Afrika içlerine
tarikat mensupları gönderildi, Arap vilayetleri, birinci sınıf vilayet haline
getirildi ve Hicaz Demiryolu projesinin uygulamasına başlandı. Ancak, "Osmanlı
hilafetini Müslüman unsurlarla ayakta tutma projesi" tutmayınca,
Abdülhamit'in de sonu geldi. Abdülhamit'in sonunu hazırlayanlar arasında,
İttihad ve Terakki'cilerle birlikte hareket eden Said-i Nursî de bulunuyordu.
1912 Balkan Savaşı yenilgisi, İttihat ve Terakki'nin panislamizme ve
islamcılara yakınlığının yeniden değerlendirilmesine neden oldu. Ancak,
Abdülhamit'in panislamist politikadan vazgeçmesi kolay olmayacaktı. Nitekim,
Birinci Dünya Savaşı'na girme kararı, İtilâf Devletleri'ne karşı "Cihat
Fetvası" ilan edilerek alındı.
II. Meşrutiyet'in en ilginç ve tarihimizin en kara
günlerinden biri olarak bilinen '31 Mart Vak'ası, bu gelişmelere
paralel-olarak ortaya çıktı. Eski takvimle 31 Mart 1325, yeni takvimle 13 Nisan
1909 sabahının erken saatlerinde, İstanbullular silah sesleriyle uyandılar.
O güne kadar "Hürriyet Bekçileri" (Nigâhban-ı
Hürriyet) adıyla tanıtılan Selanik 4. Avcı Taburu'nun askerleri, akın akın
sokakları doldurmuştu. Geceyarısı, subaylarını bağlayan er ve erbaşlar,
ayaklanmanın liderliğini yapan Arnavut Hamdi Çavuş önderliğinde haykırıp havaya
ateş açarak Meclis'in bulunduğu Ayasofya meydanına doğru koşuyorlardı. Günün
ilk saatlerinde kendilerine katılmaya ikna ettikleri diğer birliklerle
birlikte, öğleye doğru meydanı doldurmuşlardı bile. "Yaşasın
Asker", "Şeriat İsteriz" diye bağırıyorlardı. Ayaklanmanın
ilk gününde, 20 kadar mektepli zabit katledildi. İlk günün bilançosuna, Tanin
ve Şura-yı Ümmet gazeteleri matbaalarının basılması, makinelerinin
parçalanması; Adliye Nazırı Nazım Paşa ile Lazkiye Mebusu Emin Arslan Bey'in
İttihat Terakki'nin önde gelenleri sanılarak yanlışlıkla öldürülmeleri;
dükkanların yağmalanması; başıbozuk askerlerin sağa sola ateş etmeleri sonucu
kazara yaralanma ve ölüm olayları da yazıldı. 11 gün boyunca şeriatçı
ayaklanmanın egemenliğinde kalan İstanbul'da, "Gâvur icadıdır" diye
kravatlar kopartıldı, sokaktaki kadınlara saldırıldı, kahvehanelerdeki resimler
parçalandı. Ayaklanan askerlerin Ayasofya meydanında toplanmasından ve ulema
takımının da onlara katılmasından sonra, Abdülhamit'in ikna etmek için
gönderdiği Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi, ayaklananların taleplerini
şöyle sıralıyordu:
"l- Sadrazam Hüseyin Hilmi ve Harbiye Nazırı Rıza
Paşalarla Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey'in azilleri,
2- Mebuslardan, Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahid,
Şura-yı Ümmet'in sahibi Bahaeddin Şakir ve Meclis İkinci Reisi Talat Bev'lerin
uzaklaştırılması.
3- Şeriatın bütün yönleriyle uygulanması,
4- Açığa alınan alaylı subayların görevlerine dönmesi ve
mektepli zabitlerin de görevden alınmaları,
5- Ayaklanmadan dolayı, bir neferin bile kılına zarar
gelmemesi".
Görüldüğü gibi, olay açıkça şeriatçı bir ayaklanmaydı. Peki,
olayın gerekçeleri nelerdi?
Ayaklanmadan 8 ay 21 gün önce, Meşrutiyet ilan edilmişti.
İttihat ve Terakki, önce siyasi suçlulara, daha sonra da cezaevlerindeki
ayaklanmalar nedeniyle adi suçlulara genel af ilan edince, İstanbul sokakları
suçlular cennetine döndü. İstanbul'a dönen Prens Sabahattin, İttihat ve
Terakki'den yakınlık göremeyince 'Ahrar Fırkası'nı (Liberaller Partisi)
kurdu. Ahrarlar, bünyesinde çok farklı muhalif grupları biraraya toplayan bir
cepheye dönüştü. Meşrutiyet'in ilanını izleyen Ekim ayından itibaren
Bulgaristan Prensliği, Bosna-Hersek ve Girit vilayetleri, birer birer Osmanlı
topraklarından koptular. Dış bunalım, halkın gözünde İttihat ve Terakki'nin
itibarını oldukça sarstı. Muhalefet, kısa sürede yaygınlaşıp örgütlendi.
Muhalefetin odağı, başyazarlığını Derviş Vahdeti'nin yaptığı 'Volkan' gazetesi
idi ve Volkan'dan kaynaklanan fikirler doğrultusunda, şeriatçı İttihad-ı
Muhammed Fırkası, vak'adan altı gün önce (26 Mart 1325 yani, 8 Nisan 1909)
Ayasofya meydanında Derviş Vahdeti'nin nutkuyla kuruldu.
Siyasi hava, mart ortalarından sonra kararmaya başladı. İç
ve dış bunalımlardan dolayı otoriter bir tavır izlemeye başlayan İttihat ve
Terakki, kurtarıcı olarak gördüğü ordu ve yönetim aygıtında geniş çaplı bir
tasfiyeye başladı. Ordudan önemli sayıda alaylı subay atıldı ve birçok memur
açıkta kaldı. Daha sonra, ilmiye sınıfının askerliğiyle ilgili bir yasa
tasarısı, ilmiye sınıfı ile alaylı askerleri şeriatçıların safına itti.
İttihatçı fedailerin muhalefet saflarındaki gazetecilere saldırmaları ve 6
Nisan 1909 gecesi, Serbesti gazetesinin başyazarı olan Hasan Fehmi Bey'in
öldürülmesi, havayı iyice gerginleştirdi.
İstanbul'u 11 gün boyunca dehşete boğan olaylar sırasında,
Rumeli'nin çeşitli merkezlerinde şeriatçı ayaklanmaya tepkiler başlamıştı.
Selanik'te bir miting yapıldı. Ardından, alelacele kurulan "Hareket
Ordusu", 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girdi. Ayaklanmanın
elebaşıları, Divan-ı Harb-i Örfi'de yargılandı. Pek çok asker idam edildi ve
idam sephaları, "ibret-i alem" için günlerce sokaklardan
kaldırılmadı. Ahrar Fırkası kapatıldı ve Sultanzade Sabahattin gözaltına
alındı. Ancak, İngiliz Büyükelçiliği'nin girişimleri sonucu serbest
bırakılınca, Prens yurt dışına çıktı. Ayaklanmanın motorunu oluşturan İttihad-ı
Muhammedi de kapatıldı. Derviş Vahdeti, tüm kaçma çabalarına karşın kısa sürede
yakalandı ve asıldı. Selanikli Mustafa Kemal, İzmirli İsmet Bey, Fevzi Bey
(Çakmak) gibi, daha sonra ulusal kurtuluş savaşının kahramanları ve yeni
devletin kurucuları olacak olan genç subaylar, birbirlerini ilk kez Hareket
Ordusu'nda tanıdılar. "İttihat ve Terakki despotizmine karşı
muhalefetin hazırladığı bir gövde gösterisi" olarak başlayan 31 Mart,
sonunda ilticaya dönüşmüştü. Temelinde "şeriatın yasakladıklarını
yaptırmamak" düşüncesi bulunan 31 Mart Vak'ası, islamcılar için, daha
sonra izleyecekleri yol konusunda, önemli bir yol gösterici oldu.
"HAREKET ORDUSUNUN ÜNLÜ İSİMLERİ
-Selanikli Mustafa Kemal Bey: Erkan-ı Harp Kolağası.
-Pirlepeli Fethi Bey: Erkan-ı Harp Binbaşısı. Paris
Ateşemiliterliğinden, ilk Millet Meclisi'nde milletvekili; başbakanlık,
büyükelçilik yaptı.
-İzmirli İsmet Bey (İnönü): Erkan-ı Harp Kolağası.
-Vehbi Paşazade Süleyman Askeri Bey: Erkan-ı Harp
Kolağası, daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı.
-Halil Bey(Paşa): Erkan-ı Harp Kolağası, Enver
Paşa'nın amcası.
-Ohrili Eyüp Sabri Bey: Piyade Kolağası, İttihat ve
Terakki'nin kurucusu.
-Giritli Ruşeni Bey: Erkan-ı Harp Yüzbaşısı.
Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Milli Mücadele sırasında milletvekili idi.
-Tolcalı Süleyman Bey: Süvari Mülazım-ı Evveli.
Meşrutiyet'te süvari binbaşılığına yükseldi, gizli teşkilata girdi. Milli
Mücadele'de Anadolu'ya geçti,
-Yakup Cemil Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli. Bab-ı Ali
baskınında Nazım Paşa'yı vurdu. Enver Paşa'nın Almanya yanlısı politikasına
karşı çıktı, muhakeme edilip kurşuna dizildi.
-Filibeli Hilmi Bey: Piyade Zabiti. Meşrutiyet'ten
sonra İttihat ve Terakki müfettişi oldu. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı, Milli
Mücadele'ye katıldı. Milletvekili oldu. Mustafa Kemal'e suikast düzenlemekten idam
edildi.
-İzmitli Mümtaz Bey: Süvari Yüzbaşısı. Enver Paşa'nın
ünlü yaveri.
-Ömer Naci Bey: Mülazım-ı Evvel. İttihat ve
Terakki'nin ünlü konferansçısı. Bab-ı Ali baskınına katıldı. Teşkilat-ı
Mahsusa'da çalıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda İran sınırındaki Bahtiyari
aşiretlerini savaşa sokmaya çalışırken öldü.
-Rasim Bey: Baytar yüzbaşısı. Milli Mücadele'ye
katıldı, Miralay oldu. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam edildi.
-Sarı Efe Edip Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli, İttihat
ve Terakki üyesi. Mondros Mütarekesi'nden sonra jandarma yüzbaşılığına
yükseldi. Kurtuluş Savaşı'na katıldı. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam
edildi.
-Kastamonulu Şükrü Bey: İttihat ve Terakki merkezinin
ünlülerinden. Maarif Nazırı, Milli Mücadele'de milletvekili. İzmir Suikastı'na
katılmaktan idam edildi.
-Yenibahçeli Nail Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli.
İttihat ve Terakki üyesi. Jandarma zabitliği yaptı. Osmanlı Meclisi'nde
milletvekili.
-Abdülkadir Bey: Ankara Valisi. Pontusçularla
çarpıştı. Milli Mücadele'ye katıldı. İzmir Suikastı'nda yer almaktan idam
edildi.
-Kızanlıklı Cevat Bey: Topçu Mülazım-ı Evveli.
İttihat ve Terakki'nin gözdelerinden. Bab-ı Ali baskınına katıldı, İstanbul
Merkez Komutanlığı yaptı. Miralay oldu. Milli Mücadele'de Anadolu'ya geçti.
Milli Müdafaa Vekaleti Muhakim Şubesi Müdürü oldu.
-Erzurumlu Necati Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli.
İttihat ve Terakki üyesi. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Mondros'tan sonra
Anadolu'ya geçti.
-Edremitli Sağır Necati Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli.
İttihat ve Terakki üyesi. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Millet Meclisi'nde
milletvekili.
- Afyonkarahisarlı Ali Bey: Piyade yüzbaşısı. Milli
Mücadele'de milletvekili. İstiklâl Mahkemesi Başkanı. Nafia Vekili.
-Japon Rıza Bey: Mülazım-ı Evvel. İttihat ve
Terakki'nin gözdelerinden. Milli Mücadele'de Milli Müdafaa Vekaleti Levazım
Şubesi'nde, Hesabat Komisyonu'nda çalıştı.
-Doktor Abidin Bey: İttihat ve Terakki'de gizli
faaliyetlerde yer aldı. Milli Mücadele'de milletvekili. İzmir Suikastı
nedeniyle idam edildi.
-İsmail Canbolat Bey: Mülazım-ı Evvel. İttihat ve
Terakki'nin kurucularından. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam edildi.
(KÜÇÜK Yalçın: Aydın Üzerine Tezler 2. Sf. 557-558,
1984, İstanbul.)
OYSA...
İstanbul şeriatçılarla uğraşırken, dünya resim sanatı, iki
yıldır Picasso'nun Kübizm akımıyla ilgilidir. Lenin, Materyalizm
ve Ampiriokritisizm adlı eseriyle tartışmalar estirmektedir. Japonya, 1910'da
Kore'yi işgal ederken, Meksika devrimi başlıyordu; Mondrian ve Kandinski gibi
öncü ressamlar soyut resmin ilk örneklerini veriyorlardı.
- 1913: Şemseddin Günaltay ve Halim Sabit tarafından
çıkarılan İslam Mecmuası'nın sloganı şöyleydi: "Dinli bir
hayat/Hayatlı bir din". Dergi, İslamcı Sırat-ı Müstakim ile
Türkçü, milliyetçi Türk Yurdu dergilerinin arasında bir sentezdi.
Dönemin İslamcı kesimi içinde yer alan Said Halim Paşa, Elmalılı Muhammed Hamdi
(Yazır), Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Hamdi Akseki, Bediüzzaman Said-i Nursî,
Manastırlı İsmail Hakkı gibi adların arasında Vatan Şairi olarak tanıdığımız
Namık Kemal'i de bulmak mümkündü. Namık Kemal'in, "Hürriyet" adlı
bir gazeteye, "Avrupalılar bilmelidirler ki, devletimiz yaşamak isterse
Muhammed Şeriatı'ndan ayrılamaz ve bir İslam devleti olarak kalmalıdır" diye
yazdığı biliniyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu'nun yabancı işgali
altında kalması ile birlikte Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde
verilen Kurtuluş Savaşı, ne İslamcılık anlayışıyla, ne de Osmanlıcılık
anlayışıyla uyuşmuyordu. Yine de, Kuvayi Milliye'ciler, İslamcılara karşı bir
savaş açmadılar. Ancak, başta Halife olmak üzere, tüm İslamcı kesim ve Osmanlı
ricali, 1919-1922 yılları arasında Anadolu'nun birçok yerinde "hilafet
ve şeriat" talepli çok sayıda isyan kışkırtmasına girişiyordu.
DÜNYA NELER YAŞIYORDU?..
1914 Ağustos'unda, Birinci Dünya Savaşı patlak verir.
2 Ekim'de Rusya, 5 Ekim'de İngiltere ve Fransa, Osmanlı'ya savaş ilan ederler.
Bir yandan savaş sürerken, Einstein, ünlü 'Rölativite' kuramını yayınlar
(1916). 6-7 Ekim 1917'de, Bolşevikler Rus Çarı'nı devirerek dünya üzerindeki
ilk sosyalist yönetimi kurarlar. 3 Temmuz 1918'de, Vahdettin padişah olur. Bir
yandan iki pilot Atlas Okyanusu'nu ilk kez uçakla aşarken, diğer yandan Avrupa
haritası Versay Anlaşması'yla yeniden çizilir. 15 Mayıs 1919'da, Yunan
birlikleri İzmir'e; 19 Mayıs 1919'da ise Mustafa Kemal Samsun'a çıkar.
-14 Kasım 1914: Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih
Camii'nde "Cihat Fetvası"nı halka ilan etti. Fetvanın
önemi, Osmanlı devleti için Panislamizm politikasının resmen ilanı anlamına
gelmesinden kaynaklanıyor. Ancak daha da önemlisi, Panislamizm'in Alman
emperyalizmi tarafından Osmanlı yönetimine emperyalist paylaşım planının bir
parçası olarak nasıl kabul ettirilmesidir. Biraz geriye dönersek, "Cihat
Fetvası"nı ve Panislamizm'i daha iyi anlayabiliriz: _
"1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı
Devleti için felaketle sonuçlanınca, ordunun durumu yeniden güncel hale geldi.
Reformist arayışlar içinde bulunan devlet, Almanya'dan askeri uzman talebinde
bulundu. Alman askeri heyetleri, bu talep üzerine İstanbul'a doluştular. Alman
askeri heyetleri ile birlikte Krupp ve Deutsche Bank da bu bakir pazara girdi.
Alman danışmanlardan Von Der Goltz'un önerileri doğrultusunda, 1885'de Krupp
fabrikalarından 500 kadar ağır top alındı. Ertesi yıl, 426 sahra topu ve 60
havan topu; 1887'de ise 500.000 karabina ve tüfek bu listeye eklendi. O
tarihlerde, ABD Maslahatgüzarı'nın Washington'a yazdığına göre, Krupp ve
Mauser'in bu pazara egemenlikleri, Osmanlı ordusunu pahalı ve kalitesiz
silahlarla donatma sonucunu vermişti. Ayrıca, Goltz'un, Harbiye Mektebi'nde
ders kitabı olarak okutmak üzere 4 bin sayfadan fazla Türkçe broşür ve
ders kitabı yayınlaması, subay adayları arasında Alman hayranlığını arttırdı.
Bu arada, İstanbul'da görev yapan Alman subayları, aldıkları talimat uyarınca
Alman Büyükelçiliği'ne bağlı olarak görev yaptılar. Alman subaylarının
gördükleri büyük ilgi, Türkiye'deki siyasi geleneklerin temelinde bulunan
yabancı etkinliği konusunda ilginç bir göstergedir. Örneğin, Alman askeri
heyeti ile gelen askeri danışman Yüzbaşı Kamphövener, 1897 yılında Müşir
(Mareşal) yapılmış, kendisine II. Abdülhamit tarafından Yaver-i Ekrem'lik
unvanı verilmişti. Türk müşirlere bile kolay verilmeyen bu unvanı taşıyan
Kamphövener, aynı rütbeyi taşıyan Serasker Gazi Osman Paşa (Plevne Kahramanı)
ile aynı hizada yürüyor, törenlerde at üstünde ve ön safta yer alıyordu. Alman
İmparatorluğu ile ne kadar sıkı bir dostluk içinde olduğunu dünyaya göstermek
için, II.Abdülhamit'in bir Alman yüzbaşısını mareşal yapması, Türkiye'nin
Batı'ya nasıl baktığının dikkate değer bir göstergesidir. Osmanlı ordusu;
eğitimi, donatımı ve stratejisi açısından Alman Genelkurmayı ile bütünleşmiş,
1889 yılında Alman askeri heyeti başkanı Von Der Goltz Paşa, Almanya'ya
gönderilecek subayların Almanya'ya bağlılıklarının esas alınacağını ve sadece
Alman hayranı Osmanlı subaylarının bu imkanlardan yararlanacağını raporunda
yazmıştır. 1908 Meşrutiyet Devrimi de durumda değişiklik yapmamış, İttihatçılar
dış politik zorlamaların da etkisiyle (Rusya-İngiltere ittifakı) neredeyse
tümüyle, Almanya'ya teslim olmuşlardır. 1913'de Liman Von Sanders başkanlığında
gelen yeni Alman heyeti, orduyu tamamıyla kontrol altına almış ve Alman askeri
uzmanları ordunun fiili komutanları haline gelmişlerdir. Birinci Dünya
Savaşı'nda, Alman Genelkurmayı'nın komutasında olan Osmanlı ordusu, Almanya'nın
çıkarları için Galiçya'dan Bağdat'a, Kafkaslardan Süveyş'e tükeninceye kadar
savaştırılmıştır..." (PARLAR, Suat: Devlet ve Ordu. Sf. 49-50. Henüz
yayımlanmadı)
Ortada, Almanya ile böylesine bir ittifak var. Osmanlı
başkentinde ittifakın işlevleri buyken, Berlin'de Alman Kayser'i günden güne
İslam yanlısı görünme politikasını yürürlüğe soktu. Ortadoğu'daki Alman
çıkarları, Alman emperyalizminin Osmanlı ordularını kendi adına savaştırmasını
gerektiriyordu ve politika üreten Almanlar, devlet içindeki şeriatçı kesimleri
öne çıkarıp Panislamist politikaları benimseterek bunu başarmanın yolunu
buldular. Osmanlı devletinin gizli haberalma ve harekat örgütü Teşkilat-ı
Mahsusa'nın kurucusu Kuşçubaşı Eşref, Panislamizm ile emperyalizm arasındaki
bağları anılarında açıklıyor:
"Eşref Kuşçubaşı'ya göre, cihat ilan etme ve
Panislamizm'i İtilâf devletlerine karşı kullanma fikri bir Alman planıydı ve
General von der Goltz tarafından 1914 yılının ilk yarısında Enver Paşa'ya çok
ikna edici bir şekilde önerilmişti (Kuşçubaşı'nın 24 Aralık 1961 tarihli
mektubu). Ali İhsan Sabis de bu fikrin Almanlardan çıktığını belirtir;
özellikle Alman Askeri Heyeti'nin üyeleri ve Bronsort Paşa'nın bu konuda etkili
olduğunu söyler." (STODDARD, Dr. Philip H.: Teşkilat-ı Mahsusa. Sf.
150, 1993, İstanbul)
Alman emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkas politikası gereği,
İstanbul'da yürürlüğe sokulan Panislamizm'in en önemli iki (sonucu) ürünü, 31
Mart Vak'ası ve Birinci Dünya Savaşı'nda ölen yüz binlerce Türk askeri
olmuştur. Emperyalistlerin önermesi, isteği ve baskısıyla Türkiye'yi Birinci
Dünya Savaşı'na sokan Cihat Fetvası'nın arka planı böyleyken, fetvanın ilanı
öyküsü de şöyle gerçekleşti:
"13 Kasını 1914 günü, Padişah, Şeyhülislam ve diğer
kabine üyeleriyle birlikte, Topkapı Sarayı'nda Hz.Muhammed'in hırkasının ve
diğer kutsal emanetlerin saklandığı odada yapılan resmi bir törenle Meclis-i
Mebusan'dan bir heyeti kabul etti. Padişah, nihai zaferi kazanacaklarına
duyduğu güveni dile getiren kısa bir konuşma yaptıktan sonra, orada bulunanlar
Allah'ın inayetinin Osmanlı ordusunun üzerinden eksik olmaması için dua ettiler.
Cihat ilanına izin veren fetva okunduktan sonra geleneğe uygun olarak burada
bırakıldı; yirmidört saat sonra, 14 Kasım 1914'te de Fetva Emini Ali Haydar
Efendi, Fatih Camii'nde fetvayı halka duyurdu...
...Kasım 1914 tarihli fetva ve cihat ilanına dair beyanname,
dünyadaki bütün Müslümanlara şu mesajı veriyordu: Müslümanlar nihayet,
kendilerini bunca zamandır ezen kafirlere karşı güçlü bir silah ele
geçirmişlerdi. İslam devletinin ilk devrinde cihat etkili bir silah olduğu
için, İttihatçı lider kadro içindeki Panislamist grup şöyle düşünmüştü: Osmanlı
Devleti'nin girdiği eşitsiz mücadelede cihat, eğer iyi bir şekilde duyurulursa,
eski etkileyiciliğine kavuşarak bir güç kaynağı haline gelebilirdi.
"Cihat Fetvası" beş sorudan oluşuyordu.
Aslında, beş ayrı fetvanın biraraya getirilmesiyle üretilmiş bir metindi. Her
soruya karşılık, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi'nin imzasının üzerinde
geleneksel 'olur' cevabı bulunuyordu. Söz konusu beş soru şöyle
özetlenebilir:
1) Padişah-ı İslam'ın, Kur'an'ın 14. suresinin 41.
ayetine uygun olarak, İslamiyet aleyhine birleşenlere karşı ilan ettikleri
cihata katılmak bütün Müslümanlar için farz mıdır?
2) Rusya, Fransa, İngiltere ve müttefikleri devletlerin
idaresi altında yaşayan Müslümanların bu devletlere karşı cihata katılmaları
farz olur mu?
3) Cihata katılmayanlar Allah'ın gazabına müstehak
olurlar mı?
4) Hükümet-i İslamiye'ye karşı savaşan İtilaf
Devletleri'nin Müslüman ahalisi, bu devletlerin yanında savaşa katılmaları
halinde ne türlü tehditlerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, cehennem ateşine
müstahak olurlar mı?
5) Bu suretle harb-i hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya
ve Sırbiya ve Karadağ hükümetleriyle zahirlerinin (yardımcılarının) idarelerinde
olan Müslümanların hükümet-i seniyye-i İslamiyeye muin (yardımcı) bulunan
Almanya ve Avusturya aleyhine harbetmeleri Hilafet-i İslamiye'nin mazarratını
mucip olacağından (zararı dokunacağından) esm-ü azim (büyük günah) olmakla
azab-ı azime (büyük azaba) müstehak olur mu?" (STODDARD, Dr. Philip
H.: Teşkilat-ı Mahsusa. S.26-27, 1993, İstanbul)
Cihat fetvası kendisine karşı verilen ülkelerden İngiltere,
çok değil, altı yıl sonra Padişah ve Şeyhülislam'la birlikte Mustafa Kemal ve
arkadaşlarına karşı savaşacaktır ve bu kez İngiltere dost, Mustafa Kemal düşman
olacak, bu yolda fetvalar ilan edilecektir. Neden mi? Çünkü Almanya Birinci
Dünya Savaşı'nda yenilerek prestij ve güç kaybedecek, Padişah ve şeriatçılar bu
kez, dış destek arayışı için gözlerini İngiliz ve Amerikan emperyalizmine
dikeceklerdir. Birçok şeriatçının Amerikan ve İngiliz mandaterliğini istemesi,
bu yolda çalışması, dernekleşmesi, İngiliz ve Amerikan yanlısı fetvaları
gündeme getirecektir.