2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 1






TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 1 


Halil Nebiler



İLK SÖZ

Sorun hep dindarlık-dinsizlik, doğuculuk-batıcılık, müslümanlık-laiklik gibi çelişkilerle değerlendiriliyor. Oysa ben, bu değerlendirmelerin, tarih bilincinden yoksun ve yanlış olduğunu düşünüyorum. Yaptığım araştırma sonucunda da, şeriatçı yükselişlerin, sınıfsal ve ulusal sorunlarla çok yakından ilgisi olduğunu, uluslararası politikanın ve devletin seçtiği yöntemlerin güdümüne girdiğini görüyorum.
31 Mart Vakası'nın, Alman emperyalizminin Osmanlıya ilişkin programının en yoğun uygulandığı döneme denk düşmesi, hiç de tesadüf değil. Cihat fetvaları yayınlanıyor ve Sultan, onlarca ülkeye İslam ihracına girişiyor. Sonuçta telef olan, yine bu ülkenin insanlarıdır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı bastırmaya çalışan İngiliz emperyalizmi, en yakın müttefik olarak yanında Halife-Sultan'ı, Şeyhülislam'ı ve hocaları buluyor. Şeyhülislam, Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında ölüm fetvaları veriyor; İngiliz ve Yunan uçakları bunları gökten insanlara serpiştiriyor; İtalyan gemileri limanlara ulaştırıyor ve Fransız subayları halka dağıtıyor. 'Şeriat isteriz' diye ayaklananların cebinden, İngiliz gizli servisinin belgeleri çıkıyor. İngilizseverler Derneği Başkanı olan hoca gibilerin başını çektiği ayaklanmalar boşuna yaşanmıyor.
1940'larda (Amerikan emperyalizmi Türkiye'ye girerken), yıllardır uyuyan Said-i Nursî uyandırılıyor ve Suudi Arabistan kökenli olan Ticanî tarikatı, laisizme karşı ilk eylemlerine başlıyor. Adnan Menderes, bir yandan Amerikan emperyalizminin ülkeye girişine zemin hazırlarken, diğer yandan da Said-i Nursî'nin elini öpüp hilafet sancağının gölgesinde yürümeye başlıyor.
Rastlantı mı?
Öğrenci ve işçi eylemleri başladığında, hak ve ekmek arayanların karşısına yine o, "Din elden gidiyor!" naraları atanlar çıkıyor. İstanbul gençliğinin 6. Filo'ya karşı başlattığı protestolar, Dolmabahçe camiinde, kıbleyi bırakıp 6. Filo'ya dönerek namaz kılan şeriatçılarla kırılmaya çalışılıyor. Amerikan askerleri için beyaza boyanan İstanbul genelevlerini dile getiren öğrenciler, çember sakallılar tarafından dövülüyor, hatta öldürülüyorlar.
1970'lerin son iki yılında ABD'nin, SSCB'yi güneyden, ılımlı ve denetlenebilir İslamcı bir yeşil kuşakla çevirme projesini; batıda Polonya'dan "Let us Poland, be Poland" (Bırakınız Polonya Polonya Olsun) sloganıyla başlatılan "Yeni Dünya Düzeni" kampanyası destekliyor. Kilise Polonya'daki sosyalist rejime, cami Türkiye'deki laik rejime saldırıyor. Süreç işliyor ve sosyalizm, emperyalizme bağımlı liberal sisteme, laisizm denetlenebilir İslam'a dönüştürülmeye çalışılıyor. Afganistan, Pakistan, Cezayir, Tunus ve Türkiye gibi ülkelerdeki İslamcı yükselişi, Yeni Dünya Düzeni projelerinden ayrı düşünmeye, kopartarak anlamaya çalışanların yanılgıları, müslüman-laik çatışması biçiminde ortaya çıkıyor.
Atatürkçülük adına askeri darbe yapan generallerin yaptıkları ilk şey, Atatürk'ün mirasını yerle bir etmek oluyor. Yine aynı generaller, ABD'ye danışmadan da iş yapmıyorlar.
Liberalizm adına badem bıyıklarıyla iktidara gelen Özalcı yönetim, Amerikan yanlısı Suudi Arabistan sermayesini ve bu sermayenin şeriatçı gruplara mali desteğini getiriyor. Liberal Ahrarlar, SSCB'deki gelişmelere bakarak sosyalizmin, ideolojinin ölümünü bayram yaparak ilan ediyorlar ve bizatihi bir ideoloji olan şeriatçılığın yükselişini (bilerek ve isteyerek, yani hukuk deyimiyle 'taammüden') görmezden geliyorlar. Görenler ise uzlaşma yolları arıyor.
İşte bu noktada; şeriatın, özgürlük ve emek düşmanlığını, emperyalizmle işbirliğini, insan haklarına karşı tavrını ve döktüğü kanı tarihsel bir süreç içinde görmek gerekiyor. Başka türlüsü, bir odası eksik eve benziyor.
Tarih öğretici ve yol göstericidir. 31 Mart 1909 ile 2 Temmuz 1993, Türk toplumunun tarihinde şeriatçılarla yaşanan iki büyük çatışma noktasıdır. Bu noktalar arasında kimin ne yaptığını, hangi kesimin kimden yana ve nasıl tavır aldığını unutmamalıyız. Bu anımsama, bundan sonra herkesin safını ve tavrını doğru tahmin edebilmemiz için de gereklidir.
Bu yüzden elinizdeki çalışmanın biçimi, kronoloji olarak belirlendi. Bir kolaj oldu. Cumhuriyet tarihini açıklamak gibi, bir savı yok. Anımsatma savı var. Sadece, "Şu işler oldu; şu işleri şunlar yaptı; şunlar karşı çıktı" demeye çalıştı. Eksikleri var. Başkaları tamamlayabilir, tamamlamalıdır. Yanlışları varsa (ki, aksi yöndeki tüm çabama karşın olabilir), bundan sonraki baskılarda düzeltmek üzere, şimdiden özür dilerim.
Cumhuriyet Gazetesi arşiv bölümü ve iletişim servisleri çalışanlarına teşekkür ederim.

Halil Nebiler.
13 Nisan 1994, Sefaköy


Birinci Bölüm

"KRAVATLARI KOPARDIK, KAHVELERİ YAĞMALADIK, GAZETELERİ BASTIK ÇOK ŞÜKÜR, ŞERİATI KURTARDIK !"

Lale devrine kadar dönmek gerekiyor.
Bir 'bozgun onayı' anlaşması olan, 1699 tarihli Karlofça Antlaşması, Osmanlı yönetiminin ilk kez batının üstünlüğünü kabul etmesi anlamına geliyordu. İkinci anlamı ise, Osmanlı'nın dünya işlerinden sefahate dönüş döneminin başlangıcı olmasıydı. Ülkenin aydınları, hemen aynı dönemlerden itibaren, devlet çarkında, orduda ve dinde reform taleplerini dile getirmeye başladılar. Padişaha sunulan reform paketlerinde, en önemli reformların orduda yapılmasının planlandığı görülür.
Daha sonra, 1718 tarihli Pasarofça Antlaşması gelir. Bu antlaşma, Osmanlı için çöküntünün kesinleşmesi demekti. Batı teknolojisinin ülkeye girmeye başlaması da bu antlaşma sonrasına rastlar. Matbaa, orduda Fransız modeli, toprak reformu bu dönemde görülür. Çöküntüye akılcı yoldan önlem çabalarıdır, reformlar. Temelinde, bilimsel veriler ve özgürlükçü düşünceler yatar. İlk dinci tepkiler de aynı dönemin ürünüdür. Dincilere göre, çöküntüden kurtuluş ancak 'şeriata dönerek' mümkündür.
1789 yılında toplanan Meşveret Meclisi'nin (Danışma Kurulu), şeriatçıların saldırılarına çok fazla hedef olması nedeniyle, 1794'te Nizam-ı Cedit ilan edildi. IV. Mustafa, dinci kesim karşısında bir adım daha geri atarak Şer'i Sözleşme'yi imzaladı. Dincilerin baskısıyla şeriata uygun düzenlemeyi gerçekleştiren ikinci girişim, Sened-i İttifak'tır. İslamcılık, bir politika olarak, en çok II. Abdülhamit döneminde uygulandı. Abdülhamit, sultan, hükümdar, padişah yerine kendisine 'halife' denilmesini istiyor, din eğitimi oranını arttırıyor, İslam dünyasının alim ve şeyhlerini İstanbul'a çağırıp ödüllendiriyordu. İslamcılık politikasının ihracına girişildi. İslamcı kitaplar bastırılarak İslam ülkelerine ücretsiz dağıtıldı, Afrika içlerine tarikat mensupları gönderildi, Arap vilayetleri, birinci sınıf vilayet haline getirildi ve Hicaz Demiryolu projesinin uygulamasına başlandı. Ancak, "Osmanlı hilafetini Müslüman unsurlarla ayakta tutma projesi" tutmayınca, Abdülhamit'in de sonu geldi. Abdülhamit'in sonunu hazırlayanlar arasında, İttihad ve Terakki'cilerle birlikte hareket eden Said-i Nursî de bulunuyordu. 1912 Balkan Savaşı yenilgisi, İttihat ve Terakki'nin panislamizme ve islamcılara yakınlığının yeniden değerlendirilmesine neden oldu. Ancak, Abdülhamit'in panislamist politikadan vazgeçmesi kolay olmayacaktı. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı'na girme kararı, İtilâf Devletleri'ne karşı "Cihat Fetvası" ilan edilerek alındı.
II. Meşrutiyet'in en ilginç ve tarihimizin en kara günlerinden biri olarak bilinen '31 Mart Vak'ası, bu gelişmelere paralel-olarak ortaya çıktı. Eski takvimle 31 Mart 1325, yeni takvimle 13 Nisan 1909 sabahının erken saatlerinde, İstanbullular silah sesleriyle uyandılar.
O güne kadar "Hürriyet Bekçileri" (Nigâhban-ı Hürriyet) adıyla tanıtılan Selanik 4. Avcı Taburu'nun askerleri, akın akın sokakları doldurmuştu. Geceyarısı, subaylarını bağlayan er ve erbaşlar, ayaklanmanın liderliğini yapan Arnavut Hamdi Çavuş önderliğinde haykırıp havaya ateş açarak Meclis'in bulunduğu Ayasofya meydanına doğru koşuyorlardı. Günün ilk saatlerinde kendilerine katılmaya ikna ettikleri diğer birliklerle birlikte, öğleye doğru meydanı doldurmuşlardı bile. "Yaşasın Asker", "Şeriat İsteriz" diye bağırıyorlardı. Ayaklanmanın ilk gününde, 20 kadar mektepli zabit katledildi. İlk günün bilançosuna, Tanin ve Şura-yı Ümmet gazeteleri matbaalarının basılması, makinelerinin parçalanması; Adliye Nazırı Nazım Paşa ile Lazkiye Mebusu Emin Arslan Bey'in İttihat Terakki'nin önde gelenleri sanılarak yanlışlıkla öldürülmeleri; dükkanların yağmalanması; başıbozuk askerlerin sağa sola ateş etmeleri sonucu kazara yaralanma ve ölüm olayları da yazıldı. 11 gün boyunca şeriatçı ayaklanmanın egemenliğinde kalan İstanbul'da, "Gâvur icadıdır" diye kravatlar kopartıldı, sokaktaki kadınlara saldırıldı, kahvehanelerdeki resimler parçalandı. Ayaklanan askerlerin Ayasofya meydanında toplanmasından ve ulema takımının da onlara katılmasından sonra, Abdülhamit'in ikna etmek için gönderdiği Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi, ayaklananların taleplerini şöyle sıralıyordu:

"l- Sadrazam Hüseyin Hilmi ve Harbiye Nazırı Rıza Paşalarla Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey'in azilleri,
2- Mebuslardan, Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahid, Şura-yı Ümmet'in sahibi Bahaeddin Şakir ve Meclis İkinci Reisi Talat Bev'lerin uzaklaştırılması.
3- Şeriatın bütün yönleriyle uygulanması,
4- Açığa alınan alaylı subayların görevlerine dönmesi ve mektepli zabitlerin de görevden alınmaları,
5- Ayaklanmadan dolayı, bir neferin bile kılına zarar gelmemesi".

Görüldüğü gibi, olay açıkça şeriatçı bir ayaklanmaydı. Peki, olayın gerekçeleri nelerdi?
Ayaklanmadan 8 ay 21 gün önce, Meşrutiyet ilan edilmişti. İttihat ve Terakki, önce siyasi suçlulara, daha sonra da cezaevlerindeki ayaklanmalar nedeniyle adi suçlulara genel af ilan edince, İstanbul sokakları suçlular cennetine döndü. İstanbul'a dönen Prens Sabahattin, İttihat ve Terakki'den yakınlık göremeyince 'Ahrar Fırkası'nı (Liberaller Partisi) kurdu. Ahrarlar, bünyesinde çok farklı muhalif grupları biraraya toplayan bir cepheye dönüştü. Meşrutiyet'in ilanını izleyen Ekim ayından itibaren Bulgaristan Prensliği, Bosna-Hersek ve Girit vilayetleri, birer birer Osmanlı topraklarından koptular. Dış bunalım, halkın gözünde İttihat ve Terakki'nin itibarını oldukça sarstı. Muhalefet, kısa sürede yaygınlaşıp örgütlendi. Muhalefetin odağı, başyazarlığını Derviş Vahdeti'nin yaptığı 'Volkan' gazetesi idi ve Volkan'dan kaynaklanan fikirler doğrultusunda, şeriatçı İttihad-ı Muhammed Fırkası, vak'adan altı gün önce (26 Mart 1325 yani, 8 Nisan 1909) Ayasofya meydanında Derviş Vahdeti'nin nutkuyla kuruldu.
Siyasi hava, mart ortalarından sonra kararmaya başladı. İç ve dış bunalımlardan dolayı otoriter bir tavır izlemeye başlayan İttihat ve Terakki, kurtarıcı olarak gördüğü ordu ve yönetim aygıtında geniş çaplı bir tasfiyeye başladı. Ordudan önemli sayıda alaylı subay atıldı ve birçok memur açıkta kaldı. Daha sonra, ilmiye sınıfının askerliğiyle ilgili bir yasa tasarısı, ilmiye sınıfı ile alaylı askerleri şeriatçıların safına itti. İttihatçı fedailerin muhalefet saflarındaki gazetecilere saldırmaları ve 6 Nisan 1909 gecesi, Serbesti gazetesinin başyazarı olan Hasan Fehmi Bey'in öldürülmesi, havayı iyice gerginleştirdi.
İstanbul'u 11 gün boyunca dehşete boğan olaylar sırasında, Rumeli'nin çeşitli merkezlerinde şeriatçı ayaklanmaya tepkiler başlamıştı. Selanik'te bir miting yapıldı. Ardından, alelacele kurulan "Hareket Ordusu", 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girdi. Ayaklanmanın elebaşıları, Divan-ı Harb-i Örfi'de yargılandı. Pek çok asker idam edildi ve idam sephaları, "ibret-i alem" için günlerce sokaklardan kaldırılmadı. Ahrar Fırkası kapatıldı ve Sultanzade Sabahattin gözaltına alındı. Ancak, İngiliz Büyükelçiliği'nin girişimleri sonucu serbest bırakılınca, Prens yurt dışına çıktı. Ayaklanmanın motorunu oluşturan İttihad-ı Muhammedi de kapatıldı. Derviş Vahdeti, tüm kaçma çabalarına karşın kısa sürede yakalandı ve asıldı. Selanikli Mustafa Kemal, İzmirli İsmet Bey, Fevzi Bey (Çakmak) gibi, daha sonra ulusal kurtuluş savaşının kahramanları ve yeni devletin kurucuları olacak olan genç subaylar, birbirlerini ilk kez Hareket Ordusu'nda tanıdılar. "İttihat ve Terakki despotizmine karşı muhalefetin hazırladığı bir gövde gösterisi" olarak başlayan 31 Mart, sonunda ilticaya dönüşmüştü. Temelinde "şeriatın yasakladıklarını yaptırmamak" düşüncesi bulunan 31 Mart Vak'ası, islamcılar için, daha sonra izleyecekleri yol konusunda, önemli bir yol gösterici oldu.

"HAREKET ORDUSUNUN ÜNLÜ İSİMLERİ

-Selanikli Mustafa Kemal Bey: Erkan-ı Harp Kolağası.
-Pirlepeli Fethi Bey: Erkan-ı Harp Binbaşısı. Paris Ateşemiliterliğinden, ilk Millet Meclisi'nde milletvekili; başbakanlık, büyükelçilik yaptı.
-İzmirli İsmet Bey (İnönü): Erkan-ı Harp Kolağası.
-Vehbi Paşazade Süleyman Askeri Bey: Erkan-ı Harp Kolağası, daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı.
-Halil Bey(Paşa): Erkan-ı Harp Kolağası, Enver Paşa'nın amcası.
-Ohrili Eyüp Sabri Bey: Piyade Kolağası, İttihat ve Terakki'nin kurucusu.
-Giritli Ruşeni Bey: Erkan-ı Harp Yüzbaşısı. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Milli Mücadele sırasında milletvekili idi.
-Tolcalı Süleyman Bey: Süvari Mülazım-ı Evveli. Meşrutiyet'te süvari binbaşılığına yükseldi, gizli teşkilata girdi. Milli Mücadele'de Anadolu'ya geçti,
-Yakup Cemil Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli. Bab-ı Ali baskınında Nazım Paşa'yı vurdu. Enver Paşa'nın Almanya yanlısı politikasına karşı çıktı, muhakeme edilip kurşuna dizildi.
-Filibeli Hilmi Bey: Piyade Zabiti. Meşrutiyet'ten sonra İttihat ve Terakki müfettişi oldu. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı, Milli Mücadele'ye katıldı. Milletvekili oldu. Mustafa Kemal'e suikast düzenlemekten idam edildi.
-İzmitli Mümtaz Bey: Süvari Yüzbaşısı. Enver Paşa'nın ünlü yaveri.
-Ömer Naci Bey: Mülazım-ı Evvel. İttihat ve Terakki'nin ünlü konferansçısı. Bab-ı Ali baskınına katıldı. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda İran sınırındaki Bahtiyari aşiretlerini savaşa sokmaya çalışırken öldü.
-Rasim Bey: Baytar yüzbaşısı. Milli Mücadele'ye katıldı, Miralay oldu. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam edildi.
-Sarı Efe Edip Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli, İttihat ve Terakki üyesi. Mondros Mütarekesi'nden sonra jandarma yüzbaşılığına yükseldi. Kurtuluş Savaşı'na katıldı. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam edildi.
-Kastamonulu Şükrü Bey: İttihat ve Terakki merkezinin ünlülerinden. Maarif Nazırı, Milli Mücadele'de milletvekili. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam edildi.
-Yenibahçeli Nail Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli. İttihat ve Terakki üyesi. Jandarma zabitliği yaptı. Osmanlı Meclisi'nde milletvekili.
-Abdülkadir Bey: Ankara Valisi. Pontusçularla çarpıştı. Milli Mücadele'ye katıldı. İzmir Suikastı'nda yer almaktan idam edildi.
-Kızanlıklı Cevat Bey: Topçu Mülazım-ı Evveli. İttihat ve Terakki'nin gözdelerinden. Bab-ı Ali baskınına katıldı, İstanbul Merkez Komutanlığı yaptı. Miralay oldu. Milli Mücadele'de Anadolu'ya geçti. Milli Müdafaa Vekaleti Muhakim Şubesi Müdürü oldu.
-Erzurumlu Necati Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli. İttihat ve Terakki üyesi. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Mondros'tan sonra Anadolu'ya geçti.
-Edremitli Sağır Necati Bey: Piyade Mülazım-ı Evveli. İttihat ve Terakki üyesi. Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştı. Millet Meclisi'nde milletvekili.
- Afyonkarahisarlı Ali Bey: Piyade yüzbaşısı. Milli Mücadele'de milletvekili. İstiklâl Mahkemesi Başkanı. Nafia Vekili.
-Japon Rıza Bey: Mülazım-ı Evvel. İttihat ve Terakki'nin gözdelerinden. Milli Mücadele'de Milli Müdafaa Vekaleti Levazım Şubesi'nde, Hesabat Komisyonu'nda çalıştı.
-Doktor Abidin Bey: İttihat ve Terakki'de gizli faaliyetlerde yer aldı. Milli Mücadele'de milletvekili. İzmir Suikastı nedeniyle idam edildi.
-İsmail Canbolat Bey: Mülazım-ı Evvel. İttihat ve Terakki'nin kurucularından. İzmir Suikastı'na katılmaktan idam edildi.
(KÜÇÜK Yalçın: Aydın Üzerine Tezler 2. Sf. 557-558, 1984, İstanbul.)


OYSA...

İstanbul şeriatçılarla uğraşırken, dünya resim sanatı, iki yıldır Picasso'nun Kübizm akımıyla ilgilidir. Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm adlı eseriyle tartışmalar estirmektedir. Japonya, 1910'da Kore'yi işgal ederken, Meksika devrimi başlıyordu; Mondrian ve Kandinski gibi öncü ressamlar soyut resmin ilk örneklerini veriyorlardı.

- 1913: Şemseddin Günaltay ve Halim Sabit tarafından çıkarılan İslam Mecmuası'nın sloganı şöyleydi: "Dinli bir hayat/Hayatlı bir din". Dergi, İslamcı Sırat-ı Müstakim ile Türkçü, milliyetçi Türk Yurdu dergilerinin arasında bir sentezdi. Dönemin İslamcı kesimi içinde yer alan Said Halim Paşa, Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır), Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Hamdi Akseki, Bediüzzaman Said-i Nursî, Manastırlı İsmail Hakkı gibi adların arasında Vatan Şairi olarak tanıdığımız Namık Kemal'i de bulmak mümkündü. Namık Kemal'in, "Hürriyet" adlı bir gazeteye, "Avrupalılar bilmelidirler ki, devletimiz yaşamak isterse Muhammed Şeriatı'ndan ayrılamaz ve bir İslam devleti olarak kalmalıdır" diye yazdığı biliniyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu'nun yabancı işgali altında kalması ile birlikte Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde verilen Kurtuluş Savaşı, ne İslamcılık anlayışıyla, ne de Osmanlıcılık anlayışıyla uyuşmuyordu. Yine de, Kuvayi Milliye'ciler, İslamcılara karşı bir savaş açmadılar. Ancak, başta Halife olmak üzere, tüm İslamcı kesim ve Osmanlı ricali, 1919-1922 yılları arasında Anadolu'nun birçok yerinde "hilafet ve şeriat" talepli çok sayıda isyan kışkırtmasına girişiyordu.

DÜNYA NELER YAŞIYORDU?..

1914 Ağustos'unda, Birinci Dünya Savaşı patlak verir. 2 Ekim'de Rusya, 5 Ekim'de İngiltere ve Fransa, Osmanlı'ya savaş ilan ederler. Bir yandan savaş sürerken, Einstein, ünlü 'Rölativite' kuramını yayınlar (1916). 6-7 Ekim 1917'de, Bolşevikler Rus Çarı'nı devirerek dünya üzerindeki ilk sosyalist yönetimi kurarlar. 3 Temmuz 1918'de, Vahdettin padişah olur. Bir yandan iki pilot Atlas Okyanusu'nu ilk kez uçakla aşarken, diğer yandan Avrupa haritası Versay Anlaşması'yla yeniden çizilir. 15 Mayıs 1919'da, Yunan birlikleri İzmir'e; 19 Mayıs 1919'da ise Mustafa Kemal Samsun'a çıkar.
-14 Kasım 1914: Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih Camii'nde "Cihat Fetvası" halka ilan etti. Fetvanın önemi, Osmanlı devleti için Panislamizm politikasının resmen ilanı anlamına gelmesinden kaynaklanıyor. Ancak daha da önemlisi, Panislamizm'in Alman emperyalizmi tarafından Osmanlı yönetimine emperyalist paylaşım planının bir parçası olarak nasıl kabul ettirilmesidir. Biraz geriye dönersek, "Cihat Fetvası" ve Panislamizm'i daha iyi anlayabiliriz: _

"1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti için felaketle sonuçlanınca, ordunun durumu yeniden güncel hale geldi. Reformist arayışlar içinde bulunan devlet, Almanya'dan askeri uzman talebinde bulundu. Alman askeri heyetleri, bu talep üzerine İstanbul'a doluştular. Alman askeri heyetleri ile birlikte Krupp ve Deutsche Bank da bu bakir pazara girdi. Alman danışmanlardan Von Der Goltz'un önerileri doğrultusunda, 1885'de Krupp fabrikalarından 500 kadar ağır top alındı. Ertesi yıl, 426 sahra topu ve 60 havan topu; 1887'de ise 500.000 karabina ve tüfek bu listeye eklendi. O tarihlerde, ABD Maslahatgüzarı'nın Washington'a yazdığına göre, Krupp ve Mauser'in bu pazara egemenlikleri, Osmanlı ordusunu pahalı ve kalitesiz silahlarla donatma sonucunu vermişti. Ayrıca, Goltz'un, Harbiye Mektebi'nde ders kitabı olarak okutmak üzere 4 bin sayfadan fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınlaması, subay adayları arasında Alman hayranlığını arttırdı. Bu arada, İstanbul'da görev yapan Alman subayları, aldıkları talimat uyarınca Alman Büyükelçiliği'ne bağlı olarak görev yaptılar. Alman subaylarının gördükleri büyük ilgi, Türkiye'deki siyasi geleneklerin temelinde bulunan yabancı etkinliği konusunda ilginç bir göstergedir. Örneğin, Alman askeri heyeti ile gelen askeri danışman Yüzbaşı Kamphövener, 1897 yılında Müşir (Mareşal) yapılmış, kendisine II. Abdülhamit tarafından Yaver-i Ekrem'lik unvanı verilmişti. Türk müşirlere bile kolay verilmeyen bu unvanı taşıyan Kamphövener, aynı rütbeyi taşıyan Serasker Gazi Osman Paşa (Plevne Kahramanı) ile aynı hizada yürüyor, törenlerde at üstünde ve ön safta yer alıyordu. Alman İmparatorluğu ile ne kadar sıkı bir dostluk içinde olduğunu dünyaya göstermek için, II.Abdülhamit'in bir Alman yüzbaşısını mareşal yapması, Türkiye'nin Batı'ya nasıl baktığının dikkate değer bir göstergesidir. Osmanlı ordusu; eğitimi, donatımı ve stratejisi açısından Alman Genelkurmayı ile bütünleşmiş, 1889 yılında Alman askeri heyeti başkanı Von Der Goltz Paşa, Almanya'ya gönderilecek subayların Almanya'ya bağlılıklarının esas alınacağını ve sadece Alman hayranı Osmanlı subaylarının bu imkanlardan yararlanacağını raporunda yazmıştır. 1908 Meşrutiyet Devrimi de durumda değişiklik yapmamış, İttihatçılar dış politik zorlamaların da etkisiyle (Rusya-İngiltere ittifakı) neredeyse tümüyle, Almanya'ya teslim olmuşlardır. 1913'de Liman Von Sanders başkanlığında gelen yeni Alman heyeti, orduyu tamamıyla kontrol altına almış ve Alman askeri uzmanları ordunun fiili komutanları haline gelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı'nda, Alman Genelkurmayı'nın komutasında olan Osmanlı ordusu, Almanya'nın çıkarları için Galiçya'dan Bağdat'a, Kafkaslardan Süveyş'e tükeninceye kadar savaştırılmıştır..." (PARLAR, Suat: Devlet ve Ordu. Sf. 49-50. Henüz yayımlanmadı)

Ortada, Almanya ile böylesine bir ittifak var. Osmanlı başkentinde ittifakın işlevleri buyken, Berlin'de Alman Kayser'i günden güne İslam yanlısı görünme politikasını yürürlüğe soktu. Ortadoğu'daki Alman çıkarları, Alman emperyalizminin Osmanlı ordularını kendi adına savaştırmasını gerektiriyordu ve politika üreten Almanlar, devlet içindeki şeriatçı kesimleri öne çıkarıp Panislamist politikaları benimseterek bunu başarmanın yolunu buldular. Osmanlı devletinin gizli haberalma ve harekat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu Kuşçubaşı Eşref, Panislamizm ile emperyalizm arasındaki bağları anılarında açıklıyor:

"Eşref Kuşçubaşı'ya göre, cihat ilan etme ve Panislamizm'i İtilâf devletlerine karşı kullanma fikri bir Alman planıydı ve General von der Goltz tarafından 1914 yılının ilk yarısında Enver Paşa'ya çok ikna edici bir şekilde önerilmişti (Kuşçubaşı'nın 24 Aralık 1961 tarihli mektubu). Ali İhsan Sabis de bu fikrin Almanlardan çıktığını belirtir; özellikle Alman Askeri Heyeti'nin üyeleri ve Bronsort Paşa'nın bu konuda etkili olduğunu söyler." (STODDARD, Dr. Philip H.: Teşkilat-ı Mahsusa. Sf. 150, 1993, İstanbul)

Alman emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkas politikası gereği, İstanbul'da yürürlüğe sokulan Panislamizm'in en önemli iki (sonucu) ürünü, 31 Mart Vak'ası ve Birinci Dünya Savaşı'nda ölen yüz binlerce Türk askeri olmuştur. Emperyalistlerin önermesi, isteği ve baskısıyla Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'na sokan Cihat Fetvası'nın arka planı böyleyken, fetvanın ilanı öyküsü de şöyle gerçekleşti:

"13 Kasını 1914 günü, Padişah, Şeyhülislam ve diğer kabine üyeleriyle birlikte, Topkapı Sarayı'nda Hz.Muhammed'in hırkasının ve diğer kutsal emanetlerin saklandığı odada yapılan resmi bir törenle Meclis-i Mebusan'dan bir heyeti kabul etti. Padişah, nihai zaferi kazanacaklarına duyduğu güveni dile getiren kısa bir konuşma yaptıktan sonra, orada bulunanlar Allah'ın inayetinin Osmanlı ordusunun üzerinden eksik olmaması için dua ettiler. Cihat ilanına izin veren fetva okunduktan sonra geleneğe uygun olarak burada bırakıldı; yirmidört saat sonra, 14 Kasım 1914'te de Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih Camii'nde fetvayı halka duyurdu...
...Kasım 1914 tarihli fetva ve cihat ilanına dair beyanname, dünyadaki bütün Müslümanlara şu mesajı veriyordu: Müslümanlar nihayet, kendilerini bunca zamandır ezen kafirlere karşı güçlü bir silah ele geçirmişlerdi. İslam devletinin ilk devrinde cihat etkili bir silah olduğu için, İttihatçı lider kadro içindeki Panislamist grup şöyle düşünmüştü: Osmanlı Devleti'nin girdiği eşitsiz mücadelede cihat, eğer iyi bir şekilde duyurulursa, eski etkileyiciliğine kavuşarak bir güç kaynağı haline gelebilirdi.
"Cihat Fetvası" beş sorudan oluşuyordu. Aslında, beş ayrı fetvanın biraraya getirilmesiyle üretilmiş bir metindi. Her soruya karşılık, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi'nin imzasının üzerinde geleneksel 'olur' cevabı bulunuyordu. Söz konusu beş soru şöyle özetlenebilir:

1) Padişah-ı İslam'ın, Kur'an'ın 14. suresinin 41. ayetine uygun olarak, İslamiyet aleyhine birleşenlere karşı ilan ettikleri cihata katılmak bütün Müslümanlar için farz mıdır?
2) Rusya, Fransa, İngiltere ve müttefikleri devletlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bu devletlere karşı cihata katılmaları farz olur mu?
3) Cihata katılmayanlar Allah'ın gazabına müstehak olurlar mı?
4) Hükümet-i İslamiye'ye karşı savaşan İtilaf Devletleri'nin Müslüman ahalisi, bu devletlerin yanında savaşa katılmaları halinde ne türlü tehditlerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, cehennem ateşine müstahak olurlar mı?
5) Bu suretle harb-i hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiya ve Karadağ hükümetleriyle zahirlerinin (yardımcılarının) idarelerinde olan Müslümanların hükümet-i seniyye-i İslamiyeye muin (yardımcı) bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harbetmeleri Hilafet-i İslamiye'nin mazarratını mucip olacağından (zararı dokunacağından) esm-ü azim (büyük günah) olmakla azab-ı azime (büyük azaba) müstehak olur mu?" (STODDARD, Dr. Philip H.: Teşkilat-ı Mahsusa. S.26-27, 1993, İstanbul)

Cihat fetvası kendisine karşı verilen ülkelerden İngiltere, çok değil, altı yıl sonra Padişah ve Şeyhülislam'la birlikte Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı savaşacaktır ve bu kez İngiltere dost, Mustafa Kemal düşman olacak, bu yolda fetvalar ilan edilecektir. Neden mi? Çünkü Almanya Birinci Dünya Savaşı'nda yenilerek prestij ve güç kaybedecek, Padişah ve şeriatçılar bu kez, dış destek arayışı için gözlerini İngiliz ve Amerikan emperyalizmine dikeceklerdir. Birçok şeriatçının Amerikan ve İngiliz mandaterliğini istemesi, bu yolda çalışması, dernekleşmesi, İngiliz ve Amerikan yanlısı fetvaları gündeme getirecektir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder