27 Nisan 2015 Pazartesi

OSMANLI İMPARATORLUĞUNU 600 YIL AYAKTA TUTAN NEDİR KURULUŞ GELİŞME VE ÇÖKÜŞ BÖLÜM 2








OSMANLI İMPARATORLUĞUNU  600 YIL AYAKTA TUTAN NEDİR KURULUŞ GELİŞME VE ÇÖKÜŞ
BÖLÜM 2



Babaî Dervişleri Osmanlı Uc'unda

Babaî dervişleri, ucların en uzak noktalarına, bu arada özellikle Osmanlı topraklarına kaçıp sığınmış görünmektedirler. Moğol kuvvetleri, Batı Anadolu'da göller bölgesi ve Denizli'ye tedip seferleri yaptıkları halde, Osmanlı ucuna erişmek için Germiyan topraklarını çiğnemeleri gerekirdi. Öte yandan Uc'lar genellikle esir ve ganimetle zenginleşmiş bölgeler sayılıyor, Orta Anadolu'dan, Azerbaycan'dan bu arada Konya'dan dervişler câize, sadaka toplamak için uclara geliyorlardı.

Uclara sığınan din adamlarından biri olan Ede-Bali hakkında şimdi güvenilir bilgilere sahip bulunuyoruz. Hüdavendigâr Livası Tahrir defterinde, yani resmî bir kaynakta Ede-Bali (Ede Şeyh)'nin Bilecik'teki zaviyesine Osman Bey tarafından Kozağacı köyünün vakıf verildiğini okuyoruz. Vakıfları arasında Söğüt'te yaşıyan üç esir kâfir zikredilmiştir. Bu kayıtta Ede Şeyh'in oğlu, Aşıkpaşazâde Tarihi'nde zikrolunduğu gibi (Atsız yay. 96) Mahmud'dur.

1300 tarihinde, yani Orhan Gazi'nin sağlığında yazılmış Elvan Çelebi Menâkibnamesi bize Şeyh Ede-Bali'nin Baba İlyas'ın halîfelerinden biri olduğunu, dinsizleri ve kâfirleri İslâmiyete kazandırdığını, Hacı Bektaş'tan dünya saltanatına heves etmemeyi öğrendiğini kaydeder. Bu son kayıt önemlidir. Zira Babaîler, sultana isyan eden militan dervişlerdendir. Genelde dervişler, devlete bağlı olup Sultandan vakıf kabul eden uyumlu dervişler ile devlete karşı olan (Şeyh Bedreddin, Otman Baba gibi) iki grupa ayrılır. Abdal Babalar, kutbiyye inancında olup her devirde kutbal-aktâb olan velinin cezbe halinde Tanrı ile sürekli ilişki içinde olduğunu ve saltanat işlerinin de onların bilgisi dahilinde bulunduğunu iddia ederler. Toplumda haksızlığa uğrayanların hakkını almak için gerekirse isyana öncülük ederler.

Şeyh Bedreddin, 1511'de başkaldıran Şah-Kulu bu tip dervişlerdendir. Fâtih döneminde sultanın büyük iltifatına erişen Vefâî şeyhi Seyyid Velâyet ise tamamiyle farklıdır. O, Osmanlı hanedanıyla vefâiyye tarikatı, arasında sıkı bağlılığı kendi kişiliğinde temsil etmiştir. Vefâî şeyhleri, aşırı Abdal-Kalenderî dervişlerden farklı olarak Şeriata saygılı dervişlerdi. Elvan Çelebi, Menâkibnâmesinde bu noktayı belirtir.

Tarihci Baba İlyas soyundan Âşık Paşazade kendisi Vefâiyye'den olup Seyyid Velâyet'in kayınpederi idi ve tarihinde Vefâiyye şeyhi Ede-Bali'ye olağanüstü bir yer vermiş, hanedanla aile ilişkisini belirtmeye özen göstermiştir. Onun anlatımında Ede-Bali, Osman Gazi'nin şeyhi, mürşidi ve İslam hukukunu ilgilendiren önemli sorunlarda danışmanıdır. Osman adına hutbe okunması meselesi ortaya atıldığında Tursun Fakîh "Osman Gazi'nin kayınatası Ede-Bali'ye" danıştı. Orhan Gazi, yaya askeri düzenlemede Ede-Bali'nin reyini aldı. Ede-Bali'nin akrabaları ahîler o zaman beylikte nüfuzlu kişilerdi. Vefâî şeyhleri, hanedanın nüfuz ve otoritesini destekleme gayretiyle, Osmanlı sultanlarına Tanrı'nın teyidine erişmiş velîlik (bu arada Gazi Hüdavendigâr unvanı taşıyan I. Murad'a) sıfatı verirler.

Osman ve Orhan'ın birçok vakıf toprak bağışladıkları hakkında abdal, baba, fakı ve dedelere ait kayıtları daha sonraki dönemlerde yapılan vakıf tahrir defterlerinde bulmaktayız. Meselâ, 1455 tarihli bir vakıf tahrir defterinde Osman Bey'in Söğüd civarında verdiği vakıflardan (bak. Maliyeden Müdevver no. 16016, sh. 13) Ede-Bali'ye verdiği zaviye vakf kaydı şöyledir: "Karye-i Kozagaç ki vakfdır Osman Begden, mezkûr Ede oğlu Mahmud Paşa tasarruf ederdi, şimdi oğlu Şeyh Mehmed tasarruf eder" (Ede-Bali oğlu Mahmud ve torunu Mehmed için bak. Aşpz. 96). Söğüd'de Ede-Bali evladının elindeki vakıf köyler Kozcu, Kozagaç köyleridir. Kayda değer ki, Söğüd evkafının çoğunluğu fakı (fakih) lere verilmiştir (Hacı Eşref, Ahmed, Ömer, Ali, Murad, Mustafa fakılar). Osman Bey'in Kumral Dede'ye verdiği vakıf köyleri (bak. Aşpz. 95) tahrir defterlerinde kayıtlı olup, bugün de aynı adlarla biliniyor ve Aşıkpaşazâde rivâyetinin doğruluğunu kanıtlıyor.

Osmanlı toprağına sığınıp alp-erenler tarzında savaşlara katılan, Osman ve Orhan'dan zaviyeleri için vakıf alan birçok derviş ve şeyh arasında Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba, Kumral Dede Aşıkpaşazâde'de zikredilmiştir. Bunlardan Geyikli Baba'ya ait belgelenmiş önemli kayıtlar elimizdedir. Babâî dervişlerinden bir grup, Uludağ eteğinde İnegöl'e yakın ağaçlık sulak bir yerde yerleşmişlerdir. Onlar Babaîler diye bilinir. Burası Fâtih dönemine ait vakıf defterinde (Osmanlı Arşivi, MM 16016, 5,8) Baba köyü diye kayıtlıdır (bugün Baba Sultan). Bu dervişlerden biri, Otman Baba gibi dağlarda gezen ve geyikleri kendine alıştıran şaman tipi gezginci meczub bir derviştir ve bu tip dervişlere yakınlık gösteren öbür uc beyleri gibi İnegöl yöresini yurtluk olarak elinde tutan Turgut Alp da Geyikli Baba'yı sever, Baba "dayım onun yanına gelir". Turgut Alp dervişleri teftiş etmekte olan Orhan'a bu mübarek derviş hakkında haber gönderir (Orhan, İbn Battuta'ya göre ülkesinde sürekli dolaşıp teftiş yapan bir beydir). Geyikli Baba kendini Baba İlyas müridiyim diye ünlü Babaî şeyhine bağlar. Orhan tekrar tekrar adam gönderip davet eder, derviş gelmez, dervişler vaktini bekler, der, Orhan onu ziyaret eder. Geniş bir araziyi vakıf vermek ister, derviş kabul etmez, Babaî dervişlere özgü mutlak fakr prensibine sadık kalır. Orhan'ın ısrarı üzerine "şu karşıda duran tepecikten berü yercegüz dervişlerin havlusu olun" der. Sonradan dervişlerin ihya ettiği bu yer, Fâtih dönemi vakıf tahrir defterinde Baba köyü yahut Babayîler köyü diye kayıtlıdır. 6 çiflik sahibi aile ve 8 benlekin (toprağı az aile) oturduğu bu köyün vakıf geliri 1500 akça (25-30 altın)'dır. Fâtih döneminde Elvan Seydi evladı elindedir. Defter kaydına göre aynı köyde Ermen Baba'nın Orhan nişanıyla bir çiflik vakıf yeri vardır. Meyve bahçeleri eklenmiştir. Osman'ın yoldaşı Aykut Alp neslinden Umur Bey II. Murad döneminde Geyikli Baba zaviyesine bir hamam vakfetmiştir (420 akça yıllık geliri var). Bir değirmen ve Bursa'da 3 dükkan zamanla vakfa eklenmiştir. 16. yüzyılda vakfın "ziyade"sinden elde kalan 6000 akça faizle işletilmektedir. Hamam ve değirmen tamiri yalnız öşür gelirinden karşılanmaktadır. Derviş birgün bir kavak (çınar) ağacını alıp Bursa hisarında Orhan'ın sarayına çıkagelir. Avluya ağacı diker, ona "teberrükümüzdür, o orada oldukça dervişlerin du'ası sana ve neslüne makbuldür" deyip gider. Ağaç 15. yy. sonlarında Aşpz. tarafından görülmüştür (Çınar Orta Asya Türklerince kutsaldır, Rumeli'ne geçen Türkmenler birçok yere kavak/çınar adını vermişlerdir). Derviş durmadı, döndü. Geyikli Baba'nın davranışları onun, Otman Baba gibi, dağlarda yabani ot ve meyve ile geçinen, hayvanlarla arkadaş olan, mutlak fakirliği seçen, sultanlardan sadaka kabul etmeyen (bu nedenle dağ eteğinde boş bir arazi parçası ister) kalender tipi babaî dervişi olduğunu kanıtlar.

İlk döneme ait tahrir defterlerinde dağda kırda boş toprakları şenletip zaviye kuran, sonra bunu vakıf olarak sultanlara onaylatan Kalenderî Babaî dervişlere ait birçok kayıtlar bulmaktayız. Defter kayıtlarından bir misâl: Saruhan'da dağ eteğinde Şucâ' Abdal, Sinan, İsmail, Mustafa, Ali, Kaygusuz ve başka dervişlerle birlikte sipahiden bir yer tapulamışlar "taşın ağacın arıdup yurd edinip ihya etmişler zaviye kurmuşlar ve sultandan şenlettikleri yer için vakıf beratı almışlar". Yer açıp zaviye kuran ve vakfa bağlayan bu dervişleri Ö. L. Barkan, fetihleri kolonize eden dervişler saymaktadır. Sultanlar bu vakıfları daima, "âyende ve revendiye" (gelip geçen yolculara) hizmet koşuluyla verirler. Osman Gazi Mudurnu seferinde Beştaş zaviye şeyhinden yol hakkında bilgi almıştır. Derviş bir zaviye kurar, etrafındaki öbür dervişlerle toprağı işler, tarla açar, bahçe yapar, geliriyle kendileri geçinir ve yolculara üç gün kalmaları koşuluyla barınma ve yeme içme sağlarlar. Misafirlik geleneği yalnız ahi zaviyeleri için değil "ayende revendeye" hizmet etme koşuluyla sultandan berat almış tüm zaviyeler için değişmez bir kuraldır. Toprağı işlemede, hasat ve harcamada zaviye mensupları herşeyi ortaklaşa (iştirâk üzere) yaparlar kommünal bir hayat yaşarlar. Herkes çalışmak zorundadır (Bayramiyye'de bu özellikle belirtilir). Fütüvvet disiplini içinde ortaklaşa çalışma, yolcu ve fakirlere hizmet dinî bir hayır işi sayılmakta, bu nedenle vakfa bağlanmaktadır. Bir bölüm zaviye etrafında zamanla nüfus yerleşmekte, köyler meydana çıkmaktadır. Anadolu ve Rumeli toponimisi pek çok köyün menşede bu biçimde derviş zaviyeleri ile ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır. Sultanların bu gibi yeni yerleşmelere vakıf statüsü vermeleri, vergilerden affetmesi, Anadolu ve Rumeli'de Türk yerleşme, kolonizasyon sürecini kolaylaştıran bir yöntem olarak önemlidir.

Bugün Türkiye'nin birçok yerinde eski derviş zaviyeleri bir Osmanlı kültür mirası olarak festivallere sahne olmaktadır. Geyikli Baba (Baba Sultan) kutlamaları, Haziran başlarında onbinlerce yurttaşın toplandığı bir dinî ve millî kültür gösterisine tanık olmaktadır. Kırşehir Hacı Bektaş Tekkesi'ni yılda 700 bin kişinin ziyaret ettiği ve her yıl görkemli törenler düzenlendiği bilinmektedir.

Gazâ ve Gazilik

13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu'da İslâm dinini, sufîlik, fütüvvet ve gaza kurallarını halka öğretmek için Türkçe yazılmış bir literatür bulmaktayız. Bunlar, kuşkusuz o zaman toplumdaki belli gereksinimlere yanıt vermek ve belli grupları aydınlatmak ve eğitmek amacını güdüyordu. Selçuklu şehirlerinde, özellikle Konya'da egemen Fars dili ve kültür dairesi karşısında basit bir Türkçe ile yazılmış bu gibi eserler, çoğu kasaba ve köylere yerleşmiş Türkmen halkına, bu arada Ucat'ta, serhadlerdeki geniş gazi kitlesine hitap etmekte idi.

Uc toplumuna hitab eden bu didaktik eserlerin bir bölüğü, sırf İslâm dininin günlük ibadet ve yaşama ait din kurallarını öğretmek amacını güdüyor (ilm-i haller), yahut ahiler için fütüvvetnâme âdâbın anlatıyor veyahut dervişlere tarikat esaslarını ve erkânını açıklıyordu.

Bir bölüğü de gazilik kurallarını açıklıyan didaktik yahut savaş heyecanını yükselten destan nev'inden eserlerdi. Uc bölgesinde, açık-seçik belli kurallara bağlı bir sosyal grubun varlığını çağdaş kaynaklar kesinlikle ortaya koymaktadır. Bu grup, gâziyân, alplar adıyla anılmaktadır.

13. yüzyılda bir yandan Haçlılara öte yandan Moğollara karşı bir ölüm-kalım savaşı veren İslâm memleketlerinde gazâ ruhu toplumları ayaklandırmakta idi. Bu gazâ heyecanı Memluk sultanlığında ve Anadolu'da Türkmenler arasında doruğa erişti. Haçlı ve Moğol kıskacı arasında yok olma tehkilesiyle karşı karşıya kalan bu iki İslam memleketinde askerî rejimler hakim oldu; Mısır ve Suriye'de Kıpçak-aslından askerî bir aristokrasi, Memlukler saltanatı ele geçirirken, Anadolu'da Gazi Türkmen devletleri yükseldi, ve 14. yy. da bu devletçiklerin tümü Osmanlı Hanedanı'nın şemsiyesi altında birleşti.

Osmanlı Devleti'nin gâzî karakteri bu tarihî süreçten kaynaklanmaktadır. Burada bu gazi beyliklerinden birinde yazılmış olan Risâletü'l-İslâm adlı ilm-i hâl eserinde gazâ ile ilgili bölüm ilginçtir, konu üzerinde İslâmî kuralları bildirir. Risâle, Ş. Tekin'in incelemesine göre, 14. yy. ilk yarısında, yani Osman-Orhan döneminde Karesi'de yazılmıştır. Karesi beyleri Rumeli'ye geçiş ve gaza hareketinde önde gelirler. Tekin'e göre, eserin aslı, 10. yy. sonlarında yazılmış Arapça Abû'l-Leys-i Semerkandî'nın bir risâlesidir.

Bu gibi eserlerde gazâ, İslâm'ın emrettiği bir görev, kesin kurallara bağlanmış bir faaliyet alanı olarak ele alınmaktadır. Osmanlı ülkesinde İbrahim Halebî'nin eseri (yazılışı 1478) yayılıncaya kadar İslâm hukukuna ait temel metin olarak ilkin Şeyh Bedreddin'in Tashîl'i, ondan sonra Molla Hüsrev'in Durar'i esas tutulmuştur; Risâle'de olduğu gibi bu eserlerde gazâ ve gâzîlik üzerinde Şerîatın koyduğu kurallar şerh edilmiştir. Gâziler yurdu Anadolu'da gazâ hakkında Türkçe olarak erkenden başka eserler de yazılmış veya tercüme edilmiştir.

Genel olarak gâzî ahret için sevab kazanma amacıyla savaşan Müslüman olarak tanımlanır. Burada gazânın dinî-İslâmî niteliği üzerinde durulmuştur, gâzî için kitalde elde edilen ganimet dini bir mükâfattır. Osmanlı menâkıbnâmelerinde gazâ ve ganimetin (doyum) kutsallığı, helâl niteliği özellikle belirtilir. Batıda yazılan eserlerde, gazâ; kital ve yağmayı meşrû göstermeye yarayan bir araç olarak algılanmakta, böylece belli bir toplum için anlam ve fonksiyonu gözardı edilmektedir.

Gâzîlerin fiillerini ahlakî bakımdan tartışma konusu yapmak tarihçinin ödevi değildir; tarihcinin ödevi, insanı o biçim harekete sevkeden düşünce ve maksadı tespite çalışmaktır.

Gâzî olmanın koşulları Risâletü'l-İslâm'da dokuz noktada toplanır: 1) Ana ve atanın arzı olması, 2) Üzerindeki "emânetleri" yerine getirmiş olmak (meselâ borçlarını ödemiş olmak, 3) Ailesinin geçimi için nafaka bırakmak, 4) Gazâ sürecinde gerekli geçimini sağlamış olmak (yolda eşkiyalığa sapabilir kaygısı dolayısıyla), 5) İslâm hükümdarının gazâ için emretmiş olması, yani savaşın İslâm topluluğunun hayrına bir hareket olduğunu emirü'l-mü'mininin onaylamış olması, 6) Yoldaşına yardımcı olmalı, başka deyimle dayanışma, birlik sağlanmalı, 7) Yolda kimseyi incitmiyecek (askerin geçtiği güzergahta Müslüman halkın yağmalanması her dönemde idarecilerin baş ağrısı olmuştur, bunu önlemek için idam cezası bile uygulanırdı), 8) Düşmanla çarpışma halinde kaçmamalı, sonuna kadar dayanmalı. İslam bu yolda ölene şehadet sağ kalana gazilik mertebesi vaadeder, 9) Ganimet malında ihanet etmemeli. İslâm kurallarına göre ganimet malının bölüştürülmesine çok dikkatli davranılması önemlidir. 10) Gazînin "niyeti" samimi olmalı, İslâm dini ve müslüman halk için savaştığını unutmamalı, gazâda "tama ve riyâ" olmamalı, yani hareketlerinde dinî hayır düşünceden uzaklaşmamalı, gazâya sırf ganimet için gitmemeli. Bu son madde, yukarıda açıkladığımız gibi gazânın dinî-ideolojik niteliğini vurgulayan temel koşuldur. Kimin samimî dindar, kimin tamahkâr olduğunu belirlemek mümkün değildir.

İslâm prensiplerine göre genellikle gazâ farz-i kifâye'dir, yani ancak bazı koşullar yerine getirildiği taktirde yapılması gerekir. Fakat İslâm ülkesi hayatî bir tehlike altına düşerse, gaza emirü'l-mü'minin tarafından farz-i'ayn ilân olunabilir. O zaman her Müslüman yetişkin er için zorunlu bir ödevdir, sefere gidemeyen bu ödev karşılığı hazîneye bir ödeme yapmak zorundadır. 1444'te Haçlılar, Rumeli'yi istilâ edip Varna'ya geldiklerinde ve 1686'da Osmanlı ülkesi dört bir yandan istilâya uğradığında gazâ zorunlu sayılmış, nefîr-i âm ilân edilmiştir.

Pencik Uygulanması ve Yeniçeri Kurulması

Edirne'nin fethinden (1361) sonra Rumeli'de güneyde Selanik doğrultusunda Via Egnatia üzerinde Karesili gazi bey Evrenuz Gazi'nin, Meriç vadisinde Hacı-İlbeyi'nin hızlı fetihleri sonucu savaş esirleri büyük artış gösterdi. Gazilerden Sultan için esir başına beşte bir pencik (penc-i yek) alınmaya başlandı. Bu önemli gelir kaynağının hazine için kaybolmaması için Karamanlı Mevlana Kara Rüstem uyarıda bulundu. Genelde her türlü ganimeti asker elinde bırakmak, cömertlik siyaset kitaplarında en iyi politika sayılırdı. I. Murad Çandarlının arzı üzerine "Tanrı buyruğu ne ise et" emrini verir. Bunun Şerîatta yeri olduğu ulemaca onaylandığından, Kara Rüstem'e Gelibolu geçidinde pencik toplama yetkisi verildi. Pencik her beş esirden biri, yahut esir beş değilse değerinin beşte biri olarak toplanmıya başladı. Bu "iki dânişmendin" ihdasının askerin hiç de hoşuna gitmediği anlaşılıyor. Rumeli'den akından dönenler bu vergiden kaçmak için esirleriyle başka yoldan geçmeye başladılar. Bunun üzerine Gazi Evrenuz'a pencikin sınırda toplanması için emir gönderildi ve dinî niteliğini göstermek üzere tahsil işi için bir kadı atandı. Çandarlı devlet elinde toplanan çok sayıda pencik oğlanlarından sultan kapısında yeni bir asker, yeniçeri teşkili fikrini buldu. Oğlanlarının, Bursa civarında Türk köylerine gönderilip Türkçeyi öğrenmeleri ve İslâmlaşmaları sağlandı. Sonra bunlar bir kışlada toplanıp sultanın emrinde bir "yoldaş" ordu, yeniçeri ordusunu oluşturdular.

Gazâ bütün Müslüman halkı için bir ödev sayıldığından sultanlar bazı koşullarda tüm halkı gazâya çağırmaktadırlar. Dindar halk gazâyı ciddiye almakta, Sultan'ın gazâlarına parayla katılmaktadır. Bursa'da Hoca İbrahim adlı bir zengin 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed'in Macarlara karşı seferinde "ol gazânın savabında ben dahi bile olayın" diye 20,000 akça ile 20 atlı süvariyi ulufe ile tutmuş ve sefere göndermiştir.

Bayezid, Anadolu halkına gönderdiği bir fermanda timar ve başka mükâfatlar vaadederek Tuna'da Uc Beyi Bali Beyin Lehistan'a akınına katılmaya davet etmiştir. Osmanlı sultanları son padişaha kadar gâzî unvanı tercih ettikleri bir unvan olarak daima kullanmışlardır. Osman eski menâkibnâme kayıtlarında tipik bir gazi önderi olarak en çok gâzî unvanıyla anılmıştır.

Alplar, Nöker (Yoldaş)lar

Osman, beyliği ailenin öbür üyeleriyle birlikte idare eder görünüyor. Karacahisar subaşılığını (komutanlığını) kardeşi Gündüz'e vermişti. Önemli siyasi kararlarda amcası Dündar ile danışırdı (Neşri, 94). Osman güdülecek siyaset konusunda tartışmaya girdiği amcasını okla vurmuş, öldürmüş. 1303'de Bursa hisarını abluka için yaptırdığı havale kulelerinden birini Osman kardeşi oğlu Aktimur'a verdi. Osman, oğlu Orhan'ı kendi sağlığında deneyimli kumandanlar, Akça Koca, Konur Alp, Köse Mihal ile seferlere gönderiyor, onun beyliğini hazırlıyordu. Bu ikisi İzmit fethinden (1337) önce vefat etmişlerdir. Hasta olan Osman beyliğinin son yedi yılında beyliği oğlu Orhan'a bırakmıştı.

Orhan, 1324'te beylik tahtına oturdu. Kardeşi Alâeddin Bey'in çekildiği, kendisinden sonra evlâdının Kite'ye bağlı Fodura Köyünde barış içinde yaşadıkları anlaşılmaktadır. Orhan'ın ölümünde (1362) beylik için Murad ile kardeşleri arasında çatışma çıktı ve Murad onları ortadan kaldırmak zorunda kaldı. Eski Türklerde beyliği ancak Tanrı bağışlar inancı vazgeçilmez bir gelenekti. Herhangi bir hanlık veraset kanunu yoktu. Kurultay kararı veya bir savaşın sonucu, Tanrı'nın kut'una mazhar olunduğunun işareti sayılır, yaş veya vasiyet, beylik/hanlık için bir ölçü kabul edilmezdi. Aslında her oğula bir yurtluk verilerek ülkenin beyin oğulları arasında bölüşülmesi Avrasya'da Türk-Moğollar arasında süregelen aile hukukuna dayanır. Osman ve Orhan fethedilen toprakları oğullara ve alplara yurtluk (apanaj) olarak dağıtmakta ve en önemli uc'a büyük oğul atanmakta idi. Ülkeyi feodal bir karakter veren bu gelenek, Osmanlılarda merkeziyetçi bürokrasi güçlendikce sembolik bir düzenleme biçiminde kalacaktır. Bununla beraber Fâtih'ten sonra da devleti sarsan şehzadeler mücadelesinin temelinde bu Avrasya egemenlik ve ülke anlayışının devamını görüyoruz.

Aşıkpaşazâde'nin naklettiği eski menâkıbnâmeye göre, Osman'ın seferlerinde yarar "yoldaş" ve "nökerleri" belli başlı kumandanlarıdır. Osman, Eskişehir'den Bilecik ve Yenişehir'e kadar geniş bir ülke sahibi olunca (1299) İnönü'nü oğlu Orhan Bey'e, Yarhisar'ı Hasan Alp'a verdi, "bu dahi bahadır yoldaş idi", (Neşrî, 112) İnegölü Turgut Alp'a verdi, oraya "Turgut-İli derler", Osman ile sefere giden öteki alplardan, Saltuk Alp, Konur Alp'ın adı geçer. Bu alp ve nökerlerin çocuk ve torunları sonraları önemli makamları işgal edecekler ve bir çeşit Osmanlı aristokrasisi oluşturacaklardır. Tımar ve yurt (apanaj) ların kaldırılması oldukça geç bir zamandadır.

Osman yoldaşları, Samsa Çavuş, Akça Koca, Gazi Abdurrahman'ı Sakarya seferinde Orhan'ın yanına verdi. "yarar yoldaşdur diye" (Aşpz. 22. Bab) Bunlar her biri bir uc'da sürekli akına tayin olundu. Samsa Çavuş ve cemaatı yoldaşlığa yarar kişilerdi" (Neşrî, 90). Orta Asya bozkır İmparatorluklarında, Türklerde alplar, Moğollarda noyanlar (çoğulu noyad) soylu ailelerden gelen kumandanlardır. Moğollardan noyanlar aristokrat ailelerden ba'atur veya bagatur (Türkçe bahadır) unvanı taşırlardı. Gördük ki, Osmanlılarda alplar aynı zamanda bahadır unvanı taşırlar. Bu alplar, her biri kendi yurtluğunda, kendi kumandası altındaki gazilerle kendi uc bölgesinden akın yapmaktadır. Başlangıçta alplar, Osman Gazi ile müttefik olarak seferler yapmakta idiler (bak. Aşpz. 10. Bab) Öyle anlaşılıyor ki, Osman Gazi 1299-1301 yıllarında önemli başarılar kazanıp karizmatik bir başbuğ durumuna gelince alplar onun yakın yoldaşları oldular, hizmetine girdiler.

1304 Sakarya seferinde Samsa Çavuş itaat eden Lefke ve Çadırlu bölgesini kendine istediği zaman Osman Gazi buna karşı çıkmıştı (Neşri I, 120). Nökerlik/Yoldaşlık, gazâ önderine "anda" (and) ile bağlanma yoluyla kurulur ve "gâziyân" grubu böylece ortaya çıkar görünmektedir. Tutsak düşen Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, Osman'ın nökeri olmuş (Neşrî, 76), ilk akınlarda ve öteki Rum tekfurlarıyla Osman arasındaki ilişkilerde daima ona sadakatla hizmet etmiş, sonunda İslâmiyeti de kabul etmiştir: "Köse Mihal dayım onun bile olurdı. Ekseri bu gazilerün hidmetkârları Harman Kaya kâfirleriydi" (Aşpz. 19. Bab).

İnegöl'ü fetheden Turgut Alp'a bu bölge bir yurt (apanaj) olarak verilmiş görünüyor. Bölgenin o zaman Turgut-İli diye anılması bu bakımdan kayda değer (Aydın-İli, yahut Rumeli'de Osmanlı'ya tâbi Bulgar Kralının ülkesi için kullanılan Şişman-İli, Konstantin-İli, vb). Moğollarda noyanlara ait otlak bölgesi yurt, yahut Moğolca nutug diye bilinir. Nutug'un tanımlaması şöyledir: "Şu veya bu göçebe birliğini geçinderecek noyana ait arazi" (Vladimirtsov). Selçuklularda ve Osmanlı klasik döneminde 15­16. yüzyıllarda yurt veya yurtluk bir göçer-ev grubunun reisine özerklikle verilen bir arazi ünitesi olarak tanımlanmaktadır. Başka deyimle, yurt, soylu bir bahadıra ait apanaj niteliği taşır. Osman "alınan vilâyetleri guzâta taksim" etmekte idi (Neşri I, 118). 1320'lerde Konur Alp'a Kara-Çepiş hisarı, Absu (Hypsu) hisarı Akça-Koca'ya uc tayin edilmişti. Bu feodal apanaj sistemi daha sonra Rumeli'de gaza yapan uc beyleri, Evrenuz, Gazi, Mihal oğulları, Paşa-yiğit oğulları için uygulanacaktır. Osman döneminde beyliğin bu feodal yapısı karşısında Orhan döneminde ulema sınıfından vezirler idareyi ele geçirdiği zaman merkeziyetçi bürokratik rejim hinterlandda egemenlik kazanacaktır.

Aşık Paşazâde, Hacı Bektaş'tan söz ederken Anadolu'da dört müsafir (dışardan gelmiş) dinî ta'ife (cema'at) tan söz eder: Gâziyân, Ahiyyân, Abdâlân ve Bâciyân. Hacı Bektaş, kızı ve sırdaşı olarak Hâtûn Ana'yı seçmiştir, ona mensup olanlar Bâciyân'ı oluşturmuştur. M. Bayram'a göre Bâciyân taifesi, şeyh Evhadüddin Kirmânî'nin kızı Kadın Ana Fatma Hatundur ve Ahi Evren (Nâsirüddin Mahmud) ile evlenmiş olup Anadolu'da kadınlar arasında ahiliğe denk Bâciyân ta'ifesini kurmuştur. Şeyhler neslinden Zaviye yöneten hatunlar, meselâ Hüdavendigar sancağında bir vakıf idare eden Tâcî Hatun Baciyân cema'atından sayılırlar.

Rum Abdalları ve ahilerle yanyana bir tâ'ife olarak zikredilen Gâziyân, Osman dönemindeki alplardan başkası değildir ve bu alplar belli nitelikler taşıyan bir gruptur. Baba İlyas'ın torunu Aşık Paşa (1271-1332) Garîbnâme (Ma'arifnâme) adlı eserinde (bitişi 1310) alpların dokuz niteliğe sahip olmaları gerektiğini vurgular. Aşık Paşa'nın gâziyân kelimesi yerine İslâm'dan önce Avrasya toplumundaki bahadır önderler için kullanılan alp terimini kullanmış olması ilginçtir. Alp "varlığı korumak için ay ve yılda birbirleriyle kol kola savaş" yapan bahadırlardır. Onun paralleli, nefsiyle mücahedede bulunan alp-erendir.

Garîbnâme'ye göre alp, alperen adını almak isteyen kişi için 9 nesne gerektir. İlk koşulu "muhkem yürek", cesaret sahibi olmaktır, "yagı görüp sinmiya", cesurluk, askeri ayakta tutan "direktir" (alp'in liderliği). İkincisi Alp'in kolunda kuvvet olmalı (fiziksel güç). Herkes onun gücünü görür ve sayar. Üçüncüsü, alp gayret ve hamiyet sahibi olmalıdır. Alplığı başarmıya gayretsüz er Dördüncü koşul, bir "bayık" at sahibi olmalıdır. 

Osmanlılarda at üzerinde sipahilik, soyluluk koşuludur. Osmanlılar Balkanlar'da Hıristiyan süvari askerini soylu sayıp timar vermişler, fakat yaya askeri (voynuklar) reaya saymışlardır. Gayrı-müslim reayaya ata binme yasağı vardı. Beyler arasında en değerli peşkeş attı. Alpın atının karnını örten bir zırhı olmak gerektir. Zırh, karşıdan heybetli bir görünüş gösterir ve hayvanı kılıç ve ok darbesinden korur. Düşman alpı atından tanır. Beşinci koşul, alpın zırhlı olmasıdır. Alplık zırhla belli olur. Alpa alplık adını don kondurur Osmanlılarda, timarlı sipahi daima cebelü, yani zırhlı sipahidir. Büyük timar sahiplerinin zırhı, bürüme zırhtır.

Avrasya tarihinde, göçebe halklar arasında İmparatorluk kuran, yerleşik halkları egemenliği altına sokan gerçek askerî birlik, zırhlı sürvari ordusudur. Tâ ki Şah İsmail'in 40 bin zırhlı süvarisi Selim'in top ve tüfeği karşısında bozguna uğrayacaktır. Başta Alpların "kol-kola savaşması" gereği belirtilmiştir. Bu, Aşıkpaşazâde'de belirtildiği gibi gaziler arasında yoldaşlığa işaret etmektedir.
Altıncı ve yedinci koşullar, alpın silâhları, yani yay ve kılıcıdır.

Katı yay çekmek ve uzatmak ere
K'ey hünerdür kim kime Tengri vire

Katı yay, kemikle berkitilmiş uzun menzilli yaydır, Osmanlı'ya Hıristiyan askeri karşısında üstünlük sağlıyan bir silâhtır. Bu oku çekip uzatmak bir özel hünerdir. Alplık için gerekli yedinci ve sekizinci koşullar "âlet"ler kılıç ve süngü sahibi olmaktır.

Yalunuz ok yay ile alp olamaz
Ok ile ol alplık adın alamaz

Kılıç, alpın en değerli malıdır, onun "altını ve incisidir". Kılıç üzre and anunçün içilür Alplar arasında anda (and), Avrasya halkları arasında savaş birliğini (Batı dünyasında comitatus), nökerliği (yoldaşlığı) oluşturan ritüeldir. Osman Gazi ile alplar, garibler yahut esiri Köse Mihal arasında ölüme kadar sadakat bağı, and içmek (kanlarını bir kapta karıştırıp içmek, kan kardeşi olmak) merâsimi ile gerçekleşiyordu. Ganimet ve fethedilen topraklar, anda ile öndere bağlı olan alplar arasında yurtluk olarak paylaşılıyordu.

Garîbnâme'ye göre kılıç ve ok yalnız başına iş göremez. Sügü (Süngü) gerektir. Eski metinlerde sügü; kargı, mızrak olarak tanımlanır. Osmanlı sipahisi için daha çok gönder (mızrak) sözcüğü yaygındır. Sügü/mızrağın savaşlarda başlıca silâhlardan biri olduğunu eski metinlerde kılıçla birlikte sık sık anılmasından anlıyoruz. Sügü'nün kolu ağaçtan olup ucunda temren (demren) denilen kesimi demirden olurdu.

Garîbnâme'ye göre kol ve elile sügü/mızrak kullanması ayrı bir beceri ister; düşman alpı karşısında sügüsünden bilir.

Bütün bunlar gözümüzde alp ok, yay, kılıç ve mızrakla silâhlanmış, zırhlı süvari olarak canlandırır. Bu süvari, gerçekten alp olmak için bedenen güçlü, yüreği cesur bir yiğit olmalıdır. Bunun yanında Garîbnâme'nin belirttiği başka önemli bir koşul, alpın arkasında yürüyen kafadarı yani yoldaşı olmalıdır. Yoldaş hakkında:

Cümle âlet oldu bu kez yârı yok
Bile ardınca yürür dildârı yok
Çun kafadar olmaya pes neyleye
Dört yanını kendü nice bekleye
Bil ki alplık yalnuz olmaz ey safâ
Nitekim yalnız değildi Mustafa


Pes bu alplık yalnız olmaz yâr gerek Yar içün ol baş-u-can oynar gerek
Yoldaşlığın özel bir merasimle gerçekleştiğini yukarıda işaret etmiştik. Yoldaş olan Alplar "kol kola" savaşmalıdır.

Aşık Paşa özetle alp kişiyi şöyle tanımlar

Kimde varsa bu dokuz nesne tamâm
Alp adıyla anı okur hâss-u-âm
Alplık Tanrı vergisi (dâd) dır.
Bildük alplık dünyada niceyimiş
Dinle imdi dîn içinde neyimiş
Hazret-i Peygamber'in dediği gibi:

Nefisle savaşma cihâd-i ekberdir
Aşık Paşa'ya göre:
Dün ü gündüz çalışa nefsi ile
Tâ ki nef-si düzele aklı ile

Alp-eren için dinî, spiritül nitelikler şöyle özetlenir. Alp-eren, dünya sevgisi havâsına kapılmamalı. Cimrilik, fısk-u-fesâd gibi kötü huylardan kaçınmalı. Bu huylar havayîlikten doğar; "Din Alpı" bunlara karşı uğraş vermek zorundadır. Din direği olan böyle bir alp önünde halk yüzünü yere sürmelidir.
Höd bu alplık kimde olsa şeksüzün
Ayağına süre cümle halk yüzün
İlk velî olmak gerekdür ol kişi


Gec vilâyet olmasa anda ayân Din yolunda alp değül bellü beyân Evliyâdur ol kim ana korku yok Dünyada hem âhirette kaygu yok Aşık Paşa bundan sonra dinde alp veya alp-eren olmanın dokuz spiritül koşulunu özetler. Bu koşullar; vilâyet, riyâzet, kifâyet (nefsini basmak), ışk (nefsini dünya ilgilerinden kurtarıp bağımsız olma), tevekkül, Şeriat bilgisi, ilm, himmet (başkasına özveriyle yardım etme), doğru yâr (eshâb, arkadaş; dervişler) edinme, Yâr ile açıldı bu dîn ey Dede Bu dokuz sıfatı nefsinde toplıyan alp ve alp-eren halkın kılavuzudur.

Yâ kişi dünya içinde er gerek
Yâ din içre hâkim ü server gerek

Kutlu kişi bu ikiden alp veya alp-erenden biri olmaktır.

Âşık, ışk, Tanrı muhabbeti ile bütün ömrünü harcar

Ey Hudâyâ, ışktan ayırma bizi

Aşıkpaşa'da alp ve gazi özdeş terimlerdir. Kuşkusuz birincisi Avrasya hakanlıklarında alp, bağatur/bahadır diye anılan kahraman savaşcıyı, lider tipini, ikincisi ise alpın daha çok İslâmî gazâ ile kaynaşmış tipini vurgular. Âşık Paşa'nın gördüğü gibi alp, 13. yy. Anadolusu'nda ideal profesyonel savaşcı kişidir. Aşık Paşa'da İslâmi gazi terimi yerine öz Türkçe alp terimi kullanılması dikkate değer.

Âşık Paşa'nın bu anlatımı, Ahiyyân için ahlâk ve edeb kurallarını tespit eden fütüvvet kurallarına paraleldir. Toplumda alp sıfatını kazanmak için bu dokuz niteliğe sahip olmak gerektir. Alp, zırhlı süvaridir ve mutlaka bir yoldaşı olmalı, onunla beraber "kol kola" gazâ yapmalıdır.

Aşık Paşa'nın alp tasviri, Osman Gazi ve onunla birlikte savaşan yoldaş alpların genellikle Anadolu'da uc'lardaki gazilerin tasviridir. Bu alp veya gâzî tasvirini, Battalnâme, Dânişmendnâme ve Dede Korkud gibi Anadolu destanlarındaki kahraman tasvirine eş buluyoruz. Eski Osmanlı menâkibnâmesinde "Aşık Paşa dedikleri aziz" (Neşrî 162) öteki ulema arasında saygıyla anılır. Kırşehir'de görkemli türbesi, bugün de bir ziyâretgâhdır. O, Mevlevîlerin değil, Babaîlerin, alp-erenlerin pîridir.

Anadolu Uc bölgelerinde kızıl börk giyen, gazâ ve ganimet akınlarına katılan, böylece akıncılığı yol edinen Türkmenler, kabile bağları dışında gâziyân örgütüne katılmış, böylece yeni yaşam tarzı sonucu kendi aşiret grubundan kopmuş, sosyal bakımdan farklılaşmış oluyorlardı. İslâmî kutsal ganimet için her yandan, her menşeden gelen "garîb"ler, başbuğa anda ile bağlanırlar, onun nökeri veya yoldaşı olurlardı.

Anda yani and içmekle önderle nöker arasında ölünceye kadar süren bir bağlılık kurulmuş olurdu. Orta Asya Türk-Moğol toplumunda nökerlik, Batı feodalizminde commendatio veya hommage (Almanca mannschaft) anda ile kıyaslanabilir (Bak. Marc Bloch, La societe feodale, la formation des liens de dependance, Paris: A. Michel yay. 1968, 210-217). Marc Bloch'a göre (s. 210) Commendatio şef ile hizmet yüklenen arasında "feodal dönemin tanıdığı en güçlü sosyal bağlardan birini" oluştururdu.

13. yy. Moğol toplumunda nöker, soylu kişilerin, bagaturların evinde ve seferde yanından ayrılmayan hizmetkarı ve silâh arkadaşı olarak tanımlanır. Esir olan nöker, kendine tâbi olanlarla birlikte şefin hizmetine girer. Çoğu tutsak edilip anda ile başbuğa hayat boyu bağlı silâh arkadaşı (comrade-in-arm) olur.

Böylece Avrasya steplerinde olduğu gibi alplar etrafında gazâ-akın birlikleri oluşmakta, her biri Uc'un bir bölgesinde gazâ faaliyetinde bulunmaktadır. Osman Gazi de, kuşkusuz başlangıçta bu alplardan biri idi. Onu ötekiler arasında seçkin duruma getiren özellik, bir Vefaî-Babaî tarikat halîfesi olarak Uc'a gelen şeyh Ede Bali'nin yakınlık ve "berekâtı" olmuştur. Çağdaş Bizans tarihcisi Pachymeres Osman'ı bölgede Bizans topraklarına karşı akın yapanlar arasında en atılgan bir önder olarak tanıtmaktadır. Uc'ta gâzîler, alplar ganimet seferlerinde en başarılı önderin bayrağı altına giderler. Menâkibnâmeye göre (Aşpz. 105) Osman "Yarhisarı Hasan Alpa verdi; bu dahi bir yarar yoldaş idi". Osman Gazi'nin kariyerinde ikinci aşama, seferlerde bayrağı altında alpları toplamasıdır. Onlar bu enerjik öndere Köse Mihal gibi nöker/yoldaş oldular. Osman Gazi'nin gâziyânı gibi öteki Uc beyliklerinde de ilk askerî-siyasî çekirdek benzeri bir süreçte ortaya çıkmış olmalıdır.

Osman Gazi döneminde askerî-sosyal sistemde nökerlik/yoldaşlık, Alplık gibi egemen bir kurum olarak görünmektedir. 1302'de Osman'ın Sakarya seferinde Lefke (bugün Osman-eli) ve Çadırlu tekfurları Osman'a itaat ettiler ve "Osman Gazi'ye hâss nöker" oldular (Aşpz. 10. Bab Neşrî, I, 120). Osman tutsak düşen Harmankaya Tekfuru Köse Mihal'i aff edip azad etti. "Köse Mihal dahi heman can ü dilden Osman Bege etbâ'iyle nöker olup gerçek muhibbi oldu" (Neşrî I 76). "Köse Mihal dayım onun bile olurdı. Ekseri bu gazilerün hidmetkârları Harman kaya kâfirleriydi". (Aşpz. 10. Bab). Nöker kurumu, Osmanlı Devletinin gelişme çağında kul sistemine vücud vermiş görünmektedir. Yeniçeriler, bey kulları (gulâm-i mîr), timarlı sipahilerin hizmetkârı gulâmlar hep nöker, maiyet askeri durumundadırlar.

Uc Türkmen toplumları dahil, Anadolu Türk halkının tüm sosyal hayatını düzenleyen pragmatik bir sosyal-etik sistemden ve buna dayanan bir model örgütten söz etmek mümkündür. Bu model, gâziyân, ahiyyan, abdâlân ve bâciyan için ortak bir modeldir. Araştırıcılar, kökleri bakımından bu modeli İslâm öncesi İran, Orta Asya Türk dünyası ve Roma idaresindeki Suriye ve Mısır'da rastlanan gençler birliği geleneğine kadar izlemektedirler. Yiğitlik/centilmenlik, dayanışma, özveri, alçak gönüllülük gibi etik nitelikler ve üç yüzlü bir örgütlenme (şeyh, ahi, yiğit yahut şeyh, derviş, tâlib) modelin genel çizgileri olarak ortaya çıkmaktadır.

Osmanlı Uc'unda Ahiler ve Fakılar

Uc toplumunda Osman Gazi'nin manevî destekleyicisi, hukukî ve sosyal hayatı örgütleyici olarak ahileri ve fakıları görüyoruz (fakı, fakîh'in kısaltılmışıdır). Osman bir bölgeyi ele geçirdikten sonra bu ülkeyi nasıl örgütleyeceğini ahilerden ve fakılardan sormaktadır. Fakılar, İslâm hukukunu, İslâm kurumlarını bilen insanlar olarak gazi önderi yönlendirici bilgiler sağlamaktadır. İlk Osmanlı beyleri Osman ve Orhan tarafından ahiler ve fakılara verilmiş birçok vakıf köy ve çiftlikler tahrir defterleri kayıtlarıyla bize kadar gelmiştir. Bu dönemde vakıfların büyük bir kısmı fakılara verilmiştir. Bu kayıtlarda, daha bu zamanda, Türkmenlerin köylere yerleştiklerini biliyoruz. Köye yerleşen bir grubun, tabii, İslâm kurallarına göre yaşamlarını düzenlemek için bir köy imamına, bir din adamına ihtiyacı vardı. Böylece, fakıların en aşağı kademede olanları bu köy imamlarıdır. Daha yukarıda kadılar, vezirler gelmekte idi. İbn Battuta seyahatinde rastladığı bu çeşit köy imamlarından sözeder.

Osman döneminde bu fakıların en meşhuru Tursun Fakîh'tir. Söğüt yakınında türbesi bugün bir ziyaretgâhtır. Eskiden daha çok ahilerin önde geldiği sanılıyordu. Fakat tahrir defterlerindeki vakıf kayıtları gösterdi ki, fakılar daha ağır basmaktadır.

İleri gelen fakılar sünnî İslâm hukukunu bilen insanlar olarak önemli rol oynamışlardır. Osman dönemine ait fakılar arasında Ede Bali, Tursun Fakîh adlarını biliyoruz. Bize ilk Osmanlı tarihini nakleden İshak Fakîh ve onun oğlu Yahşi Fakîh vakıf almış bu fakılardan ikisidir. Demek ki, vakıfların kanıtladığı gibi, daha Osman Gazi zamanında İslâm hukunu bilen kişilerle devlet kuran Bey arasında sıkı ilişkiler kurulmuştur.

Beyliği teşkilâtlandırma, sosyal hayatı düzenleme bakımından bu fakılar ve ahiler son derece önemli bir rol oynamışlardır. Din adamlarının ilk dönemlerde devletin örgütlenmesinde beylere danışmanlık yapmış olmaları, ilk vezirlerin de onlar arasından seçilmiş olması olayını açıklar (ilk vezirlerden Sinaneddin Yusuf kuşkusuz ulemadandır). Çandarlı Kara Halil, ulema menşeinden vezirlerin en ünlüsüdür. Onun çocukları, 1453'e kadar devlet içinde otorite bakımından pâdişahla kıyaslanacak bir mevkie sahiptiler.

DEVAMI 3 BÖLÜM

http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=381245


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder