TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 10
SİVAS'A DOĞRU BUGÜN TÜRBAN, YARIN FES
-18 Nisan 1988: 2000'e Doğru dergisinde, Şah'a karşı
sol muhalefetin önderlerinden Bahman Nirumand'la yapılan bir röportaj yer
alıyor. 1987'de "İran Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardında" adlı
kitabı Türkçe'de basılan Nirumand"la yapılan röportajın son bölümü,
Türkiye ve İranlaşma üzerine yazarın öngörülerine ayrılmış. Şöyle deniyor:
- Soru: Bahman, İran'daki devrim Türkiye'ye
sıçrayabilir mi? Türkçe propaganda yayınları, mollaların bu yollu niyetleri
olduğunu gösteriyor. Türkiye'deki genel görüş, İran usulü bir İslam devriminin
Türkiye'de olamayacağı yönünde. Çeşitli nedenler sayılıyor: 1. Türkiye'de
çoğunluk Sünni, Ehli Beyt ve hilafet yüzünden Sünnilerle Şiiler arasında,
geleneksel anlaşmazlıklar var. Türkiye'deki geleneksel İslamcılar, İran'ı
kendilerine model olarak görmüyor. 2. Türkiye'de ne Humeyni gibi halkı peşinde
sürükleyebilecek bir önder, ne de Şah gibi bir ortak düşman var. Çok partili
düzen, iktidar yolunu İslamcılara da açık tutuyor. 3. Türkiye'de din adamları
devlet tarafından eğitilip devlet memuru olarak çalışıyorlar. İran'daki gibi
zekat toplayıp özerk medrese açamıyorlar. 4. Türkiye'de İran'daki mücahitler
gibi İslamcı ve toplumcu görüşlerin sentezini yapan örgütler yok. 5. Atatürk'ün
reformlarının ve laiklik ilkesinin Türk toplumunda köklü bir yeri vardır. Bu
konudaki görüşleriniz nelerdir?
- Yanıt: "İslam gelenekçiliği, çoktan beri İran'a ve
Şiilere özgü bir sorun olmaktan çıkmıştır. Diğer İslam ülkelerine bir göz
atalım. Fas, Sudan, Mısır, Pakistan ve hatta Filipinler'de bile -ki bunların
hiçbirinde Şiiler çoğunlukta değil- İslamcılar nüfuz kazanmaktadırlar. Bu,
Humeyni'nin marifeti değil, tarihsel bir olgu. Bu gelişmeleri, tarihsel konumu
kapsamında görmezsek önemini küçümsemiş oluruz. Az gelişmiş veya az
geliştirilmiş ülkeler için şimdiye dek iki ana model vardı: Batının önerdiği
monetarist model ve Doğunun önerdiği sosyalist model. Benim kanımca her iki yol
da bu ülkeleri çıkmaza sokmuştur. Her iki model de yalnızca iktisadi sorunları
çözmeye kalkıp çok önemli bir etkeni, halkın kültürel benliğini önemsememiştir.
İran'daki devrim bir sınıf kavgası değildi. İlk baş kaldıranlar lümpenler,
yalınayaklar değildi; orta sınıftı. Orta sınıfın durumu iktisadi yönden çok
iyiydi ve iktisadi durumu iyi olduğu için kendine bir kimlik aradı; siyasal
haklar istedi. Yirmibeş yıllık bir baskıdan sonra bir patlama oldu; bir,
kişilik arama kaygısı çıktı ortaya. Bir kültür devrimine dönüştü İran'daki
devrim; İslam, kimlik sorusuna bir yanıttı.
Bana kalırsa yanlış bir yanıt, ama bir yanıt, Batılılaşma
süreci, Batıdan doğru-yanhş her şeyin alınması, uyduruk bir kültürün doğması,
toplumu bir kimlik buhranına sokmuştu. Çok eski bir geleneği olan, halkın geniş
kesimlerinde, özellikle de alt tabakalarda kök salmış olan İslam, yepyeni bir
kişilik vaadediyordu kitlelere. Bana kalırsa aynı kimlik buhranı Türkiye'de de
var. Görünüşe aldanmamak gerekir. On yıl önce bana, İran'da İslam Devrimi olur
mu, diye sorsaydınız, basardım kahkahayı. Türkiye'de çoğunluğun Sünni olmasının
hiç önemi yok. İslam gelenekçiliği Sünniler arasında da yaygın. Laiklik
ilkesine gelince, kitleler ideoloji uğruna gözünü bile kırpmadan bu ilkeden
vazgeçerler. Şu anda Humeyni gibi bir önder olmaması da hiç sorun değil. Zamanı
gelince, kitleler hazır olunca bir gecede bulunur böyle biri. İran'da olaylar
patlak verdiğinde, kimse Humeyni'nin adını bile bilmiyordu. 15 yıldır
sürgündeydi, adını anan yoktu. Birdenbire ortaya çıkıverdi. Solcularla
İslamcılar arasında, daha önce İran'da da işbirliği yoktu. Akla gelecek şey
değildi, böyle bir işbirliği. Mücahitlerin batı toplumcu yanları vardı; ama
aslında İslamcı görüştendiler, solcu değildiler. Bana kalırsa Türkiye'de bu
sorunlarla yakından ilgilenmek, halkı aydınlatmak gerekir."
-10 Mayıs 1988: Başbakan Turgut Özal'ın 82 yaşındaki
annesi Hafize Özal, 17 gündür tedavi gördüğü Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde
öldü. Cenaze töreni 12 Mayıs günü yapıldı. Hafize Özal, Süleymaniye Camii'ne
getirildi. Tabutunun üstüne, milletvekili Leyla Yeniay Köseoğlu'nun eşi,
Mustafa Köseoğlu'na Suudi Arabistanlı bir şeyh tarafından hediye edilen
Kabe'nin el örgüsü örtüldü.
İstanbul Valisi Cahit Bayar ve dönemin 1. Ordu Komutanı
Doğan Güreş, törene gelenleri cami kapısında karşıladılar. Cenaze namazının
kılınmasının ardından tabut, eller üzerinde Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'nin
yanındaki Osmanlı hanedanının mezarlığının bulunduğu avluya götürüldü. Hafize
Özal burada, daha önce gömülen Nakşibendi Tarikatı İskenderpaşa Cemaati Lideri
Şeyh Mehmet Zait Kotku'nun mezarının yanma gömüldü. Tören sırasında tabutun
yanında bir başka ünlü Nakşibendi Şeyhi, Gönenli Mehmet Efendi ile DGM'de
laikliğe aykırı propaganda yapmak suçundan defalarca yargılanan Mahmut Hoca
(Mahmut Ustaosmanoğlu) bulundular.
-13 Kasım 1988: İzmir'deki Ocak gazetesinin sahibi
Acar Tuncer, 2000'e Doğru dergisine yaptığı açıklamada, İzmir Belediye Başkanı
Burhan Özfatura'nın Işıkçı tarikatından olduğunu ve makam arabasıyla,
Balçova'daki Erzurumlu Sabahattin Hoca'yı ziyarete gittiğini söyledi.
-26 Aralık 1988: Turgut Özal'ın yol göstericiliği
sonunda, 60 ANAP'h milletvekilinin önergesiyle yasalaşan 3511 sayılı Yüksek
Öğretim Yasası'nda değişiklikler yapan yasa yürürlüğe girdi. Önerge
tartışılırken SHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, tepkisini, "Bugün
türban, yarın fes ve çarşaf. Atatürk ilkeleri elden gidiyor", sözleriyle
dile getiriyordu. Yasa değişikliğiyle "Yüksek öğretim kurumlarında
dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve
görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle, boyun ve saçların örtülü
veya türbanla kapatılması serbesttir" hükmü getiriliyordu.
"Yani, üç tane kız, beş tane kız başını şöyle sardı,
böyle sardı diye Türkiye'ye irtica mı gelir?" diye demeçler veren Özal
ve partisine de ancak, böyle "hem çağdaş hem tesettürlü!" görüntüler
yaratan yasalar yakışırdı.
-26 Şubat 1989: Yayıncı İsmail Nacar, Hürriyet
gazetesi yazarı Emin Çölaşan'la yaptığı pazar sohbetinde Turgut Özal ve Eymen
Topbaş'ın Nakşibendi tarikatıyla ilişkilerini açıkladı. Nacar, "Özal'lar
Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zaid Kotku'nun müridleridir. ANAP İstanbul İl Başkanı
Eymen Topbaş, Nakşibendi Şeyhidir", dedi.
NAKŞİBENDİ AYİNİ NASIL YAPILIR?
"Müritler, bir halka teşkil edecek şekilde yanyana
oturuyorlar. Ayini idare edecek olan şeyh veya hoca efendi, okunacak surenin
adını söylüyor. 'Hatm-ı Hace' denilen ayin sırasında, müritler bu surenin kaç
kere okunacağını biliyorlar ve karanlıkta, sessizce okuyarak zikirlerini
yapıyorlar.
Zikirden önce müritlerle ayini yönetecek kimse arasında
dini sohbet yapılıyor. Halkanın tamam olmasına kadar süren bu sohbette, çeşitli
dini meseleler ortaya atılıyor; sorular soruluyor. Ayine gelenler, o güne kadar
toplantılara gelmemiş herhangi bir yabancıyı da beraberlerinde
getirebiliyorlar. Kimse, yeni gelenin kimliğini, dini konulardaki tutumunu
merak etmiyor, sormuyor.
Ayin bittikten sonra (sağdan sola doğru) ayine katılanlar
birbirlerinin ellerini sıkarak 'musafaha' yapıyorlar. El sıkma, Şeyh Efendi'de
sona eriyor.
Daha sonra hep birlikte yemek yeniliyor, yine sohbet
yapılıyor ve çay içiliyor. Nakşibendi toplantı ve ayinlerinin önemli
unsurlardan biri çay..." (GÜVEN, Ahmet: Tarikatlar. Sf. 59. 1984,
İstanbul)
- 14 Şubat 1989: Ve dönüm noktalarından, kilometre
taşlarından biri daha. Hint asıllı Müslüman İngiliz yazar Salman Rushdi'nin 'Satanic
Verses' adlı kitabında İslamiyetin peygamberi Muhammed'e hakaret edildiği
gerekçesiyle İran İslam Devrimi'nin dini lideri Ayetullah Humeyni "ölüm
fetvası" veriyor. "Şeytan Ayetleri", fetvadan sonra
dünyanın en önemli nesnesi haline gelirken; Salman Rushdi fetva anından Kasım
ayı başına kadar geçen 9 ay süresince, 56 kez ev değiştirerek Guinnes Rekorlar
Kitabı'na geçebilecek bir rekor kırnak zorunda kalıyor. Rushdi'nin sorunu, 12
Şubat 1989 günü Hindistan'ın karmaşık iç politik ortamında Müslümanların kitabı
bir iç politika malzemesi yaparak gösteri konusu etmeleriyle başladı.
Hemen ertesi gün, Bangladeş'te ve Türkiye'de yapılan
gösteriler, Rushdi'nin ölüm emrinin Humeyni tarafından verilmesi ve ölüm
korkusu dönemine yol açtı. Humeyni'nin fetvasında şu sözler yer
alıyordu:
"Tüm dünya Müslümanlarından bu kişileri (yazar ve
yayıncıları) dünyanın neresinde bulurlarsa derhal idam etmelerini istiyorum, ki
bir daha dünyada hiç kimse Müslümanların mukaddesatına iftirada bulunma
cesaretini göstermesin. Bu fetvanın yerine getirilmesi yolunda ölen herkes
inşallah şehit olacaktır."
Bu kadarla kalmadı.
Humeyni'nin fetvasından bir gün sonra, Molla'mn temsilcisi
Hüccetülislam Hasan Senaye, Rushdi'yi öldürecek İranlının 200 milyon Riyal (2.6
milyon dolar)'lık bir ödülü "bu satılmış küstahın cezalandırılması
karşılığı olarak alacağını", söyledi. Rushdi'yi öldüren İranlı
değilse, ödül bir milyon dolar olacaktı. Tahran'ın bu kararının hemen ardından,
16 Şubat günü İngiltere, İran'la ilişkilerini dondurdu. 17 Şubat'ta İran Devlet
Başkanı Ali Hamaney, Rushdi'nin özür dilemesi halinde, affedileceğini açıkladı.
Rushdi, bu çağrıya uyarak 19 Şubat'ta özür diledi; ama Humeyni, yazarın hiçbir
koşulda affedilmeyeceğini bildirdi.
-8 Mart 1989: Dünya Kadınlar Günü. Anayasa Mahkemesi,
27 Aralık 1988 tarih ve 3511 sayılı tesettürü serbest bırakan yasayı iptal
etti. Karar, bire karşı 10 oyla alındı. Karşı oy, 1950-1980 yıllarında çıkan,
İslamcı dergi Hisar'ın kurucusu Mehmet Çınarlı'ya aitti.
-9 Mart 1989: Anayasa Mahkemesi'nin kararı, İstanbul
Üniversitesi'nin önüne, üstünde "İnancımız her şeyimizdir, inanç
hürriyetimiz çiğnenmiştir, nefretle kınıyoruz" yazılı siyah çelenk
bırakan bir grup tarafından kınandı.
-10 Mart 1989: Anayasa Mahkemesi kararı aleyhindeki
şeriatçı eylemler; Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana gibi kentlerde Cuma
namazından sonra yinelendi. Kadınlı-erkekli gruplar, "Evren-Rushdi el
ele", "Başörtüsüne uzanan eller kırılsın", "Evren
İstifa" sloganları atıyorlar; polis gözaltına aldığı kişileri kısa bir
süre sonra bırakıyordu. Herhangi bir sol gösteride kafa-göz yaran polisin
şeriatçılara karşı takındığı bu müşfik tutum herkesin dikkatini çekmişti.
-Mart 1989: Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdi
hakkında Humeyni'nin çıkardığı ölüm fetvasına özenen Cemalettin Kaplan, "Şeriat
ve Kadın" kitabının yazan Prof. İlhan Arsel için ölüm fetvası verdi.
Ölüm fetvası vermek ne demek? Hukuk dilinde bunun adına, "Adam
öldürmeye azmettirmek" deniyor. Yani, bir veya birkaç kişinin
öldürülmesi için bir veya birden fazla kişiyi özendirmek, zorlamak. Dünyanın
her ülkesinde, bu suçun yasal cezalan bulunuyor. Cemalettin Kaplan'ın yaşadığı
Almanya'nın yasalarında da adam öldürmeye azmettirmek suçunun cezası var. Ancak
Kaplan'a karşı uygulanmayan bir yasa maddesi bu.
-27 Mart 1989: Ölüm fetvası veren verene. Bir de
verilen fetvaları destekleyenler var. Bunlardan biri, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Hayrettin
Karaman. Bakın şimdi, laik cumhuriyetin üniversitesinde bölüm başkanlığı yapan
Doçent'in Milli Gazete'ye Rushdi fetvası hakkında verdiği demece:
"Şimdi efendim, İran kaynaklı diyebileceğimiz bu
fetvaya karşı reaksiyonlar, bilenler (yani bu işin uzmanları) değil de halk
nezdinde -en azından- böyle bir fetvanın veya hükmün sadece Şii mezhebine ve
Şia ulemasına ait olabileceği zannından kaynaklanıyor olabilir... Halbuki ben
tabii fiilen uygulama olarak bugün herhangi bir milletin devletin tebası olan
bir şahsı gidip orada öldürmenin evvela maslahata uygun olup olmadığı ve
buradan hareketle de siyaset-i şeriyyeye uygun olup olmadığı dolayısıyla bugün İslam
alimlerinin böyle bir fetva vermelerinin doğru olup olmadığı münakaşasına
girmiyorum. Yani bence bu ayrı bir konudur.
Fakat bana akademik ve nazari yani mücerred olarak
sorarsanız ki Hazreti Peygamber'e (SA) hakaret etmenin cezası nedir? O
zaman ben size cevaben derim ki Hz.Peygamber'e (SA) hakaret etmenin
cezası sadece Şiilere göre değil Şia mezhebine göre değil, bizim fıkıh
mezheplerine göre bu suçu işleyen kişinin cezası son derece ağırdır.
Hanefi mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, Resulullah'a (AS)
hakaret eden bir kişi Müslüman da olsa, kafir de olsa ölüm ile
cezalandırılır. Hanefilere göre Müslüman ise bunu söylemekle irtidad etmiş
sayılır ve kendisine tövbe teklif edilir. Tövbe etmediği takdirde ölüm cezasına
mahkum edilir."
Biraz önce, Alman yasalarındaki adam öldürmeye azmettirmek
suçunun karşılığı olan yasa maddesinin Cemalettin Kaplan için uygulanmadığını
söylemiştik. Türk Ceza Yasası'ndaki madde de Doç.Dr. Hayrettin Karaman'a
uygulanmadı. Bu sözleri söyleyen kişiye soruşturma falan açılmadığına göre,
demek ki, Alman polis ve savcılarına haksızlık etmişiz!
-14 Mart 1989: Kocamustafapaşa Seyitömer Camii imamı
Kazım Üstün, sabah ezanını okuduktan sonra pusuya düşürülerek öldürüldü. Kazım
üstün, laiklik yanlısı vaazlarına son vermesi için sık sık uyarılıyor ve tehdit
ediliyordu.
-7 Nisan 1989: Libya lideri Albay Muammer Kaddafi'nin
"Şeriat devrimi ihracı" amacıyla kurdurduğu Uluslararası
İslama Çağrı Cemiyeti temsilcisi Fikret Nusret Ali, elindeki cemiyete ait
0339848-00002177194 numaralı çeki imzaladı. Çekteki adres, Necmettin Erbakan'ın
bürosu Güven Sokak, 28/2, Ankara idi. Çekin değeri ise 500 bin Amerikan Doları.
Libya'nın dışında Suudilerin Rabıta; Mısır'ın İhvan-ı Müslimin; Ürdün'ün aynı
adlı örgütü, İslami Cihad; Cezayir'in ünlü İslami Selamet Cephesi(FIS); İngiliz
İslam Partisi; İsviçre İslam Merkezi; İslam Kültür Vakfı; Moskova İslam
Merkezi; Filistin'deki şeriatçı Hamas hareketi; Afganistan'ın Cemaati İslam
Partisi ve Malezya İslam Partisi de Refah Partisi'ne benzer çekler kesiyorlar,
kuryelerle paralar gönderiyorlardı. Sonra da seçim dönemlerinde, RP'nin
afişleri ve flamaları her yanı işgal ediyor; ellerinde note-book, power-book
bilgisayarlı sakallı adamlar seçmene "yardımcı" oluyor ve RP
seçim kazanıyor.
-22 Mayıs 1989: TDN'in haberi: "1979 yılında
200'ün altında olan dini amaçlı vakıflar 1983 yılında 350'ye, 1985 yılında
850'ye, 1987 yılında 1.258'e yükseldi."
-4 Haziran 1989: 1979 yılında, 2500 yıllık Şah
saltanatını devirerek İran İslam Cumhuriyeti'ni kurmuş olan, İran'ın dini
lideri Ayetullah Humeyni öldü. 1980-1992 yıllan arasında, İslam devriminin
ihracı için 14 milyar dolar harcayan, rejimin kurucusu için Türkiye'de
bayraklar yarıya indi.
-6 Haziran 1989: Ali Gül adlı yurttaş, İslami
kurallara uygun yaşamadığı gerekçesiyle Vatan caddesinde öldürüldü.
-11 Haziran 1989: "İstanbul Ticaret Odası'nın
kayıtlarına göre, İstanbul'da faaliyet gösteren tam 115 İran İslam Cumhuriyeti
şirketi bulunuyor. Bu 115 şirketin sahiplerinin tümü de İran vatandaşı. Bunlar,
bu şirketleri nedeniyle para transferleri yapabiliyorlar, diledikleri gibi
Türkiye'ye girip çıkabiliyorlar, Türkiye'de istedikleri yerlere gidebiliyorlar.
Biz, Ticaret Odası'ndaki adreslerine göre bu şirketleri araştırdığımızda,
bunların çoğunun ya, tabela şirketleri olup elle tutulur bir iş yapmadıklarını
ya da, bu adreslerde bulunmadıklarını, adres değişikliklerinin Ticaret Odası'na
bildirilmediğini gördük... Belki artık birileri merak edip de bu kadar İran
İslam Cumhuriyeti şirketi Türkiye'de ne arıyor diye araştırıverir. (YETKİN,
Çetin-ÇORLU, Murat: Türkiye'deki İran. Milliyet)
BİR NESİL YETİŞİYOR GAYESİ ALLAH, ÖLSEK DE DÖNMEYİZ
DİYORLAR YALLAH"
- 13 Temmuz 1989: Kurban Bayramı... Mardin
Kızıltepe'de Sim Mobilya imzasıyla gönderilen bir bayram tebriği... Kartın
üstünde yeşil bayrak açan bir siluet, başlığında Arap harfleriyle "Mazlumun
hakkını zalimden alanın ismiyle" yazısı bulunuyor. Tebrik kartında
şunlar yazılı:
"Mübarek kurban bayramınızı içtenlikle tebrik eder,
dünya müslümanlarının Tevhid Sancağı altında el ele verip, kan küfür ırmağına
set çekmelerini Allah'tan(CC) niyaz ederim.
Allah'ın hidayeti üzerinize olsun.
Yusuf Kaplan
Bir nesil yetişiyor gayesi Allah,
Ölsek de dönmeyiz diyorlar vallah."
-18 Temmuz 1989: TRT'nin birinci kanalında yayına
giren, ünlü Fransız yönetmen Rene Clement'in "Yasak Oyunlar" adlı
filmi yarıda kesildi. TV Daire Başkan Yardımcısı Önder Ulay, filmin "seyircilerden
gelen yoğun tepki ve filmde Hıristiyanlık propagandası yapılması" nedeniyle
kendi talimatı üzerine yarıda kesildiğini ve yayından kaldırıldığını açıkladı.
Ulay, tepkileri daha fazla büyütmemek için, filmi yayından kaldırma talimatı
verdiğini söylüyor ve "Filmi kaldırdıktan sonra, o kadar teşekkür aldık
ki, telefonlardan sabaha kadar uyuyamadık", diyordu.
-25 Temmuz 1989: Şanlıurfa'nın Refah Partili Belediye
Başkanı İbrahim Halil Çelik hakkında, laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunduğu
gerekçesiyle, Ankara DGM tarafından 5-12 yıl hapis istemiyle dava açıldı.
Ankara DGM'nin hazırladığı iddianamede, Çelik'in, eski Adana Müftüsü Cemalettin
Kaplan'ın İslam Cemiyetleri ve Cemaatleri Birliği (ICCB) ile Osman
Yumakoğulları'nın Avrupa Milli Görüş Teşkilatı (AMGT) örgütlerinin üyesi ve
Türkiye'deki tebliğ görevlisi olduğu, seçim masraflarının AMGT tarafından
karşılandığının duyulduğu da belirtildi. Çelik, laikliği kemirme çabalarının
ilk militanlarından biri olarak tanınıyor.
-29 Eylül 1989: Bakanlar Kurulu, Hint asıllı İngiliz
yazar Salman Rushdi'nin Şeytan Ayetleri adlı romanının Türkiye'ye sokulmasını
ve Türkiye'de dağıtımını yasakladı.
- l Ekim 1989: Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde Suudi
Arabistan'ın Rabıta örgütü tarafından finanse edilen mescitin açılışı yapıldı.
1989/1990 öğretim yılında 365 imam hatip lisesinde 92.678
öğrenci eğitim görüyor. Aynı yıl lise ve dengi, Milli Eğitim okullarında eğitim
gören toplam öğrenci sayısı 750 bin kadardır.
-31 Ocak 1990: Atatürkçülüğün ödün vermez savunucusu
Prof. Muammer Aksoy, Ankara Bahçelievler'deki evinin girişinde susturucu
takılmış silahla ateş eden kişi veya kişiler tarafından öldürüldü. Cinayeti, "İslami
Hareket Örgütü" ve "İslami İntikam Örgütü" ayrı ayrı
üstlendiler.
-l Şubat 1990: İstanbul polisinin yaptığı bir
operasyonda, merkezi Almanya'nın Köln kentinde bulunan İslami Cemiyet ve
Cemaatler Birliği (ICCB) tarafından basılan ve dağıtılmak üzere Türkiye'ye gönderilen
3 bin 12 adet, "Mustafa KemaPin Babası Kim?" başlıklı kitapçık
ele geçirdi. Kitapçıkta, Selanik mahkemelerinden çıktığı belirtilen sahte bir
kararla, Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım'a (genelevde çalıştığı öne
sürülerek) ağır bir dille hakaret ediliyor. Daha sonra Refah Partisi
Milletvekili Hasan Mezarcı tarafından yeniden gündeme getirilecek olan ve
kamuoyuna bildiri olarak sunulan "Ümmet" dergisinin sekizinci
sayısında yayımlanan sahte kararda şunlar yer alıyordu:
"Abduş'un ölümünden sonra Zübeyde Abduş'un karısı
olduğunu ve oğlu da Abduş'un oğlu olduğunu iddiası ile açmış olduğu miras
davasında Abduş'un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddianamede,
Zübeyde'nin Abduş'un karısı olmadığını ve umumhaneden odalık aldığını ve oğlu
Mustafa iki yaşında kucağında olduğunu ve Abduş'un bilavelet öldüğünü iddiaları
ile keyfiyetin umumhaneden sorulmasını talepleri üzerine umumhaneye yazılan
tezkerenin cevabından Zübeyde'nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297'de
umumhanemize duhul edip Yeni Şehirli Abus isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11
Nisan 1298'de umumhanemizden huruç etmiştir. Bu yazıya istinaden Zübeyde'nin
davasının reddine karar verilmiştir."
Polis tarafından ele geçirilen Ümmet'in özel sayısında
bununla da yetinilmiyor ve Cemalettin Kaplan tarafından kaleme alınan başyazıda
Rıza Nur'un anılarından yapılan alıntılarla Mustafa Kemal'e atılan çirkin
suçlamalara destek aranıyor. Rıza Nur'dan yapılan alıntılardan kısa bir pasaj:
"Selanik'te Rıza efendi adında gümrük kolcusu
birinin üvey oğlu Mustafa Kemal, Harbiye Mektebi'ne geliyor. Mustafa Kemal'in
babası hakkında çok rivayet var. Kimi bir Sırp, kimisi Bulgar'dır diyor. Güya
anası bunların metresi imiş. Yeni çıkan "20. Asır Larousse" Pomak'tır
diyor. İhtiyar Teselyalıların rivayeti şudur: Mustafa Kemal'in anası,
Selanik'te kerhanede imiş. Yenişehir Tırnovası'ndan ve oranın ileri gelen
kabadayılarından Abdos Ağa Selanik'e gelir, bu kadını görür, alır götürür.
Orada piç olarak, Mustafa Kemal doğar. Mustafa beş yaşlarında iken Abdos ölmüş,
anası oğlu ile Selanik'e gelmiş. 12 yaşında iken Mustafa, Tırnova'ya gidip
miras istemiş ise de piçliğini söylemişler, geri göndermişler. Mustafa, mektebe
girmiş. Anası gümrük kolcusu Ali Rıza ile evlenmiş. Çok tuhaftır, Mustafa Kemal
anasından bahseder fakat babasından bir defa bile bahsetmemiştir. Hasılı
rivayetler çok. Hangisi doğru? Bir şey ki rivayet çoktur, o şey belli
değildir."
Kaplan'ın gündeme getirdiği belgenin sahteliği, Mezarcı
olayı sırasında Osmanlı Tarihi araştırmacısı gazeteci Murat Bardakçı tarafından
kanıtlandı.
Asıl önemli olan, din düşüncesi ile hareket ettiklerini
söyleyen şeriatçıların her zaman belden aşağı çamur atmaya ne kadar yakın
olduklarının bu iftiralarla ortaya çıkmasıdır.
MOSSAD AİDS İHRAÇ EDİYOR (MUŞ)
-27 Şubat 1990: SHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar,
TBMM'de, Başbakan Yıldırım Akbulut'a yönelttiği yazılı soru önergesinde Sosyal
Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü Melih Gökçek'in "Mücadele
Birliği" adlı şeriatçı bir örgütün kurucusu olup olmadığını sordu. Muhtemelen
MiT'in şeriatçı örgütlerle ilgili bir brifing dosyasında yer alan belgelerde,
Mücadele Birliği adlı örgütle ilgili olarak şu bilgilere yer veriliyor:
"Liderleri Necmettin Erişen, Aykut Edibali, Mevlüt
Baltacı, Melih Gökçek ve Yılmaz Karaoğlu'dur. Gayesi, merkezi otoriteye bağlı
İslami esaslardan kuvvet alan devlet nizamını kurmaktır. Antikomünist olmak,
antisosyalist olmak, antikapitalist olmak, milli değerlere saygılı olmak,
İslam'a tam bağımlı olmak ve islami esaslara göre yaşamak bu kuruluşun ana
hedefidir."
Belgelerde, örgütün İstanbul, Konya ve Afyon'da Atatürk
düşmanlığı da yaptığı belirtiliyor. Örgüt, 18 Kasım 1967'de Konya'da kuruldu.
-2 Nisan 1990: 'Vahdet' adlı İslamcı gazeteden dikkat
çekici bir haber başlığı: 'Siyonistlerin AİDS İhracatı...' Haberi
okuyalım:
"Yapılan açıklamalara göre, MOSSAD tarafından
görevlendirilen AIDS'liler, özellikle sahipsiz kimsesiz çocukları toplayarak
bunları besliyor ve bir yandan da homoseksüelliğe alıştırıyorlar.
Kendilerindeki AİDS virüsünün onlara da geçmesini sağladıktan sonra, bunları
iyice homoseksüelliğe alıştırdıkları için, etraflarındaki başka çocuklarla ve
gençlerle ilişki kurmaya da yöneltiyorlar. Bu yolla, genç nesil arasında kesin
öldürücü hastalık olarak bilinen AiDS'in tedrici bir şekilde yayılmasını
sağlıyorlar. Bazı kaynaklarda MOSSAD ajanlarının bugüne kadar 150-200 kadar
Mısırlı çocuğu tuzaklarına düşürdükleri ifade edildi. Bu çocuklar,
homoseksüelliğe iyice alıştırdıklarından dolayı, adeta uyuşturucu müptelaları
gibi, kendi çevrelerindeki arkadaşları ile cinsel ilişkide bulunmadan
duramıyorlar. Diğer yandan da bu çocuklar sahipsiz ve muhtaç durumda oldukları
için maddi karşılık elde etmek amacıyla, zaman zaman kan bağışında
bulunuyorlar. Böylece hem kan bağışlamak suretiyle hem de cinsel ilişki ile
AİDS mikrobunu yayabiliyorlar. Kısacası MOSSAD, AİDS ihracatı projesini çok
sistemli bir şekilde yürütüyor." Güler misin, ağlar mısın?
-2 Nisan 1990: Denizli'de "Müslümanların
Mazlumiyeti ve Başörtüsü Sorunu" toplantısı yapıldı. Duvarlarında "Allah'ın
oluncaya kadar savaş" pankartlarının bulunduğu sinema salonunun
duvarları, 'Tevhid' dergisi yazarlanndan Nurettin Şirin'in sesiyle
çınlıyordu:
"Ecdadımıza söz veriyoruz ki, bu topraklar İslam
toprakları olacak ve Allah'ın emirlerine, Kur'an'ın hükümlerine uymayanlar
cezalandırılacaktır."
Buraya iki küçük not düşelim. Bir: Cihat çağrıları artık
açık tehdide dönüşmüş ve toplum, "inananlar ve inanmayanlar" diye
mücahitler tarafından ikiye bölünmüştür.
İki: Şeriat, Allah'ın emirlerine ve Kur'an'ın hükümlerine
uymaktan çok, uymayanları uymaya zorlamaktır. Şirin'in sözleri bunun en açık
ifadesidir.
-7 Mart 1990: Hürriyet gazetesinin yönetim kurulu
üyesi ve köşe yazarı, 35 yıllık gazeteci Çetin Emeç, Suadiye Suyolu Sokak'taki
evinden işine gitmek üzere çıkarken, silahlı dört kişi tarafından şoförü Aydın
Sinan Ercan ile birlikte öldürüldü. Cinayet planı, 6 Mart 1990 gecesi, Güneş
gazetesi Hukuk Danışmanı Erdoğan Tuncer'in 34 FFE 21 plakalı otosunun silahlı
kişiler tarafından gaspedilmesiyle yürürlüğe sokuldu. Emniyet Müdürü Hamdi
Ardalı'nın polis telsizinden, bizzat emir vermesine karşın otomobil bir türlü
bulunamadı. Otomobil ertesi sabah, 09.15 sıralarında Emeç'in evinin bulunduğu
sokağın başında belirdi. Otomobilden inen, kar maskeli iki kişi, Emeç'in
otomobile binmesinin ardından silahlarını çıkartarak ateş etmeye başladılar.
Olayın şokuyla koşarak kaçmaya çalışan şoför Aydın Sinan Ercan, arkasından
koşarak ateş eden saldırganlar tarafından 15-20 metre ötede öldürüldü.
Olaydan altı saat sonra, Sabah gazetesini arayan Karadeniz
şiveli biri, 'İslam düşmanı olduğu için Çetin Emeç'i öldürdük" diyerek
olayı "Türk-İslam Komandoları Birliği" örgütü adına üstlendi.
Bundan sonra, çeşitli teoriler ortaya atıldı. Suriye uyruklu Celal Dehabi'nin
altın ve döviz kaçakçılığı konusundaki yayınlardan rahatsız olarak, Emeç'in
öldürülmesini istediği savlan ileri sürüldü.
-23 Mart 1990: İstanbul Kadıköy Emniyet Müdürlüğü
tarafından bir otomobil hırsızlığı olayının izlenmesi sırasında tesadüfen
ortaya çıkarılan "İslami Hareket Örgütü" üyelerinin
sorgulanması sırasında, örgüt militanı Mehmet Ali Şeker, Çetin Emeç cinayetini
Mesut, Kemal ve Arif kod adlı arkadaşlarıyla birlikte işlediklerini itiraf
etti. Örgüt üyelerinin İran'ın Kum kenti yakınlarında eğitim gördüğü, İran'ın
silah ve mühimmat için para verdiği gibi polis ifadeleri DGM'ye teslim edildi.
Henüz, kesin bir sonuç alınamadı.
-13 Mayıs 1990: RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan,
Sivas Sıcakçermik'te düzenlenen 'RP Eğitim Semineri'nde konuşuyor:
"Köylere dağılıp temsilci ve müşahitleri tespit
etmek ve çalıştırmayı cihat biliniz. Bunlar çalışırsa, cihat ettiklerinden
dolayı İslam hakim olur. Cihat delisi olmadan mümin olunmaz. Cihatı takatinizin
sonuna kadar yapacaksınız.
Oyunuzu RP'ye verin diye üç köye gitmiş birisine
ahirette, biz sana beş köye gidecek kadar takat verdik, diğerlerine niye
gitmedin diye yanacaksın, denilecek. Cihad farzı, ilk önce eda edilecek
farzdır. Bir emir seçip, ona biat edip orduyu oluşturmak, ilk farzdır.
Her ilçede üç-beş-on tane insan köylerle ilgilenecek, benim
dükkanım var demeyecek. Yeteri kadar çalıştıktan sonra dükkanına ancak
gidebilir. Bu*kişi dükkanına cihat etmeden giderse olmaz. Aptestsiz namaz
kılmak gibi olur. Hepimiz bir günü ve bir geceyi cihata ayıracağız. Bu gece
toplantı var, oraya gideceğiz, şu gün köylere gideceğiz. Hutbe, haftalık cihat
talimatıdır, bugün hutbeler böyle değil. Biz nasıl cumamızın telafisi olsun
diye Zuhr-i Ahir kılıyorsak, her sandık bölgesinde haftalık sohbet yapacağız,
bu sohbet de hutbe-i ahirdir. Onları da şuurlu Müslüman, yani Refahçı
yapacağız. Yapamazsak en büyük suçu işlemiş oluruz.
Refah, İslami Cihat ordusudur. Hepimiz bu orduya asker
olacağız. Cihat eden, Müslüman alimden de şeyhten de daha üstündür. Ahirette
alimden de şeyhten de cihat eden daha üstün cennetlere gider. Ameller niyetlere
göredir. Zara'ya müşahitler de tespit etmeye, Refah iktidar olsun diye gitmeye
niyet ettiğin zaman, altı milyar insanın cehennemden kurtulmasına vesile olmuş
gibi sevap alırsın. Şu toplantıya gelmek ne demek, bir bilsen şuraya sürünerek
gelirsin.
Bir cihat ne kadar oruca denk? Sizin her gün oruç tutmaya
her gün namaz kılmaya gücünüz yeter mi? Sen, RP'ye hizmet etmezsen hiçbir
ibadetin kabul olmaz ve diğer partileri destekleyen ve batağa düşen insanların
sorumlusu sensin; çünkü başka türlü Müslümanlık olmaz, başka türlü kurtuluş
yok.
Bütün ehli sünnet vel'cemaat olarak, Refah'ın emrine itaat
edeceğiz, bu orduya dahil olacağız. Olmayanlar patates dinindendir. Dahil olmak
kalben niyet etmektir. Refah: Bu bir ordudur. Bütün gücünle bu ordunun büyümesi
için çalışacaksın. Çalışmaz isen patates dinindensin. Cihat emrine uymak
farzdır. Refah cihat ordusu, ona katılmak zorundayız, sen gözünle emirin günah
işlediğini görsen bile emrine itaat edeceksin. Mesela içki içtiğini gördün,
sonra da ayıkken geldi sana emir verdi, itaat edeceksin. Herkes bölgesindeki
RP'nin başkanına itaat edecek.
Şeyh tarikatın öncüsüdür. Ders tarifini anlatır. Şeyhler de
cihat enirine itaat etmek zorundadır. Cihatta asker vardır. Kumandan vardır.
Şeyh de bir askerdir. Cihat etmek için mutlaka karargaha bağlı olacağız. Aksi
takdirde tefrika olur, bu haramdır. Bu cahillerin yapacağı iştir. İslami bir
hizmet yapmak için karargaha gelip, nasıl yapacağımızı soracağız, itaat
edeceğiz. Uygun görülürse emredilip yapılır. Uygun görülmezse yapılmaz.
Cihada para verilmeden Müslüman olunmaz. Kişinin
Müslümanlığı cihata verdiği parayla ölçülür. Bir Müslüman zekatını götürüp
fakire veremez. Zekatını beyt ül mala, cihat ordusunun karargahına verecektir.
Sen kendi kendine zekat veremezsin. Beytül mal dağıtır. Parti çalışmaları için
zekat parasından harcama yapılır. Zara'ya ilçe müşahitleri seçmeye gideceksin.
Atladın arabaya, arabanın benzini yok. İşte bu zekat parasıyla arabanın
benzinini alabilirsin. Zekatı Refah'a vereceğiz, o uygun yerlere dağıtacak.
Bunu böyle yapmakla zekatın kimin tarafından verildiği belli olmayacak, daha
çok sevap alınacak, alanın kalbi Refah'a ısınacak. Böylece insanları Refah'a,
yani İslam'a çeviriyoruz.
Biz Müslümanız, biz Kur'an'ı hakim kılmak isteyene gideceğiz.
Hepimiz Refahçı olmaya mecburuz, çünkü cihat ediyoruz. Bize ayrı çalışalım,
bunlar çalışmıyor diyemezsin. Boynun kılıçla vurulur. Refah'çı olmadan Müslüman
olman mümkün değildir. 'Niye Refahçı olmak zorundayız?' diye sorarlarsa, 'Bu
namazı niçin kılıyorsam onun için Refahçı olmak zorundayım'diyeceksin. Cihat
farzı bu orduya katılmadan ve biat etmeden olmaz. Altı milyar insan, Refahçı
olmak zorunda. Madem ki Müslümansın, 'Refahçıyım' demelisin. Refahçı olmakla
oturduğun yerden sevap alıyorsun, be akılsız adam. Şuurla Refah'a çalışan
cennete gidiyor. Neden? Çünkü Refah demek Kur'an'ın nizamını hakim kılmak
demektir. Sen, herkese faydalı olmaya mecbursun. En faydalı olan, cihat
edendir."
Erbakan'ın "Sen gözünle emirin günah işlediğini gördün,
itaat edeceksin. Herkes bölgesindeki RP başkanına itaat edecek" sözleri,
politik değerlendirmede faşizmin güce ve lidere tapınma ilkesine birebir uyan
bir örnek oluşturuyor. Faşist düşüncenin kuramcılarından Ernst R. Huber,
Führer'in otoritesinin denge ve denetimlerle, özerk kuruluşlarla, kişi haklan
ile sınırlanamayacağını, her şeyi kapsadığını ve sınırsız olduğunu yazar.
(COHEN, Carl: Communism Fascism and Democracy. 1967,
New York)
Faşist lider; yasadır, anayasadır, mahkemedir,
parlamentodur, her-şeydir. Tartışılmaz. Kayıtsız koşulsuz itaat edilir.
Yasalarla ve kurumlarla denetlenemediği için, eleştirilerden
uzak kaldığından, başka bir güçle dengelenemediğinden, sonunda zalimleşir.
Erbakan'ın konuşmasında da, bu zulüm ortaya çıkıyor zaten. Erbakan, "Cihat
için yeterince çalışmadan kendin için çalışamazsın" diyor. Cihada para
verilmeden Müslüman olunamayacağını savunuyor ve bunları yapmayan kişinin dini
inançlarıyla, "Sen patates dinindensin" diyerek alay ediyor.
Bir adım daha öteye gidiyor ve bir yerde orucunun kabul edilmeyeceğini
söyleyerek, bir başka yerde ise "Boynun kılıçla vurulur" sözlerini
kullanarak tehdit ediyor.
Ancak asıl önemli nokta, Erbakan'ın "şeyhler de
cihat emrine itaat etmek zorundadır. Cihatta asker vardır, kumandan vardır,
şeyhler de bir askerdir'' sözlerinde ortaya çıkıyor. İslamiyettc her türlü
iktidar Tanrı'nındır. Bunun için şeriatçılar, "Hakimiyet Kayıtsız
Şartsız Allah'ındır", derler. Kur'an'da bu iktidar, birçok noktada
işlenmiş ve saptanmıştır.
Allah soyuttur. Onun iktidarını yeryüzünde önce "Allah'ın
Resulü" yani peygamber kullanır. Sonraki dönemde ise "Halife-i
Resulullah", iktidarı Tanrı adına kullanırlar. Ancak, "Halife-i
Resulullah"(Peygamberin halifesi) deyimi daha sonra "Halifetullah"
(Allah'ın Halifesi) haline gelir.
İslamiyet, yaşamın her alanını düzenleme çabasında ve
iddiasındadır. Yani evrenin sahibi Allah'tır ve her şey onun iktidanndadır.
Siyaset de böyle... Yasama yetkisi yani Kur'an'la getirilen kurallar
tanrınındır. Yürütme Halifetullah'in, yargı yani temel kaynaklardan hüküm çıkarmak
ulemanındır. Ancak ulema yine halifenin, yani tanrısal iktidarın yönetimine
tabidir. İslam tarihi boyunca, devletin siyasal yapısı bu biçimin dışına pek
çıkmadı.
Hıristiyanlıkta amaçlanan, İslamlıkta gerçekleştirilmişti.
İ.S. 4. yüzyılda Saint Augustin iktidarları dinsel ve dünyevi iktidarlar olarak
ikiye ayırıyor, dünyevi iktidarları ancak dinsel iktidara hizmet ettiği ölçüde
meşru sayıyordu. Oysa İslamlık, çıkış noktasında tanrısal iktidarı öngörüyor ve
gerçekleştiriyordu. Artık geriye kalan, Arap toplumunun dışındaki topluluklarda
da dinsel iktidarı sağlamak ve Tevhid-i İslam, yani İslam Birliği sonunda, tek
dünya din devleti oluşturmaktır. Hıristiyanlıkla İslamlığın tek farkı,
kilisenin ilk başta bir ruhani örgüt olarak ortaya çıkmasıdır. Bu örgüt, Tanrı
iktidarını dünyevi iktidara taşıyacaktır. Nitekim 10. yüzyıl dolaylarında,
Tanrı'nın yeryüzü krallığı neredeyse gerçekleşmek üzereydi. Çünkü din dışı
siyaset alanları oldukça daraltılmıştı.
Bu fark, İslamlıkta tersine gelişti. Tanrı'nın yeryüzündeki
iktidarı olarak işe başlayan İslamlık, iktidarını Abbasiler ve onları takibeden
dönemden sonra sultanla paylaşma noktasına geliyordu. Yani yeryüzü iktidarı,
tanrısal iktidarın alanlarını daraltmaya çalışıyordu. Kılıç sahibi yeryüzü
krallarının iktidarları, din bilginlerinin yorumlarıyla İslamlık adına
meşrulaştırılmaya başlandı. Hükümdar iktidarı kılıç gücüyle aldığında, eğer
şeriata uygun davranıyorsa bu, onun Tanrı tarafından halife sultan olarak
seçilmiş olduğunun kanıtı sayılıyordu. Bu durumu en iyi, İslamlığın yönetiminde
etkin olan İranlılar ,11. yüzyılda şu formülasyonla dilegetirdiler:
"Bilin ki, Cenab-ı Hak, peygambere ayrı,
hükümdarlara ayrı güç ihsan etmiştir. Dünya halkı da bu iki güce boyun eğmeli
ve Allah'ın gösterdiği doğru yoldan sapmamahdır."
Teorik olarak bu ikili yapı temelde İslamlığa aykırıdır.
Çünkü iktidar Tanrı'nındır. Ancak pratikte hiçbir zaman "şeriat
dışı" bir iktidar olamaz, çünkü yeryüzü iktidarı ancak kendisine
şeriat içinde yer bulabiliyor. Bir süre sonra da sultanlar halife oluyor ve
sorun çözülüyor. İkili iktidar ortadan kalkıyor ve kılıç sahipleri, kendi
iktidarlarını tanrısal iktidarla birleştirmenin kendi yararlarına olduğunu
anlayıp uyguluyorlar.
Buradan net bir sonuç çıkıyor. Tektanrılı dinler, bu arada
İslamlık tanrı ile kişi arasındaki ilişkileri düzenleyen inançlar bütünü
değildir. İktidarı isteyen bir ideolojidir. Dinin devletle birliği, yani dinin
siyasete alet edilmesi peygamberden sonra ortaya çıkan bir durum, yani dinde
bozulma değildir. Dinin bizzat kendisi, iktidarı isteyen, kullanan bir
ideolojidir.
Burada, Erbakan'ın söylediklerini anımsadığımızda şunları
söyleyebiliriz: Erbakan şeriatçı değil, bir sultan gibi davranıyor. Erbakan'ın
konuşmasında Emir-ül Müminin tavrı değil, bir Selçuklu sultanı tavrı vardır.
Öne çıkan, tanrısal iktidar değil yeryüzü iktidarıdır. Erbakan, tanrısal
iktidarı savunan şeyhlerin yeryüzü iktidarını temsil eden partiye asker
olmalarını ister. Böylece, Batı çizgisine gelmiş oluyoruz: Kral ve kilisenin
savaşı sonunda, "Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı
Sezar'a", çizgisinin bile ötesidir bu. Erbakan'ın özel ve RP'nin tüzel
kişiliğinde temsil edilen yeryüzü iktidarı, şeyhlerde kendini bulan Tannsal
iktidarı emri altına almaktadır.
Bu tartışmanın arka planında ise, Erbakan'ın içinden geldiği
Nakşibendi tarikatının şeyhi Esad Coşan ile kavgası yatmaktadır. Coşan,
tarikatın partiyi ve Erbakan'ı yıllarca desteklemesine karşın, Erbakan'ın
tarikatı dışladığını, karar alırken Nakşibendi hocalarıyla istişarede
bulunmadığını ileri sürerek Erbakan'a tavır almıştır. Erbakan ise Sivas
Sıcakçermik konuşmasıyla hem, parti örgütünün tabanına faşizan tavrıyla itaat
emretmiş, hem de, tarikat şeyhine haddini bildirmiştir.
-29 Mayıs 1990: Bugün gazetesinin manşetinden verdiği
"Peygamberimize dil uzatan öldürülür", başlıklı habere göre,
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çıkartılan Diyanet Dergisi'nin "Peygamberimiz"
özel sayısında, Müslüman ülkelerde Peygamberimiz'e karşı saygısızlık
eğilimlerinin arttığı belirtildi ve "Bunun cezası ölümdür" dendi.
Gazetenin haberi aynen şöyle:
"Diyanet İşleri Başkanlığınca çıkarılan Diyanet
Dergisi'nin Peygamberimiz (SAS) Özel Sayısında 'Müslüman ülkelerde
Peygambere karşı saygısızlık temayülleri başgöstermeye başlamıştır. Özellikle
son yıllarda yayın organlarında gittikçe dozajını artıran saygısızlık cüretleri
görülmektedir. Peygambere dil uzatan öldürülür' ifadesi yer alıyor. Türk
Diyanet Vakfı yazarlarından Prof. Bekir Topaloğlu tarafından hazırlanan
makalede, 'Peygambere söven, onu ayıplayan, iftira eden, alay eden, siyah,
cüce, kör, topal diyenlerin cezası ölümdür. Bu suçu işleyen kişiye zındık
muamelesi yapılır. Ölüm cezası infaz edilir ve cenaze namazı kılınmaz',
deniliyor. Bu suçu işleyenlerin tövbe etmeleri halinde İslam'a dönmüş olacağı,
ancak cezalarının yine de uygulanacağı bildirilen makalede, 'Peygambere sövme
suçunda kul hakkı karışmıştır. Kul hakkı tövbe ile ödenmiş sayılmaz.
Binaenaleyh suçlu öldürülür, fakat Müslüman olduğu için cenaze namazı kılınır,
diğer hukuki işlemleri de ona göre yapılır', deniliyor. Profesör Topaloğlu'na
ait makalede, Peygambere 'saygısızlık' olarak değerlendirilen tutum ve
davranışlar şöyle sıralandı:
'1. Sövmek (Seb ve Şetm): Dil uzatmak, şahsiyet
zedeleyici ithamda bulunmak.
2. Ayıplamak (Ta'yip): Akıl, din ve örf açısından doğru
ve güzel bulunmayan hususları nispet etmek. Bu hususlar peygamberin bedeni,
huyu veya hayatıyla ilgili olabilir.
3. İftira (Kazif): Zina ettiğini iddia etmek veya veledi
zina olduğunu söylemek.
4. Fizyonomisini değişik olarak anlatmak: Siyah, cüce,
kör, topal... diye vasıflandırmak.
5. Alay etmek, hafife almak.
6. Dolaylı veya üstü kapalı bir şekilde yukarıdaki
hususları ifade etmek (Ta'riz)
Prof. Topaloğlu, bu suçların cezasını da şöyle anlatıyor:
'Bilmemek veya icbar altında bırakılmak gibi bir mazereti
olmadığı halde, açıkça peygambere dil uzatan kimsenin cezasının ölüm olduğu,
İslam hukukçuları arasında ittifak edilen bir nokta olmakla beraber, bunun
tatbik edilişi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır."
Ölüm fetvası verme yetkisini kendisinde görebilen, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Topaloğlu'nün kimliği
hakkında, 23 Aralık 1990 tarihli ANKA Ajansı'nın bir haberi yardımcı oluyor.
Ajansın haberine göre, adının açıklanmasını istemeyen bir kişi, Topaloğlu'nün
İlahiyat Fakültesi öncesi yıllarda Türkiye'de şeriat devleti kurmayı amaçlayan
Yeminciler adlı gizli örgüte üye olduğunu öne sürüyor. Kendisi de eski bir
ilahiyat profesörü olan kaynak, "Topaloğlu, Yüksek İslam Enstitüsü'nde
okurken, aralarında eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın da
bulunduğu beş kişiyle biraraya geldi. Kur'an üzerine 'Türkiye'de şeriat
hükümlerini hakim kılma yolunda tüm hayatımız boyunca çaba göstereceğiz' diye
yemin etti. Bundan dolayı, bunlara Yeminciler denir" şeklinde
açıklamalarda bulunuyor.
Topaloğlu ile ilgili başka bilgiler de var. Örneğin,
Hürriyet gazetesinin 18 Aralık 1990 tarihli haberinde, Topaloğlu'nun "İslam'da
Kadın" adlı kitabı konu edilerek şöyle deniliyor:
"Ankara (ANKA): Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bekir Topaloğlu'nun yardımcı kitap olarak da
önerilen 'İslamda Kadın' adlı kitabında, kadın sesi dinlemenin 'Kulak zinası',
kadınla el sıkışmanın ise 'El zinası' olduğu bildirildi. 17. baskısını yaparak
'İslami bestseller' olmayı hak eden kitapta, kadının cinse), kişisel ve
toplumsal haklarına İslamın bakışı, şeriat klasikleri hükümleri gözönüne
alınarak anlatılıyor. Topaloğlu, erkekle kadının cinsel ilişkisi sırasında
meninin rahim dışına boşaltılmasının, İslamın yayılma siyasetine aykırı
olduğunu belirtiyor. Bekir Topaloğlu, İslam dininin kadın ve erkek arasında
şehveti kamçılayan açıklığı, birbirine bakmayı, dokunmayı ve bir arada
bulunmayı yasakladığını belirtiyor. 'Cinsi duyguları tahrik eden şeylerden biri
de sestir. Kulağın zinası, şehveti tahrik edici olan sesi dinlemektir'
diyor..."
Bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunları söyleyen kişi,
üniversiter kimliği olması gereken bir bilim adamıdır. Tekrar vurgulayalım:
Bilim adamı!
-14 Haziran 1990: Hac krizinin yaşandığı günlerde,
Diyanet Vakfı Yaymevi'nin Ankara'daki binası bombalandı. 8 kişi yaralandı.
Önemli ölçüde maddi hasar meydana geldi. Olay, hacdan gelen parayı paylaşmak
isteyen İslamcı örgüt ve kuruluşlar arasındaki sorunun şiddet yoluyla çözümüne
yönelikti.
1990 yılı için, Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye 55 bin kişilik
kontenjan tanımasına karşın, Diyanet İşleri Başkanlığı 160 bin hacı adayı kaydı
yaptı ve bunlardan 250 milyar lira dolayında para topladı. Özel turizm
şirketleri de Diyanet'ten aldığı vizelerle 27 bin kişinin hac düzenlemesini
üstlenmişti.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın girişimleriyle Suudi Arabistan,
Türkiye'ye ek 15 bin kontenjan daha verdi ama sorun yine çözülemedi. Yaklaşık
110 bin kişinin hac rezervasyonu iptal edildi. İptallerden sonra, Diyanet
İşleri Vakli 21 milyar lira faiz karı aldı. Benzer çatışmalar, hemen her yıl
yaşanıyor.
-17 Haziran 1990: İran'da mollalar rejiminin halka
reva gördüğü ekonomik, siyasal ve toplumsal yıkımın bir yönü, Üstün Akmen'in
Cumhuriyet'te yayınlanan "Siga Yoluyla Fuhuş" adlı yazısına
yansıdı. Akmen'in yazısı şöyle:
"Savaşta kocasını yitiren ve geçim sıkıntısı çeken
kadınlara iş sahası hazır. Siga'lık kurumu günbegün gelişiyor. Kendini altta
donmuş, yalnız yüzeyde kıpırdaşan suya benzeten binlerce kadın, para
karşılığı 'geçici evlilik' yapmakta. Yönetici, fuhuşu yasallaştırmış yani.
Molla'ya gidiyorsun, pazarlığı yapıp, 'avrat'ı alıyorsun. Artık istediğin süre
tepe tepe kullan. Eskiden cariyelerin pazarlandığı 'karı pazarı' gibi. Mal
alırcasına. Meta örneği.
Oturuyorsun mollanın karşısına. Molla başlıyor Tanrı
adının sıkça geçtiği duaları okumaya. Oysa dinsel inançla ne ilgisi var
yasallaştırılmış fuhuşun! Demek ki var. 'İş' bitince, üç gün, beş ay, beş yıl
sonra gene oturuluyor molla efendinin karşısına. Bu kez duaları tersten okuyor
ve insancıklar ruh ve vücut tutkularından kurtulup kutsanmış (!) 'geçici
evlilik'lerine son veriyorlar."
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder