2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11




TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11


İBDA-C

Son dönemde birahanelere molotoflu saldırılarla, bombalama, adam dövme gibi eylemleri ve radikal ama düzeysiz, küfürlü söylemiyle dikkat çeken, şeriatçı gruplar arasında "mahalle kabadayıları", sol gruplar tarafından kenar mahalle aristokratları diye adlandırılan İBDA-C hakkında İstanbul polisinin tuttuğu kayıtlar ilgi çekici. Polis kayıtlarındaki bilgi şöyle:
"1973 yılında, Şair Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu fikriyatını ortaya atması ile MHP'den ayrılan grup temelde İslam esasına dayanan ve Kürt sorununa da ağırlık veren doğu ile batının birleşmesi ile meydana gelebilecek federe devletlerden oluşan Büyük İslam Birliği Devleti'ni meydana getirmek için çalışmalarına başlamış, bu çalışmalar 1980 yılı Bayrak harekatına kadar devam etmiş, Bayrak harekatı ile çalışmalarına ara vermişlerdir.
O dönemlerde Necip Fazıl Kısakürek'in yanında yetişen ve Necip Fazıl'ın ölümü ile Büyük Doğu fikriyatının temsilcisi olduğunu iddia eden Salih Mirzabeyoğlu sahte isimli Salih İzzet Erdiş'in liderliğinde Büyük Doğu Fikriyatı'nı da içine alan İBDA-C adlı örgüt kurulmuş; örgüt 1985 yılından bu yana İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Konya, Denizli, Adapazarı, Şanlıurfa, Muş ve Diyarbakır gibi illerde faahiyet göstermektedir."
İstanbul emniyetinin elindeki önemli bir bilgiye göre, Taraf adlı aylık derginin, örgütün yayın organı olduğu ileri sürülüyor ve örgütün dergi aracılığıyla Irak yönetimiyle ilişki halinde olduğu belirtiliyor.
Polis kayıtlarına göre İBDA-C, İstanbul dışında 19 merkezde çalışma yapıyor. Bu iller Ankara, Amasya, Adıyaman, Burdur, Bursa, Düzce, Erzurum, İzmir, Kahramanmaraş, Elazığ, Kayseri, Malatya, Muş, Konya, Gaziantep, Sakarya, Tokat, Trabzon ve Urfa. Örgütün Gaziantep ekipleri eylem veya bildirilerinde İBDA-C Ultraforce (Üstün vurucu güç) imzasını kullanırken, Urfa birimleri İBDA- C Şark, İBDA-C Kürdistan ve İBDA-C Birecik imzalarını "Ehli Sünnet Militanları" genel başlığıyla kullanıyorlar. Örgüt, Avrupa'da Almanya'nın Berlin, İsveç'in ise, Göteborg kentlerinde örgütlenmiş durumda.
Polis kayıtları, İBDA-C'nin örgütlenme şemasını şöyle çiziyor:
Genel Başkan: Salih Erdiş (Mirzabeyoğlu)
Mali Sorumlu: Kazım Albayrak
Eylem Sorumlusu: Ali Osman Zor.
Bu yapıya göre eylem sorumlusu Ali Osman Zor, dört ayrı birimi yönetiyor. Bunlardan silah sorumlusu olarak görev yapan M.Tahir Başarıcı'nın kadrosunda Şahin Zor ve Mehmet Zor yer alıyor. Ali Osman Zor'a bağlı ikinci birim 'İslami Kısas Kıtaları' (İKK) adını taşıyor ve bu birimde Kemal Şişman, Mehmet Zengin, Ender Toz, Serdar Ataş, Süleyman Dal ve İbrahim Tatlı görev yapıyorlar.
Eylem sorumlusuna bağlı üçüncü birim, 'İslami Kısas Timi' (İKT) adını taşıyor ve polisin dokümanlarına göre Metin Aslantürkiyeli, Alaattin Baki Aytemiz, Mehmet Fırat, Gürsel Avcı, Şükrü Sak, Malik Aslantürkiyeli ve Ahmet Aslan'dan oluşuyor.
Polise göre, örgütün İstanbul'daki eylem bölge sorumlulukları, "Çarşamba- Karagümrük Mahalle Sorumlusu: Mehmet Taşkesen", "Sanayi Mahallesi Sorumlusu: Murat Erbaşlı", "Çeliktepe Mahallesi Sorumlusu: Ümmet Meğer", "Seyrantepe Mahallesi Sorumlusu: Şaban Çavdar" olarak belirlenmiş.
Ali Osman Zor'un emrinde olduğu ileri sürülen son birimin adı 'İslam Gerilla Ordusu' (İGO) da ise Unsal Zor, Mevlüt Dal, Abdullah Talu, Abdullah Kargılı, Hüseyin Avcı ve Mehmet Tatlı bulunuyorlar.
Polis kayıtlarındaki İBDA-C örgütlenmesinde, doğrudan Salih Mirzabeyoğlu'na bağlı olarak görev yapan bir Eğitim Kadrosu birimi bulunuyor. Bu birimin Ak Zuhur ve Taraf dergileriyle 'Kıvam Hukuk Bürosu'ndan oluştuğu, polisin bir başka iddiasını oluşturuyor.


...VE TURAN DURSUN VE BAHRİYE ÜÇOK VE...

-4 Eylül 1990: Gazeteci, din araştırmacısı ve eski müftü Turan Dursun, Koşuyolu'ndaki evinden çıkışta, ucuna susturucu takılmış bir silahla kurşunlanarak öldürüldü.
Tahran Radyosu, cinayeti ilk haber olarak verirken şöyle diyordu: "Türkiye'nin Salman Rushdi'si, sol eğilimli Yüzyıl Dergisi yazarlarından Turan Dursun, bugün tanınmayan kişilerce kurşunlanarak öldürüldü. Dursun'u öldüren failler olaydan sonra kaçtılar. Hatırlatmak gerekir ki, Turan Dursun yazılarında yüce İslam dini ve Hz. Muhammed'e defalarca ihanet ve edepsizlikte bulunmuştu."
-6 Ekim 1990: Cağaloğlu'ndaki Sosyal Yayınlar binası molotof kokteyli atılarak kundaklandı. Çok sayıda kitap yandı.
-6 Ekim 1990: SHP Parti Meclisi Üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok, İstanbul'dan gönderilen bir paketin içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu parçalanarak yaşamını yitirdi. Laik yayınları ve siyasal yaşamıyla tanınan İlahiyat Fakültesi eski öğretim üyesi Doç. Üçok, şeriatçıların öfkesini 1988 yılında yayınlanan bir tesettür açıkoturumunda çekmiş, sürekli tehdit edilir olmuştu. Bahriye Üçok'a Expres Kargo'dan gelen paketin, 3 Ekim 1990'da İstanbul, Perşembepazarı, Hırdavatçılar çarşısı, No: 104, Karaköy-İstanbul adresinden gönderildiği ortaya çıktı. Ne var ki, paketin üzerinde gönderenin kimliği, 'İlmi Araştırmalar Vakfı' olarak belirtilmişti ve vakfın adresle ilişkisi yoktu.
Üçok cinayeti hala karanlıkta...
-14 Ekim 1990: MİT Müsteşarı Teoman Koman, Cumhuriyet'e İslamcı Terör tehlikesine ilişkin açıklamalar yaptı. Koman şunları söylüyordu:
"İslami terör örgütlerinin yurt içinde ve dışında kampları var. Buralarda askeri eğitim yapıldığı yolunda elimizde bilgiler mevcut. Türkiye nüfusunun yüzde 99'u Müslümandır. Gidin bir köye, din adına şapka açın, ceplerinde ne varsa verirler. Bu sayede okullar, ticarethaneler açılıyor. Dindar kitlenin temiz duygularını istismar edip teröre bulaştıranlar da var. Para sıkıntıları yok. Büyük tehlike oluşturuyorlar. Şimdi, 'İslami terör yoktur' diyemeyiz. Üstelik önemli ölçüde, çevre ülkelerden destek sağlanmaktadır. Bunun nereden olacağını da çok iyi biliyorsunuz."
-28 Ekim 1990: 1960'ların irtica simgesi, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı Said-i Nursî için, Nurcuların gazetesi Yeni Asya Ankara Kocatepe Camii'nde mevlid düzenledi. Mevlidin gerekçesi, ölümünün 30. yılında Nursî'yi anmaktı. Oysa Nursî 28 Ekim'de değil, 23 Mart 1960'ta ölmüştü. Bu açıkça, bir gün sonra 67. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan Cumhuriyete karşı bir gövde gösterisiydi.
Mevlide DYP milletvekillerinden Mardin Süleyman Çelebi, İsparta Ertekin Durutürk, Kütahya Cavit Erdemir, Elazığ İsmail Köse, Elazığ Ali Rıza Septioğlu, Erzurum Tahir Şaşmaz ve ANAP milletvekillerinden Balıkesir İsmail Dayı, Siirt Kudbettin Hamidi, Kayseri Mehmet Kaşıkçı katılmışlardı. DYP Genel Başkanı Süleyman Demirci, geceye şu telgraf mesajıyla katıldı:
"Büyük alim ve büyük müfessir Bediüzzaman Said-i Nursi için okunacak mevlidi Allah kabul etsi.ı. Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi olan Bediüzzaman Said-i Nursî'ye Allah rahmet eylesin. Saygılar."
-4 Kasım 1990: Cumhuriyet gazetesi, İslamcı yayın organlarının bir çağrısını haber olarak yayınladı. Barolar Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kadın Haklarını Koruma Derneği, Türk Kadınlar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve TÜSİAD gibi kuruluşları siyonistlikle suçlayan ve hedef gösteren ortak bildiride şunlar söyleniyordu:
"Laiklik, demokrasi, çağdaşlık ve benzeri ne anlama geldiği belli olmayan, herkese göre değişebilen süslü kavramların artfasına gizlenerek sürdürülen bu şer kampanyası, yüce kitabımızın hak ve batılın birbirinden ayrı olduğunu ve birarada bulunamayacağını belirten ayetlerine uygun olarak, Allah'a dost olanlarla düşman olanları apaçık bir biçimde ayırıcı yönde gelişmektedir. Halkımızı hiçbir şekilde temsil etmeyen, şımarık bir mutlu azınlığın çıkar ve özlemlerini temsil eden bu laik cephe, ülkemizin tarihi boyunca laiklik ve Atatürkçülük paravanası altında Müslümanlara saldırarak neyi hedeflemektedir?..."
"...1920'lerden beri, İslamı temsil eden ne varsa yok etme politikası uygulanmıştır. Müslümanların okulları kapatılmış; dilleri, kılık kıyafetleri, takvimleri ortadan kaldırılmış; buna karşı çıkan binlerce Müslüman, İstiklal Malıkemeleri'nde sorgusuz sualsiz idam edilmiştir. Tek parti diktatörlüğü ezanı yasaklamış,
Kur'an'ı Kerim'leri meydanlarda açıkça yakmış, camilerimizi kiliselere benzetmeye çalışmış ve yine karşı çıkan binlerce müslüman ya hapsedilmiş ya da sürgün edilerek zulme uğramıştır. Laik düzen, Müslüman kızlara okul kapılarını kapatarak, başörtü yasağı gibi iğrenç bir yasakla zulmünü değişik bir yönden sürdürmektedir.
...Ama rabbimizin vaadi gereği, zulmün ve zalimlerin telaşı boşunadır. Çünkü İslamın zaferi yaklaşmaktadır.
Laik şer cephesi, Müslümanlara saldırmayı bırakıp, Cumhuriyet tarihi boyunca işlediği sayısız zulmün ve ülkemizi kafir güçlere satmanın hesabını vermeye hazırlanmaktadır." İşte bu ortak bildirinin altında;
Akademi Yayınları, Birim Basım-Yayın, Dava Dergisi, Dünya Yayınları, Girişim Dergisi. İmza Dergisi, İşaret Yayınları, Kamuoyu, Kardelen Dergisi, Kimlik Gazetesi, Med-Zehra, Mektup Dergisi, Objektif Dergisi, Sena Organizasyon, Şafak Dağıtım, Şura Yayınları, Teklif Dergisi, Tevhid Dergisi, Tohum Neşriyat, Yeryüzü Dergisi, Yıldız Kervan ve Yönetim Yayınları'nın imzası vardı. Ortak bildiri, "İnananlar Allah yolunda, küfredenler tağut uğruna savaşır, öyleyse siz şeytanın dostlarıyla savaşın" sözleriyle son buluyordu. Toplantılarında, "Bekleyin laikler, geliyoruz" diye marşlar söyleyen İslamcılar, gelişlerinin artık uzun vadeye değil orta vadeye, hatta kısa vadeye bağlandığını ilan ediyorlar ve şeytanın dostları dedikleri laiklere açık savaş ilan ediyorlardı.
-4 Kasım 1990: Diyanet İşleri Başkanı Said Yazıcıoğlu, cami sayıları ve cami yaptırma konusuna ilişkin ilginç bir demeç verdi. Yazıcıoğlu, "Türkiye'de bugün 65 bin cami var. Bu camilerde 80 bin dolayında kadrolu personel bulunuyor. 7 bin dolayında personel açığı var. Her köye bir cami yeterliyken, neredeyse 100 metre arayla yapılıyor. Ne kadar az cami yaparsak, vatandaş arasındaki bölünmeyi önlemiş oluruz", diyerek adını başı cami yapılmasına karşı çıkıyordu.
-20 Kasım 1990: Yıldız Üniversitesi'nde kendilerine "Müslüman Gençlik" adını veren 300 kişilik bir grup gösteri yaptı. Üniversite yemekhanesinde bulunan Atatürk rölyefinin üzerinde yer alan "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözleri, grup tarafından "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Allah'ındır", biçiminde değiştirildi.
-2 Şubat 1991: Körfez Savaşı'nda Türkiye'nin müttefik kuvvetlere destek vermesi; İstanbul, Diyarbakır, Batman, Nusaybin ve Tatvan'da cuma namazından çıkan İslamcıların gösterileriyle protesto edildi. Atılan sloganlar arasında "Saddam Bahane, Dökülen İslam Kanı" ve "Kahrolsun İsrail" dikkati çekti.
-2 Şubat 1991: Refah Partisi Genel Başkam Necmettin Erbakan'ın Suudi Arabistan Kralı Fahd'a gönderdiği telgraf, Suudi televizyonunda okundu. Telgrafın tam metni şöyle:
"Harameyn-i Şerifeyn Hamidi Kral Fahd bin Abdulaziz Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu Kuveyt'in kurtarılması ve Saddam fitnesinin ortadan kaldırılması uğrundaki savaşların başladığı haberini büyük bir mutluluk ve sevinç ile karşıladık. Bu arada, Saddam'ın, Suudi Arabistan'ın emniyet ve selametini ihlal ederek, roketleriyle Suudi kentlerini bombalamasını, selamet içinde yaşayan halka korkulu anlar yaşatmış olmasını da, biz ve bizimle birlikte milyonlarca Müslüman büyük bir endişeyle karşıladık. Saddam Hüseyin, bir zamanlar mübarek toprakların ve bu emniyet ve selamet ülkesinin kutsallığının korunmasına büyük ihtimam gösterdiği hakkındaki kulakları sağır eden iddialarını da çiğnemiştir. Bu hoş bir sürpriz olmamıştır. Saddam Hüseyin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yoketmeye çabalayan zalim bir diktatördür. Zira o, tanındığı andan itibaren sapıklık yolunda büyümüş, şüpheli eller tarafından yetiştirilmiş, hayatlarını İslam düşmanlığına, İslam din ve adamlarının ortadan kaldırılmasına adamış, sapık cereyan ve karanlık adamlarının gölgesinde gelişmiş ve böylece ortaya, fasit bir bitki ve salih olmayan bir amel çıkmıştır.
İttifak kuvvetleri ile birlikte, Kuveyt'in kurtarılmasına ve bu fitnenin ortadan kaldırılmasına kıyamınız, Allah'a yaklaşmanın en büyük derecesidir.
Genel olarak Türk Müslümanları, özel olarak RP adına, biz, bu icraatlarınızı destekliyoruz. Hatta, mübarek Tevhid sancağı olan 'Lailahe İllallah Muhammedün Resulullah' bayrağınız altında bu cihadınıza nusrette görevimizi yerine getirmeye ve mübarek topraklar uğrunda canlarımızı sizinle birlikte her zaman fedaya hazırız.
Cenab-ı Hak, sizi, nusreti ve muvaffakiye teyid buyursun." (TEMPO Dergisi, 17 Şubat 1991)
Her zaman, antiemperyalist olduğunu söyleyen ve ABD karşıtlığıyla övünen İslamcıların partisinin lideri, bu mesajla ne demek istiyordu? Mesaj, şu anlama geliyordu: Ortadoğudaki varlığını ABD çıkarlarıyla özdeşleştiren, varlığını emperyalistlerin çıkarlarına armağan eden Suudi Arabistan'dan yana tavır almak, antiemperyalist bir partinin takınacağı bir tutum değildir.
Dolayısıyla Refah Partisi antiemperyalist değildir. İkincisi; Suudi Arabistan, İrak'taki Müslüman halka bombalar yağdıran batılı müttefik güçleriyle birlikte hareket etmektedir. Onlarla birlikte hareket eden Suudi Arabistan'a, bu olayda bu denli angaje olan bir partinin, İslamcıların partisi olduğundan da kuşku duyulmalıdır. Sonuç: Refah Partisi sahte islamcı, dışa bağımlı bir partidir.
-12 Nisan 1991: 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini yürürlükten kaldırdı.


ŞERİATÇILIK VE 163. MADDE

"Yazılarımızda zaman zaman kendimizi yineleyerek laiklikten, şeriatçılıktan, Türkiye'nin bağımsızlığından söz ediyorsak, bunun nedeni, tutucu iktidarların ve kimi politikacıların tutumlarıdır. Ülkemizde, ne yazık ki, hukuka bağlı devlet, anayasal aksaklıklar, kişisel iktidar eylemleri, insan hakları, enflasyon, ülke ormanlarının yok edilmesi gibi çok önemli ve yaşamsal sorunlar temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze geliyor, getiriliyor. İşte Türk Ceza Yasası'nın 141., 142 ve 163. maddeleri de böyle süreğen (müzmin) sorunlardan biridir. Ne yapalım, susalım mı? Elbet düşüncelerimizi açıklamak zorundayız. 141 ve 142. maddeleri geçen hafta ele almıştık; bugün 163. maddenin bağlantılı olduğu konu ve sorunları bu madde ile birlikte irdelemek istiyoruz.
Şeriatçılık ile 163. madde arasında ilişki olsa da, bunlarla son zamanlarda Avrupa basınında sık sık yer alan Sevr Antlaşması arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Avrupa basınının sık sık sözünü etmeye başladığı Sevr Antlaşması, artık ortadan kalkmış olan Osmanlı Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kabul ettiği, daha doğrusu karşılıklı bir anlaşma değil, Batılılarca Osmanlı Devleti'ne dikte edilmiş bir belgedir. Bu politik belge ile 163. madde arasındaki bağlantı şöyle belirlenebilir: Bu madde, Atatürk devriminin temel öğelerinden biri olan laiklik ilkesini koruyup şeriatçı akımların önlenmesi amacıyla konulmuştur. Sevr Antlaşması'nı Türk ulusu değil, Osmanlı Parlamentosu da değil, şeriatçılığı korumakla görevli Padişah Vahdettin'in çağrısı üzerine, onun başkanlığı altında toplanan Saltanat Şurası kabul etti.
Bu şura üyelerinin büyük çoğunluğu, emekli Osmanlı paşalarından ve eski devlet adamlarından oluşmuştu. Padişah, aynı zamanda Halife olduğu için Osmanlı devleti, elbette şeriatçı nitelik taşıyordu. Son Osmanlı Parlamentosu olan İstanbul Mebusan Meclisi, 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngilizler ve savaş ortaklarınca eylemli olarak işgal edilmesinden sonra kapatılmış; milliyetçi üyeler, İngilizler tarafından Malta Adası'na sürülmüş; Anadolu'ya kaçabilenler ise Ankara'ya varıp ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katılmışlardı. Ancak, son Mebusan Meclisi'nin gördüğü çok önemli bir iş vardı ki, o da Ulusal Ant'ı (Misak-ı Milli'yi) kabul etmiş olmasıydı. Bu ant, Türkiye'nin değişmez sınırını Türk halkına ve bütün dünyaya ilan eden belgedir. Sevr Antlaşması ise Osmanlı Devleti'ni birkaç ilden oluşan küçük bir emirlik, bir hanlık durumuna getiriyordu; İstanbul'da İngilizlerle işbirliği yapan şeriatçılar ise bunu benimsemişlerdi. Sevr Antlaşması'm reddedip Yunanlıları Anadolu'dan çıkarmak için Türk ulusunun önünde çarpışan Mustafa Kemal Paşa hakkında idam fermanı verenler, şeriatçılardı. Yunanlılar karşısındaki Türk direnişini kırmak için, Anadolu'daki bazı haym ve gafilleri kandırıp yer yer isyan çıkararak Türk ordusunu arkadan vurup çökertmek isteyenler de başta Padişah Vahdettin olmak üzere, yine şeriatçılardı.
Günümüzde, Atatürk'ün çağdaş Türkiye için koymuş olduğu sağlam ilkelerle başa çıkamayıp onun kişiliğini karalamaya çabalayanlar, yine şeriatçılar değil midir?
Güncel bir örnek daha vereyim: Nevşehir belediye seçimleri sırasında "Kanımız aksa da zafer İslamındır" diye tekbir getirerek kentin sokaklarında avaz avaz bağıranlar kimlerdir? Elbette şeriatçılar. Çünkü onlar için Türk yok, İslam vardır; ulus yok, ümmet vardır.
Şu halde, 163. maddenin hem, şeriatçılık hem de yeni kurulan Cumhuriyet'in yırttığı (ki, bu yırtılış, Lozan Barış Antlaşması ile belgelenmiştir) Sevr Antlaşması ile çok yakın ilgisi var. 163. maddenin kaldırılmasına, ben, işte bu nedenle karşıyım. Şeriatçı partilerin açık, gizli hilafet propagandalarının yeniden yaygınlaşması bu ülkeyi felakete götürür de, ondan. Bu konudaki düşüncelerimi daha Önce de bu sütunlarda birkaç kez açıkladığımı yinelemeyeceğim.
Şimdi de 163. maddenin metnini okuyalım:
"Madde 163- (Değişik 2787-21.1.1983)
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya siyasi veya hukuki teme! düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan onbeş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne surettte olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri veya dini kitapları alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri devlet daireleri, belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen devlete ait olan iktisadi teşekküller, sendikalar, iş;i teşekkülleri, okullar, yüksek öğretim müesseseleri içinde veya bunların memur, müstahdem veya mensupları arasında işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nispetinde arttırılır.
Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller, yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde arttırılır."
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Stalin'in Türkiye'den toprak ve üs istemesi sonrasında, 1947'de, T.C. hükümetinin ABD ile ikili anlaşmaları gündeme geldi. Daha sonra, ABD'nin gittikçe artan yoğunlukta ve öteki batı devletlerinin katılmasıyla bizi yeniden yarı sömürge durumuna getirecek tutumu karşısında "Tam Bağımsızlık İstiyoruz" diye haykıran üniversite gençlerine ne yapıldı? Kıyım, dayak, işkence, hapis... Öyle zamanlar oldu ki, ABD'nin herhangi politik bir eylemini eleştirenler bile hapislere atıldı. Buna karşılık şeriatçıların sırtları hep sıvazlandı. Bugünkü tehlikeli ortama, böyle sürüklendik.
1980 askeri darbesinden sonra devlet başkanı olan Kenan Evren, doğudaki meydan konuşmalarından birinde, "Tam bağımsızlık diye bir şey tutturmuşlar" diyerek yazarları ve gençleri suçlamadı mı? Kafalar ne kadar şartlanmıştı ki, solcuların vatansever olduğu bir türlü kabul edilemiyordu; korkunç bir ayrımcılıktı bu. Günümüzde "komünizm ihraç eden ülkeler" kalmadı, ama yöremiz şeriat ihraç eden ülkelerle sarılıdır.
Burada beklenen bir soruya (sual-i mukaddere) yanıt vereyim: Denebilir ki, geçen pazar yazınızda 141 ve 142. maddelerin düşünce özgürlüğünü kısıtlaması nedeniyle kaldırılmasından yana idiniz. 163. maddenin düşünce özgürlüğünü kısıtladığını düşünmüyor musunuz?
163. madde din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamıyor, düşünce özgürlüğünü de kısıtlamıyor. Hilafetçiliğe kadar gidebilecek propagandalar yapma olasılığı bulunan siyasal partilerin kurulmasını engelliyor. Başka bir soru da yöneltilebilir: Parlamentodaki partiler yelpazesinde sol uç kanadın boşluğunu doldurmak için komünist partilerin kurulmasından yana olduğunuzu geçen hafta açıkladınız; peki sağ uç kanattaki şeriatçı partilere niçin karşı çıkıyorsunuz?
Çünkü; komünizmin karşıtı şeriatçılık değil, kapitalizmdir; partiler yelpazesinde sağ kanat, kapitalizm ideolojisi ile yeterince doldurulmuştur, o uçta boşluk yoktur. Şeriatçılık ülkemiz bakımından büsbütün ayrı bir nitelik taşır. Geçmişimizde komünist gelenek yok ama şeriatçı gelenek vardır ve her an hortlayabilir. Şeriata dayanan İslamcı devletlerde ise düşünce özgürlüğünün ne kertede kısıtlı olduğunu gazete okuyan herkes bilir.
Okurlarımın 163. maddeyi dikkatle okuyup bu sorunları, parça parça değindiğim noktaların ışığı altında değerlendirmesini, Atatürkçü aydınlarımızın da, halkı bu yönde aydınlatmaya çalışmasını dilemekteyim.
Bir tutsaklık ve utanç belgesi olan Sevr Antlaşması"nı tam bağımsızlık belgesi olan Lozan Antlaşması'na üstün tutan düşünce eğer şimdi de ülkemizde varsa, bu tür düşünce taşıyanlar, mütareke döneminin haym mirasçılarıdır." (VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet: Cumhuriyet, 14 Nisan 1991, Sf.2)


LAİK CUMHURİYETE ÖLÜM YEMİNİ VE
UĞUR MUMCU

-31 Ekim 1991: Yenilevent İstanbul'daki Harp Akademileri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümgeneral İzzettin İyigün imzalı 31.10.1991 tarih ve 3500-23-91/İsth. ve İKK Şb. 557 sayılı yazının kısa metninde şöyle bir sunuş var:
"Alınan bir duyum üzerine tespit edilen Kur'an Kursu Andı metninin fotokopisi ekte gönderilmiştir. Bilgi edinilmesini arz ederim."
Tümgeneral'in ekte gönderdiği Kur'an Kursu Andı metni ise şöyle:
"Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkartılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan Şeriat Devleti'nin kurulması için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma dinim, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kassem ederim."
-20 Eylül 1991: Yaklaşan Genel Seçimlerle ilgili çalışmalar sürerken, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ve Islahatçı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali, bir seçim protokolü imzaladılar.
Hedefleri, adaylarını RP çatısı altında seçimlere sokmak ve artık "Kutsal İttifak" olarak anılmaya başlayan ittifakı iktidara taşımaktı. Bunu umuyorlardı da. Umutları, imzalanan protokol metninden anlaşılabiliyordu:
"Milli İttifak'ın kurucusu üç liderin ortak yetki ve sorumluluğu ile ittifakın kanatlarının bir partide veya yeni kurulacak bir partide kemaliyle temsil edilmesi, kurumlaşması, genişletilmesi, milli ve manevi değerlere bağlı hüsnüniyet sahibi bütün grup ve vatandaşlarımızın ittifak oluşumunda yerlerini almalarını sağlayacak, Türkiye'nin milli, manevi ve bilimsel potansiyelini harekete geçirebilecek, Model, Usul, Zamanlama, Program, Strateji, Temsil, Yetki, Sorumluluk konularında yeni bir mutabakata, bir protokole ihtiyaç duyulmaktadır. Açıkladığımız amaçları gerçekleştirmek üzere, yeni bir protokol hazırlanmasına ve gereğinin yapılmasına karar verdik. 20.11.1991.
Prof.Dr.Necmettin Erbakan. Alparslan Türkeş. Aykut Edibali." Ancak umulan olmadı. Necmettin Erbakan'ın, son bin yılın olayı dediği ittifak, yüzde 16.7 oyla 62 milletvekili çıkararak DYP, ANAP ve SHP'nin ardından dördüncü parti oldu. İttifakın 62 milletvekilinden 19'u MHP'nin, 3'ü IDP'nin, 40'ı RP'nindi. Nitekim Türkeş, kendi arkadaşlarıyla 15 Kasım 1991'de; Edibali ise iki arkadaşıyla, 25 Ocak 1992'de ittifaktan ayrıldılar.
-24 Ocak 1992: Fatih Cami-i'nde yaklaşık 150 kişilik bir grup tarafından "Cezayir Katliamını Tel'in Mitingi" düzenlendi. Toplantıya güvenlik güçlerinin müdahale etmek istemesi sonucu çıkan çatışmalar sırasında, gösterici grubun "Satılmış Polis" diye slogan attığı görüldü.
-l Mart 1992: Cizreli Şeyh Zeki Atak'ın Hizbullahi müridleri, Galata'daki Neve Şalom Sinagog'unu bombaladı. Eylemin, İsrail'in Filistin halkına zulmetmesini protesto amacıyla yapıldığı açıklandı.
-20 Ekim 1992: Refah Partisi Kocaeli Milletvekili, eski Adalet Bakanlarından Şevket Kazan ve 11 arkadaşı, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na bir suç duyurusunda bulundular. Suç duyurusu dilekçesindeki görüşler, RP'lilerin cinselliğe, ahlak normlarına, topluma bakış açılarına ilişkin önemli ipuçları veriyor. Bu nedenle; Şevket Kazan, Kemalettin Göktaş, Ömer Faruk Ekinci, Abdüllatif Şener, Musa Demirci, Hüsamettin Korkutata, Mehmet Elkatmış, Kemalettin Göktan, A.Remzi Hatip, Bahattin Elçi, İbrahim Halil Çelik, Zeki Ünal ve Kazım Ataoğlu imzalı suç duyurusunun kimi bölümlerini aktarıyorum:
"1. 17 Ekim 1992 tarihli Hürriyet gazetesinin Ankara ekinin 2. sahifesinde yer alan ve daha önceleri de pekçok kez muhtelif basın-yayın organlarında emsalleri neşredilmiş bulunan 'seks aletleri'ni havi ilanda; Ankara Sens baş bayii olarak ör j inal muhtelif seks aletlerinin (büyütücüler, üç ayrı başlıklı masaj aletleri, uyarıcılar, pilli-motorlu suni vaginalar, lezbiyenler ve değişiklik isteyenlere çok özel ilişkiler için protez organlı külotlar, pilli- motorlu orgazm makinaları vb.) isteyen her kişiye posta ile gönderileceği veya motorlu kurye ile teslim edilebileceği belirtilmekte; ayrıca 200 çeşit cinsel mamulün verilen adreste teşhir edildiği, isteyenlerin görüp, arzu ettiği seks mamulünü alabileceği ifade olunmaktadır..."
"...Müstehcenlik, toplumlarda tarih boyunca tartışılmış ve genelde yadırganmış ve de tasvib görmemiştir. Müstehcenliğin bütün çeşitleri arasında ortak bir özellik bulunmakla, o da cinsi arzuları tahrik, galeyana getirmek ve bunu istismar etmektir. Bu da insanlarda diğer bazı duyguları özellikle fazilet hislerini köreltmekte, cinsi arzulan galeyana getirmekte, dolayısıyla kişinin ve kişiliğin dengesi bozulmakta, toplumlarda, ailelerde, bilhassa çocuk ve gençlik çağındakilerde bunalımlara ve huzursuzluklara ve suç işleme temayülüne yol açmaktadır. Türk toplumu müstehcenlik karşısında, tarihin derinliklerine kök salan asil ve ciddi bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış, günümüzde de ana çizgileri ile devam etmektedir. Türk milletinin bu anlayışı, müstehcenlik konusundaki spekülasyonlara zıt; fakat ahlaki, psikolojik, sosyolojik, pedagojik ilmi gerçek ve tesbitlere uygundur. Bugün batı aleminde, aile müessesesinin dumura uğramasında, fuhuşun yaygınlaşıp AİDS ve benzeri hastalıkların süratle çoğalmasında; buna bağlı olarak uyuşturucu madde alışkanlığının toplumları sarsacak çapta tırmanmasında; müstehcen alet ve yayınların, kısaca pornografinin küçümsenmeyecek bir rolü vardır. Bugün Türkiye'deki müstehcenlik (halkın ar ve haya duygularını incitme veya cinsel arzuları tahrik ve istismar etme), suç duyurusunu yaptığımız Sex-Shop'ların açılmaya başlanması ve büyük tirajlı gazetelerde ilanlarla duyurularak aleniyet kazandırılmasıyla sınırsız ve kontrolsüz bir sürece girmiş bulunmaktadır..."

"...Toplumumuzun müstehcenlik konusundaki asil anlayışının bundan sonra da sürmesi konusunda, müstehcenlik sınırını dahi aşıp müstekreh (iğrenç, tiksinti verici) hale gelen pornografiye karşı insanımızı korumak için hukuki tedbir ve teşebbüslerde bulunmak bir Anayasa icabıdır. Bu konuda gerekli tedbir alınmadığı takdirde, her türlü müstehcenlik ve pornografinin serbest ve aleni olduğu ve ticaret metaı yapıldığı, anılan sex-shop ve bürolar zaman içerisinde Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar yayılacak, kolaylıkla bir dükkan gibi umumi mahallerde, bulvarlarda açılıp burada her türlü pornografik yayın, alet ve gereçler halka teşhir edilip satılabilecek; işte o zaman, iş işten geçmiş olacak ve belki geriye de dönüş mümkün olmayacaktır..."

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder