TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11
İBDA-C
Son dönemde birahanelere molotoflu saldırılarla, bombalama,
adam dövme gibi eylemleri ve radikal ama düzeysiz, küfürlü söylemiyle dikkat
çeken, şeriatçı gruplar arasında "mahalle kabadayıları", sol
gruplar tarafından kenar mahalle aristokratları diye adlandırılan İBDA-C
hakkında İstanbul polisinin tuttuğu kayıtlar ilgi çekici. Polis kayıtlarındaki
bilgi şöyle:
"1973 yılında, Şair Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük
Doğu fikriyatını ortaya atması ile MHP'den ayrılan grup temelde İslam esasına
dayanan ve Kürt sorununa da ağırlık veren doğu ile batının birleşmesi ile
meydana gelebilecek federe devletlerden oluşan Büyük İslam Birliği Devleti'ni
meydana getirmek için çalışmalarına başlamış, bu çalışmalar 1980 yılı Bayrak
harekatına kadar devam etmiş, Bayrak harekatı ile çalışmalarına ara
vermişlerdir.
O dönemlerde Necip Fazıl Kısakürek'in yanında yetişen ve
Necip Fazıl'ın ölümü ile Büyük Doğu fikriyatının temsilcisi olduğunu iddia eden
Salih Mirzabeyoğlu sahte isimli Salih İzzet Erdiş'in liderliğinde Büyük Doğu
Fikriyatı'nı da içine alan İBDA-C adlı örgüt kurulmuş; örgüt 1985 yılından bu
yana İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Konya, Denizli, Adapazarı, Şanlıurfa, Muş
ve Diyarbakır gibi illerde faahiyet göstermektedir."
İstanbul emniyetinin elindeki önemli bir bilgiye göre, Taraf
adlı aylık derginin, örgütün yayın organı olduğu ileri sürülüyor ve örgütün
dergi aracılığıyla Irak yönetimiyle ilişki halinde olduğu belirtiliyor.
Polis kayıtlarına göre İBDA-C, İstanbul dışında 19 merkezde
çalışma yapıyor. Bu iller Ankara, Amasya, Adıyaman, Burdur, Bursa, Düzce,
Erzurum, İzmir, Kahramanmaraş, Elazığ, Kayseri, Malatya, Muş, Konya, Gaziantep,
Sakarya, Tokat, Trabzon ve Urfa. Örgütün Gaziantep ekipleri eylem veya
bildirilerinde İBDA-C Ultraforce (Üstün vurucu güç) imzasını kullanırken, Urfa
birimleri İBDA- C Şark, İBDA-C Kürdistan ve İBDA-C Birecik imzalarını "Ehli
Sünnet Militanları" genel başlığıyla kullanıyorlar. Örgüt, Avrupa'da
Almanya'nın Berlin, İsveç'in ise, Göteborg kentlerinde örgütlenmiş durumda.
Polis kayıtları, İBDA-C'nin örgütlenme şemasını şöyle
çiziyor:
Genel Başkan: Salih Erdiş (Mirzabeyoğlu)
Mali Sorumlu: Kazım Albayrak
Eylem Sorumlusu: Ali Osman Zor.
Bu yapıya göre eylem sorumlusu Ali Osman Zor, dört ayrı
birimi yönetiyor. Bunlardan silah sorumlusu olarak görev yapan M.Tahir
Başarıcı'nın kadrosunda Şahin Zor ve Mehmet Zor yer alıyor. Ali Osman Zor'a
bağlı ikinci birim 'İslami Kısas Kıtaları' (İKK) adını taşıyor ve bu
birimde Kemal Şişman, Mehmet Zengin, Ender Toz, Serdar Ataş, Süleyman Dal ve
İbrahim Tatlı görev yapıyorlar.
Eylem sorumlusuna bağlı üçüncü birim, 'İslami Kısas Timi'
(İKT) adını taşıyor ve polisin dokümanlarına göre Metin Aslantürkiyeli,
Alaattin Baki Aytemiz, Mehmet Fırat, Gürsel Avcı, Şükrü Sak, Malik
Aslantürkiyeli ve Ahmet Aslan'dan oluşuyor.
Polise göre, örgütün İstanbul'daki eylem bölge
sorumlulukları, "Çarşamba- Karagümrük Mahalle Sorumlusu: Mehmet
Taşkesen", "Sanayi Mahallesi Sorumlusu: Murat Erbaşlı",
"Çeliktepe Mahallesi Sorumlusu: Ümmet Meğer", "Seyrantepe
Mahallesi Sorumlusu: Şaban Çavdar" olarak belirlenmiş.
Ali Osman Zor'un emrinde olduğu ileri sürülen son birimin
adı 'İslam Gerilla Ordusu' (İGO) da ise Unsal Zor, Mevlüt Dal, Abdullah
Talu, Abdullah Kargılı, Hüseyin Avcı ve Mehmet Tatlı bulunuyorlar.
Polis kayıtlarındaki İBDA-C örgütlenmesinde, doğrudan Salih
Mirzabeyoğlu'na bağlı olarak görev yapan bir Eğitim Kadrosu birimi bulunuyor.
Bu birimin Ak Zuhur ve Taraf dergileriyle 'Kıvam Hukuk Bürosu'ndan
oluştuğu, polisin bir başka iddiasını oluşturuyor.
...VE TURAN DURSUN VE BAHRİYE ÜÇOK VE...
-4 Eylül 1990: Gazeteci, din araştırmacısı ve eski
müftü Turan Dursun, Koşuyolu'ndaki evinden çıkışta, ucuna susturucu takılmış
bir silahla kurşunlanarak öldürüldü.
Tahran Radyosu, cinayeti ilk haber olarak verirken şöyle
diyordu: "Türkiye'nin Salman Rushdi'si, sol eğilimli Yüzyıl Dergisi
yazarlarından Turan Dursun, bugün tanınmayan kişilerce kurşunlanarak öldürüldü.
Dursun'u öldüren failler olaydan sonra kaçtılar. Hatırlatmak gerekir ki, Turan
Dursun yazılarında yüce İslam dini ve Hz. Muhammed'e defalarca ihanet ve
edepsizlikte bulunmuştu."
-6 Ekim 1990: Cağaloğlu'ndaki Sosyal Yayınlar binası
molotof kokteyli atılarak kundaklandı. Çok sayıda kitap yandı.
-6 Ekim 1990: SHP Parti Meclisi Üyesi Doç. Dr.
Bahriye Üçok, İstanbul'dan gönderilen bir paketin içine yerleştirilen bombanın
patlaması sonucu parçalanarak yaşamını yitirdi. Laik yayınları ve siyasal yaşamıyla
tanınan İlahiyat Fakültesi eski öğretim üyesi Doç. Üçok, şeriatçıların öfkesini
1988 yılında yayınlanan bir tesettür açıkoturumunda çekmiş, sürekli tehdit
edilir olmuştu. Bahriye Üçok'a Expres Kargo'dan gelen paketin, 3 Ekim 1990'da
İstanbul, Perşembepazarı, Hırdavatçılar çarşısı, No: 104, Karaköy-İstanbul
adresinden gönderildiği ortaya çıktı. Ne var ki, paketin üzerinde gönderenin
kimliği, 'İlmi Araştırmalar Vakfı' olarak belirtilmişti ve vakfın
adresle ilişkisi yoktu.
Üçok cinayeti hala karanlıkta...
-14 Ekim 1990: MİT Müsteşarı Teoman Koman,
Cumhuriyet'e İslamcı Terör tehlikesine ilişkin açıklamalar yaptı. Koman şunları
söylüyordu:
"İslami terör örgütlerinin yurt içinde ve dışında
kampları var. Buralarda askeri eğitim yapıldığı yolunda elimizde bilgiler
mevcut. Türkiye nüfusunun yüzde 99'u Müslümandır. Gidin bir köye, din adına
şapka açın, ceplerinde ne varsa verirler. Bu sayede okullar, ticarethaneler
açılıyor. Dindar kitlenin temiz duygularını istismar edip teröre bulaştıranlar
da var. Para sıkıntıları yok. Büyük tehlike oluşturuyorlar. Şimdi, 'İslami
terör yoktur' diyemeyiz. Üstelik önemli ölçüde, çevre ülkelerden destek
sağlanmaktadır. Bunun nereden olacağını da çok iyi biliyorsunuz."
-28 Ekim 1990: 1960'ların irtica simgesi, Cumhuriyet
ve Atatürk düşmanı Said-i Nursî için, Nurcuların gazetesi Yeni Asya Ankara
Kocatepe Camii'nde mevlid düzenledi. Mevlidin gerekçesi, ölümünün 30. yılında
Nursî'yi anmaktı. Oysa Nursî 28 Ekim'de değil, 23 Mart 1960'ta ölmüştü. Bu
açıkça, bir gün sonra 67. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan Cumhuriyete karşı
bir gövde gösterisiydi.
Mevlide DYP milletvekillerinden Mardin Süleyman Çelebi,
İsparta Ertekin Durutürk, Kütahya Cavit Erdemir, Elazığ İsmail Köse, Elazığ Ali
Rıza Septioğlu, Erzurum Tahir Şaşmaz ve ANAP milletvekillerinden Balıkesir
İsmail Dayı, Siirt Kudbettin Hamidi, Kayseri Mehmet Kaşıkçı katılmışlardı. DYP
Genel Başkanı Süleyman Demirci, geceye şu telgraf mesajıyla katıldı:
"Büyük alim ve büyük müfessir Bediüzzaman Said-i
Nursi için okunacak mevlidi Allah kabul etsi.ı. Hakkın savunucusu ve iyiliğin
yol göstericisi olan Bediüzzaman Said-i Nursî'ye Allah rahmet eylesin.
Saygılar."
-4 Kasım 1990: Cumhuriyet gazetesi, İslamcı yayın
organlarının bir çağrısını haber olarak yayınladı. Barolar Birliği, Atatürkçü
Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kadın Haklarını Koruma
Derneği, Türk Kadınlar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve TÜSİAD gibi
kuruluşları siyonistlikle suçlayan ve hedef gösteren ortak bildiride şunlar
söyleniyordu:
"Laiklik, demokrasi, çağdaşlık ve benzeri ne anlama
geldiği belli olmayan, herkese göre değişebilen süslü kavramların artfasına
gizlenerek sürdürülen bu şer kampanyası, yüce kitabımızın hak ve batılın
birbirinden ayrı olduğunu ve birarada bulunamayacağını belirten ayetlerine uygun
olarak, Allah'a dost olanlarla düşman olanları apaçık bir biçimde ayırıcı yönde
gelişmektedir. Halkımızı hiçbir şekilde temsil etmeyen, şımarık bir mutlu
azınlığın çıkar ve özlemlerini temsil eden bu laik cephe, ülkemizin tarihi
boyunca laiklik ve Atatürkçülük paravanası altında Müslümanlara saldırarak neyi
hedeflemektedir?..."
"...1920'lerden beri, İslamı temsil eden ne varsa
yok etme politikası uygulanmıştır. Müslümanların okulları kapatılmış; dilleri,
kılık kıyafetleri, takvimleri ortadan kaldırılmış; buna karşı çıkan binlerce
Müslüman, İstiklal Malıkemeleri'nde sorgusuz sualsiz idam edilmiştir. Tek parti
diktatörlüğü ezanı yasaklamış,
Kur'an'ı Kerim'leri meydanlarda açıkça yakmış,
camilerimizi kiliselere benzetmeye çalışmış ve yine karşı çıkan binlerce
müslüman ya hapsedilmiş ya da sürgün edilerek zulme uğramıştır. Laik düzen,
Müslüman kızlara okul kapılarını kapatarak, başörtü yasağı gibi iğrenç bir
yasakla zulmünü değişik bir yönden sürdürmektedir.
...Ama rabbimizin vaadi gereği, zulmün ve zalimlerin
telaşı boşunadır. Çünkü İslamın zaferi yaklaşmaktadır.
Laik şer cephesi, Müslümanlara saldırmayı bırakıp,
Cumhuriyet tarihi boyunca işlediği sayısız zulmün ve ülkemizi kafir güçlere
satmanın hesabını vermeye hazırlanmaktadır." İşte bu ortak bildirinin altında;
Akademi Yayınları, Birim Basım-Yayın, Dava Dergisi, Dünya
Yayınları, Girişim Dergisi. İmza Dergisi, İşaret Yayınları, Kamuoyu, Kardelen
Dergisi, Kimlik Gazetesi, Med-Zehra, Mektup Dergisi, Objektif Dergisi, Sena
Organizasyon, Şafak Dağıtım, Şura Yayınları, Teklif Dergisi, Tevhid Dergisi,
Tohum Neşriyat, Yeryüzü Dergisi, Yıldız Kervan ve Yönetim Yayınları'nın imzası
vardı. Ortak bildiri, "İnananlar Allah yolunda, küfredenler tağut
uğruna savaşır, öyleyse siz şeytanın dostlarıyla savaşın" sözleriyle son
buluyordu. Toplantılarında, "Bekleyin laikler, geliyoruz" diye
marşlar söyleyen İslamcılar, gelişlerinin artık uzun vadeye değil orta vadeye,
hatta kısa vadeye bağlandığını ilan ediyorlar ve şeytanın dostları dedikleri
laiklere açık savaş ilan ediyorlardı.
-4 Kasım 1990: Diyanet İşleri Başkanı Said
Yazıcıoğlu, cami sayıları ve cami yaptırma konusuna ilişkin ilginç bir demeç
verdi. Yazıcıoğlu, "Türkiye'de bugün 65 bin cami var. Bu camilerde 80
bin dolayında kadrolu personel bulunuyor. 7 bin dolayında personel açığı var.
Her köye bir cami yeterliyken, neredeyse 100 metre arayla yapılıyor. Ne kadar
az cami yaparsak, vatandaş arasındaki bölünmeyi önlemiş oluruz", diyerek
adını başı cami yapılmasına karşı çıkıyordu.
-20 Kasım 1990: Yıldız Üniversitesi'nde kendilerine "Müslüman
Gençlik" adını veren 300 kişilik bir grup gösteri yaptı. Üniversite
yemekhanesinde bulunan Atatürk rölyefinin üzerinde yer alan "Hakimiyet
Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözleri, grup tarafından "Hakimiyet
Kayıtsız Şartsız Allah'ındır", biçiminde değiştirildi.
-2 Şubat 1991: Körfez Savaşı'nda Türkiye'nin müttefik
kuvvetlere destek vermesi; İstanbul, Diyarbakır, Batman, Nusaybin ve Tatvan'da
cuma namazından çıkan İslamcıların gösterileriyle protesto edildi. Atılan
sloganlar arasında "Saddam Bahane, Dökülen İslam Kanı" ve
"Kahrolsun İsrail" dikkati çekti.
-2 Şubat 1991: Refah Partisi Genel Başkam Necmettin
Erbakan'ın Suudi Arabistan Kralı Fahd'a gönderdiği telgraf, Suudi
televizyonunda okundu. Telgrafın tam metni şöyle:
"Harameyn-i Şerifeyn Hamidi Kral Fahd bin Abdulaziz
Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu Kuveyt'in kurtarılması ve Saddam
fitnesinin ortadan kaldırılması uğrundaki savaşların başladığı haberini büyük
bir mutluluk ve sevinç ile karşıladık. Bu arada, Saddam'ın, Suudi Arabistan'ın
emniyet ve selametini ihlal ederek, roketleriyle Suudi kentlerini
bombalamasını, selamet içinde yaşayan halka korkulu anlar yaşatmış olmasını da,
biz ve bizimle birlikte milyonlarca Müslüman büyük bir endişeyle karşıladık.
Saddam Hüseyin, bir zamanlar mübarek toprakların ve bu emniyet ve selamet
ülkesinin kutsallığının korunmasına büyük ihtimam gösterdiği hakkındaki
kulakları sağır eden iddialarını da çiğnemiştir. Bu hoş bir sürpriz olmamıştır.
Saddam Hüseyin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yoketmeye
çabalayan zalim bir diktatördür. Zira o, tanındığı andan itibaren sapıklık
yolunda büyümüş, şüpheli eller tarafından yetiştirilmiş, hayatlarını İslam
düşmanlığına, İslam din ve adamlarının ortadan kaldırılmasına adamış, sapık
cereyan ve karanlık adamlarının gölgesinde gelişmiş ve böylece ortaya, fasit
bir bitki ve salih olmayan bir amel çıkmıştır.
İttifak kuvvetleri ile birlikte, Kuveyt'in kurtarılmasına
ve bu fitnenin ortadan kaldırılmasına kıyamınız, Allah'a yaklaşmanın en büyük
derecesidir.
Genel olarak Türk Müslümanları, özel olarak RP adına,
biz, bu icraatlarınızı destekliyoruz. Hatta, mübarek Tevhid sancağı olan
'Lailahe İllallah Muhammedün Resulullah' bayrağınız altında bu cihadınıza
nusrette görevimizi yerine getirmeye ve mübarek topraklar uğrunda canlarımızı
sizinle birlikte her zaman fedaya hazırız.
Cenab-ı Hak, sizi, nusreti ve muvaffakiye teyid
buyursun." (TEMPO Dergisi, 17 Şubat 1991)
Her zaman, antiemperyalist olduğunu söyleyen ve ABD
karşıtlığıyla övünen İslamcıların partisinin lideri, bu mesajla ne demek
istiyordu? Mesaj, şu anlama geliyordu: Ortadoğudaki varlığını ABD çıkarlarıyla
özdeşleştiren, varlığını emperyalistlerin çıkarlarına armağan eden Suudi
Arabistan'dan yana tavır almak, antiemperyalist bir partinin takınacağı bir
tutum değildir.
Dolayısıyla Refah Partisi antiemperyalist değildir.
İkincisi; Suudi Arabistan, İrak'taki Müslüman halka bombalar yağdıran batılı
müttefik güçleriyle birlikte hareket etmektedir. Onlarla birlikte hareket eden
Suudi Arabistan'a, bu olayda bu denli angaje olan bir partinin, İslamcıların
partisi olduğundan da kuşku duyulmalıdır. Sonuç: Refah Partisi sahte islamcı,
dışa bağımlı bir partidir.
-12 Nisan 1991: 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası,
Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini yürürlükten kaldırdı.
ŞERİATÇILIK VE 163. MADDE
"Yazılarımızda zaman zaman kendimizi yineleyerek
laiklikten, şeriatçılıktan, Türkiye'nin bağımsızlığından söz ediyorsak, bunun
nedeni, tutucu iktidarların ve kimi politikacıların tutumlarıdır. Ülkemizde, ne
yazık ki, hukuka bağlı devlet, anayasal aksaklıklar, kişisel iktidar eylemleri,
insan hakları, enflasyon, ülke ormanlarının yok edilmesi gibi çok önemli ve
yaşamsal sorunlar temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze geliyor,
getiriliyor. İşte Türk Ceza Yasası'nın 141., 142 ve 163. maddeleri de böyle
süreğen (müzmin) sorunlardan biridir. Ne yapalım, susalım mı? Elbet
düşüncelerimizi açıklamak zorundayız. 141 ve 142. maddeleri geçen hafta ele
almıştık; bugün 163. maddenin bağlantılı olduğu konu ve sorunları bu madde ile
birlikte irdelemek istiyoruz.
Şeriatçılık ile 163. madde arasında ilişki olsa da,
bunlarla son zamanlarda Avrupa basınında sık sık yer alan Sevr Antlaşması
arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Avrupa basınının sık sık sözünü etmeye
başladığı Sevr Antlaşması, artık ortadan kalkmış olan Osmanlı
Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kabul ettiği, daha doğrusu
karşılıklı bir anlaşma değil, Batılılarca Osmanlı Devleti'ne dikte edilmiş bir
belgedir. Bu politik belge ile 163. madde arasındaki bağlantı şöyle
belirlenebilir: Bu madde, Atatürk devriminin temel öğelerinden biri olan
laiklik ilkesini koruyup şeriatçı akımların önlenmesi amacıyla konulmuştur.
Sevr Antlaşması'nı Türk ulusu değil, Osmanlı Parlamentosu da değil,
şeriatçılığı korumakla görevli Padişah Vahdettin'in çağrısı üzerine, onun
başkanlığı altında toplanan Saltanat Şurası kabul etti.
Bu şura üyelerinin büyük çoğunluğu, emekli Osmanlı
paşalarından ve eski devlet adamlarından oluşmuştu. Padişah, aynı zamanda
Halife olduğu için Osmanlı devleti, elbette şeriatçı nitelik taşıyordu. Son
Osmanlı Parlamentosu olan İstanbul Mebusan Meclisi, 16 Mart 1920'de İstanbul'un
İngilizler ve savaş ortaklarınca eylemli olarak işgal edilmesinden sonra
kapatılmış; milliyetçi üyeler, İngilizler tarafından Malta Adası'na sürülmüş;
Anadolu'ya kaçabilenler ise Ankara'ya varıp ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
katılmışlardı. Ancak, son Mebusan Meclisi'nin gördüğü çok önemli bir iş vardı
ki, o da Ulusal Ant'ı (Misak-ı Milli'yi) kabul etmiş olmasıydı. Bu ant, Türkiye'nin
değişmez sınırını Türk halkına ve bütün dünyaya ilan eden belgedir. Sevr
Antlaşması ise Osmanlı Devleti'ni birkaç ilden oluşan küçük bir emirlik, bir
hanlık durumuna getiriyordu; İstanbul'da İngilizlerle işbirliği yapan
şeriatçılar ise bunu benimsemişlerdi. Sevr Antlaşması'm reddedip Yunanlıları
Anadolu'dan çıkarmak için Türk ulusunun önünde çarpışan Mustafa Kemal Paşa
hakkında idam fermanı verenler, şeriatçılardı. Yunanlılar karşısındaki Türk
direnişini kırmak için, Anadolu'daki bazı haym ve gafilleri kandırıp yer yer
isyan çıkararak Türk ordusunu arkadan vurup çökertmek isteyenler de başta
Padişah Vahdettin olmak üzere, yine şeriatçılardı.
Günümüzde, Atatürk'ün çağdaş Türkiye için koymuş olduğu
sağlam ilkelerle başa çıkamayıp onun kişiliğini karalamaya çabalayanlar, yine
şeriatçılar değil midir?
Güncel bir örnek daha vereyim: Nevşehir belediye
seçimleri sırasında "Kanımız aksa da zafer İslamındır" diye tekbir
getirerek kentin sokaklarında avaz avaz bağıranlar kimlerdir? Elbette
şeriatçılar. Çünkü onlar için Türk yok, İslam vardır; ulus yok, ümmet vardır.
Şu halde, 163. maddenin hem, şeriatçılık hem de yeni
kurulan Cumhuriyet'in yırttığı (ki, bu yırtılış, Lozan Barış Antlaşması ile
belgelenmiştir) Sevr Antlaşması ile çok yakın ilgisi var. 163. maddenin kaldırılmasına,
ben, işte bu nedenle karşıyım. Şeriatçı partilerin açık, gizli hilafet
propagandalarının yeniden yaygınlaşması bu ülkeyi felakete götürür de, ondan.
Bu konudaki düşüncelerimi daha Önce de bu sütunlarda birkaç kez açıkladığımı
yinelemeyeceğim.
Şimdi de 163. maddenin metnini okuyalım:
"Madde 163- (Değişik 2787-21.1.1983)
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya siyasi veya
hukuki teme! düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla
cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan onbeş
yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol
gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya
siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara
uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek
maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet
ederek her ne surettte olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan
kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya
dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri veya dini kitapları alet
ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse
iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri devlet daireleri,
belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen devlete ait olan iktisadi
teşekküller, sendikalar, iş;i teşekkülleri, okullar, yüksek öğretim
müesseseleri içinde veya bunların memur, müstahdem veya mensupları arasında
işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nispetinde arttırılır.
Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller, yayın
vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde
arttırılır."
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Stalin'in Türkiye'den
toprak ve üs istemesi sonrasında, 1947'de, T.C. hükümetinin ABD ile ikili anlaşmaları
gündeme geldi. Daha sonra, ABD'nin gittikçe artan yoğunlukta ve öteki batı
devletlerinin katılmasıyla bizi yeniden yarı sömürge durumuna getirecek tutumu
karşısında "Tam Bağımsızlık İstiyoruz" diye haykıran
üniversite gençlerine ne yapıldı? Kıyım, dayak, işkence, hapis... Öyle zamanlar
oldu ki, ABD'nin herhangi politik bir eylemini eleştirenler bile hapislere
atıldı. Buna karşılık şeriatçıların sırtları hep sıvazlandı. Bugünkü tehlikeli
ortama, böyle sürüklendik.
1980 askeri darbesinden sonra devlet başkanı olan Kenan
Evren, doğudaki meydan konuşmalarından birinde, "Tam bağımsızlık diye bir
şey tutturmuşlar" diyerek yazarları ve gençleri suçlamadı mı? Kafalar ne
kadar şartlanmıştı ki, solcuların vatansever olduğu bir türlü kabul edilemiyordu;
korkunç bir ayrımcılıktı bu. Günümüzde "komünizm ihraç eden ülkeler"
kalmadı, ama yöremiz şeriat ihraç eden ülkelerle sarılıdır.
Burada beklenen bir soruya (sual-i mukaddere) yanıt
vereyim: Denebilir ki, geçen pazar yazınızda 141 ve 142. maddelerin düşünce özgürlüğünü
kısıtlaması nedeniyle kaldırılmasından yana idiniz. 163. maddenin düşünce
özgürlüğünü kısıtladığını düşünmüyor musunuz?
163. madde din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamıyor,
düşünce özgürlüğünü de kısıtlamıyor. Hilafetçiliğe kadar gidebilecek propagandalar
yapma olasılığı bulunan siyasal partilerin kurulmasını engelliyor. Başka bir
soru da yöneltilebilir: Parlamentodaki partiler yelpazesinde sol uç kanadın
boşluğunu doldurmak için komünist partilerin kurulmasından yana olduğunuzu
geçen hafta açıkladınız; peki sağ uç kanattaki şeriatçı partilere niçin karşı
çıkıyorsunuz?
Çünkü; komünizmin karşıtı şeriatçılık değil,
kapitalizmdir; partiler yelpazesinde sağ kanat, kapitalizm ideolojisi ile
yeterince doldurulmuştur, o uçta boşluk yoktur. Şeriatçılık ülkemiz bakımından
büsbütün ayrı bir nitelik taşır. Geçmişimizde komünist gelenek yok ama şeriatçı
gelenek vardır ve her an hortlayabilir. Şeriata dayanan İslamcı devletlerde ise
düşünce özgürlüğünün ne kertede kısıtlı olduğunu gazete okuyan herkes bilir.
Okurlarımın 163. maddeyi dikkatle okuyup bu sorunları,
parça parça değindiğim noktaların ışığı altında değerlendirmesini, Atatürkçü
aydınlarımızın da, halkı bu yönde aydınlatmaya çalışmasını dilemekteyim.
Bir tutsaklık ve utanç belgesi olan Sevr
Antlaşması"nı tam bağımsızlık belgesi olan Lozan Antlaşması'na üstün tutan
düşünce eğer şimdi de ülkemizde varsa, bu tür düşünce taşıyanlar, mütareke
döneminin haym mirasçılarıdır." (VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet:
Cumhuriyet, 14 Nisan 1991, Sf.2)
LAİK CUMHURİYETE ÖLÜM YEMİNİ VE
UĞUR MUMCU
-31 Ekim 1991: Yenilevent İstanbul'daki Harp
Akademileri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümgeneral İzzettin İyigün imzalı
31.10.1991 tarih ve 3500-23-91/İsth. ve İKK Şb. 557 sayılı yazının kısa
metninde şöyle bir sunuş var:
"Alınan bir duyum üzerine tespit edilen Kur'an Kursu
Andı metninin fotokopisi ekte gönderilmiştir. Bilgi edinilmesini arz
ederim."
Tümgeneral'in ekte gönderdiği Kur'an Kursu Andı metni ise
şöyle:
"Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz
laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile
savaşa adayacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için
mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkartılan dinsiz kanunların tatbikini
önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan Şeriat Devleti'nin kurulması
için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma
dinim, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kassem ederim."
-20 Eylül 1991: Yaklaşan Genel Seçimlerle ilgili
çalışmalar sürerken, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Milliyetçi
Hareket Partisi Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ve Islahatçı Demokrasi Partisi
Genel Başkanı Aykut Edibali, bir seçim protokolü imzaladılar.
Hedefleri, adaylarını RP çatısı altında seçimlere sokmak ve
artık "Kutsal İttifak" olarak anılmaya başlayan ittifakı
iktidara taşımaktı. Bunu umuyorlardı da. Umutları, imzalanan protokol metninden
anlaşılabiliyordu:
"Milli İttifak'ın kurucusu üç liderin ortak yetki ve
sorumluluğu ile ittifakın kanatlarının bir partide veya yeni kurulacak bir
partide kemaliyle temsil edilmesi, kurumlaşması, genişletilmesi, milli
ve manevi değerlere bağlı hüsnüniyet sahibi bütün grup ve vatandaşlarımızın
ittifak oluşumunda yerlerini almalarını sağlayacak, Türkiye'nin milli, manevi
ve bilimsel potansiyelini harekete geçirebilecek, Model, Usul, Zamanlama,
Program, Strateji, Temsil, Yetki, Sorumluluk konularında yeni bir mutabakata,
bir protokole ihtiyaç duyulmaktadır. Açıkladığımız amaçları gerçekleştirmek
üzere, yeni bir protokol hazırlanmasına ve gereğinin yapılmasına karar verdik.
20.11.1991.
Prof.Dr.Necmettin Erbakan. Alparslan Türkeş. Aykut
Edibali." Ancak umulan olmadı. Necmettin Erbakan'ın, son bin yılın
olayı dediği ittifak, yüzde 16.7 oyla 62 milletvekili çıkararak DYP, ANAP ve
SHP'nin ardından dördüncü parti oldu. İttifakın 62 milletvekilinden 19'u
MHP'nin, 3'ü IDP'nin, 40'ı RP'nindi. Nitekim Türkeş, kendi arkadaşlarıyla 15
Kasım 1991'de; Edibali ise iki arkadaşıyla, 25 Ocak 1992'de ittifaktan
ayrıldılar.
-24 Ocak 1992: Fatih Cami-i'nde yaklaşık 150 kişilik
bir grup tarafından "Cezayir Katliamını Tel'in Mitingi" düzenlendi.
Toplantıya güvenlik güçlerinin müdahale etmek istemesi sonucu çıkan çatışmalar
sırasında, gösterici grubun "Satılmış Polis" diye slogan
attığı görüldü.
-l Mart 1992: Cizreli Şeyh Zeki Atak'ın Hizbullahi
müridleri, Galata'daki Neve Şalom Sinagog'unu bombaladı. Eylemin, İsrail'in
Filistin halkına zulmetmesini protesto amacıyla yapıldığı açıklandı.
-20 Ekim 1992: Refah Partisi Kocaeli Milletvekili,
eski Adalet Bakanlarından Şevket Kazan ve 11 arkadaşı, Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı'na bir suç duyurusunda bulundular. Suç duyurusu dilekçesindeki
görüşler, RP'lilerin cinselliğe, ahlak normlarına, topluma bakış açılarına ilişkin
önemli ipuçları veriyor. Bu nedenle; Şevket Kazan, Kemalettin Göktaş, Ömer
Faruk Ekinci, Abdüllatif Şener, Musa Demirci, Hüsamettin Korkutata, Mehmet
Elkatmış, Kemalettin Göktan, A.Remzi Hatip, Bahattin Elçi, İbrahim Halil Çelik,
Zeki Ünal ve Kazım Ataoğlu imzalı suç duyurusunun kimi bölümlerini aktarıyorum:
"1. 17 Ekim 1992 tarihli Hürriyet gazetesinin Ankara
ekinin 2. sahifesinde yer alan ve daha önceleri de pekçok kez muhtelif
basın-yayın organlarında emsalleri neşredilmiş bulunan 'seks aletleri'ni havi
ilanda; Ankara Sens baş bayii olarak ör j inal muhtelif seks aletlerinin
(büyütücüler, üç ayrı başlıklı masaj aletleri, uyarıcılar, pilli-motorlu suni
vaginalar, lezbiyenler ve değişiklik isteyenlere çok özel ilişkiler için protez
organlı külotlar, pilli- motorlu orgazm makinaları vb.) isteyen her kişiye
posta ile gönderileceği veya motorlu kurye ile teslim edilebileceği
belirtilmekte; ayrıca 200 çeşit cinsel mamulün verilen adreste teşhir edildiği,
isteyenlerin görüp, arzu ettiği seks mamulünü alabileceği ifade
olunmaktadır..."
"...Müstehcenlik, toplumlarda tarih boyunca
tartışılmış ve genelde yadırganmış ve de tasvib görmemiştir. Müstehcenliğin
bütün çeşitleri arasında ortak bir özellik bulunmakla, o da cinsi arzuları
tahrik, galeyana getirmek ve bunu istismar etmektir. Bu da insanlarda diğer
bazı duyguları özellikle fazilet hislerini köreltmekte, cinsi arzulan galeyana
getirmekte, dolayısıyla kişinin ve kişiliğin dengesi bozulmakta, toplumlarda,
ailelerde, bilhassa çocuk ve gençlik çağındakilerde bunalımlara ve
huzursuzluklara ve suç işleme temayülüne yol açmaktadır. Türk toplumu
müstehcenlik karşısında, tarihin derinliklerine kök salan asil ve ciddi bir
anlayışa sahiptir. Bu anlayış, günümüzde de ana çizgileri ile devam etmektedir.
Türk milletinin bu anlayışı, müstehcenlik konusundaki spekülasyonlara zıt;
fakat ahlaki, psikolojik, sosyolojik, pedagojik ilmi gerçek ve tesbitlere
uygundur. Bugün batı aleminde, aile müessesesinin dumura uğramasında, fuhuşun
yaygınlaşıp AİDS ve benzeri hastalıkların süratle çoğalmasında; buna bağlı
olarak uyuşturucu madde alışkanlığının toplumları sarsacak çapta tırmanmasında;
müstehcen alet ve yayınların, kısaca pornografinin küçümsenmeyecek bir rolü
vardır. Bugün Türkiye'deki müstehcenlik (halkın ar ve haya duygularını incitme
veya cinsel arzuları tahrik ve istismar etme), suç duyurusunu yaptığımız
Sex-Shop'ların açılmaya başlanması ve büyük tirajlı gazetelerde ilanlarla
duyurularak aleniyet kazandırılmasıyla sınırsız ve kontrolsüz bir sürece girmiş
bulunmaktadır..."
"...Toplumumuzun müstehcenlik konusundaki asil
anlayışının bundan sonra da sürmesi konusunda, müstehcenlik sınırını dahi aşıp
müstekreh (iğrenç, tiksinti verici) hale gelen pornografiye karşı insanımızı
korumak için hukuki tedbir ve teşebbüslerde bulunmak bir Anayasa icabıdır. Bu
konuda gerekli tedbir alınmadığı takdirde, her türlü müstehcenlik ve
pornografinin serbest ve aleni olduğu ve ticaret metaı yapıldığı, anılan
sex-shop ve bürolar zaman içerisinde Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar
yayılacak, kolaylıkla bir dükkan gibi umumi mahallerde, bulvarlarda açılıp
burada her türlü pornografik yayın, alet ve gereçler halka teşhir edilip
satılabilecek; işte o zaman, iş işten geçmiş olacak ve belki geriye de dönüş
mümkün olmayacaktır..."
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder