2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5




        TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5




OYSA AYNI ANDA...

Atlas sinemasında baş rollerini Robert Taylor, Julie London ve John Cassavetes'in paylaştıkları renkli-sinemaskop Kanlı İhtiras adlı film gişe rekorları kırıyor. Sirkeci Doğubank işhanının üstündeki bürolar yüzde 25'i peşin, kalanı üç yıl vadeli taksitlerle 43 bin liradan, 90 bin liraya kadar değişen fiyatlarla satılıyor. Yeniköy Boğaziçi lokalinde meşhur Fransız şantözü Dany Dauberson programa başlıyor. 5 Ocak'ta Tarsus'a gelen Menderes için bir DP'li oğlunu kurban etmeye kalkıyor, Almanya'da Nazizm hortluyor. Araştırmalar, her 10 Alman'dan birinin Yahudi aleyhtarı olduğunu ortaya koyuyor. Cezaevleri gazetecilerle dolup taşıyor.

-1960: Said-i Nursî'nin doğu illerinin valilerine gönderdiği mektup CHP'liler tarafından kamuoyuna açıklandı: "Doğu bölgesinde komünistliği 60 bin Nursinin sayesinde önlemekteyim. 30 yıldan beri siyasetle uğraşmadım. Bu 60 bin öğrencinin içinde bir-iki ahlaksız da çıkabilir. Bu yüzden bölgenizde Risale-i Nûr'lar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki, Arapça ezan okutturduk ve bu sayede müslümanları DP cephesinde topladığımız bilinmektedir. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nûr'larla, komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların gösterecekleri yardıma inanıyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara'ya gittim, Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa Sayın Adnan Bey ve Tevfik İleri ve Sayın Namık Gedik'ten bu sonucu çıkardım. Said-i Nursî."
- 23 Mart 1960: Said-i Nursî Urfa'da öldü. Hastalığına karşın uzun bir otomobil yolculuğundan sonra, 21 Mart 1960'ta Urfa'ya gelen Nursî'nin cenazesinde yüksek mülki erkan hazır bulundu. Cenaze, Halilürrahman Camii'ne defnedildi.


O SIRADA DÜNYADA...

Oysa dünya kaynıyordu. 1950'de Kore savaşı çıkmış, bir Türk tugayı da binlerce kilometre uzaktaki bu savaşın içine gönderilmişti. 1953'te Stalin (Çugaşvili)'nin ölümüyle Sovyetler Birliği yeni bir siyasal sürece girmiş, Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi başlamış, sosyalist blok NATO'ya karşı Varşova Paktı'nı kurmuş (1955), Polonya'daki antikomünist ayaklanmaya Macaristan da katılmış ve bunun üzerine Sovyet tankları Macaristan'a (1956) girmiş, ilk uzay uydusu Sputnik uzaya (28 Mart 1957) fırlatılmış, Fidel Castro ve Ernesto Che Guevera 1959'da Domuzlar Körfezi'nden Küba için, bir kır yangınını başlatmışlardı.

-l Temmuz 1960: İslam dergisinin 34. sayısında "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bir bildiri yayınlandı. "Din hürriyeti isteyenlerin" bildirisinde şunlar söyleniyordu:
"Gerçek din hürriyetinin aşağıdaki esasların tahakkuku ile temin edileceğine inanıyoruz: olduğu gibi Anayasa'ya konacak apaçık maddelerle teminat altına alınmalıdır.
Devletin dine tahakkümü, dini teşkilatı vesayet altına alması kat'i surette önlenmelidir. Birçok batı memleketlerinde olduğu gibi devlet, ancak dini yıkıcı ideoloji ve cereyanlara karşı siyanet etmelidir.
2- Diyanet işleri teşkilatı ilmi, idari ve mali muhtariyeti haiz bir hükmi şahıs olarak, kabul edilebilecek bir kanunla yeniden teşkilatlandırılmalıdır.
3- Vakıflar Umum Müdürlüğü uhdesindeki bilcümle dini vakıflarla, dinin ibadetleri, islami talim, terbiye ve tedrisatla ilgili teşkilat ve müesseseler, Diyanet Reisliği'ne bağlanmalıdır. Kuruluşundan beri olduğu gibi, her yıl devlet bütçesinden Diyanet teşkilatına verilen tahsisat devam ettirilmelidir.
4- Yüksek Diyanet ilimleri tedrisatına mahsus bir 'İslam İlimleri Külliyesi' kurulmalı ve bugünkü İmam Hatip okulları da her bakımdan ıslah edilerek bu üniversiteye talebe hazırlayan meslek okulları haline getirilmeli ve sayıları da lüzumu kadar arttırılmalıdır.
5- Din adamları yetiştirilmesine garpte olduğu gibi özel bir itina gösterilmeli, herkes tarafından hürmete şayan bir hale getirilmeli ve terfihleri de sağlanmalıdır.
6- Radyo konuşmaları, Avrupa ve Amerika'da olduğu gibi daha sık ve verimli bir hale sokulmalı; büyüklere, küçüklere, hanımlara ve halka olmak üzere değişik seviyedeki unsurlara hitap eder şekilde dinin (iyman, itikad ve ibadete taalluk eden) esas bilgileri kurslar halinde, devamlı şekilde öğretilmeli ve ayrıca dini, ahlaki konuşmalar da devam etmelidir.
7- Dine ve mukaddesata karşı neşir yoluyle ve sair yollarda hakaret ve tecavüzler, ceza kanununun mer'i hükümlerine göre ciddi surette takibi gerektiren açık müeyyidelerle takviye edilmelidir.
8- Demirperde memleketleri hariç diğer bütün hür dünya memleketlerinde mevcut olan dini telkin, irşat ve teşkilat kurma hakları tanınmalıdır. İslam Dergisi."
Şimdi, başka bir şey söyleyelim. 27 Mayıs'çılar, hakkında sık sık gerici diye suçlanan Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu'nu, hareketten hemen beş gün sonra, 2 Haziran 1960'ta emekliye ayırdılar. Onun yerine 30 Haziran'da 17 yıldır İstanbul Müftülüğü görevini yürüten Ömer Nasuhi Bilmen'i atadılar. Bunu neden mi söylüyoruz? "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bildiri, İslam dergisinin l Temmuz 1960 tarihli sayısında yer alıyordu ve derginin yazarları arasında Ömer Nasuhi Bilmen de bulunuyordu.
- 12 Temmuz 1960: 27 Mayıs'çı askerler, yanlarına kardeşi Abdülmecit Ünlükul'u da alarak, Said-i Nursî'nin naaşını Halilürrahman Camii'nden alıp askeri bir uçakla İsparta'ya götürdüler. O gün bu gündür, Nursî'nin mezarı bulunamadı.

SAİD NURSİ ANLATIYOR
"Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa bir beyanatta bulunacağım.
Yirmisekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç noktaya dayanır:
1- En birinci ithamları: Beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olamaz. Bu hukuki bir mütearifedir. Dininde çok mutaassıb ve cabbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene hakimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri halde, onlara o cihetten ilişmemeleri; burada ve bütün İslam Hükümetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları memleketin dinine, kudsi rejimine muhalif, zıd ve muteriz bulundukları halde, o hükümetler hiç bir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmemeleri; (Hazret-i Ömer, r.a.) hilafeti zamanında adi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hıristiyan, İslam Hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiç bir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmıyan Şark ve Garb'da bütün dünya adalet müesseselerinde cari ve hakimdir.
Ben, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine ve yüzlerce Ayat-ı Kur'aniye'ye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem bu hilaf-ı hakikat bir hareket sayılabilir mi? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.
2- Bana zulüm ve cefayı reva gören Devr'i Sabık'ın yaptığı isnadların ikincisi: Emniyet ve asayişi ihlalidir. Bu vehim ve hayal ile bu düzme isnat ile yirmisekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Tecrit ettiler, zehirlediler. Her türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki, beş yüz bin fedakar Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve asayişin fahri manevi muhafızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları en büyük bir zulümdür. Onlar bize o kadar zalimane ihanetlerde bulundukları halde; biz asla hislerimize kapılmayarak gönüllerde emniyet ve asayişi temin yolunda, iman ve Kur'ana hizmet yolunda, gafletle anarşiye sapanları düştükleri fevza gayyasından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hali kalmadık. Bu delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfa sahamız olan altı vilayetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve asayişi ihlal yolunda hiç bir vukuat kaydedememişlerdir. Bu hareketimiz isbat eder ki, Nur Mekteb'i İrfanının Talebeleri, emniyet ve asayişin bekçisini kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye ve farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur Mekteb'i İrfanı Talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır. Sebilürreşad'ın 116'ncı nüshasında "Hakikat Konuşuyor" başlıklı makalemde bu hakikatları uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hatta icab ederse hayatını ve ahiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terkeden, müteaddit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamayan, sekseni açmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metamdan hiçbir nesneye malik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında: 'Dini siyasete alet ediyor' diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
Biz Nur Mekteb'i İrfanı Şakirdlerinin Kur'anı Hakim'den aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa, Adalet'i Kur'aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi o gemiyi yakmayı menettiği halde, on masumun bir tek cani yüzünden mahvı için o hane, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple asayişi ihlal yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı Adalet'i İlahiye ve Hakikat'ı Kur'aniye şiddetle menettiği için bütün kuvvetimizle bu Ders'i Kur'aniyyeye ittibaen asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur kılarız.
İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden Devr'i Sabık'taki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirme gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddi, manevi memleketin emniyet ve asayişini ihlal eden bizler değil, asıl onlardı. Hakiki bir müslüman, samimi bir mümin hiç bir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun ahirzamanda Ye'cüc ve Me'cüc komitesi olduğuna Kur'an'ı Hakim işaret buyurmaktadır.
Yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada bulundular. Ve mahkemelerde bazı resmi kimseler bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Hepsine tahammül ettik. İman ve Kur'an'a hizmet yolunda devam ettik. Ve Devr'i Sabık'ın o zulüm ve cefalarını affettik. Zaten onlar da müstehak oldukları akıbete uğradılar. Said-i Nursî."
(IŞIK, İhsan: Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk. Sf. 224-226. 1990, İstanbul)



SAİD-İ NURSİ TEŞKİLATI MAHSUSA AJANI MI?

Said-i Nursî'nin, son 100 yılın en çok tartışılan kişiliklerinden biri olduğu kesin. Nursî'nin şeriatçı yanı, laik cumhuriyet karşıtı en önemli güç haline getirdiği Nurculuğun yaratıcısı olması bir yana, onun kişiliğinde yapılan tartışmalardan biri de Teşkilat-ı Mahsusa ajanlığı iddiası.
İddia ilk kez, Tarihçi Cemal Kutay tarafından aylık bir dergide ortaya atıldı. Kutay'ın iddiası şuydu:
"Bediüzzaman Said Nursî, cumhuriyetin ilk dönemlerine kadar devletle çalıştı. Said efendinin Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştığını biliyordum. Teşkilatın kurucusu ve başkanı Kuşçubaşı Eşref Pa-şa'yla, Bitlis'te evinde kaldık. Daha sonra Urfa'da kaldığı oteli ziyaret ettim. Kendi ağzından, 'ben uzun yıllar Teşkilat-ı Mahsusa'da görev yaptım' sözlerini duydum."
Kutay'ın bu savına, Nur cemaati Yeni Zemin dergisinde yanıt verdi. Kutay'ı yalancılıkla suçlayan dergi, savların asılsız olduğunu öne sürdü. Ancak, devlet arşivlerindeki bazı belgeler kafaları tekrar karıştırdı.
Başbakanlık Arşivinde DH.KSM-41-36   (Dahiliye Kalemi Mahsusa/ İçişleri Özel Kalemi) numarasıyla yeralan belgede şu bilgiler var:
"Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî efendiye gönderilmek üzere, memuri mahsusa tevdian tarafı âlâlarına irsal 60 liranın (bin 500 Mark olarak) adı geçene suretle, mümkün olan süratle gönderilmesini rica ederim, efendim."
Bu belge, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından hazırlanarak Hilal-i Ahmer Cemiyeti Reisi Ömer Paşa'ya gönderilmek üzere Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın özel kalemine sunulmuş.
Cumhuriyet Gazetesi muhabirlerinden Kenan Biliz, Nisan 1994'te bu belgeyi Erzurum Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Tarihi Enstitüsü öğretim görevlilerinden Cemil Kutlu'ya yorumlattı. Kutlu'nun yorumu şöyle:
"1916 Yılında Said-i Nursî Rusların elinde esir bulunuyordu. 1908'de imzalanan Lahey Sözleşmesi'ne göre Avrupa'da Kızılhaç ve Osmanlı'da Hilal-i Ahmer gibi cemiyetlerin dokunulmazlığı bulunuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın, Said-i Nursî'ye resmi olmayan veya devletin diğer kademelerinde veya teşkilatta görevli kimliği taşıyan biriyle para göndermesi imkansızdı. Savaş hali nedeniyle Tiflis'te elçilik yok. Para ancak dokunulmazlığı olan bir hayriye cemiyeti aracılığı kullanılarak gönderilebilirdi. Resmi anlamda kurye gönderilirse yakalanma riski yüksekti.
Başka bir belgede Rusların elinde esir bulunan paşalar ve diğer subaylara iki defa 150 ruble gönderildiğini saptadık. Rublenin değeri o zaman çok düşük. Esir alınan paşaları için devlet iki defa 150 ruble göndermiş. Daha sonra, ödenek yokluğu ileri sürülerek, uluslararası sözleşmelere göre esirlerin bakımı için göndermesi gereken parayı kesmiş.
Yine aynı dönemde esirlere gönderilen paralara ilişkin elde ettiğim belgeler ve esirlerin durumunu gösteren belgeler ve birçok tarihçinin ortaya koyduğu belgeler, çok sayıda Türk esirin Rusya'da açlıktan öldüğünü ortaya koyuyor.
Devlet, paşalarına dahi para göndermezken, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye Hilal-i Ahmer Cemiyeti aracılığıyla 60 lira gibi bir para göndermesi ilgi çekici. Yine, Başbakanlık arşivlerinde bulunan belgeler Osmanlı Devleti Dışişleri Bakanlığı ile Rusya arasında Said-i Nursî ile ilgili esirlik döneminde 10 yazışma olmuş. Konumun dışında olduğu için bunları almadım. Gördüğüm kadarıyla, Said-i Nursi'nin devletle bir ilişkisi olduğu gerçeği daha ağır basıyor."
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kanatları altında şeriatçılık yapmak nasıl bir şey acaba?


"MEMURLARIN MASASINA/ SOLCULARIN KAFASINA/ MASONLARIN KASASINA/ HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ"

"Cumhuriyet hükümeti, bütün üyeleri ile, Atatürk ıslahatının (devrimleri ya da inkılapları değil; ıslahatı) ilkeleri üzerinde kararlıdır".
-2 Ağustos 1961: Devlet Bakanı Amil Artus, radyoda yaptığı konuşmada, hükümetin dine karşı olduğunu ileri süren görüşleri yalanlayarak, camilerin kışlalara çevrileceğine, ezanın gene Türkçe okutulacağına, Kur'an'ın okunması ve radyoda yayınlanmasının yasaklanacağına ilişkin söylentilerin rejim düşmanları tarafından atılan yalanlar olduğunu açıkladı. Bu, 27 Mayıs rejiminin gericilere verdiği en önemli ödün oldu.
-1965: Tek başına iktidar olan AP'nin genel başkanı cumhuriyet tarihinde ilk kez Başbakanlık makam odasında namaz kılmıştır. Bu dönemde resmi dairelerde mescitler açılmaya başlandı, devlet konservatuarında dinsel piyesler oynandı.
-20 Eylül 1965: Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nün kararıyla, Nurculuk devletin temel düzenini bozucu dinsel bir irtica olayı olarak kabul edildi ve TCK'nın 163. maddesi kapsamına alındı. Yargılayın hukuk açısından vardığı sonuçlar şunlardı:
"1. Nurculuk ülkenin bütünlüğünü bozmaya yönelmiş amaçlar taşımaktadır.
2. Nurculuk, merkezinin Mekke olacağı bir İslam devletinin kurulmasını ve Türkiye'yi bu devlet içinde eritmeyi istediği için, Türkiye Devleti'nin bağımsızlığını ve birliğini bozmak ve yoket-mek amacındadır.
3. Varolan, laik Anayasa düzenine ve buna uygun laik hukuk, toplum ve politik devlet yapısına karşı olan ve bunu yıkarak dine dayanan, teokratik bir düzeni kurmak isteyen Nurculuk, bu biçimdeki eylemleri cezalandıran Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini çiğnemektedir.
4. Nurculuk, devrimlere ve laik devlet düzenine düşman olan, onu yıkmak amacını güden akımların bir simgesi olarak ortaya çıkmaktadır."
Nisan 1966: CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, TBMM'nde konuşuyor:
"...Rakiplerini din yolunda küçük düşürmek, itham etmek, vatandaşın hiddetine ve nefretine maruz bırakmak bir siyasal oyundur. Bu siyasal oyun, Anayasa ile men edilmiştir. Bu oyunla, bu ülke benim bildiğim altmış yıldan beri hayati tehlikeler karşısında mücadele etmektedir. Ben bu ülkede irticaın yaptığı kışkırtmaları, irticaın bu ülkeye getirdiği zararları herkesten daha çok, burada bulunan sayın arkadaşlarımdan daha çok nefsinde denemiş bir insanım. Tarihten bahsedeyim size. İkbalin en yüksek zirvesinde bulunduğumuz zaman, irtica, bu ülkeyi geride bırakmak için en azılı zararlarını vermiştir. Türkler İstanbul'u 1453 yılında aldılar. Büyük bir dünya olayı. İkbalin bunun üzerinde daha yüksek bir noktası var mıdır?
Şimdi bakınız, 1453 yılında tüm dünyada matbaa icad edildi. Ve tüm dünya matbaa sayesinde yeni bir kalkınma, yükselme ve ilerleme devresine girdi. Türkiye'de irticai tercih edenler Türklerin matbaa kurmalarına izin vermediler. Fatih'in kudreti, tüm dünyada matbaa açıldığı zaman, İstanbul'da, Türkiye'de matbaa açmaya yetmedi. İrtica kuvvetini hafif görmeyiniz. İrtica kuvvetine rüşvet vermeyiniz. İrticaın, bu ülkeye getirdiği zararların daha büyüklerini getirmeye eğilimi, kudreti vardır. İrtica size masum bir adam biçiminde gelir. İrtica size büyük bir gazete biçiminde fesat yuvası olarak gelir. İrtica milletvekili olarak kürsüye çıkar, 'işte son peygamberiniz' diye hitap etmek cesaretini bulur..."
-6 Eylül 1966: Yargıtay Başkanı İmran Öktem, yeni adli yılın açılışı nedeniyle bir konuşma yaptı. Öktem, konuşmasında Said-i Nursî'nin yarı cahil, okuma yazma bilmeyen biri olduğunu, 31 Mart Olayını düzenleyen Derviş Vahdeti ile ilişkisi bulunduğunu, Volkan'daki yazılarıyla 31 Mart'ı körüklediğini belirterek şunları söylüyordu:
"...Nurslu Said, Türkiye'nin batılılaşmasına, ulusal bilincin uyanmasına yazılarıyla ve eylemleriyle muhalefet etmek istemiştir. Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu Büyük Atatürk'ün devrimlerini, hareketlerini uygun bulmamış, yazılarıyla O'nu küçük görmüş, reformu durdurmak istemiştir. Kendisi, İslam dini ve inancı ile bağdaşması mümkün olmayan fikirler ortaya atmış, iddialar ileri sürmüştür."
"...Onlara göre, Atatürk yönetimi dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, komünistlik, bozguncu komitelerin faaliyet yıllarıdır. Devrim yasaları geçicidir ve Hıristiyan yasalarıdır. Kemalistler; seviyesiz, anarşist kimselerdir. Devlet İslam esaslarına göre kurulmalıdır. Devletin manevi kişiliğinin Müslüman olması gerekir. Müslümanlara, Kur'an dışında Anayasa gerekli değildir. Said-i Nursî, milliyet ve milliyetçilik fikrine düşmandır. Milliyetçilik, İslam birliğine engeldir. Bu yol ile, Bolşevizm ve sosyalizm karşısında mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslam ümmetçiliği başede-bilir. İslam ümmetçiliği şarttır."
"Görülüyor ki, 'İslam kardeşliğini geliştirecek' gerekçesiyle, Türkiye'nin felaket ve musibeti, onda bir sevinç uyandırmıştı."
-1967: İsteğe bağlı din dersleri liselere de konuldu.
-1968: Nisan ayının ilk günlerinde Ankara'da bir broşür dağıtıldı. Kaliteli bir baskısı olan broşürün başlığı şuydu: "Hizb-üt Tahrir Sunar:İslam Devleti Anayasası". Arap harfleriyle basılan Anayasa Tasarısı'nda şöyle deniyordu:
"...İslam devleti, İslam akidesi esasına göre idare edilecektir. Buna aykırı hiçbir şey devletin bünyesinde, teşkilat veya muhasebesinde bulunmayacaktır.
Devleti bir devlet başkanı idare edecektir. Onun her sözü, muayyen şer'i hükümleri benimsemesi şartıyla kanundur. Bütün tebaa böyle bir kanuna gizli ve aşikar itaate mecburdur."
"...Devletin resmi dili Arapçadır. Şer'i hükümler için muteber kaynaklar Kur'an, sünnet, sahabe, icma ve kıyastır. Bunlardan başka kaynaklar teşrii hareketlere mesnet teşkil edemezler."
"...İslam devletinde hakimiyet milletin değil, şeriatındır ve bu husus 20. maddenin a fıkrasıyla anayasaya geçmiştir."
"Kadın ve erkek, ahlaka zararlı, toplumu ifsat edici şer'i hükümlerden birinin şümulüne giren her türlü işi yapmaktan men edilir. Mesela, erkeklerin kendilerine olan. meylinden faydalanmak için tayyarelerde kadın hostes, berberlerde ve lokantalarda güzel erkek çocuklar çalıştırmak gibi."
Aynı günlerde bir başka broşür daha dağıtılıyordu. "Müslümanların Ölüm Kalım Meselesi" adlı broşürde, İslam devletinin ancak kılıçla kurulabileceği, bunun bir ölüm kalım meselesi olduğu, müslü-manlar bunu göze alırlarsa, bugünkü gibi Dar-ül Küfür'de, yani müs-lümanlığı yadsıyanların ülkesinde değil, Dar-ül İslam'da, yani İslam Ülkesi'nde yaşayacakları anlatılıyordu.
(KIRÇAK, Dr.Çağlar: Türkiye'de Gericilik, Sf.200)

Hizb-üt Tahrir, 1957 yılında Şeyh Takiyeddin Nebhani tarafından Kudüs'te kuruldu. Türkiye'de, ilk kez 1967 yılında ortaya çıkarıldı. Ürdün kökenli örgüt, İran İslam Devrimi'ni başlangıcından bu yana destekledi. Ancak devrim anayasasının açıklanmasından sonra, bazı maddelerle çelişkiye düştüğü için destek azaldı.
Türkiye'de, 1967 yılından bu yana, Hizb-üt Tahrir'e yönelik birçok polis operasyonları yapıldı. 1980'lerde çalışma alanının ağırlık noktasını İstanbul'a kaydıran örgüt, 1986'da Çorum'da ortaya çıktı. Yine "Anayasa" dağıtıyorlardı.
-22 Temmuz 1968: Yeşil sarıklıların yönettiği kalabalık, "Emperyalizmi Tel'in" amacıyla öğretmenler lokalini, Konya Gazete-si'nin merkezini ve kitabevlerini tahrip ettiler. Olaylarda 14 kişi yaralandı ve İçişleri Bakanı Faruk Sükan demecini patlattı: "Aşırı solun son günlerde giriştiği tahrik ve anarşi hareketlerinin, Konya'daki üzücü olaylarda rolü olduğu kanaatindeyim."
-12 Kasım 1968: Türkiye İslam Enstitüleri Talebe Federasyo-nu'nun bildirisinde, askeri okullarda din dersi okutulması talep ediyordu..
-11 Şubat 1969: Bir bayan öğretmen, derslere başını örterek girdiği için görevden alındı.
-14 Şubat 1969: Solcu gençler, Amerikan 6. Filosu'nün gelişini protesto için yürüyüş düzenlediler. Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Derneği, günlerce cihat çağrıları yaparak, yürüyüşü "Komünizm geliyor, din elden gidiyor" diye yorumluyordu. Camilerden çıkan gericiler, Dolmabahçe'den Taksim'e yürüyen gençlerin üzerine "Müslüman Türkiye", "Allah İçin Savaşa", "Komünistleri Geberteceğiz", "Yaşasın Toplum Polisi" diye bağırarak saldırdılar. Sonuç; Duran Aydoğan ve Turgut Aytaç adlı iki genç ölü, 204 yaralı.
Gericiler komünizme saldırıyorlar ama 6. Filo'nün gelişi için genelevde günlerce hazırlık yapılıp baştan başa badana edilirken saldırı sadece Amerikan askerlerinin Türk kızlarıyla güven içinde fuhuş yapmasına yarıyordu.

FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU'NUN BİLDİRİSİ

Kanlı Pazar'ın hemen ardından Fikir Kulüpleri Federasyonu, tek yaprak üzerine basılmış bir bildiri yayınladı. FKF'nin 'Bağımsız Türkiye' adlı bülteni, "Amerikan Gavuruna Karşı Birleşelim" başlığını taşıyor ve şunlar yazılıyor:
"100 binlerce işçi, köylü, genç Amerikan sömürgeciliğine ve içimizdeki ortaklarına karşı yürüyorlar!.. Sömürgeci Amerikan şirketlerinin, tefecilerin, talancı tüccarların ve ağaların bekçisi zalim 6. Filo'yu istemedikleri için yürüyorlar!.. Gavur Amerikan bayraklarının dalgalanmadığı bağımsız Türkiye için; işsizliğin olmadığı, çalışanların haklarını aldığı bir Türkiye için yürüyorlar!..
Silahla içimize giremeyen Amerikan Gavuru, hileyle "dost" adı altında 35 binden fazla askeri yurdumuza soktu. Şehit kanıyla sulanan topraklarımızın üzerinde, subaylarımızın ve erlerimizin içine giremediği 100'den fazla Amerikan askeri üssü kuruldu. Bunun yanında, karasularımıza 6. Filo'sunu sokmaya; limanlarımızı, denizcileri için fuhuş yatağı olarak kullanmaya başladı Amerikan gavuru!.. İşsizlerimiz sokakta gezer, hastalarımız hastane bulamaz, çocuklarımız ilaçsızlıktan kırılırken; Amerikalı denizcilerin fuhuş yapması için oteller kapatılıyor. Amerikan 6. Filo'sunun ahlaksız komutanı Amiral Charbonatt dansözün etekliğini beline takıp, yoksulluğumuzla alay edercesine göbek atıyor!.. Üniforma giymiş zavallı kardeşlerimiz, işlerini iyi yapsınlar diye soğuğun altında Amerikalıları bekliyorlar!.. Aldatılmış Müslüman kardeşlerimiz, gavur Amerikan 6. Filo'suna karşı namaz kılıp bağımsızlık yürüyüşü yapan diğer Müslüman kardeşlerine saldırılıyorlar!.. Müslümanlar o bayrakları kovuncaya kadar savaşırlar. Cihat, bağımsızlık isteyen kardeşlere karşı değil, sömürücü gavur Amerika'ya karşı açılır!..Hürriyetimiz, ekmeğimiz, namusumuz için gavur Amerika'ya ve ortaklarına karşı birleşelim, dövüşelim!.." (Belgelerle FKF, Dev Genç. Cilt l. Sf.461. Nisan 1988, Ankara)

-3 Mayıs 1969: Ünlü hukuk adamı, Yargıtay Başkanı İmran Öktem l Mayıs 1969'da öldü. 3 Mayıs günlü gazetelerde şu haberler çıktı:
"Bazı gerici çevrelerin, bugün cenaze töreni yapılacak olan İmran Öktem'in cenaze namazının kılınması sırasında olay çıkartacakları öğrenilmiştir. Dün, Hacıbayram Camii müezzinlerinden olduğu öğrenilen, fakat adı saptanamayan bir gencin, namazı kıldıran imamın yanına vararak; 'Muhterem cemaat, vefat etmiş olan İmran Öktem'in yarın burada cenaze namazı kılınacaktır. Bu namazı kılmamanızı rica ediyorum' dediği duyulmuştur."
Nitekim, aynı gün Maltepe Camii'nde olaylar çıktı. Daha önce İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin ve Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri ile AP'lilerin Maltepe camii çevresine taş ve sopa yığınağı yaptıkları biliniyordu. Caminin imamı cenaze namazını kıldırmaktan kaçındı. Namaz, törene katılmak amacıyla gelmiş olan İlahiyat Fakültesi mezunu bir avukat olan Hıfzı Gözübüyük tarafından kıldırıldı.
O sırada olaylar patladı. Yaklaşık üç bin kişilik bir topluluk, cenazeye katılanlara, "Dinsizlerin namazı kılınmaz", "Allahsızın namazı kılınmaz", "Kafirler Moskova'ya" diye bağırmaya başladılar. Cami avlusunda bulunan Devlet Bakam Scyfi Öztürk ile bazı tabii senatörler ve sivil giyimli subaylar arasında tartışmalar çıktı. O ana kadar seyirci konumunda olan polisler göstericilere doğru ilerlemeye başladı. Toplum polisi cop kullanıyordu ama göstericiler geriye püskürtüle-ceğine ellerindeki megafonlarla bağırarak musalla taşına doğru yaklaşıyorlardı. Musalla taşının yanında ise CHP Genel Başkanı İsmet İnönü duruyordu. Gruptan bazı kişiler İnönü'yü tartaklarken, Tuğgeneral Nabi Alpartun İnönü'ye yaklaşarak koluna girip tabancasını çekiyor, ''Açılın, bu memleket sahipsiz değildir", diye bağırıyordu. Alpartun daha sonra İnönü'ye dönerek, "İzin verirseniz emniyetinizi sağlayacağım, Paşam", diyordu. İnönü, olay için daha sonra, "Kesin ölçüde bir 31 Mart vak'ası" nitelemesi yapıyor; Aybar "İrticanın cüretkâr bir gövde gösterisi" diyor; Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ise, "Yağmur eken fırtına biçer derler. İktidar artık fırtına ekmeye başlamıştır. İleride ne biçebileceğim kestirmek hiç de güç değildir. Türkiye, sahipsiz bir memleket manzarasına büründürülmüştür", diye konuşuyordu.
-9 Temmuz 1969: Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS'ün Kayseri'dcki genel kurulu, şeriatçılar tarafından basıldı.
Genel kurul devam ederken, iki cami avlusunda, İmam Hatip Okulu ve Kayseri Türk Kültür Derneği önünde patlama olayları oldu. Yer yerinden oynadı. Binlerce kişi, TÖS Genel Kurulu'nün yapıldığı salonu bastı. Şehirde işyerleri kapatıldı, kısa aralarla elektrikler kesilmeye başlandı. Vali Abdullah Asım İğneciler belediye hoparlörlerinden halkı sakin olmaya çağırıp TÖS Genel Kurulu'nün çalışmalarına son verdiğini açıkladı. Oysa Genel Kurul sürüyordu ve binlerce kişi, "Komünist öğretmenler camilerimizi bombaladı" diye bağırıyordu. Kalabalık, "Endonezya kadar olamayacak mıyız?", "Camilerimizi komünistlere çiğnetmeyeceğiz", "Din düşmanları kahrolsun" diye slogan atıyor; tekbir getirerek sinema salonunu yakmaya uğraşıyordu.
Polisin olayları engelleyememesi karşısında askeri birlikler devreye girdi ve öğretmenler orduevine yerleştirildi. Bu sırada, olaylar sürdü ve TÖS şubesi ile TİP il binası tahrip edildi. Topluluk durmak bilmiyordu. Otelleri, bar ve pavyonları bastılar; çırılçıplak soydukları konsomatris kadınları yerlerde sürüklediler.
Altı saat süren olaylarda üç toplum polisiyle yirmi kişi yaralandı. Dokuz kişi yakalandı. Öğretmenler, askeri araçlarla Kayseri'den çıkabildiler.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder