2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 8






TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 8





"ŞU MANTIĞA BAKIN!"DAN PASAJLAR

'El Şehet' (Şehit), Humeyni İran'ında her ay iki kez yayınlanan, Arapça bir dergi. Yayın organı Arap ülkelerine de propaganda amacıyla ya açık ya da gizlice gönderilmekte. Bu bağnaz dergi bir süredir Atatürk'ü diline dolamış. Atatürk'e olmadık saldırılarda bulunuyor. En hafifinden bazılarına şöyle gözatalım:
"Milliyetçilik ve laiklik için savaşan Atatürk devrinin başlamasıyla birlikte Türkiye'de alçaklık ve zulüm daha da fazlalaştı. Bundan amaç ise, Türkiye'yi İslam dininden ve dünyasından uzaklaştırmaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun tutarsızlığının bu nedenden ileri geldiği unutularak, söz konusu durum devam ettirildi. Böylece Atatürk'ün devrinin üzerinden yıllar geçti. Tek amaç Türkiye'yi Batılılaştırmak ve İslam dininden uzak tutarak geliştirmekti..."
Bir başka sayıda yine Atatürk konusu ele alınıyor ve şöyle deniyor:
"İşte Türkiye.
İslam dünyası ve hür Müslümanlar için birçok ders ve ibret verici olmaktadır. Atatürk yüzünden iki kuşak Doğulu mu yoksa Batılı mı olduklarını bilmediler. Yollarını şaşırdılar. Buna neden, Atatürk'tür. İslam Dünyası içinde Türkiye, şimdi laiklik kısırlığına başlıca örnek oluyor."
(...)
"Atatürk yüzünden iki kuşak Doğulu mu Batılı mı olduklarını bilemediler, yollarını şaşırdılar" diyen şaşkın, artık Batıcılık-Doğuculuk tartışmasının geride kaldığının, sorunun çağdaşlaşma sorunu olduğunun farkında değil. Atatürk devrimleri oluşurken Batı, çağdaşlaşmanın tek mümkünü olarak görülüyordu. Çünkü o zaman başarıya erişmiş olan tek örnekti Batı'da. Bugün ise sorun o boyutları aşmıştır. Artık değişik sosyal ve politik sistemlerden ülkelerin de, bir zamanlar batı içinde sayılmayan ülkelerin de çağdaşlaşma yolunda çok büyük aşamalar yaptıkları kanıtlanmıştır. Hiç kuşkusuz, düşünen kafalar çağdaşlaşma ile batıyı ille birbirine karıştırmamaktadır artık. Ne demek, Batılı mı yoksa Doğulu mu olduğunu bilmemek? Japonya'nın böyle bir sorunu mu var? Japonya "Ben Batılı mıyım? Yoksa Doğulu mu" diye düşünüyor mu?
Japonya, Japonya olarak varlığını ve benliğini sürdürürken, ekonomide hızla en gelişmişleri bile geride bırakıyor, bazı alanlarda çağdaş teknolojinin öncülüğünü yapıyor. Ama kimse bu olayı Batılılaşmak ya da DoğHulaşmak diye yorumlamıyor. Yalnız herkes Japonya'nın ekonomisi, teknolojisi, parlamenter sistemi, özgür partileri ve seçim yasalarıyla, düşünce özgürlüğü ve insan haklarına saygısıyla çağdaş bir ülke olduğunu söylüyor.
(...)
(SİRMEN, Ali: Şu Mantığa Bakın! Cumhuriyet. 22 Ocak 1983)

-26 Mayıs 1983: Gelmiş geçmiş en önemli şeriatçılardan şair, yazar, mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek'in cenaze namazı Fatih Cami-i'nde kılındı. "Şeriat gelmiş ve gelecek nizamların üstünde tek yoldur! diye haykırmanın hürriyetine malik miyiz?" diye soran ilk şeriatçılardan biri olan Kısakürek'in cenaze namazında en ön safta, altı gün önce Anavatan Partisi'ni kuran Turgut Özal yer alıyordu.
Kısakürek, 1905 yılında İstanbul'da doğdu. Deniz Lisesi'nde okudu. Türkiye ve Fransa'da felsefe eğitimi gördü. 1943 yılında, Büyük Doğu dergisini yayınlamaya başladı. O tarihten sonra yazarlıkla uğraştı. Türk şiirinin önemli adları arasına girdi. Gençliğinde bohem bir yaşam sürdü. 1934 yılında, Nakşibendi Şeyhi Seyyid Abdülhakim Arvasi ile tanıştı. Bu kişinin etkisi ile İslamcı ideolojiyi benimsedi. Türkiye'de bu kesimin önde giden entellektüellerinden ve örgütçülerinden biri oldu. İlim Yayma Cemiyeti ve Aydınlar Ocağı'nda rolü oldu. Cumhuriyet devrimine eleştirileri nedeniyle gerek tek parti döneminde, gerekse Demokrat Parti döneminde hapse girdi. Kısakürek, günümüzde İBDA-C'nin bayraklaştırdığı bir kişilik olarak göze çarpıyor.
-19 Temmuz 1983: Refah Partisi'nin kuruluş dilekçesi, İçişleri Bakanlığı'na verildi. Amblemin, hilal içinde başak, genel başkanın Ali Türkmen adlı bir avukat olarak bildirildiği Refah Partisi'nin programı Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi'ne çok benziyordu. Partinin 33 kişilik kuruluş listesi şöyleydi:
Zeki Büyüközer (Mali Müşavir), M. Reşit Emre (Avukat), M. Nuri Kahraman (Tüccar), İ. Sinan Kılıç (Tüccar), Ali Türkmen (Avukat), Ahmet Topaloğlu (Emekli), Numan Kılıç (İşçi), Adil Seyrek (Avukat), Ahmet Küçükdere (Sanayici), Abdülkerim Şebik (Avukat), Ah-jnet Tekdal (Avukat), Ahmet Ertok( Makina Mühendisi), Rıza Ulucak (Avukat), Mustafa Koç (Emekli), Mehmet Polat (Makina Mühendisi), Abidin Çetin (Harita Mühendisi), A. Rıza Ener (Avukat), Kemal Yılmaz (Çiftçi), Nuri Aksoy (Çiftçi), Halil Meyvalı (İşçi), Mehmet Özde-mir (Esnaf), Osman Aslan (İşçi), Oktay Yel (İşçi), Osman Çolak (Esnaf), Muharrem Kuru (Esnaf), Ö. Lütfi Uzunözmen (Emekli), Ali Vural (Mühendis), Abdurrahman Serdar (Serbest), Mehmet Özyol (?), Abdullah Aşağıpınar (Esnaf), Numan Çoban (Çiftçi), Hasan Yıldız (Nakliyeci)
Milli Güvenlik Konseyi, kuruculardan 29'unu veto etti. İlk listeden geriye Ahmet Tekdal, Ahmet Topaloğlu, Mehmet Özdemir ve Abdurrahman Serdar kalmıştı.
RP, derhal 29 yeni isim bildirdi. Yeni kurucular listesi şöyleydi: Mustafa Kadri Öztürk, Recep Gürcan, Bekir Erdircan, Zeki Tokat, Mahmut Adil, İlyas Özgün, Ahmet Yılmaz, Abdülgazi Konsuk, Nazır Özdemir, Mehmet Güler, Mehmet Karabekir, İbrahim Ethem Gülbay, Mehmet Erdoğan, İlyas Türkuş, Mükremin Karakoç, Yaşar Poyraz, Bakır Erköseoğlu, Mevlüt Badel, Bilal Kayaalp, Ahmet Yavuz, Kazım Dökmen, Ali İlhan, Abdullah Erken, M. Nebil Atahan, İbrahim Erdaş, Hasan Gürel, Muammer Boyran, Coşkun Sungur, Numan Uçar. Milli Güvenlik Konseyi, listeyi 20 günde incelemesi gerekirken 21. gün yeni listeden 25 kişiyi daha veto etti. Partiler seçime katılabilmek için 24 Ağustos gününe kadar kurucularını tamamlamak zorundaydılar. Derhal, yeni bir liste daha verdiler. 29 Ağustos günü yeni vetolar çıktı ve RP, 7 Kasım 1983 seçimlerine katılamadı.
-11 Ağustos 1983: Milli Güvenlik Konseyi, Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın önerisiyle 2876 sayılı yasayı çıkararak Atatürk zamanında dernek olarak kurulmuş olan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'nu Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu adıyla devletleştirdi. Böylece, Atatürk'ün vasiyeti yasa ve anayasayla ortadan kaldırılarak bu kurumların gelirlerine de el konuluyordu. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun başına, 14 Ekim 1983 günü emekli Korgeneral Suat İlhan getirildi.
-13 Ağustos 1983: Federal Almanya'nın Köln kentindeki Barbo-ros Camii'nde "Devlete gidiş yolu parti mi, değil mi?" başlıklı bildiriyi dağıtmak isteyen Cemaleddin Kaplan yandaşlarıyla Milli Görüş yandaşları arasında kavga çıktı. Daha sonraları 'Barboros Hareketi' olarak adlandırılacak olay, Kaplan'a göre, "şeriatın ruhuna uygun bir çığırın açılması, parlak bir devrin başlaması" noktasıdır.
- 6 Mayıs 1984: Yugoslavya'nın Eurovision Şarkı Yarışması için hazırladığı tanıtım filminde genç bir çiftin üstsüz görünmeleri, TRT'yi tedirgin etti. TRT Genel Müdürlüğü, tanıtım filmini yayınlayamayacağını bildirdi. Aynı günlerde Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, Türkiye'ye gelen turist kadınların top-less güneşlenmelerine karşı çıkıp, sutyensiz denize girmek isteyen turistlerin Türkiye'ye gelmemesini istemişti.

HİTİT ANITI'NA CAMIZ DİYENLER...

-19 Mayıs 1984: Gençlik ve Spor Bayramı törenleri, Özal hükümetinin "tesettür" anlayışı nedeniyle paçalı donla kutlandı. Aynı günlerde, Ankara'da, Lozan alanında bulunan Hitit Anıtı için "Bu camızları kaldıracağız" denerek Ankara Belediyesi Meclisi tarafından imha kararı alındı. Karar, tepkilere neden oldu:
Vedat Dalokay: "Her zaman böyle kültür yobazları olmuştur."
Ali Dinçer: "Etibank'ın, Sümerbank'ın adlarını ne zaman değiştirecekler?"
Süleyman Önder: "Yeni meydanlar yapıp yeni adlar koysunlar. Yeni anıtları da eskilerin yerine değil başka alanlara diksinler. Hitit Güneşi, Ankara Belediyesi ile Ankara Üniversitesi'nin de amblemidir."
-14 Haziran 1984: Bira savaşlarını ANAP'lı muhafazakarlar kazandı. ANAP'lıların verdiği önerge, alkolizmi körüklediği, ahlâkı kemirdiği gibi gerekçelerle bira reklamlarının yayınlanmamasını ve biranın kahvehanelerde yasaklanmasını öngörüyordu. Bira firmaları ise gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlarda, sorunun alkol tüketiminde değil, Atatürk ilkelerini kemirmekte olduğunu ima eden sözler kullandılar. Sonunda ANAP'lıların dediği oldu.
-5 Ağustos 1984: Merkezi İstanbul'da bulunan, 5 milyar lira sermayeli Al Baraka Türk özel finans kurumunun kurulmasına olanak tanıyan Bakanlar Kurulu Kararı, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal'ın imzalarıyla Resmi Gazete'de yayınlandı. Aynı Resmi Gazete'de Faisal Finans Kurumu'nun kurulmasına ilişkin ayrıntılı bir kararname daha yayınlandı. Bunların anlamı şudur: Ortadoğu ülkelerinde laikliğe yönelen ülkelere sermayesiyle girerek laik gelişimleri önlemeye çalışan ve son 30 yıldır Türkiye'yi de hedef alan Suudi Arabistan, ABD ile ortak olduğu Aramco adlı şirketi aracılığıyla sermayesini Türkiye'ye sokmaktadır. Türkiye'ye sermaye getiren dört Suudi kuruluşu var.
Birincisi, tercihli kuruluşlara mali yardım getiren 'Rabıtat-ül Alem-ül İslam', ya da kısa adıyla Rabıta. Rabıta, yurt dışındaki Türk imamların maaşlarını ödüyor, cami yaptırma derneklerine yardımda bulunuyor, Doğu Türkistan Göçmenleri Derneği ve Milliyetçi Türk Öğrenciler Derneği ile İstanbul Üniversitesi İslam Araştırma Enstitüsü'ne mali destek sağlıyor. Rabıta'nın şeriatçı bir kuruluş olduğu ve şeriatın ihracı için çalıştığı konusunda kimsenin kuşkusu yok. Yatırım sermayesi ise Faisal Finans Kurumu, Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu, İslam Kalkınma Bankası aracılığı ile Türkiye'ye giriyor. Faisal Finans Kurumu'nun kurucu Türk üyeleri Salih Özcan ve Ahmet Tevfik Paksu. Salih Özcan, Ahmet Gürkan'la birlikte aynı zamanda şeriatçı Suudi kurumu Rabıtat al-Alam İslami'nin de 41 kişilik kurucu meclisinde yer alıyor. Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu, Aramco'nun Al Baraka Inc. grubunda yer alan şirketlerden biri olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu grubun içinde Al Baraka Inc. (S. Arabistan), Al Baraka Inc. Co. (Londra), Al Baraka Inter Ltd. (Londra), Al Baraka Islamic Insurance Bank (S. Arabistan), Ürdün İslam Yatırım ve Finans Kurumu ve International Islamic Investment (Danimarka) gibi şirketler yer alıyor. Doğrudan Suudi-ABD ortaklığı olan Aramco'nun yan kuruluşu gibi kabul edilebilecek olan Al Baraka Türk'ün kurucu ortakları Korkut Özal, Eymen Topbaş ve Talat İçöz gibi isimlerden oluşuyor. Aramco'nun Körfez Ülkeleri ve Suudi Finans Grubu içinde yer alan İslam Kalkınma Bankası, Dubai İslam Bankası, Katar İslam Bankası, Bahreyn İslam Bankası ve Ürdün İslam Bankası'yla birlikte anılan İslam Kalkınma Bankası'nın danışmanlığını da Korkut Özal üstlenmiştir. Suudi sermayesi bir yandan orta çaplı kredilerle İslamcıları palazlandırırken, diğer yandan vakıflara ve İslamcı demeklere destek olarak şeriatçılığın yayılmasına en büyük mali olanakları sağlıyor. Bunu onaylayan da Atatürkçülük adına darbe yapan generaller yönetimi ve onların göreve getirdiği Turgut Özal.
-8 Eylül 1984: Turgut Özal Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak Almanya'ya yaptığı gezide, bayram namazını İslam Kültür Merkezleri'nin denetimindeki Hamburg'daki Ulu Camii'de kıldı. Turgut Özal cumhuriyet tarihinin en çok haccave umreye giden Başbakanı olarak tarihe geçti. Cenaze töreninde şeriatçılar tekbir sesleriyle askeri bandoyu susturmaya çalışıp "Müslüman Özal" diye bağırırken Özal'ın bu özelliklerinden yola çıkıyorlardı.
-30 Eylül 1984: İstanbul'da '3. İslam Tıp Konferansı' toplandı. Konferans, Başbakan Turgut Özal'ın besmelesiyle açıldı. Birleşik Arap Emirlikleri delegesi Dr. Selim Ahmet Ali-Al Yafai, İngiltere'de yayınlanan bir tıp kitabının girişinde, İslam tıbbını kötüleyen sözler bulunduğunu belirterek, getirilen kitabı bir tepsi içinde yaktı. Yafai, kitabı yakarken şunları söylüyordu:
"Bir tıp kitabının önsözünde, günümüzde Batı medeniyeti zirveye erişmiştir, dendiğini gördüm. Gerçekte Batı medeniyetleri, İslam alemine baktıkları zaman gerçek kudretlerini İslam'da bulmuşlardır. Geçen 400 yıl içinde İslam tababetinin ansiklopedisi, ruhu ve metotlarını, İslamiyetin temellerini yoketmeye çalışmışlardır. Oysa bizim bütün kuvvetimiz Kur'andan çıkmaktadır. Bizim dinden kopuşumuz, zayıf noktamızı teşkil etmiştir. Batı aleminde İbni Sina'nın bile kitaplarını yakmışlardır. Batı medeniyeti daha başlangıcında İslam medeniyetine saldırmıştır. Ben de sizin önünüzde bu kitabı yakıyorum."
Dr.Selim Ahmet Ali-Al Yafai, l Ekim 1984 günü Cumhuriyet'te yayınlanan röportajında eylemini şöyle savunuyordu:
"Son iki yıldan beri ben ve arkadaşlarım, bu kitabı İslam kongrelerinde yakmayı kararlaştırmıştık. İlk defa, burada yakılıyor bu kitap. Arkadaşlarım bunu, benim niye Avrupa'da, Mekke'de, Kahire'de yakmadığımı sordular. Kitabı İstanbul'da yakmamın üç nedeni var. En önemlisi, İstanbul; halifeliğin, Fatih Sultan Mehmed'in başşehri. Avrupa medeniyeti, halifeliği ortadan kaldırarak İslamın bölünmesini buradan başlatmıştır. İkinci neden, 1527'de Avrupalı doktor Paracelsus, İsviçre'nin Basel kentinde İbn-i Sina'nın Tıbbın Kanunları adlı ve öteki kitaplarını toplayarak yaktı. O sırada, İbn-i Sina'nın kitapları ve doktrinleri bütün Avrupa aleminin tıbbı öğrendiği, çıkış noktası yaptığı kitaplardır. Paracelsus, İbn-i Sina'nın kitabını yakarken, 'İslamın bilim ve tıbbıyla ilişkilerimizi kesiyoruz, bu tarihten itibaren biz kendi bilgilerimizle konuşacağız', demiştir. Bunu yakmakla İbn-i Sina'nın intikamını burada almış oluyorum. Bu kitabı 400 yıl önce yakmışlardı. 400 yıl sonra intikamını aldım. Şunun için: Batıyla, Batının tıp alemiyle hiç bir ilişkimiz kalmasın. Sembolik olarak yaktım. Üçüncü neden, Batı alemi, Türkiye'nin Batı ülkesi olduğunu ve İslam Birliği içinde yeri olmadığını düşünüyor. Ben, bu kitabı İstanbul'da yakarak meşaleyi başlattım. Türkiye, İslam aleminin lideri olacak kudrette bir ülkedir. Bu kitabı büyük bir mutlulukla ve severek yaktım."
Dr. Yafai, açıkça, bir provakatör olduğunu ve laik cumhuriyetle Batı ülkeleri arasındaki ilişkileri bozmaya çalıştığını söylüyor. Laik cumhuriyetin bir kenti olan İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed'in başşehri olduğunu anlatıyor. 400 yıl öncenin intikamını aldığını açıklıyor. Kimse kendisinden bunların hesabını sormuyor. O da, eylemini övünerek üstleniyor. Yıl 1984. Kenan Evren Cumhurbaşkanı, Turgut Özal Başbakan'dır.
-3 Ekim 1984: Cumhuriyet gazetesinde Tan Oral'ın karikatürü yayınlandı: 'Elhamdülillah Laikiz...'
-25 Kasım 1984: Eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı ve emekli Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan (Hocaoğlu) kendisini Genel Emir, Ahmet Polat ve Selahattin Yazıcı'yı Emir Yardımcıları yaparak İslam Cemiyet ve Cemaatler Birliği (İCCB)'ni Almanya'nın Köln kentinde resmen kurdu. Cemalettin Kaplan kuruluşun hemen ardından kendi deymiyle 35 tane kitap okuyup "İslam Anayasası"nı hazırladı. Kaplan'ın İslam Anayasası'nın bazı maddeleri şöyle:

"l- Devletin ismi İslam Devleti'dir.
2- Devletin idare şekli İslam'dır.
3- Devletin siyasi, içtimai, harsi, hukuki, iktisadi ve saire gibi temel yapılarında ve bütün müesseselerinde İslam dinini esas alır.
4- Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Devlet Reisi, bu hakimiyeti İslam Kanunlarına göre ve Allah adına icra ve murakebe eder.
13- Şer'i hükümler için asıl kaynak; kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Bunlardan başkası şer'i hükümlere kaynak olamaz.
38- İslam devletinin başlangıç tarihi, İslam'ın Peygamberi Hz. Muhammed'in (S.A.V.) hicretidir. Hicri kameri de hicri şemsi de takvimde muteberdir. Ancak devlet dairelerinin çalışması şemsi takvime göredir.
47- Mal ve mülk yalnız Allah'ındır. Allah, insanı yerine göre vekil bırakmış ve bu surette insanın mülkiyet hakkı olmuştur. Bu itibarla, mal ve mülk edinme izni veren de Allah'tır. Ve bu özel izinle mülkiyet hakkı meydana gelmiştir.
90- Ülkede İslam kültürü tam manasıyla tahakkuk edinceye kadar özel okullara müsaade edilmez.
110- Devletin başında devlet reisi bulunur. Devlet reisine "imam, halife ve emir-ul numunin" gibi unvanlar da verilebilir."
-Mart 1985: Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler Darwin'e savaş açtı. Dinçerler, okullara kendi yazısının da yer aldığı bir rapor göndererek, ünlü İngiliz bilim adamı Charles Darwin'in "evrim kuramı"na karşı çıktı ve ders kitaplarında konuya "bir kanun gibi yer verilmemesini" istedi. Dinçerler, rapordaki yazısında, "Evrim teorisi, ilim ile dini görüşlerin çatışması fikrini ima edici sonuçlar doğurmuştur" görüşünü savundu.

"BACILARIMIZ ÖRTÜNEMEYECEKSE METRESLERİNİZ DE SÜSLENEMEYECEK."

-15 Şubat 1985: İstanbul'da ölen Cerrahi Tarikatı Şeyhi Muzaffer Özak'ın cenazesi, binlerce tarikat mensubunun katıldığı bir törenle, Karagümrük'teki Nureddin Bey Tekkesi'nde toprağa verildi. Defin izni, 14 Şubat 1985 tarihinde alelacele toplanan Bakanlar Kurulu'nun 985/9916 sayılı kararıyla verildi.
Cenaze törenine Nakşibendi Tarikatı Şeyhi "Sultan Mahmut Efendi" ve ölen Cerrahi Şeyhinin halefi olduğu belirtilen Alman asıllı Haydar (Heiner) Frederic de katıldılar. Cerrahi tarikatının kurucusu Nureddin Mehmed, 1678-79'da İstanbul Cerrahpaşa'da doğdu. 1696-1697'de Ramazaniye tarikatı şeyhi Ali Köstendili'nin öğrencisi oldu ve 1703'te buradan icazet aldı. Şeyh Ali Köstendili, Nureddin Mehmed'e Cerrahi adını verdi. Padişah III. Ahmed'e başvuran Cerrahi Nureddin, padişahın desteğiyle Karagümrük'te bir mescid satın alarak tekkeye dönüştürdü.
İlk Cerrahi tekkesi, 5 Aralık 1703'te açıldı. İlk Cerrahi Şeyhi Nureddin, l Ekim 1721'de öldü. Nureddin'in ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca, İstanbul'da Cerrahi tekkeleri çok yayıldı. Nureddin'in halifelerinden Yahya Moravi kanalıyla devlet yönetiminde rol alan Cerrahiler'in son şeyhi Muzaffer Özak, gömüldüğü tekkenin şeyhliğini Fahreddin Efendi'den aldı. Şeyh Muzaffer Özak, 1981 yılında Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı'nı kurdu. Muzaffer Efendi'nin sahaflardaki sahaf dükkanı, tarikatın önemli bir parçasıydı. Karagümrük'teki tekke, Şeyh Nureddin'den bu yana, bütün Cerrahi şeyhlerinin gömüldüğü yer olduğu için kutsal sayılır.

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE YEŞİL KUŞAK PROJESİ

-l Nisan 1985: Bülent Ecevit'in Hamburg Denizleraşırı Kulübü'nde yaptığı konuşma, ABD'nin Yeni Dünya Düzeni adına ortaya koyduğu "Yeşil Kuşak Projesini" ve bunun Türkiye'deki yansımaları demek olan ılımlı İslama kayış, ya da Türk-İslam Sentezi politikalarını önemli ölçüde çözümlüyordu. Önce Ecevit'in bu konuşmasını izleyelim:
"1980 yılında, Türkiye'de demokrasinin askıya alınmasından ve askı süresinin giderek uzamasından sonra Türkiye'nin Batı ile olan ilişkileri ve organik bağı, kaçınılmaz olarak sarsılınca Türkiye dış ilişkileri açısından dört seçenek ile karşı karşıya kaldı.
1- Tarafsız bir tavır takınmak.
2- Batı ile ilişkilerini asgariye çekerek ya da kopararak Sovyetler Birliği'ne yaklaşmak.
3- Ortadoğu'daki İslam ülkeleri ile bütünleşmek.
4- Giderek daha fazla Amerika'nın yörüngesine sürüklenmek. Eğer ikinci dünya savaşından sonra Stalin'in saldırgan politikası olmasaydı, Türkiye tarafsız bir yol seçebilirdi. Fakat o şartlarda Türkiye bağlantısız, tarafsız bir politikayı riskli buldu.
Sovyetler Birliği'ne yaklaşmak seçeneğinin ise birinci seçenekten bile daha az şansı vardı, çünkü bunu sadece tarihten aldığı derslerden dolayı bağımsızlığı ve güvenliğini tehlikeye atmamak için yapamazdı. Zaten bu, Sovyetler Birliği'ni de rahatsız ederdi.
Sovyetler Birliği; elbette, güneyinde Batı'dan soyutlanmış ve Sovyet desteğiyle ayakta duran anlayışlı bir Türkiye görmekten mutluluk duyar. Fakat dünya barışının hassas bir denge ile ayakta durduğu bir bölgede olduğumuz gözönüne alınırsa, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde keskin bir rol değişikliğine gitmesinin bölgedeki hassas güçler dengesini değiştireceğini Sovyetler Birliği de bilir.
Doğu Avrupa'daki, küçük sosyalist ülkeler bile böyle bir ihtimal karşısında endişeye kapılırlar. Çünkü eğer Türkiye saf değiştirerek Sovyet etkisine girerse bu Sovyetlerin kendileri üzerindeki baskısını arttırmakla sonuçlanır.
Nitekim gerek başbakanlığım döneminde, gerekse muhalefet lideri olarak Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerin liderleri ile görüşmelerimde, hiçbir zaman bu ülkelerin, Türkiye'nin NATO'dan ayrılması yolunda bir arzuya sahip oldukları izlenimini edinmedim.
Ancak, Sovyetler Birliği Türkiye'nin NATO ya da ABD ile ikili savunma işbirliği çerçevesinde oynayabileceği bazı rollerden rahatsız olabileceğini hissettirdi. Türkiye'deki bazı askeri ve elektronik tesislerden rahatsız olduklarını hissettirmekten geri kalmadı. Fakat bu rahatsızlık Türkiye'nin NATO dışı kalması yolunda bir istek belirtmelerine hiçbir zaman uzamadı.
Bu yüzden, yukarıdaki dört maddeden geriye son ikisi kalıyor. Ortadoğu'daki İslam ülkeleri ile yakınlaşmak ve giderek daha fazla ABD'nin yörüngesine girmek. Bu iki seçenek birbirine o kadar zıt değil, birarada yaşayabilir ve nitekim bugünkü şartlarda da öyle oluyor." (GÜLDEMİR, Ufuk: Çevik Kuvvet'in Gölgesinde Türkiye. 1980-1984. Sf. 20-21. Eylül 1986)

Ecevit'in çizdiği panorama ve uygulanan siyaseti bir yana koyalım ve Reagan yönetimine yakınlığıyla bilinen bir askeri stratejisi olan Barry Rubin'in yeni stratejiyi doktrine ettiği sözlerine bir göz atalım:
"l- Ortadoğu'da, bloklararası bir çatışma vardır.
2- Amerikan askeri zihniyeti, bölgeye Amerikan askeri sevkedilmesi fikrine kendini alıştırmalıdır.
3- İslamın yükselen sesinin bölgede, komünizme karşı yürütülecek strateji içinde kullanılmasının yolları araştırılmalıdır." (a.g.e: Sf. 20)
Bu fikrin, yani SSCB'nin güneyini çevreleyen Pakistan, Afganistan, İran, Türkiye ve körfezde Suudi Arabistan'da denetlenebilir, "kanun dairesindeki İslam" ile ABD çıkarları arasındaki doğal kesişmenin son tahlilde SSCB'ye karşı bir 'İslam Kartı' olarak kullanılabileceği fikrinin Carter yönetimi içindeki şampiyonu, Başkanın Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Zbigniev Brezezinski'ydi.
"Brezezinski, 1977 yılından beri, irticanın komünizme karşı bir kalkan olduğu görüşünü savunuyordu. İran devrimi sonrasında New York Times'a verdiği demeçte, Washington'un İran devrimini memnuniyetle karşılaması gerektiğini; çünkü son tahlilde İslam'ın bölgedeki Sovyet yanlısı fikirlerle ideolojik çatışma halinde olduğunu söylemişti." (a.g.e: Sf. 23)
Aralık 1979'da Brezezinski planı, SSCB'nin güneyindeki Müslüman bölgelerine radyo yayınlarını arttırarak yürürlüğe sokuldu. Plan; bölgede Pakistan, Suudi Arabistan, Türkiye arasında anlayış birliği kurulmasını öngörüyordu. Middle East Treaty Organization (METO) planının meyveleri, Türkiye'de hızla olgunlaşıyor artık.
-9 Temmuz 1985: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, 1739 sayı ile Milli Eğitim Temel Kanunu'nun 55. maddesi gereğince incelediği İslam Mecmuasını lise ve dengi okul öğrencilerine eğitim ve öğretim açısından tavsiye etti. İslam Mecmuası, Nakşibendi Tarikatı'nın en büyük kolu olan İskenderpaşa Dergahı tarafından yayınlanıyor. Derginin sahibi olarak, 13 Kasım 1980'de ölen Şeyh Mehmet Zait Kotku'nun damadı ve dergahın yeni şeyhi olan Prof. Esat Coşan görülüyor. Derginin MEB tarafından tavsiye edilen 38. sayısındaki yazılardan bazı pasajları aktarırsak, 1985 yılında ulusal eğitimin durumu hakkında bir fikir edinebiliriz:
"Şarkı söyleyen veya seyredenleri tahrik edecek durumda olan bir kadının videoya alınması ve seyredilmesi de elbette ki haram olacaktır."
"Müzik aleti, İslamın kabul ettiği bir alet ise, örneğin kaval ve def yani kudüm dediğimiz aletlerle müzik yapılmışsa, bunun sakıncası yoktur. Veya ney diyelim. Bu aletlere bazı alimler fetva verdiği için, açıkça caizdir. Ama diğer çalgı aletlerini kullanmak hem Şafii'ye, hem Hanefi'ye hem de Maliki'ye göre haramdır."
'Bir kafirin, örneğin Firavun'un, Karun'un veya Ebu Cehil'in rolüne girerek küfre düşüren sözler rol gereği söylenirse, bu durumda bu rollerdeki oyuncular küfre düşmüş olurlar. Çünkü küfrün şakası da küfürdür."
-11 Temmuz 1985: Uşak'ın Banaz İlçesi, Kızılcasöğüt İlköğretim Ortaokulu öğretmeni Ramazan Koca, derste Darwinist felsefe propagandası yaparak öğrencilerin zihinlerini bulandırdığı gerekçesiyle Banaz Kaymakamı Bekir Kaya tarafından maaşının onda birinin kesilmesi cezasına çarptırıldı.
-24 Temmuz 1985: Ürdün Büyükelçiliği birinci katibi Ziad Sati, evinden işyerine giderken kimliği belirlenemeyen silahlı bir saldırgan tarafından Çankaya'da öldürüldü. Olaydan sonra Associated Press'in Ankara bürosuna telefon eden ve düzgün bir Türkçeyle konuşan biri tarafından 'İslami Cihad' örgütü adına üstlenildi. Telefondaki kişi, "Sati'yi emperyalizmin uşağı olduğu için öldürdük. Bundan sonra da bu tür kişilere saldırılarımız sürecektir" dedi. Olay, Şii terörünün Ürdün'ün Ortadoğu'da barış planına bir saldırısı olarak yorumlandı.
-27 Ağustos 1985: İsrail Havayolları El-Al'ın Elmadağ'daki bürosu bombalandı. Olayı 29 Ağustos günü İslami Cihad adlı örgüt üstlendi.
-15 Eylül 1985: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakam Metin Emiroğlu, Ankara'da yaptığı açıklamada, "Türkiye Cumhuriyeti'ndeki laiklik, Osmanlılardaki laikliğin tekamül etmiş şeklidir" dedi.
-18 Eylül 1985: İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura, "Tarikat olayı Atatürk düşmanlığı değildir" dedi.
-21 Eylül 1985: l.Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yapılan açıklamada, İstanbul'daki operasyonlarda Hizb-üt Tahrir örgütüne mensup 10 kişinin yakalandığı belirtildi.




..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder