TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5
OYSA AYNI ANDA...
Atlas sinemasında baş rollerini Robert Taylor, Julie London
ve John Cassavetes'in paylaştıkları renkli-sinemaskop Kanlı İhtiras adlı film
gişe rekorları kırıyor. Sirkeci Doğubank işhanının üstündeki bürolar yüzde 25'i
peşin, kalanı üç yıl vadeli taksitlerle 43 bin liradan, 90 bin liraya kadar
değişen fiyatlarla satılıyor. Yeniköy Boğaziçi lokalinde meşhur Fransız şantözü
Dany Dauberson programa başlıyor. 5 Ocak'ta Tarsus'a gelen Menderes için bir
DP'li oğlunu kurban etmeye kalkıyor, Almanya'da Nazizm hortluyor. Araştırmalar,
her 10 Alman'dan birinin Yahudi aleyhtarı olduğunu ortaya koyuyor. Cezaevleri
gazetecilerle dolup taşıyor.
-1960: Said-i Nursî'nin doğu illerinin valilerine
gönderdiği mektup CHP'liler tarafından kamuoyuna açıklandı: "Doğu
bölgesinde komünistliği 60 bin Nursinin sayesinde önlemekteyim. 30 yıldan beri
siyasetle uğraşmadım. Bu 60 bin öğrencinin içinde bir-iki ahlaksız da
çıkabilir. Bu yüzden bölgenizde Risale-i Nûr'lar toplattırılmamalıdır. Nasıl
ki, Arapça ezan okutturduk ve bu sayede müslümanları DP cephesinde topladığımız
bilinmektedir. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nûr'larla, komünizmle ve
masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların gösterecekleri yardıma
inanıyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara'ya gittim, Müslüman vekillerle
görüştüm. Bilhassa Sayın Adnan Bey ve Tevfik İleri ve Sayın Namık Gedik'ten bu
sonucu çıkardım. Said-i Nursî."
- 23 Mart 1960: Said-i Nursî Urfa'da öldü.
Hastalığına karşın uzun bir otomobil yolculuğundan sonra, 21 Mart 1960'ta
Urfa'ya gelen Nursî'nin cenazesinde yüksek mülki erkan hazır bulundu. Cenaze,
Halilürrahman Camii'ne defnedildi.
O SIRADA DÜNYADA...
Oysa dünya kaynıyordu. 1950'de Kore savaşı çıkmış, bir Türk
tugayı da binlerce kilometre uzaktaki bu savaşın içine gönderilmişti. 1953'te
Stalin (Çugaşvili)'nin ölümüyle Sovyetler Birliği yeni bir siyasal sürece
girmiş, Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi başlamış, sosyalist blok NATO'ya
karşı Varşova Paktı'nı kurmuş (1955), Polonya'daki antikomünist ayaklanmaya
Macaristan da katılmış ve bunun üzerine Sovyet tankları Macaristan'a (1956)
girmiş, ilk uzay uydusu Sputnik uzaya (28 Mart 1957) fırlatılmış, Fidel Castro
ve Ernesto Che Guevera 1959'da Domuzlar Körfezi'nden Küba için, bir kır
yangınını başlatmışlardı.
-l Temmuz 1960: İslam dergisinin 34. sayısında "Din
Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bir bildiri yayınlandı. "Din
hürriyeti isteyenlerin" bildirisinde şunlar söyleniyordu:
"Gerçek din hürriyetinin aşağıdaki esasların
tahakkuku ile temin edileceğine inanıyoruz: olduğu gibi Anayasa'ya konacak
apaçık maddelerle teminat altına alınmalıdır.
Devletin dine tahakkümü, dini teşkilatı vesayet altına
alması kat'i surette önlenmelidir. Birçok batı memleketlerinde olduğu gibi
devlet, ancak dini yıkıcı ideoloji ve cereyanlara karşı siyanet etmelidir.
2- Diyanet işleri teşkilatı ilmi, idari ve mali
muhtariyeti haiz bir hükmi şahıs olarak, kabul edilebilecek bir kanunla yeniden
teşkilatlandırılmalıdır.
3- Vakıflar Umum Müdürlüğü uhdesindeki bilcümle dini
vakıflarla, dinin ibadetleri, islami talim, terbiye ve tedrisatla ilgili
teşkilat ve müesseseler, Diyanet Reisliği'ne bağlanmalıdır. Kuruluşundan beri
olduğu gibi, her yıl devlet bütçesinden Diyanet teşkilatına verilen tahsisat
devam ettirilmelidir.
4- Yüksek Diyanet ilimleri tedrisatına mahsus bir 'İslam
İlimleri Külliyesi' kurulmalı ve bugünkü İmam Hatip okulları da her bakımdan
ıslah edilerek bu üniversiteye talebe hazırlayan meslek okulları haline
getirilmeli ve sayıları da lüzumu kadar arttırılmalıdır.
5- Din adamları yetiştirilmesine garpte olduğu gibi özel
bir itina gösterilmeli, herkes tarafından hürmete şayan bir hale getirilmeli ve
terfihleri de sağlanmalıdır.
6- Radyo konuşmaları, Avrupa ve Amerika'da olduğu gibi
daha sık ve verimli bir hale sokulmalı; büyüklere, küçüklere, hanımlara ve
halka olmak üzere değişik seviyedeki unsurlara hitap eder şekilde dinin (iyman,
itikad ve ibadete taalluk eden) esas bilgileri kurslar halinde, devamlı şekilde
öğretilmeli ve ayrıca dini, ahlaki konuşmalar da devam etmelidir.
7- Dine ve mukaddesata karşı neşir yoluyle ve sair
yollarda hakaret ve tecavüzler, ceza kanununun mer'i hükümlerine göre ciddi
surette takibi gerektiren açık müeyyidelerle takviye edilmelidir.
8- Demirperde memleketleri hariç diğer bütün hür dünya
memleketlerinde mevcut olan dini telkin, irşat ve teşkilat kurma hakları
tanınmalıdır. İslam Dergisi."
Şimdi, başka bir şey söyleyelim. 27 Mayıs'çılar, hakkında
sık sık gerici diye suçlanan Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu'nu,
hareketten hemen beş gün sonra, 2 Haziran 1960'ta emekliye ayırdılar. Onun
yerine 30 Haziran'da 17 yıldır İstanbul Müftülüğü görevini yürüten Ömer Nasuhi
Bilmen'i atadılar. Bunu neden mi söylüyoruz? "Din Hürriyeti
İstiyoruz" başlıklı bildiri, İslam dergisinin l Temmuz 1960 tarihli
sayısında yer alıyordu ve derginin yazarları arasında Ömer Nasuhi Bilmen de
bulunuyordu.
- 12 Temmuz 1960: 27 Mayıs'çı askerler, yanlarına
kardeşi Abdülmecit Ünlükul'u da alarak, Said-i Nursî'nin naaşını Halilürrahman
Camii'nden alıp askeri bir uçakla İsparta'ya götürdüler. O gün bu gündür,
Nursî'nin mezarı bulunamadı.
SAİD NURSİ ANLATIYOR
"Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair
gayet kısa bir beyanatta bulunacağım.
Yirmisekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere,
tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç
noktaya dayanır:
1- En birinci ithamları: Beni rejim aleyhtarı olarak
telakki etmeleridir. Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe,
emniyete dokunmamak şartıyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir
fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olamaz. Bu hukuki bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıb ve cabbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene
hakimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin
küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri halde, onlara o
cihetten ilişmemeleri; burada ve bütün İslam Hükümetlerinde eskiden beri
Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları memleketin dinine, kudsi rejimine muhalif,
zıd ve muteriz bulundukları halde, o hükümetler hiç bir zaman kanunlarla onlara
o cihetten ilişmemeleri; (Hazret-i Ömer, r.a.) hilafeti zamanında adi bir
Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hıristiyan,
İslam Hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken,
mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi
hiç bir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan
hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmıyan Şark ve Garb'da bütün dünya
adalet müesseselerinde cari ve hakimdir.
Ben, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine ve yüzlerce
Ayat-ı Kur'aniye'ye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi
altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve
dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem bu
hilaf-ı hakikat bir hareket sayılabilir mi? Haksızlığa karşı, zulme karşı,
kanunsuzluğa karşı muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.
2- Bana zulüm ve cefayı reva gören Devr'i Sabık'ın
yaptığı isnadların ikincisi: Emniyet ve asayişi ihlalidir. Bu vehim ve hayal
ile bu düzme isnat ile yirmisekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket
memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Tecrit ettiler, zehirlediler. Her
türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki, beş yüz bin fedakar Nur Talebeleri, memleketin
her tarafında emniyet ve asayişin fahri manevi muhafızlarıyız; bize böyle bir
isnadda bulunmaları en büyük bir zulümdür. Onlar bize o kadar zalimane
ihanetlerde bulundukları halde; biz asla hislerimize kapılmayarak gönüllerde emniyet
ve asayişi temin yolunda, iman ve Kur'ana hizmet yolunda, gafletle anarşiye
sapanları düştükleri fevza gayyasından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an
hali kalmadık. Bu delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfa sahamız
olan altı vilayetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet
ve asayişi ihlal yolunda hiç bir vukuat kaydedememişlerdir. Bu hareketimiz
isbat eder ki, Nur Mekteb'i İrfanının Talebeleri, emniyet ve asayişin bekçisini
kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye ve farmasonlara
ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş
yüz bin Nur Mekteb'i İrfanı Talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı
bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve
intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır. Sebilürreşad'ın 116'ncı
nüshasında "Hakikat Konuşuyor" başlıklı makalemde bu hakikatları uzun
uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hatta icab ederse hayatını ve ahiretini
dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti
terkeden, müteaddit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir
delil bulunamayan, sekseni açmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metamdan hiçbir
nesneye malik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında: 'Dini siyasete
alet ediyor' diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
Biz Nur Mekteb'i İrfanı Şakirdlerinin Kur'anı Hakim'den
aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa,
Adalet'i Kur'aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi o gemiyi
yakmayı menettiği halde, on masumun bir tek cani yüzünden mahvı için o hane, o
gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı?
Bu sebeple asayişi ihlal yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını
tehlikeye ve zarara sokmayı Adalet'i İlahiye ve Hakikat'ı Kur'aniye şiddetle
menettiği için bütün kuvvetimizle bu Ders'i Kur'aniyyeye ittibaen asayişi
muhafazaya kendimizi dinen mecbur kılarız.
İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden Devr'i
Sabık'taki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe alet etmek
istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize
yerleştirme gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddi,
manevi memleketin emniyet ve asayişini ihlal eden bizler değil, asıl onlardı.
Hakiki bir müslüman, samimi bir mümin hiç bir zaman anarşiye ve bozgunculuğa
taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi
hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar
hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun ahirzamanda Ye'cüc ve Me'cüc komitesi
olduğuna Kur'an'ı Hakim işaret buyurmaktadır.
Yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada
bulundular. Ve mahkemelerde bazı resmi kimseler bize hakaretlerde bulunmaktan
çekinmediler. Hepsine tahammül ettik. İman ve Kur'an'a hizmet yolunda devam
ettik. Ve Devr'i Sabık'ın o zulüm ve cefalarını affettik. Zaten onlar da
müstehak oldukları akıbete uğradılar. Said-i Nursî."
(IŞIK, İhsan: Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk. Sf.
224-226. 1990, İstanbul)
SAİD-İ NURSİ TEŞKİLATI MAHSUSA AJANI MI?
Said-i Nursî'nin, son 100 yılın en çok tartışılan
kişiliklerinden biri olduğu kesin. Nursî'nin şeriatçı yanı, laik cumhuriyet
karşıtı en önemli güç haline getirdiği Nurculuğun yaratıcısı olması bir yana,
onun kişiliğinde yapılan tartışmalardan biri de Teşkilat-ı Mahsusa ajanlığı
iddiası.
İddia ilk kez, Tarihçi Cemal Kutay tarafından aylık bir
dergide ortaya atıldı. Kutay'ın iddiası şuydu:
"Bediüzzaman Said Nursî, cumhuriyetin ilk
dönemlerine kadar devletle çalıştı. Said efendinin Teşkilat-ı Mahsusa'da
çalıştığını biliyordum. Teşkilatın kurucusu ve başkanı Kuşçubaşı Eşref
Pa-şa'yla, Bitlis'te evinde kaldık. Daha sonra Urfa'da kaldığı oteli ziyaret
ettim. Kendi ağzından, 'ben uzun yıllar Teşkilat-ı Mahsusa'da görev yaptım'
sözlerini duydum."
Kutay'ın bu savına, Nur cemaati Yeni Zemin dergisinde yanıt
verdi. Kutay'ı yalancılıkla suçlayan dergi, savların asılsız olduğunu öne
sürdü. Ancak, devlet arşivlerindeki bazı belgeler kafaları tekrar karıştırdı.
Başbakanlık Arşivinde DH.KSM-41-36 (Dahiliye
Kalemi Mahsusa/ İçişleri Özel Kalemi) numarasıyla yeralan belgede şu bilgiler
var:
"Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî
efendiye gönderilmek üzere, memuri mahsusa tevdian tarafı âlâlarına irsal 60
liranın (bin 500 Mark olarak) adı geçene suretle, mümkün olan süratle
gönderilmesini rica ederim, efendim."
Bu belge, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından hazırlanarak Hilal-i
Ahmer Cemiyeti Reisi Ömer Paşa'ya gönderilmek üzere Dahiliye Nazırı Talat
Paşa'nın özel kalemine sunulmuş.
Cumhuriyet Gazetesi muhabirlerinden Kenan Biliz, Nisan
1994'te bu belgeyi Erzurum Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları
Tarihi Enstitüsü öğretim görevlilerinden Cemil Kutlu'ya yorumlattı. Kutlu'nun
yorumu şöyle:
"1916 Yılında Said-i Nursî Rusların elinde esir
bulunuyordu. 1908'de imzalanan Lahey Sözleşmesi'ne göre Avrupa'da Kızılhaç ve
Osmanlı'da Hilal-i Ahmer gibi cemiyetlerin dokunulmazlığı bulunuyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın, Said-i Nursî'ye resmi olmayan veya devletin diğer
kademelerinde veya teşkilatta görevli kimliği taşıyan biriyle para göndermesi
imkansızdı. Savaş hali nedeniyle Tiflis'te elçilik yok. Para ancak dokunulmazlığı
olan bir hayriye cemiyeti aracılığı kullanılarak gönderilebilirdi. Resmi
anlamda kurye gönderilirse yakalanma riski yüksekti.
Başka bir belgede Rusların elinde esir bulunan paşalar ve
diğer subaylara iki defa 150 ruble gönderildiğini saptadık. Rublenin değeri o
zaman çok düşük. Esir alınan paşaları için devlet iki defa 150 ruble göndermiş.
Daha sonra, ödenek yokluğu ileri sürülerek, uluslararası sözleşmelere göre
esirlerin bakımı için göndermesi gereken parayı kesmiş.
Yine aynı dönemde esirlere gönderilen paralara ilişkin
elde ettiğim belgeler ve esirlerin durumunu gösteren belgeler ve birçok
tarihçinin ortaya koyduğu belgeler, çok sayıda Türk esirin Rusya'da açlıktan
öldüğünü ortaya koyuyor.
Devlet, paşalarına dahi para göndermezken, Bediüzzaman
Said-i Nursî’ye Hilal-i Ahmer Cemiyeti aracılığıyla 60 lira gibi bir para
göndermesi ilgi çekici. Yine, Başbakanlık arşivlerinde bulunan belgeler Osmanlı
Devleti Dışişleri Bakanlığı ile Rusya arasında Said-i Nursî ile ilgili esirlik
döneminde 10 yazışma olmuş. Konumun dışında olduğu için bunları almadım.
Gördüğüm kadarıyla, Said-i Nursi'nin devletle bir ilişkisi olduğu
gerçeği daha ağır basıyor."
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kanatları altında şeriatçılık yapmak
nasıl bir şey acaba?
"MEMURLARIN MASASINA/ SOLCULARIN KAFASINA/
MASONLARIN KASASINA/ HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ"
"Cumhuriyet hükümeti, bütün üyeleri ile, Atatürk
ıslahatının (devrimleri ya da inkılapları değil; ıslahatı) ilkeleri
üzerinde kararlıdır".
-2 Ağustos 1961: Devlet Bakanı Amil Artus, radyoda
yaptığı konuşmada, hükümetin dine karşı olduğunu ileri süren görüşleri
yalanlayarak, camilerin kışlalara çevrileceğine, ezanın gene Türkçe
okutulacağına, Kur'an'ın okunması ve radyoda yayınlanmasının yasaklanacağına
ilişkin söylentilerin rejim düşmanları tarafından atılan yalanlar olduğunu
açıkladı. Bu, 27 Mayıs rejiminin gericilere verdiği en önemli ödün oldu.
-1965: Tek başına iktidar olan AP'nin genel başkanı
cumhuriyet tarihinde ilk kez Başbakanlık makam odasında namaz kılmıştır. Bu
dönemde resmi dairelerde mescitler açılmaya başlandı, devlet konservatuarında
dinsel piyesler oynandı.
-20 Eylül 1965: Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nün
kararıyla, Nurculuk devletin temel düzenini bozucu dinsel bir irtica olayı
olarak kabul edildi ve TCK'nın 163. maddesi kapsamına alındı. Yargılayın hukuk
açısından vardığı sonuçlar şunlardı:
"1. Nurculuk ülkenin bütünlüğünü bozmaya yönelmiş
amaçlar taşımaktadır.
2. Nurculuk, merkezinin Mekke olacağı bir İslam
devletinin kurulmasını ve Türkiye'yi bu devlet içinde eritmeyi istediği için,
Türkiye Devleti'nin bağımsızlığını ve birliğini bozmak ve yoket-mek
amacındadır.
3. Varolan, laik Anayasa düzenine ve buna uygun laik
hukuk, toplum ve politik devlet yapısına karşı olan ve bunu yıkarak dine
dayanan, teokratik bir düzeni kurmak isteyen Nurculuk, bu biçimdeki eylemleri
cezalandıran Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini çiğnemektedir.
4. Nurculuk, devrimlere ve laik devlet düzenine düşman
olan, onu yıkmak amacını güden akımların bir simgesi olarak ortaya
çıkmaktadır."
Nisan 1966: CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, TBMM'nde
konuşuyor:
"...Rakiplerini din yolunda küçük düşürmek, itham
etmek, vatandaşın hiddetine ve nefretine maruz bırakmak bir siyasal oyundur. Bu
siyasal oyun, Anayasa ile men edilmiştir. Bu oyunla, bu ülke benim bildiğim
altmış yıldan beri hayati tehlikeler karşısında mücadele etmektedir. Ben bu
ülkede irticaın yaptığı kışkırtmaları, irticaın bu ülkeye getirdiği zararları
herkesten daha çok, burada bulunan sayın arkadaşlarımdan daha çok nefsinde
denemiş bir insanım. Tarihten bahsedeyim size. İkbalin en yüksek zirvesinde
bulunduğumuz zaman, irtica, bu ülkeyi geride bırakmak için en azılı zararlarını
vermiştir. Türkler İstanbul'u 1453 yılında aldılar. Büyük bir dünya olayı.
İkbalin bunun üzerinde daha yüksek bir noktası var mıdır?
Şimdi bakınız, 1453 yılında tüm dünyada matbaa icad
edildi. Ve tüm dünya matbaa sayesinde yeni bir kalkınma, yükselme ve ilerleme
devresine girdi. Türkiye'de irticai tercih edenler Türklerin matbaa kurmalarına
izin vermediler. Fatih'in kudreti, tüm dünyada matbaa açıldığı zaman,
İstanbul'da, Türkiye'de matbaa açmaya yetmedi. İrtica kuvvetini hafif
görmeyiniz. İrtica kuvvetine rüşvet vermeyiniz. İrticaın, bu ülkeye getirdiği
zararların daha büyüklerini getirmeye eğilimi, kudreti vardır. İrtica size
masum bir adam biçiminde gelir. İrtica size büyük bir gazete biçiminde fesat
yuvası olarak gelir. İrtica milletvekili olarak kürsüye çıkar, 'işte son
peygamberiniz' diye hitap etmek cesaretini bulur..."
-6 Eylül 1966: Yargıtay Başkanı İmran Öktem, yeni
adli yılın açılışı nedeniyle bir konuşma yaptı. Öktem, konuşmasında Said-i
Nursî'nin yarı cahil, okuma yazma bilmeyen biri olduğunu, 31 Mart Olayını
düzenleyen Derviş Vahdeti ile ilişkisi bulunduğunu, Volkan'daki yazılarıyla 31
Mart'ı körüklediğini belirterek şunları söylüyordu:
"...Nurslu Said, Türkiye'nin batılılaşmasına, ulusal
bilincin uyanmasına yazılarıyla ve eylemleriyle muhalefet etmek istemiştir.
Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu Büyük Atatürk'ün devrimlerini,
hareketlerini uygun bulmamış, yazılarıyla O'nu küçük görmüş, reformu durdurmak
istemiştir. Kendisi, İslam dini ve inancı ile bağdaşması mümkün olmayan
fikirler ortaya atmış, iddialar ileri sürmüştür."
"...Onlara göre, Atatürk yönetimi dehşetli ahir
zamandır. Dinsizlik, komünistlik, bozguncu komitelerin faaliyet yıllarıdır.
Devrim yasaları geçicidir ve Hıristiyan yasalarıdır. Kemalistler; seviyesiz,
anarşist kimselerdir. Devlet İslam esaslarına göre kurulmalıdır. Devletin
manevi kişiliğinin Müslüman olması gerekir. Müslümanlara, Kur'an dışında
Anayasa gerekli değildir. Said-i Nursî, milliyet ve milliyetçilik fikrine
düşmandır. Milliyetçilik, İslam birliğine engeldir. Bu yol ile, Bolşevizm ve
sosyalizm karşısında mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslam ümmetçiliği
başede-bilir. İslam ümmetçiliği şarttır."
"Görülüyor ki, 'İslam kardeşliğini geliştirecek'
gerekçesiyle, Türkiye'nin felaket ve musibeti, onda bir sevinç
uyandırmıştı."
-1967: İsteğe bağlı din dersleri liselere de konuldu.
-1968: Nisan ayının ilk günlerinde Ankara'da bir
broşür dağıtıldı. Kaliteli bir baskısı olan broşürün başlığı şuydu: "Hizb-üt
Tahrir Sunar:İslam Devleti Anayasası". Arap harfleriyle basılan
Anayasa Tasarısı'nda şöyle deniyordu:
"...İslam devleti, İslam akidesi esasına göre idare
edilecektir. Buna aykırı hiçbir şey devletin bünyesinde, teşkilat veya
muhasebesinde bulunmayacaktır.
Devleti bir devlet başkanı idare edecektir. Onun her
sözü, muayyen şer'i hükümleri benimsemesi şartıyla kanundur. Bütün tebaa böyle
bir kanuna gizli ve aşikar itaate mecburdur."
"...Devletin resmi dili Arapçadır. Şer'i hükümler
için muteber kaynaklar Kur'an, sünnet, sahabe, icma ve kıyastır. Bunlardan
başka kaynaklar teşrii hareketlere mesnet teşkil edemezler."
"...İslam devletinde hakimiyet milletin değil,
şeriatındır ve bu husus 20. maddenin a fıkrasıyla anayasaya geçmiştir."
"Kadın ve erkek, ahlaka zararlı, toplumu ifsat edici
şer'i hükümlerden birinin şümulüne giren her türlü işi yapmaktan men edilir.
Mesela, erkeklerin kendilerine olan. meylinden faydalanmak için tayyarelerde
kadın hostes, berberlerde ve lokantalarda güzel erkek çocuklar çalıştırmak
gibi."
Aynı günlerde bir başka broşür daha dağıtılıyordu. "Müslümanların
Ölüm Kalım Meselesi" adlı broşürde, İslam devletinin ancak kılıçla kurulabileceği,
bunun bir ölüm kalım meselesi olduğu, müslü-manlar bunu göze alırlarsa, bugünkü
gibi Dar-ül Küfür'de, yani müs-lümanlığı yadsıyanların ülkesinde değil, Dar-ül
İslam'da, yani İslam Ülkesi'nde yaşayacakları anlatılıyordu.
(KIRÇAK, Dr.Çağlar: Türkiye'de Gericilik, Sf.200)
Hizb-üt Tahrir, 1957 yılında Şeyh Takiyeddin Nebhani
tarafından Kudüs'te kuruldu. Türkiye'de, ilk kez 1967 yılında ortaya çıkarıldı.
Ürdün kökenli örgüt, İran İslam Devrimi'ni başlangıcından bu yana destekledi.
Ancak devrim anayasasının açıklanmasından sonra, bazı maddelerle çelişkiye
düştüğü için destek azaldı.
Türkiye'de, 1967 yılından bu yana, Hizb-üt Tahrir'e yönelik
birçok polis operasyonları yapıldı. 1980'lerde çalışma alanının ağırlık
noktasını İstanbul'a kaydıran örgüt, 1986'da Çorum'da ortaya çıktı. Yine
"Anayasa" dağıtıyorlardı.
-22 Temmuz 1968: Yeşil sarıklıların yönettiği
kalabalık, "Emperyalizmi Tel'in" amacıyla öğretmenler
lokalini, Konya Gazete-si'nin merkezini ve kitabevlerini tahrip ettiler.
Olaylarda 14 kişi yaralandı ve İçişleri Bakanı Faruk Sükan demecini patlattı: "Aşırı
solun son günlerde giriştiği tahrik ve anarşi hareketlerinin, Konya'daki üzücü
olaylarda rolü olduğu kanaatindeyim."
-12 Kasım 1968: Türkiye İslam Enstitüleri Talebe
Federasyo-nu'nun bildirisinde, askeri okullarda din dersi okutulması talep
ediyordu..
-11 Şubat 1969: Bir bayan öğretmen, derslere başını
örterek girdiği için görevden alındı.
-14 Şubat 1969: Solcu gençler, Amerikan 6. Filosu'nün
gelişini protesto için yürüyüş düzenlediler. Milli Türk Talebe Birliği ve
Komünizmle Mücadele Derneği, günlerce cihat çağrıları yaparak, yürüyüşü "Komünizm
geliyor, din elden gidiyor" diye yorumluyordu. Camilerden çıkan
gericiler, Dolmabahçe'den Taksim'e yürüyen gençlerin üzerine "Müslüman
Türkiye", "Allah İçin Savaşa", "Komünistleri
Geberteceğiz", "Yaşasın Toplum Polisi" diye bağırarak
saldırdılar. Sonuç; Duran Aydoğan ve Turgut Aytaç adlı iki genç ölü, 204
yaralı.
Gericiler komünizme saldırıyorlar ama 6. Filo'nün gelişi
için genelevde günlerce hazırlık yapılıp baştan başa badana edilirken saldırı
sadece Amerikan askerlerinin Türk kızlarıyla güven içinde fuhuş yapmasına
yarıyordu.
FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU'NUN BİLDİRİSİ
Kanlı Pazar'ın hemen ardından Fikir Kulüpleri Federasyonu,
tek yaprak üzerine basılmış bir bildiri yayınladı. FKF'nin 'Bağımsız
Türkiye' adlı bülteni, "Amerikan Gavuruna Karşı Birleşelim"
başlığını taşıyor ve şunlar yazılıyor:
"100 binlerce işçi, köylü, genç Amerikan
sömürgeciliğine ve içimizdeki ortaklarına karşı yürüyorlar!.. Sömürgeci
Amerikan şirketlerinin, tefecilerin, talancı tüccarların ve ağaların bekçisi
zalim 6. Filo'yu istemedikleri için yürüyorlar!.. Gavur Amerikan bayraklarının
dalgalanmadığı bağımsız Türkiye için; işsizliğin olmadığı, çalışanların
haklarını aldığı bir Türkiye için yürüyorlar!..
Silahla içimize giremeyen Amerikan Gavuru, hileyle
"dost" adı altında 35 binden fazla askeri yurdumuza soktu. Şehit
kanıyla sulanan topraklarımızın üzerinde, subaylarımızın ve erlerimizin içine
giremediği 100'den fazla Amerikan askeri üssü kuruldu. Bunun yanında,
karasularımıza 6. Filo'sunu sokmaya; limanlarımızı, denizcileri için fuhuş
yatağı olarak kullanmaya başladı Amerikan gavuru!.. İşsizlerimiz sokakta gezer,
hastalarımız hastane bulamaz, çocuklarımız ilaçsızlıktan kırılırken; Amerikalı
denizcilerin fuhuş yapması için oteller kapatılıyor. Amerikan 6. Filo'sunun
ahlaksız komutanı Amiral Charbonatt dansözün etekliğini beline takıp,
yoksulluğumuzla alay edercesine göbek atıyor!.. Üniforma giymiş zavallı
kardeşlerimiz, işlerini iyi yapsınlar diye soğuğun altında Amerikalıları
bekliyorlar!.. Aldatılmış Müslüman kardeşlerimiz, gavur Amerikan 6. Filo'suna
karşı namaz kılıp bağımsızlık yürüyüşü yapan diğer Müslüman kardeşlerine
saldırılıyorlar!.. Müslümanlar o bayrakları kovuncaya kadar savaşırlar. Cihat,
bağımsızlık isteyen kardeşlere karşı değil, sömürücü gavur Amerika'ya karşı
açılır!..Hürriyetimiz, ekmeğimiz, namusumuz için gavur Amerika'ya ve ortaklarına
karşı birleşelim, dövüşelim!.." (Belgelerle FKF, Dev Genç. Cilt l. Sf.461.
Nisan 1988, Ankara)
-3 Mayıs 1969: Ünlü hukuk adamı, Yargıtay Başkanı
İmran Öktem l Mayıs 1969'da öldü. 3 Mayıs günlü gazetelerde şu haberler çıktı:
"Bazı gerici çevrelerin, bugün cenaze töreni
yapılacak olan İmran Öktem'in cenaze namazının kılınması sırasında olay
çıkartacakları öğrenilmiştir. Dün, Hacıbayram Camii müezzinlerinden olduğu
öğrenilen, fakat adı saptanamayan bir gencin, namazı kıldıran imamın yanına
vararak; 'Muhterem cemaat, vefat etmiş olan İmran Öktem'in yarın burada cenaze
namazı kılınacaktır. Bu namazı kılmamanızı rica ediyorum' dediği
duyulmuştur."
Nitekim, aynı gün Maltepe Camii'nde olaylar çıktı. Daha önce
İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin ve Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri ile
AP'lilerin Maltepe camii çevresine taş ve sopa yığınağı yaptıkları biliniyordu.
Caminin imamı cenaze namazını kıldırmaktan kaçındı. Namaz, törene katılmak
amacıyla gelmiş olan İlahiyat Fakültesi mezunu bir avukat olan Hıfzı Gözübüyük
tarafından kıldırıldı.
O sırada olaylar patladı. Yaklaşık üç bin kişilik bir
topluluk, cenazeye katılanlara, "Dinsizlerin namazı kılınmaz",
"Allahsızın namazı kılınmaz", "Kafirler Moskova'ya" diye
bağırmaya başladılar. Cami avlusunda bulunan Devlet Bakam Scyfi Öztürk ile bazı
tabii senatörler ve sivil giyimli subaylar arasında tartışmalar çıktı. O ana
kadar seyirci konumunda olan polisler göstericilere doğru ilerlemeye başladı.
Toplum polisi cop kullanıyordu ama göstericiler geriye püskürtüle-ceğine ellerindeki
megafonlarla bağırarak musalla taşına doğru yaklaşıyorlardı. Musalla taşının
yanında ise CHP Genel Başkanı İsmet İnönü duruyordu. Gruptan bazı kişiler
İnönü'yü tartaklarken, Tuğgeneral Nabi Alpartun İnönü'ye yaklaşarak koluna
girip tabancasını çekiyor, ''Açılın, bu memleket sahipsiz değildir", diye
bağırıyordu. Alpartun daha sonra İnönü'ye dönerek, "İzin verirseniz
emniyetinizi sağlayacağım, Paşam", diyordu. İnönü, olay için daha
sonra, "Kesin ölçüde bir 31 Mart vak'ası" nitelemesi yapıyor;
Aybar "İrticanın cüretkâr bir gövde gösterisi" diyor; Millet
Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ise, "Yağmur eken fırtına biçer
derler. İktidar artık fırtına ekmeye başlamıştır. İleride ne biçebileceğim
kestirmek hiç de güç değildir. Türkiye, sahipsiz bir memleket manzarasına
büründürülmüştür", diye konuşuyordu.
-9 Temmuz 1969: Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS'ün
Kayseri'dcki genel kurulu, şeriatçılar tarafından basıldı.
Genel kurul devam ederken, iki cami avlusunda, İmam Hatip
Okulu ve Kayseri Türk Kültür Derneği önünde patlama olayları oldu. Yer yerinden
oynadı. Binlerce kişi, TÖS Genel Kurulu'nün yapıldığı salonu bastı. Şehirde
işyerleri kapatıldı, kısa aralarla elektrikler kesilmeye başlandı. Vali
Abdullah Asım İğneciler belediye hoparlörlerinden halkı sakin olmaya çağırıp
TÖS Genel Kurulu'nün çalışmalarına son verdiğini açıkladı. Oysa Genel Kurul
sürüyordu ve binlerce kişi, "Komünist öğretmenler camilerimizi
bombaladı" diye bağırıyordu. Kalabalık, "Endonezya kadar
olamayacak mıyız?", "Camilerimizi komünistlere çiğnetmeyeceğiz",
"Din düşmanları kahrolsun" diye slogan atıyor; tekbir getirerek
sinema salonunu yakmaya uğraşıyordu.
Polisin olayları engelleyememesi karşısında askeri birlikler
devreye girdi ve öğretmenler orduevine yerleştirildi. Bu sırada, olaylar sürdü
ve TÖS şubesi ile TİP il binası tahrip edildi. Topluluk durmak bilmiyordu.
Otelleri, bar ve pavyonları bastılar; çırılçıplak soydukları konsomatris
kadınları yerlerde sürüklediler.
Altı saat süren olaylarda üç toplum polisiyle yirmi kişi
yaralandı. Dokuz kişi yakalandı. Öğretmenler, askeri araçlarla Kayseri'den
çıkabildiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder