2 Nisan 2015 Perşembe

Türkiye 12 Eylül’e Nasıl Geldi?





Türkiye 12 Eylül’e Nasıl Geldi?




Talat Turhan

Giriş

Ziverbey Köşkü işkencecilerinin CHP’yi suçlamak için özel bir çaba içinde olduklarını algılamam, sorunun daha da üzerine gitmeye zorladı beni. Bu nedenle 12 Mart döneminin onbinlerce sayfa tutan dava dosyalarını araştırdım.
Özet bir sonuca vardım ve bunu 1975 yılında savunmamla birlikte Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açıkladım.
Kanıma göre ABD emperyalizmini 12 Mart yarı askeri darbesi tatmin etmemişti.
İlerde bir dönem gelecek; 27 Mayıs tam tasfiye edilecek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin radikal kesimi tam tasfiye edilecek, CHP kapatılacak, Atatürkçü demokratik sol görüş tasfiye edilecek ve faşist bir düzen kurulacaktı. Nitekim beş yıl sonra 1980 askeri darbesi tahminimi bütünüyle doğruladı. Neden CHP düşman seçilmişti? Çünkü, antikomünist görüşle beyinleri yıkananlar için, sosyalizm ile sosyal demokrasi koşuttu.

Bu nedenle Ecevit ve CHP’nin üzerine gidiliyordu. Nitekim ÖHD’de görev yapmış emekli Yarbay Hüseyin Yakış bir gazeteye yaptığı açıklamada “ÖHD Türk toplumunun ÖHD’si olma vasfını kaybetti.
Çünkü kuruluşunda sağcı bir temel üzerine kuruldu.

***
Mukavemet personeline dersler verilirken bazı sözler söylenmiştir.
Örneğin, komünist mihraklar vardır, bunlar dernekler, sendikalar, siyasi partilerdir, hatta bunlar içinde Atatürk’ün kurduğu parti de var.
Böylece belirli bir siyasi görüşün ideolojisine sahip çıkmış görünmektedir.”1 Yakış, örgütün içinden gelen çok önemli bir tanıktır.

CHP’yi suçlayıcı dersler verildiğini açıklamaktadır.

Buna karşın örgüt elemanlarına benimsetilmeye çalışılan ideoloji faşizm ile bağdaştırılabilir.
Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen ülkelerde, faşist anlayışla yetiştirilen örgütlere yer verilmesi nasıl açıklanabilir? Bu anlayışın benimsetildiği paramiliter örgütler, partiler ve militanlar CHP’yi ve CHP’lileri Gayrinizami Savaş kapsamında “İç Komünistler” olarak kabul etmiş ve onlarla mücadele etmeyi “vatanseverlik” saymışlardır.
AP’nin de bu anlayışa, o dönemde, destek verdiğini görüyoruz.
Emekli olduktan sonra AP tarafından İstanbul’dan Senatör adayı gösterilen Org.
Türün seçilemeyince, daha sonra Manisa milletvekili adayı gösterildi.
Bu kişi yaptığı seçim konuşmasında CHP’yi “kominizm ve anarşinin destekçisi ve teşvikçisi olmak”la2 suçladı.
Türün’ün açıklaması, 1975 yılında öne sürdüğüm “CHP kapatılacak” savımın iki yıl sonra doğrulanması anlamına geldiği gibi, Ziverbey İşkence Köşkü’nün ne amaçla kurulduğunu gösterecek bir denek taşı kabul edilmelidir.
Kuşkusuz bu görüşte Türün yalnız değildi.
Nitekim Demirel de aynı dönemde “Cumhuriyet Halk Partisi’ni anarşi ve komünizmi sessizce teşvik etmekle”3 suçlamakta ve Türün’ü savunmaktadır:
“Halk Partisi Genel Başkanı devletin verdiği görevi şerefle yapan İstanbul eski Sıkıyönetim Komutanını faşist ilan ediyor, böylece Halk Partisi Genel Başkanı’nın maskesi bir defa daha düşmüştür.
Faşist dediği general ne yapmıştır? Ülkeyi rahatsız edenleri, görev gereği tesirsiz hale getirmek için kanunların verdiği yetkiyi kullanarak hizmet yapmıştır.”4 Demirel bu sözleriyle sırf Türün’e arka çıkmıyor, dahası onun üzerinde yoğunlaşan Ziverbey İşkence Köşkü uygulamalarına dolaylı da olsa arka çıkıyor.
Aynı anlayışın bir uzantısı olarak AP milletvekili Müfit Bayraktar “Komünistlere karşı Türk devletini korumak için mücadele unsuru olan bir kuruluş ise Kontrgerilla teşkilâtı mubahtır” diye açıklama yapıyordu. Ziverbey İşkence Köşkü’ndeki Kontrgerillacıların katkısı ile CHP’nin kapatılmasına çalışanlar, günün birinde kendi partilerinin de kapatıldığını gördüklerinde şaşkına dönmüşlerdir.
Ama iş işten geçmiştir.
Bugün geçmişin bu olumsuz tavırlarından ders alınmış olduğu görülüyor.
Demokrasi adına bu gelişmeyi saygı ile karşılıyoruz.
AP ile CHP arasında her konuda olduğu gibi Kontrgerilla konusunda da kısır çekişmelerin sürdüğü bir dönemde Ankara’ya giderek Ecevit ile görüşüp bilgilendirmek istedim.
Bu amaçla ilk önce özel kalem müdürü Galip Uzun ile görüştüm.
Kendisine Özel Savaş, Gayrinizami Savaş ve Kontrgerilla Harekatı’na ilişkin bazı resmî ABD ve Türk belge ve yapıtlarını gösterdim.
Bana yanıt olarak, Ecevit’in ertesi gün akşam Libya’ya gideceğini5, bütün gününün dolu olduğunu, bu nedenle Libya dönüşünü bekleyip bekleyemeyeceğimi sordu.

Dönmek zorunda olduğumu söyledim.

Bu kez, ertesi gün Ecevit’e göstermek üzere belgeleri benden istedi.
Memnuniyetle verdim.
Ertesi akşam buluştuğumuzda benden özür dileyerek, fotokopi çektiklerini söyledi.
İlaveten, Ecevit adına Deniz Baykal ile görüşüp görüşemeyeceğimi sorunca kuşkusuz kabul ettim. Ecevit’in önerisi üzerine Baykal ile, Baykal’ın önerisi ile de Süleyman Genç ile birkaç saat görüşerek, bu konuda bildiğim gerçekleri kendilerine aktardım.
Bir kopyası Ecevit’e sunulmak üzere benden yazılı bir rapor istediler.
İsteklerini yerine getirdim.6 Ecevit, Libya dönüşünde Cumhurbaşkanı Korutürk’ü ziyaret etti.
O günkü radyo ve TV haberlerinde Ecevit’in Korutürk’e ‘özel istihbarat’ verdiğinden sözediliyordu. Ecevit bugüne kadar yaptığı açıklamalarda benim ismimi özenle gizlemeye çalışmıştır.
Bu nedenle özel istihbaratın benim belgelerimin fotokopisi olup olmadığını bilmiyorum.

Gerçi Ecevit’e 1974 yılında ÖHD konusunda bir brifing verilmişti ama, bu brifingde kendisine ÖHD’nin sivil uzantısı ‘vatanseverler’den oluşan örgütün şemasının gösterilmiş olduğunu sanmıyorum.
Benim özel kalem müdürüne verdiğim belgeler arasında “ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimnamesi” de bulunuyordu.
Anılan Talimname’de Yeraltı Örgütü’nün şeması gösteriliyor ve bu örgütün “yasalara bağımlı olmadığı” da açıklanıyordu. CHP’ye sunduğum raporun bir kopyasını da Uğur Mumcu’ya vermiştim.

Mumcu ve İlhan Selçuk geçen yıl yazdıkları makalelelerde anılan rapordan söz ettiler.7-8

***
Rapor
Genellikle kamu kuruluşları legal örgütlerden oluşurlar.
Buna karşın bu örgütlerin felsefesinin, devletin temel politika ve felsefesini yansıtmak durumunda ve zorunluluğunda olacağı da bir gerçektir.
Tarih boyunca her konuda, belirli sistemler içinde dahi sapmaların olabileceği görülmüş, bu nedenle de bir yandan iktidar güçleri birbirlerinden bağımsız organlar arasında bölüştürülürken, bir yandan da söz konusu sapmaları önlemek için kuvvetler arasındaki dengeler anayasalarla kurulmaya çalışılmış, bunun organları ve yaptırımları beraberinde getirilmeye çalışılmıştır.

Bir Kurtuluş Savaşı ürünü olan 1921 ve 1924 anayasalarının “kuvvetler birliği” ilkesini benimsemiş olmalarına karşın, özellikle çok partili dönemde liberal ekonomiye aşırı teslimiyetin doğal sonucu olarak Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma özlemleri kuvvetler birliği sistemi içinde millî irade kavramının yanlış bir değerlendirmeye tabî tutulması ve o dönem iktidarlarını bir parlamenter diktaya gitmesi olgusu 27 Mayıs 1960’la noktalandı.

Bir tepki anayasası olan 1961 anayasası, 27 Mayıs öncesi anayasal düzenin tam karşıtı ve Montesque’den bu yana benimsenen kuvvetler ayrılığı ilkesini getirmiş olmasına karşın, Türk kamuoyunun yüzde 68 onayını almıştı.
1960’dan bu yana olan gelişmeler Türkiye’yi Küçük Amerika yapma özlemi içindeki politik güçlere daha da etkenlik kazandıracak bir oluşum göstermesi ve daha önemlisi 1961 anayasasının getirdiği göreceli özgürlük ortamının devrimci sınıfları bilinçlendirmiş olması, özellikle 1965’den sonraki iktidarların uzun vadeli politik çıkar ve hedeflerini gerçekleştirme çabaları 1961 Anayasası’nı tebdil, tağyir ve tahribe yöneldi.

Söz konusu politik güçler ilk etapta anayasa değişikliklerini maşalar kullanarak gerçekleştirmeyi başardılar.

Uzun süreden beri ABD ve dünyadaki tüm yasa dışı girişimleri, darbeleri, iktidar değişikliklerini ve ABD yanlısı politik örgütleri CIA’nın desteklediği ve organize ettiği, finansmanını karşıladığı hem de ABD’de yapılan araştırma ile su yüzüne çıkmış bulunuyor.

Bunun yanında CIA’nın dünya kapitalizminin ve emperyalizminin mutlak hâkimi olduğunu iddia eden ABD’nin ekonomik örgütleri olan Çok Uluslu Şirketleri (ÇUŞ) de kendi amaçları doğrultusunda kullanarak az gelişmiş ülke politikalarını dolaysız ya da dolaylı olarak etkilediğini tüm dünya kamuoyu bugün öğrenmiş bulunmaktadır.
ABD’nin CIA eylemlerini soruşturma gereği duyduğu bir dönemde, Küçük Amerika özlemindeki azgelişmiş ülkelerin, CIA ile birlikte çalışan örtülü paralel örgütlerinin eylemlerinin yasal olup olmadığının saptanmasında kesin bir zorunluluk vardır.
Bu görev yerine getirilmeden Türkiye’de parlamenter demokrasinin varlığından, anayasal düzenin işlerliğinden, demokratik hukuk devleti kavramından söz edilemeyeceği kanısındayız.
Kaldı ki, Monroe, Truman, Eisenhower doktrinleri gibi doktrinler, ABD’nin uzun süredir az gelişmiş ülkelere yerleşmesini önermiş ve bu yerleşme ve işgal fiilen gerçekleşmiş olmasına karşın, ulusal kurtuluş savaşlarının ortaya çıkması ve en güçlü döneminde en büyük zafiyetini yaşaması tarihi bir gerçek olan ABD kapitalist emperyalizmini derin kuşku ve endişelere düşürmüş, özellikle Küba Devrimi’nden sonra, her alanda önlemler almaya zorlamıştır.
Bu önlemler arasında ABD (CIA) tüm azgelişmiş ülkelerin iktidarlarını yaşatan legal güçlerle sıcak ilişkilerini arttırmış, bununla da yetinmeyerek bu ülkedeki çıkarlarını korumak için, kendine bağlı iktidarları yaşatmak, kendi çıkarlarına ters düşen iktidarları devirmek amacıyla illegal (yasadışı-yer altı) örgütleri kurmuştur.

Bu illegal örgüt Türkiye’de 12 Mart’tan sonrasında, özellikle dış kaynaklı provokasyonlardan sonra sahneye konulmuştur.
Bu gerçek daha bugünden birçok kanıtla belgelenmiştir.
Örneğin, Mahir Çayan’ların Maltepe hapishanesinden kaçırılması, yeri saptandığı ve sürekli izlemeye alınmasına karşın yakalanmayarak Kızıldere operasyonunu tezgahlamaya kadar varan bir kontrgerilla eylemi gibi...
Türkiye’nin başarılı Kıbrıs harekatından sonra devrilen CIA uşağı Yunan generalleri çeşitli suçlardan yargılanmış, Yunan gizli servisi KYP’nin CIA ile ilişkileri yanında, Yunan kontrgerillası ESA örgütünün de CIA ile ilişkileri ortaya çıkmıştır.
Bu örgütlerin de tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ‘sosyal uyanışı önlemek’ ve ABD yanlısı düzeni yaşatmak amacıyla işkence yaptıklarını ve her türlü kışkırtıcılığı teşvik ettikleri yargılama sonucu anlaşılmıştır.
Eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in CIA ile MİT ilişkisi konusunda yaptığı açıklama, Türkiye’de devrimciler tarafından uzun süredir öne sürülen aynı doğrultudaki iddialara yeni boyutlar kazandırmış, konunun Meclis’e aktarılmasını zorunlu kılmıştır.
Bu noktada altını çizerek vurgulayacağımız gerçek tek değildir.
Sorunun kapsamı CIA-MİT ilişkilerinin çok üstündedir.
Bu nedenle, aşağıda belirteceğimiz esaslar dahilinde “Meclis Araştırması”na dönüştürülmesi parlamenter demokrasiye inanmış ve tüm politik yasal örgütlerin uzun bir süreç içindeki politikalarına yön verecek niteliktedir.
Meclis’teki önergenin kapsamı içinde dahi konuyu ele aldığımızda en azından ABD’de CIA hakkında yapılan araştırma paralelinde Türkiye’de MİT hakkında bir araştırma yapılmazsa, rejimin geleceği kuşkuludur.
MİT, 644 sayılı yasa ile kurulmuş ve belirli görevleri olan yasal bir örgüt olmasına karşın, 12 Mart sonrası sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davaların hemen tümünde yasa dışı uygulamalarda kullanıldığını saptayan belgeler bulunduğu gibi, bazı namuslu yargıçlarla Askeri Yargıtay bu yasa dışı kullanımı karara bağlamış; bazı devrimci yazarlar yasadışı kullanılan kışkırtıcı ajanları ve MİT’in yargıya müdahalesini saptayan belgeleri mahkeme dosyalarına dayanarak kamuoyuna duyurmuşlardır.
Demokratik hukuk devletinde hiçbir örgütün yasa dışı eylemleri denetim dışı bırakılamayacağına göre, MİT’in görev sınırlarını aşan eylemler Dışişleri Bakanı tarafından da açıklanan girişimler neden bugüne kadar denetim dışı bırakılmıştır? Bu noktada 12 Mart sonrasında “Devlet Brifingi” adı altında Marmara Köşkü’nde MİT’çe yetkili kişilere birkaç kez yapılan pazarlıklar ve MİT’in yargıyı kontrol altına alma girişimlerinin saptanmasında kesin zorunluluk görüyoruz.

Çünkü MİT’in yargı üzerindeki baskısı bir yandan CIA önerileri doğrultusunda anayasa ve yasa değişiklikleri şeklinde sahneye konulmuş, bir yandan da güvenlik mahkemeleri kurulup bu mahkemelere yapılan atamalar yürütmenin kontrolüne verilmiştir.
Yürütmeyi MİT, MİT’i CIA kontrol altında tuttuğuna göre, yargı üzerindeki Amerikancı baskı halen sürdürülmektedir.
Güvenlik mahkemelerinde bir takım şerefli yargıçların mesleki onurlarına yaraşır davranışlarını görmemize karşın, MİT’le Devlet Güvenlik Mahkemelerinin bazı yargıç ve savcıları arasındaki sıcak ilişkiler devam etmektedir.
Faik Türün’ün zulüm ve işkencesine yasal kılıf hazırlamakta beceri gösteren kişilerin, anılan mahkemelerde görevli bulunmaları rastlantı değildir. Marmara Köşkü’nde yapılan MİT brifingleri “devlet brifingi” adı altında bakanlara ve kolordu komutanları dahil, daha üst rütbedeki generallere dağıtılmıştır.
MİT ile ilgili bir araştırmaya girilmeden önce, bu belgenin ayrıntılı eleştirisini yaparak MİT’in niyetinin saptanmasında kesin zorunluluk görmekteyiz.
Çünkü, uzun süredir Son Havadis’te üç yıldız simgesiyle, demokratik düzenle ilişkisi bulunmayan ve içinde MİT’in de bulunduğu yönetim biçimleri önerilmektedir.

Özellikle CIA araştırmasında, az gelişmiş ülkelerde Amerikan yanlısı partilerle basın yayın organlarının doğrudan doğruya CIA dolarlarıyla veya dolaylı olarak az gelişmiş ülkelerdeki ÇUŞ’lar aracılığıyla beslendiğinin açıklandığı bir dönemde, önerilen üçlü yönetimi bir gazete haberi saymak büyük yanılgıya düşmek olur.
Kaldı ki, ilginç bir rastlantı olarak, dün bir yanılgıya düşerek CIA-MİT ilişkisini açıklamak durumuna düşen Çağlayangil, 1969’larda yapılan bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında çare olarak aynı üçlü yönetim önerisinde bulunmuştur.
Bugün CHP saflarında bulunan Muhsin Batur, anılan MGK toplantısında bulunduğuna göre, olayın ayrıntıları kendisinden sorularak konunun uluslararası boyutlarını saptama olanakları vardır.
MİT sorununu kaba hatlarıyla böylece ortaya koyduktan sonra, MİT ile ilgili aşağıdaki soruların yanıtlanmasını zorunlu görmekteyim:


1- MİT-ABD İlişkilerinin; a) 1950-1960 (MAH) dönemi, b) MAH’ın MİT’e dönüştüğü dönem ayrıntılarıyla tüm servisler açısından saptanmalıdır.
2- Bu dönemlerde milli bütçe dışında ABD’den gerek para, gerek araç-gereç ve teçhizat olarak MİT’in aldığı yardımın saptanması.
3- Aynı dönemde MİT tarafından doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yayımlanmış belgelerle bunların hangi kaynaklardan beslendiğinin saptanması.
4- MİT’çe finanse edilen yayın organlarının saptanması.
5- MİT’e hizmet eden ve MİT’in doğruları yönünde kamuoyu yaratılması için yazı yazan yazarların saptanması.
6- MİT’in sağcı örgütlerle ilişkisinin ve bu örgütleri hangi tarihlerde ne miktar finanse ettiğinin saptanması.
7- MİT’in Türk sendikacılığının doğal gelişimini saptırmak için kurduğu sarı sendikaların ve kullandığı işçi liderlerinin saptanması.
8- Sağcı öğrenci örgütleriyle satın alınmış öğrenci liderlerinin ve bu örgütlerin finans kaynaklarının belirlenmesi.
Politik cinayetlerle anılan örgütler arasındaki ilişkinin, bu örgütlerle aşağıda ayrıntılarını açıklayacağımız kontrgerilla ilişkilerinin saptanması.
9- Üniversitelerde MİT adına görev yapan öğretim üyelerinin ve yaptıkları görev karşılığı dolaylı ve dolaysız olarak aldıkları ücretlerin belirlenmesi (MİT, kullandığı kişilere ya kadrosunda göstererek devamlı para vermekte ya da her türlü kontrol dışında MİT müsteşarı tarafından kullanılan örtülü ödenekten yapılan iş karşılığı para vermekte veya dolaylı yoldan kontrol altındaki kamu ve özel kuruluşlardan çıkar sağlamak suretiyle elemanlarını beslemektedir.
Örneğin, devrimci ve ilerici bir öğretim üyesinin üniversitedeki maaşından başka bir geliri yokken, MİT’e hizmet eden öğretim üyelerinin birkaç yerden geliri bulunmaktadır).
10- Özel ve kamu sektörü kuruluşları ile MİT arasındaki ilişkilerin saptanması.
11- MAH’ta ve MİT’te görev alan personelin, ABD’de hangi eğitim merkezlerinde, hangi tarihlerde, ne kadar süreyle hangi kurslardan geçirildiklerinin saptanması.
12- MAH ile MİT okullarındaki ödeneklerin kaynaklarının saptanması.
Bu örgütler içerisinde hangi ABD’li ve diğer yabancı uzmanlar, müşavirler ve benzeri adlar altında görev yapmışlardır?
13- Bürokrasinin asker ve sivil kesiminden, politikacılardan, öğrenci ve öğretim üyelerinden, sendikacı ve işçilerden, tarım kesimindeki örgüt elemanlarından, ticaret ve sanayi kesiminden özellikle bugün sağcı örgütler içinde bulunan kişilerden kimler, ne zaman, ABD’nin hangi okullarında, ne kadar süreli eğitime tabi tutulmuşlardır?
14- ABD, CIA araştırmasında AID örgütünün az gelişmiş ülkelerde CIA’nın paravanası olduğu açıklandığına göre, AID örgütü Türkiye’de ne zaman, hangi anlaşma ile kurulmuştur? Ne gibi faaliyetleri olmuştur? Ekonomik girişimleri Türkiye’de Atatürk ilkelerinden biri olan devletçilik doğrultusunda mı olmuştur? Bu örgütün faaliyetleri doğrudan doğruya stratejik, ekonomik, politik, sosyal, vb. istihbarat faaliyetine paralel olduğuna göre, ulusal çıkarlarımıza aykırı bir uygulamaya kimler, neyin karşılığında göz yummuşlardır? Bugün AID’ın TSKB’de hissesi olduğu bilindiğine göre, CIA’nın kendi çıkarları doğrultusunda gelişmekte olan Türk sanayiine ipotek koymasının boyutları araştırılmalıdır.
AID’nın ekonomik ilişkileri bağlamında Karadeniz Bakır İşletmeleri adı altında bir şirket kurdurarak 40 yıl süreli bir anlaşma ile bu şirketi kontrolü altına aldığı biliniyor.

Şirketin kurulmasının Allende’nin devrildiği bir döneme denk gelmesi ve aynı şirketin ziyan etmesinin de Pinochet döneminde gerçekleşmesi bir rastlantı mıdır? Türkiye’nin bakırlarına ABD’nin el attığı bir dönemde Allende’yi deviren ITT şirketinin İstanbul’da Sheraton Oteli’ni inşası da bir rastlantı mıdır?

***
Alexy Zorza’nın “Sıkıyönetim” adı altında çektiği bir filmin dünya kamuoyunda yarattığı ABD ve AID aleyhindeki etki nedeni ile ABD, AID örgütünü şeklen lağvetmek zorunda kaldı.
Somut olarak yukarıda açıkladığımız TSKB-AID ve KBİ-AID ilişkisi ve faaliyetleri devam ettiğine göre, şu anda AID yerine kurulan örgüt nedir? Böyle bir örgüt kurulmamışsa, AID’nın görevleri hangi ABD örgütüne devredilmiştir? ABD kaynaklarından öğrendiğimize göre, AID tüm az gelişmiş ülkelerin siyasi polisini finanse etmekte, işkence tesisleri inşa etmekte, işkence araçları sağlamakta, kontrolü altında bulundurduğu Uluslararası Washigton Polis Akademisi’nde özel eğitimle az gelişmiş ülkelerin seçilmiş polis yetkililerine işkence ve adam öldürme eğitimleri yaptırmakta ve aynı zamanda müşavir adı altındaki elemanları aracılığıyla az gelişmiş ülke polis örgütlerini kontrol etmekte ve bunlar aracılığıyla Amerikan yanlısı bir düzenin devamını sağlamaya çalışmaktadır.

Yine Amerikan kaynaklarından öğrendiğimize göre, 87 az gelişmiş ülkeden 5 bin polis yetkilisi bu tip bir eğitimden geçmiştir.
Türk polis yetkililerinin de ABD veya onun kontrolündeki F. Almanya’da eğitim gördükleri bilindiğine göre, matematik olarak; eğitim gören polis sayısını ülke sayısına böldüğümüzde, 57 polis şefinin bu eğitimlerden geçtiği görülecektir.
Bu polis yetkilileri kimlerdir? Ne zaman, hangi ülkede ne kadar süre ile eğitim görmüşlerdir? Özellikle 12 Mart sonrasında işkencecilik yapmış polis yetkililerinin bu eğitimlerden geçirilenler arasından seçildiği kesinlikle bilinmektedir (Şükrü Balcı’nın, Ecevit-Brandt görüşme ve ziyaretlerinde polis adına görevli olarak seçilmesini raslantı saymak büyük gaflet olur).

Türkiye’nin bugün içine itilmek istendiği siyasal cinayetler dönemi dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanmaktadır.
Genellikle böyle bir döneme itilen ülkeyi Amerikan yanlısı bir düzen değişikliği izlemektedir.

Bunun en somut örneği, bugün Arjantin’de görülmektedir.
Bir yıllık gazete koleksiyonları karıştırıldığında, ABD devlet başkanının, dışişleri bakanının ve CIA başkanlarının müdahale girişimlerini açıkça dile getirdiklerini görmekteyiz.
Sağ terörist örgütlenme ve buna bağlı siyasal cinayetlerin ABD açısından başka alternatifler kalmadığı ülkelerde düzen değişikliğinin ön hazırlıkları olduğu bilinmektedir.
Doğal olarak ABD bir yandan Yunan cuntası deneyi, bir yandan da 12 Mart sonrası uygulamalarından yararlanmak suretiyle iktidara aday görülen CHP’nin iktidarını önlemeye çalışmaktadır.
Bunun için ABD yanlısı MC iktidarının CHP’yi parçalamak ve solun değişik fraksiyonları arasındaki çelişkileri abartmak, partiye ajan sokmak gibi yöntemleri denemektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi, bir sureti tarafımdan 3 No’lu İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine verilen 1965 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nca 1779 adet basılarak kendi örgütüne dağıtılan, “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı” adlı kitapta yazılı olanlardır.

Bu kitap Frederick A. Praeger Inc. yayınevince ABD’de basılmıştır.
Bu yayınevinin CIA tarafından kurulup finanse edildiği saptanarak belgeleri mahkemeye sunulmuştur.
Aslında, kitabın birinci sayfasında CIA’dan “Beynelmiler İşler Merkezi” diye bahsedildiğinden, kitabın bir CIA yayını olduğu ilk bakışta anlaşılmaktadır.
Bu kitap 12 Mart sonrası tüm uygulamaların (anayasa ve yasa değişiklikleri, muhbirlerden yararlanma, ajan sağlama ve kullanma, parti kapatma, özel sorgulama yöntemleri, siyasi polisin güvenilir kişilerden yeniden örgütlenmesi, vb.) ortaya koyarak adeta 12 Mart sonrası uygulamaların teorisini içermektedir.
Bunun yanında ABD’nin az gelişmiş ülkelere müdahalesinin nedenlerini de açıklamakta daha da önemlisi ‘gerektiğinde seçimlere hile katılarak ABD yanlısı bir iktidarın oluşturulması’ önerilmektedir.
Bunun yanında, ‘temizlik harekâtı’ olarak nitelediği devrimci ilerici akımların boğulması için tek çiçeğin (tek fikrin) varlığına izin verilmesi önerilmek suretiyle bir çeşit bugün tezgahlanan faşizmin nedenleri gösterilmektedir.
Demokratik hukuk devletinde Başbakanlığın emrinde olan bir örgüt CIA kaynaklı böyle bir kitabı neden çevirterek Silahlı Kuvvetler’ce yayımlanmasının nedenleri saptanmalıdır.
- O dönemdeki Genelkurmay Başkanı kimdir, bu konudaki sorumluluğu nedir? - 12 Mart’tan sonra bu kitap doğrultusundaki önerileri uygulamak için devlet çapında provokasyon düzenleyen legal ve illegal örgütler hangileridir? Bu örgütlerin sorumlulukları saptanmalıdır.
- CIA önerisi olan seçimlere hile katmayı benimseyerek örgütüne yayan ve 12 Mart’tan sonra da bu önerilerin uygulanması için büyük çaba gösteren Cevdet Sunay’ın sorumluluğu saptanmalıdır. - Pratikte seçimlere hile katmak nasıl yapılacaktır? 1975 seçimleri sırasında kütüklerdeki geniş ölçüdeki aksamalar bu hile önerisinin bir gereği midir? - CIA’nın ve ÇUŞ’ların ABD ve kendi çıkarlarını koruyan politik örgütleri dolarla beslediği ABD belgeleriyle saptandığına göre, aynı dolardan Türkiye açısından seçimleri etkilemenin bir aracı olarak yararlanılmayacağını düşünmek olanaksızdır.

- Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı adlı CIA kaynaklı kitapta bir ülkenin düzenine egemen olabilmek için, o ülkede dört güce egemen olmak gerektiği belirtilmektedir:

1) Politik güçler, 
2) İdari bürokrasi, 
3) Silahlı Kuvvetler, 
4) Polis.


1) Politik Güçler: CIA-politik örgütler ilişkisine yukarıda yeteri kadar değinilmiştir.
Yalnız, şunu belirtmek gerekir ki, dünyadaki tüm terörist sağ örgüt ve partilerin finansmanının CIA kaynaklı olduğu ABD ve dünya basınınca bir yıldır sürekli olarak açıklanmaktadır.
Örneğin, Arjantin’deki AAA örgütü idam mangaları kurmaya kadar sağ terörizmi geliştirmiş ve bunu ABD dolarları ile sürdürmüştür.
Uruguay gibi diğer Latin Amerika ülkelerinde de benzerlerine rastlanmaktadır.
Bu gerçeklerle Türkiye’deki olaylar arasındaki paralelliği görmezden gelmek gaflet olur.

2) İdari Bürokrasi: ABD, idari bürokrasisinin kilit noktalarının kendi eğitim sisteminden gelmiş, elektronik araçlarla çeşitli değerlendirmelere tabi tutulmuş, kendilerince yararlı olduğuna kanaat getirilmiş kişileri az gelişmiş ülkelerde bürokrasinin kilit noktalarına yerleştirmek suretiyle idari bürokrasiyi kontrol altına almaktadır.
1975’te, Cumhuriyet Gazetesi’nde Richard Podol adlı bir AID uzmanının Türk bürokrasisi hakkındaki raporuna bir göz atmak, bu konuda gerçeklerin saptanmasına ışık tutabilir.
Richard Podol özetle, Türk bürokratının özelliklerini saydıktan sonra, ABD’de eğitim görmüş kişilerin bürokrasi içinde “elit içinde elit” olduklarını belirtmekte ve bu kişilerin halen Türkiye’de müdür düzeyinde bulunduklarını, önümüzdeki aşamada genel müdür ve müsteşar yapılmalarının hedefleri olduğunu açıklamaktadır.
CIA paravanası AID’ın bir uzmanı herhalde Türk milliyetçiliği ve ulusal çıkarlarının gereğini yerine getirmek için bu öneride bulunmamaktadır.

3) Silahlı Kuvvetler: ABD, Silahlı Kuvvetler ile askeri ikili anlaşmalar, siyasal paktlar, silah araç ve gereçlerini sağlamak ve doğal olarak Silahlı Kuvvetlerin eğitim sistemine egemen olmak suretiyle ilişkilere girişmektedir.
Bu konunun ayrıntılarına girmeksizin özellikle gayri nizami harp yöntemleri ve kontrgerillanın 12 Mart’tan sonraki kullanılışından aşağıda söz edeceğiz.

4) Polis: Bu konuya genel hatlarıyla yukarıda değinmiş bulunuyoruz.
Bu bölümde CIA ajanı Philipe Agee’in, CIA’nın az gelişmiş ülkelerle ilk önce emniyet örgütünde ilişki kurduğunu, polisi çeşitli yöntemlerle ele geçirdiğini ve satın aldığını yazdığı anılarının okunmasında yarar görüyoruz.
Bunun yanında, 12 Mart’tan sonra Yeni Ortam’da anılarını yayımlayan, halen bir bahane ile mahkum edilerek Çubuk hapishanesine konulan Mehmet Pekşen adlı polis; “Ben bir işkenceciydim” adlı anılarından “12 Mart’tan sonra işkenceci polislere ‘gıcırtı’ olarak tanımlanan açıktan paralar dağıtıldığını, Ankara Emniyet Müdürlüğü ile ABD Büyükelçiliği arasında niteliği bilinmeyen paketler alınıp verildiğini ve hatta Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün birtakım kırtasiyelerinin ABD büyükelçiliğince sağlandığını” öğreniyoruz.

Yasalarımıza göre ABD Büyükelçiliği’nin muhatabı Dışişleri Bakanlığı olduğuna göre, bağımsız olduğu iddia edilen ülkemizde polis-ABD diplomatik misyonu arasındaki bu ilişkinin sorumlularının saptanması kaçınılmaz bir görevdir.
Mehmet Pekşen’in anılarından, bu kişinin yıkıcı faaliyetlerle mücadele kursundan geçirildikten sonra işkenceci yapıldığını da öğreniyoruz.
Bu noktada akla yeni bir soru gelmektedir.
Türkiye’deki polis okullarında, enstitülerde yıkıcı faaliyetlerle mücadele adı altında ve benzeri kurslarda okutulan derslerin kaynağı neresidir? Bu öğretim kurumlarında eğitim görevi yapanlar hangi dış kaynaklı kurslardan geçirilmişlerdir? 12 Mart sonrası işkencecileri genellikle siyasi polis kadroları içinden seçildiklerine göre, o dönemde siyasi polis örgütünde görev almış kişiler kimlerdir? Bu kişiler hangi dış ve iç kurslardan geçirilmişlerdir? Aynı kişilerin mal varlıklarının ve yaşam tarzlarının saptanması olanaklı mıdır? Emniyet Genel Müdürlüğü’nde “Önemli İşler Şube Müdürlüğü” adı altında bir şube bulunmaktadır.
Bu bölüm hangi yılda kurulmuştur? Hangi görevleri yerine getirmektedir? Kimler bu şubenin müdürlüğünü yapmıştır? Bunlar hangi dış kaynaklı kurs ve eğitimden geçirilmişlerdir? Bu örgütün hizmete özel ve diğer gizlilik dereceli bir çok yayınını Emniyet teşkilatının yayımladığını biliyoruz.
Belirlemelerimize göre, bu yayınların çoğu doğrudan doğruya FBI ve CIA kaynaklı yayınlardan olduğu gibi çevrilerek yayımlanmıştır.
Önemli İşler Müdürlüğü’nün çıkardığı yayınlar nedir? Kaç tanedir? Nereden çevrilmiştir? Amerikan doğruları ile Türk doğruları, Amerikan ulusal çıkarları ile Türk ulusal çıkarlarının kesin bir karşıtlık içinde olduğu özellikle silah ambargosundan sonra ortaya çıktığına göre, ABD doğrularını Türk doğruları olarak Emniyet örgütüne empoze etmeye çalışan, çoğunlukla ABD’de eğitildikleri bilinen Önemli İşler Şube Müdürlerinin ve bunların hiyerarşik olarak bağlı bulundukları Başbakanlar, İçişleri Bakanları, Emniyet Genel Müdürlerinin bu konudaki sorumluluklarının saptanması; anarşiye son verilmesi yönünden zorunludur.
Özellikle 15-16 Haziran olaylarından sonra özel sektör ile siyasi polis arasında organik bağların sıklaştırıldığını görmekteyiz.
Siyasi Şubede görevli polisler büyük fabrikalara sokularak işçiler arasındaki bölünmeyi sağlamak için profesyonel kışkırtıcılık eylemlerine girişmişlerdir.
Gerçek bir araştırmayla bu girişimlerin boyutları saptanabilir.
Doğal olarak aynı sorun öğretim kurumlarımıza, üniversitelerimize, öğrenci derneklerine, yurtlara ve diğer tüm devrimci ilerici örgütlere sokulan siyasi polis, MİT, kontrgerilla ajanlarının kışkırtıcı eylemleri için de söz konusudur. Kontrgerilla 12 Mart’tan sonra Ziverbey (Zihnipaşa) işkence merkezinde kendilerini “kontrgerilla” diye tanımlayan bir gizli örgüt sahneye sürülerek Amerikan çıkarlarını Türk ulusal çıkarlarıyla eş anlamda saymayan tüm kişilere ‘Marksist-Leninist-Maoist’ damgası vurarak işkence yapmış; bireysel ve örgütsel kışkırtıcılık eylemleri düzenlemiş, idarenin her kesimini ve hatta yargı organlarını kendi amacının aleti haline getirerek yukarıda adı geçen “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı” adlı kitapta önerilen ‘temizlik harekâtı’nın gerçekleştirilmesine çalışılmıştır.
Bu uygulamanın İstanbul kesiminin baş sorumlusu Faik Türün 8 Şubat 1974 günü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşisinde, “kontrgerilla denilen bir örgüt bulunmadığını, dünyada da böyle bir örgüt veya benzerini duymadığını; bu deyimi Talat Turhan’ın uydurduğunu ileri sürmüştür.” Mahkemeye verdiğim bir dosyada ve savunmamda Faik Türün’ün yalan söylediğini belgeleriyle ortaya koydum.

Tek başına bu olgu dahi Türün ile “kontrgerilla” gizli örgütü ilişkilerini ortaya koymaya yeterlidir.

Ama biz bu kadarıyla yetinmeksizin FM 31-16 işaretli “Counterguerrilla Operations” adlı, ABD’nin az gelişmiş ülkelerde kendinden yana olan düzenleri yaşatmak için öneri ve uygulamalarını içeren kitabın ilgili bölümlerini mahkemeye sunarak kontrgerilla yöntemlerini belgeledik.
Anılan Amerikan talimnamesinde, temizlik harekâtında kullanılmak üzere örgütlenmiş bir tugay şeması verilmekte ve bu şema içinde tugay, alay, tabur ve bölüklere kadar indirilmiş siyasi komiserlik oluşumunun kurulduğu ve tıpkı komünist ülkelerde olduğu gibi, siyasi komiserler arasındaki hiyerarşik ilişkinin askeri hiyerarşi dışında bulunduğunu saptamış bulunuyoruz.
Yine aynı talimnamenin değerlendirilmesinden siyasi komiserlik hiyerarşisinin CIA ve AID ile organik ilişkiler içinde olduğunu saptıyoruz. “Kontrgerilla Operasyonları” adlı talimnamede saptadığımız daha önemli bir gerçek ise, CIA önerileri doğrultusunda az gelişmiş ülkelerle düzenlenen ‘temizlik harekâtının’ ACC adlı bölge kontrol merkezince yönetildiği ve bu merkez kontrolünde sivil ve askeri örgütler yanında CIA ve AID temsilcilerinin de bulunduğunu, az gelişmiş ülkelerde ACC merkezini çalıştırmak için “sıkıyönetim”e gereksinim vardır.
Bu nedenle, uzun süreden bu yana, bazı sağcı siyasi örgütlerce sıkıyönetim istenmesinin nedeni açıktır! Süleyman Demirel, özellikle 12 Mart’ı kendisinin ve partisinin çıkarları doğrultusunda kullanma başarısını herhalde kişisel yeteneklerine borçlu değildir.

Bu gerçekler ortada durduğu sürece, millicilik ile hıyanetçilik çizgisinin kesin olarak ayrımının saptanması ulusal bir görevdir.
Kontrgerilla Operasyonları adlı talimnamede ACC, yani sıkıyönetim komutanı emriyle çalışacak örgütlerin ve kişilerin sayımı da yapılmaktadır.
Buna göre komutanın emrinde; “- Mahalli polis şefi (Emniyet Müdürü gibi..) - Milli Eğitim Müdürü - Yargıçlar, savcılar ve hukukla ilgili diğer kişi ve kuruluşlar (Mahkemeler, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, Savcılık gibi..) - Din temsilcileri (Müftüler, imamlar gibi..) - Basın yayın organları (Tabii, ABD yanlısı bir düzeni yaşatma çabasında olan ve CIA tarafından beslenen basın gibi..) - İşçi temsilcileri ve örgütleri (ABD’de eğitim görmüş işçi liderleri ve sarı sendikalar) - Ticaret ve sanayi kesiminin temsilci ve örgütleri - Diğer önemli personel.” Bilimsel verilere göre, ordu-kilise-sermaye üçlüsünün iktidarına “faşizm” denilmektedir.

Yukarıdaki bağdaşmayı faşizm deyimiyle tanımlamak dahi bizce mümkün olmamaktadır.

Ağdalı faşizm deyimi dahi hafif kaldığına ve bilimsel terminolojide başka bir deyim bulmak da olanaksız olduğuna göre, bu oluşuma “Amerikanın barut icadından sonra en tehlikeli buluş” saydığı “ulusal kurtuluş savaşları”nı ve “tam bağımsızlık” ve “millicilik” özlemlerini bastırmak için tüm az gelişmiş ülkelerle geliştirdiği “kontrgerilla düzeni” demek herhalde uygun düşer.
Bugünün Türkiye’sinde oluşturulmuş MC iktidarını yaşatan örgütler ve güçler yıllardan bu yana ekonomik-sosyal-siyasi-kültürel tüm boyutlarıyla oluşturulan ve yukarıda sayılan güçlerdir.
Bu tip bir sağ örgütlenmede kumandanından polisine, imamdan yargıcına kadar uzanan bir beraberlikte siyasi cinayetlerin faillerini bulmak elbette olanaksızdır.
Denilebilir ki, FM 31-16 Amerikan talimnamesindeki önerilerle Türkiye’deki uygulamalar arasında varsayımlardan hareketle ilişki kurulamaz...
Savunmamda bu konuyu ayrıntılarıyla işlemiş, söz konusu ilişkilerin Türkiye ile yakın bağlantısı sergilenmiştir.
Esasen Genelkurmay Başkanlığı’nın 1965’te çevirterek yayımlattığı ve 12 Mart’tan sonra uygulanan CIA kaynaklı “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı” adlı kitap ile FM 31-16 talimnamesi arasındaki özdeşlik tek başına Türkiye’deki sağ örgütlenmenin ve bundan güç alan MC iktidarının özüne inmeye ışık tutabilecek niteliktedir.
Halbuki, daha da önemli olarak, savunmama ek olarak 1961’de ABD’de FM 31-15 işareti ile yayımlanan (FM 31-16’nın Contrguerilla Operations adlı Amerikan talimnamesini anımsayalım) “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” adlı başlığı altında 1964’de Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Ali Keskiner imzası ile yayımlanmış talimnameyi de mahkemeye sundum.
FM 31-16 işaretli Amerikan talimnamesi, Tugay çapında bir devrimci ve ilerici avını, bir ‘temizlik harekâtının’ yöntemlerini verirken, FM 31-15’den aynen çevrilen ST 31-15 “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” talimnamesi alay çapında bir ‘temizlik harekâtının’ yöntemlerini göstermekte, tıpkı FM 31-16’da olduğu gibi bu harekâtta kullanılacak örgütlerin şemalarını vermektedir.
Bu örgütün çeteci-ihtilalci dahil, her türlü kuvvete karşı kullanılacağı gösterilmektedir.
Talimnamede, ‘temizlik harekâtında’ kullanılacak yeraltı örgütünün il, ilçe ve köylere kadar hücre türü örgütlenme yöntemi ile örgütleneceği belirtilmekte ve hücre sistemi ile çalışan ajan, tedhiş, sabotaj bölümleri gösterilmekte ve bu yeraltı örgütünün yapacağı işler bağlamında “baskın-pusu-tedhiş-sabotaj-karakol ve devriyelere saldırı-adam öldürme-silahlı soygun-işkence yapma-insanları kötürüm hale getirme-rehin alma-olayları tahrik-misilleme” vb. sayılmaktadır.

12 Mart’tan önce, 12 Mart’tan sonra ve halen yukarıda sayılan eylemler meydana gelmekte, çoğunlukla da failleri yakalanmamaktadır.

Çünkü, ST 31-15 talimnamesinin bir maddesinde “böyle bir yeraltı örgütünün kanuni statüye sahip bulunmadığı” kaydı bulunmaktadır. Demokratik hukuk devletinde ve hatta harp esnasında esirlerin öldürülmesi, işkence yapılması, kötürüm hale getirilmesi gibi uygulamalara yer olmadığına göre, bugünkü ‘anarşik’ ortamla, şeması verilen yer altı örgütünün eylemleri arasındaki benzerlik göz önüne alındığında; anayasa, yasalar ve hatta Türkiye’nin imzası bulunan uluslararası anlaşmalara ters düşer (6010 sayılı Cenevre Sözleşmesi’ni onaylayan yasa gibi).

Bu konuda, sırasıyla talimnameye imza koyan; Org. Ali Keskiner ve zamanın Genelkurmay Başkanı’nın sorumluluklarının belirlenmesinde kesin zorunluluk görmekteyiz.

ST 31-15 talimnamesinin de tıpkı FM 31-16 Amerikan talimnamesinde olduğu gibi, gayri nizami kuvvetlerle mücadele etmek üzere örgütlenen bir komando alayının şeması verilmektedir.
Bu şemada da alay, tabur, bölük düzeyine kadar inen “siyasi şube” görülmektedir.
İngilizce aslındaki “political commisery” deyimi “siyasi şube” olarak çevrilmiştir.
Bu şemada da bölük siyasi şube müdürü askeri hiyerarşi dışında tabur siyasi komiserine, tabur siyasi komiseri de alay siyasi komiserine bağlı görülmektedir.
Kaynak, Amerikan talimnamesidir.
Amerikan örgütünde siyasi komiserlik ABD kapitalist emperyalizmine hizmet için şartlanmış kişilerden seçilmekte ve CIA ilişkisi içinde kendi düzenine hizmet etmektedir.
Türkiye’de bölük kadrosu içine kadar sokulan siyasi şube müdürü hangi okulda yetiştirilecek, hangi ideolojiye ve düzene hizmet edecektir? Bunun yanında, şemadaki siyasi şubeler arasındaki hiyerarşiyi alayın dışında bir üst hiyerarşiye bağlamak zorunluluğu da ortaya çıkmaktadır.
Yukarıdaki açıklamalara göre, talimnamede şeması verilen yeraltı örgütü “kontrgerilla” adıyla sahneye konulmasına karşın, gerçekte Genelkurmaya bağlı olarak örgütlenmiş, eski adı “Seferberlik Tetkik Kurulu”, yeni adı “Özel Harp Dairesi” olan örgüttür.

Bu örgütle MİT arasındaki ilişki bilinmektedir.

MİT ile CIA arasındaki ilişki kesinlik kazanmıştır.
Bu durumda, alay düzeyindeki siyasi şube müdürünün üst hiyerarşisi MİT ve Kontrgerilla olmaktadır.
Bu örgütlerin hiyerarşisi de CIA’ya kadar uzandığına göre, Türk Silahlı Kuvvetleri sinsi bir plan sonucu Amerikancı bir düzene hizmet eder hale getirilirken, bir yandan da Askeri Ceza Kanunu’nun 148. maddesine aykırı olarak siyasete sokulmaktadır.
ST 31-15 talimnamesinde ayrıca subayların ajan ve muhbir olarak görevlendirilmesi gibi Türk Silahlı Kuvvetlerinde geleneklere ters düşen öneriler de bulunmaktadır. ST 31-15 talimnamesinde usul yasalarımız ve ceza kanunlarımız ile ters düşen öneriler de yer almaktadır.
Örneğin, öneriler arasında 12 Mart’tan sonra kullanılan “suçsuz kişilerin adi suçlarla suçlanması, tutuklama ve salıvermelerin ‘temizlik harekatı’ yapan güçlerce gerçekleştirilmesi” gibi..
Seferberlik Tetkik Kurulu ve benzeri örgütler tüm az gelişmiş ülkelerde aynı gerekçeyle kurulmuş ve finanse edilmiştir.Bu örgütün kuruluş gerekçesi, az gelişmiş ülkelerin işgali ya da sosyalizmin etkisinde kalarak düzenlerinin değişmesi olasılığı karşısında eyleme geçerek gerilla güçlerine karşı kontrgerilla çalışmalarını hazardan itibaren organize etmektir.
Oysa, 12 Mart’tan sonra kışkırtıcı ajanlarla yaratılan birkaç eylem bahane edilerek, TSK ile devrimci ve Atatürkçü güçler arasında çelişkiler yaratılarak içsavaş bahanesiyle bu örgüt sahneye sürülmüş, Endonezya tipi bir katliam planı ile Amerikan yanlısı bir düzenin devamını sağlamasına engel kabul edilen kişi ve örgütlerin ‘temizlenmesine’ çalışılmıştır.
1970’de Endonezya İhtilali adlı bir kitabın MİT’çe yayımlanarak köy odalarına ve bölüklere kadar dağıtıldığı bilinmektedir.
Köye kadar hücre tarzı örgütlenen, Amerikan yanlısı bir düzenin yaşatılması için çalışmakta olan ve bu amaçla her türlü sağ örgütü kontrol ederek eylemlerine yön veren Kontrgerilla Gizli Örgütü ile ilgili olarak şu soruların yanıtlanması gerekir:

- Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) ne zaman kurulmuştur?
- Kuruluşunda, şeklen dahi olsa yasal formaliteler yerine getirilmiş midir?
- Kurulduğu günden beri milli bütçeden ne ölçüde yararlanmıştır?
- Örgütün tüm masrafları ile bütçeden karşılanan tutar arasındaki fark ne kadardır? Ve bu açık nereden karşılanmaktadır?
- Örgüt kurulduğu günden bu yana kendi amaçları doğrultusunda neler yapmıştır?
- Komando kampları ile bu örgüt arasındaki ilişki nedir?
- Bu örgütte görev alan başkan ve diğer önemli personel Amerika’da eğitim görmüş müdür? Görmüşlerse nerede, ne zaman ve ne süre eğitim görmüşlerdir? Kurs programları nedir? 12 Mart’tan sonra sahneye sürülen ve bugün de devam eden işkence ve öldürme olaylarında rolleri nedir?
- Bu örgütün yasa dışı kullanılmasında sorumlu kişilerin saptanması yaşamsal bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

***
Yukarıdaki açıklamalardan kesinlikle anlaşılacağı üzere, sorunun salt CIA-MİT ilişkisinin saptanması açısından ortaya konulması çok yüzeysel bir yaklaşım olur.
Ve bizleri büyük yanılgılara düşürür.
Özel Harp Dairesi, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı istihbarat organları (Emniyet İstihbaratı, Önemli İşler Müdürlüğü, Siyasi Şube vb.), Jandarma istihbarat örgütleri, Sivil Savunma Başkanlığı arasındaki birbirine paralel ve bağlantılı ilişkiler olduğu Çağlayangil tarafından açıklandığına göre, sorun bu boyutlar içerisinde ve politik koşulların gerektirdiği bir zamanlamaya tabi tutularak bir Meclis Araştırması şeklinde gündeme getirilmelidir.
Diyebiliriz ki, 1947’den bu yana, Türkiye her sektörüyle, başlangıçta sorunun farkına varmaksızın ağır ağır ABD’nin kontrolü altına girmiş, ancak Johnson’ın mektubu, Kıbrıs çıkartması, ABD ambargosu gibi somut olaylar bu olguyu gözler önüne serebilmiştir.

Bugün sokaktaki terörün arkasında yatan neden, ABD açısından elde edilenlerin kaybedilme korkusudur.

Bu yolla demokratik oluşumlar önlenerek, son çözümlemede yeni bir müdahale girişiminin ön koşullarının hazırlanmasına çalışılmaktadır. Bu hazırlığın birinci manivelası sağcı politik güçlerin özellikle Silahlı Kuvvetlerin prestijini kırıcı girişimlerde bulunması şeklinde kendini göstermektedir.
30 Ağustos 1976’nın üst komuta kademesindeki değişikliklerinin kavgası ve kulisi birkaç yıldan beri perde gerisinden oynanmaktadır.
Yine bu bağlamda, sıkıyönetim getirilmeye çalışılarak 12 Mart’ta yarım kalan eylemin gerçekleştirilmesi istenmektedir.
Seçimlere hile katmak ve gerektiğinde düzene müdahale etmek CIA kaynaklı Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı adlı kitapta yer almış ve son çare olarak demokratik düzenin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaktadır.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından tercüme edilerek orduya da dağıtılan ve büyük bir çoğunluğu 12 Mart sonrasında uygulanan bir kitapta yer alan bu tehlikenin büyüklüğünü görmeden Türkiye’de demokrasi için savaşım verilebileceğine inanmıyoruz.
Demokrasiye inanmış tüm parti ve güçleri bu yasal kavgada bilinçli olarak göreve çağırıyoruz.

GENEL KURMAYDAN AÇIKLAMA;

T.B.M.M. B : 35 20 . 11 . 1990 O : 1 ki Kontrgerilla tartışmalarına yeni boyutlar kazandırdı. İtalya'dan sonra, Yunanistan eski Başbakanı A. Papandreu'nun da varlığını kabul ettiği "Gladio" ve bağlı örgütlerinin varlığından, devletlerin en üst düzey iki-üç yetkilisi haberdar edilmektedir. Fransız Devlet Başkanı kendi ülkesinde bu örgütü 1985'de, Papandreu'da 1984'de feshetmiştir. Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, Genel Kurmay özel Harp Dairesine bağlı olan Kontrgerillanın varlığını, belgeleri ile kanıtlamaya hazır olduğunu belirtmektedir. Talat Turhan, "FM 31-16 Contr-Guerilla Operations" adlı Amerikan Talimatnamesinin "Gayri nizami kuvvetlere karşı harekat" başlığı altında, 1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Ali Keskiner tarafından imzalandığını belirterek, 12 Mart döneminde Emin­ önü Vapurunun batırılmasında kullanılan plastik su altı bombasının sadece Deniz Kuvvetlerinde bulunduğuna dikkat çekiyor ve 12 Eylül darbesinin de bu örgüt tarafından hazırlandığı­ nı iddia ediyor. Genelkurmay Başkanlığı Harekat Dairesi eski Başkanı Emekli Tuğgeneral Celil Gürkan da kesin bir dille, Türkiye'de böyle bir örgütün bulunduğunu belirtmektedir. Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit de böyle bir örgütün varlığını kabul ederken, Başbakanlığı döneminde, bu konuda, kendisine gizli bir brifing verildiğini, bu örgütün ABD'den para aldığını, gizli silah depolarının bulunduğunu, bir gezisi sırasında, adını vermek istemediği bir ilçede, bir generalin, bu örgüt içinde çalıştığını öğrendiğini, bu generalin, sözü edilen ilçenin MHP Başkanının da özel Harp Dairesi elemanı olduğunu söylediğini, bu örgüt elemanlarının ileri yaşlarda Meclise ve partilere girebildiklerini söylemektedir. Devlet içinde örgütlenen başka gizli bir devlet mi var? Bütün bu ve benzeri açıklamalar, başta TBMM olmak üzere, Silahlı Kuvvetleri, MİT'i ve sokaktaki her bir vatandaşı ağır bir töhmet altına sokmuştur. Kontrgerillanın mensubu kimdir, belli değil. Belki sokakta hergün karşılaştığımız bir insan, belki komşumuz, belki de mesai arkadaşımız! Üstelik, devletin en üst düzey yetkililerinden iki üç kişinin dışında da bu örgütü, işleyişini, eleman sayısını ve silah gücünü bilen de yok. İnsanlarımız nereden geleceği belli olmayan bir kurşuna, ya da ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir suikaste hedef olma korkusu ve paniği içinde yaşamayı hak etmemişlerdir. 1977 yılında Taksim Meydanı bir kitle katliamı yaşamıştır. Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, plastik malzemenin kullanıldığı bir bomba ile öldürüldükten sonra, bu ilde bü­ yük çatışmalar çıkmıştır. Cevat Yurdakul, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Orhan Tü- tengil, Kemal Türkler, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi vb. daha birçok bilim adamı sendikacı, gazeteci ve aydın insanlar öldürüldüler. Bu siyasal cinayetlerin hiçbirinin faili bulunmamıştır. Bu cinayetler üzerindeki sis perdesi bütün koyuluğu ile devam etmektedir. Daha yeni Muammar Aksoy, Turan Dursun, Bahriye Üçok ve başkaları öldürüldü. Bu siyasal cinayetlerin failleri de ortalıkta yok. Besbelli ki, bu gidişle daha birçok insan öldürülecek, daha çok kan akacak. Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'in açıklamaları, Başbakanların bile bu suç örgütü kontrgerillaya ulaşamadıklarını ve üstünde denetim sağlayamadıklarını göstermektedir. Nitekim, eski Başbakanlardan Süleyman Demirel de böyle bir örgütten haberinin olmadığını söylemektedir. Demokrasilerde, açıklık temel ilkedir. Hukuk devletlerinde bu tür karanlık örgütlere yer yoktur ve izin de verilmez. — 165 — 

http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d18/c051/b035/tbmm180510350165.pdf

Kaynakça ve Açıklamalar:

1. Yerli Gladio Kontrgerilla, Milliyet, 15 Kasım 1990
2: Türün: AP Milletin Son Çaresidir dedi. Milliyet, 21 Mayıs 1977
3. Demirel: Ecevit’in Faşist Dediği Türün Yasaların Verdiği Yetkiyi Kullanarak Görev Yaptı, Cumhuriyet, 31 Mayıs 1977
4. AP’li Bayraktar: Kontrgerilla Komünistlere karşıysa mubahtır, Milliyet, Şubat 1978
5. Ecevit’in Libya Seyahatı: 16 Mart 1976
6. Talat Turhan’ın CHP Yetkililerine Verdiği Rapor (10 sayfa), 1 Mayıs 1976
7. Uğur Mumcu, Cumhuriyet - 6 Kasım 1991
8. İlhan Selçuk: “Talat Turhan 12 Mart döneminde işkence tezgahından geçmiş emekli kurmay yarbaydır.
Terörü kapsayan kitaplarında şimdi Batı’da Süper NATO diye anılan örgütün incelemesi de var.
1970’lerde Talat Turhan Türkiye’deki Gladio’yu zamanın CHP hükümetine bir yazıyla iletmişti, Ecevit bu örgütün üzerine gidemedi, gücü yetmedi; ama sonuçta Türkiye 12 Eylül’e gitti.
Eğer devletin içinde yarı-resmi bir terör örgütü yaşıyorsa, ülkede her şey soru işaretidir.” Cumhuriyet-Hafta (Almanya Baskısı), 23-29 Kasım 1990
Not: O dönemdeki CHP iktidarının gücü ‘derin devlet’ örgütlenmesinin (Gladio) gücünü aşabilseydi, 1980 darbesi olmazdı ve bugünlerde AB ile yaşanan ‘demokratikleşmeye ilişkin’ sorunların niteliği değişirdi.



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder