TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 4
.
ŞERİATÇININ KARANLIK YÜZÜ
-25 Temmuz 1951: Ticanilerin lideri Kemal Pilavoğlu
15 yıl ağır hapse mahkum oldu. Bunun üzerine tarikat, ana caddelerde, mahkeme
salonlarında tekbir getirme, tarikat bildirileri dağıtma, Atatürk heykellerini
kırma gibi faaliyetlerini durdurdu.
Ortada 40'lı ve 50'li yıllara damgasını vuran, laik cumhuriyete
karşı önemli bir çıkış gerçekleştiren, 'Ticani' adında bir tarikat ve bu
tarikatın M. Kemal Pilavoğlu adlı bir lideri var. Tarikatın ve liderinin tek
amacı, ülkeye dine dayalı devleti, yani Tanrı iradesini getirmek. Yani, şeriatı
geçerli kılmak.
Şeriatçılığın tartışıldığı ortamlarda unutulmaması gereken
birkaç temel kural var. Bunlardan birincisi; "Şeriatçı, Tanrı'nın
kendisine yapmamasını emrettiği şeyleri yapmayan değil, yaptırmayan
kişidir", sözleriyle formüle edilebilir. Bu, nasıl yorumlanmalıdır?
Şunu söyleyebiliriz: İnsanlığın evrimi açısından baktığımızda bu, hiç de yeni
bir tanım değildir. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde geçerli bir kuraldır
bu. Yani; hukuk, ahlak ve din her zaman yoksullar ve yönetilenler içindir,
güçlüler ve yönetenler için değil...
Güçlüler ve yönetenler için temel kural ise daha çok ve
sürekli güçtür. Güç; siyasal, askeri ve mali unsurlardan oluşur.
Gücün korunması için ise hukuk, ahlak ve din kurumları
oluşturulur. Bu kurallar, güç sahiplerini suç, ayıp ve günah gibi kavramların
ardına gizleyerek korurlar. Örneğin, beş vakit namazında, niyazında bir adamın
rüşvet olmayacağını, ırza-namusa dokunmayacağını, dünyevi zevklere itibar
etmeyeceğini söyleyerek bir önyargı oluşturulur ve artık, ne olursa olsun o
kişi bu önyargı kalkanının ve sis perdesinin ardında kalır.
Peki, kalmalı mıdır? Hayır. Din, kedinin pisliğini örttüğü
toprak olmamalıdır. Tıpkı, 50'li-60'lı yılların ünlü gericisi, Ticani tarikatı
lideri Kemal Pilavoğlu'nun yaptığı gibi.
Kemal Pilavoğlu, 1952 yılında Ankara'da kitapçılık
yaparken laikliğe aykırı hareket etmek, bildiri dağıtmak, Atatürk büstü
kırdırmak ve tarikatçılık yapmak suçlarıyla yargılanmış; mahkeme tarafından
yedi yıl hapis, beş yıl sürgün, beş yıl da polis gözetimi cezasını
tamamladıktan sonra Bozcaada'ya gelmiş. 1968 yılında, Bozcaada'da "Üzüm,
Şarap ve Efendi-Ticani Tarikatı ve Pilavoğlu" adıyla bir röportaj
yapan Hikmet Çetinkaya, Ticani lideri Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'deki
günlerini şöyle anlatıyor:
"Karısı, iki kızı ve oğlunu da yanına alan
Pilavoğlu, 1963 sonlarında Bozcaada'ya getirttiği yirmiye yakın müridinin
sayısını, birkaç ay içinde ellinin üzerine çıkarmayı başarmış.
Bozcaada'da sempati toplamak için öğrencilere kitap, defter, kalem ve eğitim
araçları almış. Bunları parasız dağıtmaya başlamış. Bozcaada'da doğru dürüst
bir fırın, bakkal, bir manav yokmuş o yıllar. Adalılar yoğurt, süt yüzü
görmüyorlarmış, aylarca. Çanakkale'ye inerlerse yiyebiliyorlarmış. Kışlık sebze
yemezlermiş. Kısacası yoksunluk bölgesiymiş Bozcaada. Kışın deniz kudurdu mu,
açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalırlarmış. Motorlar çalışmazmış günlerce.
Kimsenin aklına sebze yetiştirmek, inek alıp beslemek gelmezmiş, 1963'e kadar.
İşte iyi bir işletmeci olan Pilavoğlu, kolları sıvayarak koyun almış. Süt ve
yoğurt satmaya başlamış. Manav ve bakkal dükkanları açmış. Fakat şarap ve
sigaranın 'günahkarlar içkisi' olduğunu öne sürerek, bunları satmıyormuş
dükkanlarında. Artık işleri yoluna girmiş, 'Pilavoğlu Çarkı' hızlı hızlı
dönmeye başlamış. Üstelik elliden fazla mürit, efendilerinin hizmetinde sadece
boğaz tokluğuna çalışıyorlarmış."
(ÇETİNKAYA, Hikmet: Kubilay Olayı ve Tarikat
Kampları. Sf. 40. 1986, İstanbul)
Çetinkaya'nın anlattığı "boğaz tokluğuna
çalışma" olayını Pilavoğlu'nun birçok müridi doğruluyor. Müridler,
efendiye hizmet ediyorlar ve sevap kazanıyorlar. Pilavoğlu ise, müridlerinin
artı emeğine el koyuyor ve dünyalık kazanıyor. Çanakkale Ağırceza Mahkemesi'nde
Kemal Pilavoğlu hakkında açılan 1975/181 sayılı davada ifade veren müridleri,
şeyhin çiftliklerinde, fırınlarında ve diğer işyerlerinde çalışarak din yolunda
efendiye hizmet ettiklerini, hakim huzurunda söylüyorlar. Şeyh-mürid
ilişkisinin sonunda, Ticani Lideri Pilavoğlu'nun kazancını 26 Eylül 1975
tarihinde Bozcaada Tapu Sicil Muhafızlığı'nın, Bozcaada Cumhuriyet Savcılığı'na
yazdığı bir yazıda, şu bilgiye yer veriliyor:
"İlgi müzekkerenizle, ilçemiz Cumhuriyet
mahallesinden Ahmet oğlu 1323 doğumlu Kemal Pilavoğlu adına kayıtlı (172) yüz
yetmiş iki parça gayrimenkul kaydı sicilinden aynen yukarıya
çıkarılmıştır."
1960-1975 yılları arasında, efendi-mürid ilişkisinin Ticani
liderine kazandırdığı varlığın sadece bir bölümü olduğu bilinen 172 parça
gayrimenkul. Tarlalar, arsalar, bağlar, bahçeler, mandıralar, evler... Binlerce
dönüm toprak. Yüzlerce, binlerce küçük ve büyükbaş ve kümes hayvanı. Menkul
varlık ise hâlâ bilinemiyor. Pilavoğlu'nun asıl başarıyı ticaret alanında
değil, inanç sektöründe sağladığı ortaya çıkıyor. 1950'li yılların Atatürk heykelleri
düşmanı, radikal dinci Ticani tarikatının lideri, bu görüntünün altında
Türkiye'nin en hızlı zenginleşen kişilerinden biri olarak ortaya çıkıyor.
Pilavoğlu, bir yandan mal-mülk edinirken, bir yandan da başka dünyevi zevklerle
uğraşıyor.
Ehli namus, dindar Pilavoğlu'nun diğer dünyevi zevklere olan
düşkünlüğü, Çanakkale Ağır Ceza Mahkemesi'nin 1975/181 esas sayılı dosyasının
sayfaları arasında bütün çıplaklığı ile duruyor. İki yıl daha duracak ve sonra
dosya zaman aşımı süresininin dolması nedeniyle, 1996 yılında imha edilecek.
Davanın 6 Mayıs 1976 tarihli duruşmasında, A.U., mağdur, yani fiilden zarar
gören sıfatıyla duruşma salonuna, yargı heyetinin önüne alınıyor. Duruşma
tutanaklarından izliyoruz:
"Duruşmanın belli yerinde ve saatinde oturum açıldı.
Mağdur A.U. gelmekle huzura alındı, açık duruşmaya başlandı. Mağdur:A.U.:
Mustafa oğlu 1952 doğumlu, Altındağ Yenidoğan asfaltı üzeri,... numarada
oturur. Sıhhiye Zafer meydanı,... numarada babası M. yanında kalır olduğunu
söyledi.
Çanakkale Ağır Ceza Mahkemesi'nin 12 Nisan 1976 günlü
talimatı okundu. Mağdurdan talimat gereğince soruldu: Ben bu hususta evvelce
ifade vermiştim. Aradan zaman geçtiği için de okunmasını isterim, dedi.
Mağdurun talimata ilişik olarak gönderilen, ilk
soruşturma sırasında tesbit edilen 24.6.1974 günlü tasdikli ifade örneği
okundu.
Mağdurdan soruldu: Okunan ifadem doğrudur. Ben tarihini
hatırlamıyorum. O zaman küçüktüm. Daha doğrusu 14-15 yaşlarında idim. Babam
beni Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'da bulunan yazıhanesinde katip olarak
çalışmam için sanığın yanına bıraktı. Aradan bir sene kadar geçti. Ben sanık
Kemal Pilavoğlu yanında boğaz tokluğuna çalışıyordum. Sanık küçük olduğum için
bana muhtelif hediyeler vererek kandırdı ve anüs yoluyla yanında kaldığım 3-4
sene zarfında birçok defa evinin yanında bulunan yazıhanesinde ırzıma
geçti. Bana ayrıca tehditte bulunmadı. Yalnız yukarıda belirttiğim gibi elbise,
saat gibi hediyeler vererek, çocukluğumdan da istifade etmek suretiyle
kandırdı. Ve bu suretle ırzıma geçti. Irzıma geçerken bir tehditte bulunmadı,
ancak, her defasında kimseye söylememem gerektiğini bildirdi. Ben onun yanından
askere gitmek üzere ayrıldım. Ve kimseye de şikayet etmedim. Ancak; benden
sonra yanına aldığı katiplere de aynı şeyi yapmış ve suç ortaya çıkınca her nasılsa
bana yaptıkları da meydana çıkmış. Ben de sanık hakkında şimdi şikayetçiyim,
cezalandırılmasını isterim, dedi.
Ben askere 4.7.1972 tarihinde gittim. Askere gitmeden 5
veya 6 sene evvel sanığın yanında katip olarak çalışmaya gitmiştim. Ve bu süre
askere gidinceye kadar yanında kaldım. Irza geçme hadisesi de bu tarihlerde
oldu, dedi."
Ne olacak şimdi?
Bir baba, (muhtemelen o da-müridi) oğlunu din ve Allah
yolunda çalışması için lidere gönderiyor. Dini lider, yani tarikat şeyhi, ki
olayımızda bu kişi Ticani tarikatının lideri Kemal Pilavoğlu'dur, çocuğu boğaz
tokluğuna çalıştırıp artı emeğine el koyuyor. Bunu da din uğruna değil, mal
mülk edinme uğruna yapıyor. Üstelik bu kadarla da kalmıyor ve çevresine namusu,
haramdan sakınmayı, kadının örtünmesini emrederken dini eğitim vermesi gereken
genç erkek çocuğuna tecavüz ediyor.
Bir başka mağdura geçiyoruz. Pilavoğlu mağdurlarından A.A.,
hocaefendi hazretlerinin yanına 15 yaşında gidiyor. Çanakkale Ağırceza
Mahkemesi'ne gönderilmek üzere, Ankara Ağırceza Mahkemesi'nde, 13 Ekim 1975'te
talimatla alınan ifadesinde efendi hazretlerinin yanında geçirdiği günleri
şöyle anlatıyor:
"Ben Kemal Pilavoğlu'nun yanında 1963 yılında
çalışmaya gittim. Bozcaada'ya gittim ve katip olarak çalışmaya başladım. Bir
gün beni soydu. Bende bel soğukluğu var, bunu tedavi edeceğim dedi ve ben de
hakiki olarak sandım. Kendisi bel kuşağı saralım dedi ve sonra bilahare beni
yine soydu. Ben sizin babanızım diye bizi öper ve her tarafımızı okşardı. Fakat
benim ırzıma geçmedi. Sarıldı ve okşadı. Bunlardan zevk alırdı. Birgün benim
ırzıma geçmek istedi. Ben müsaade etmedim ve benim ırzıma geçmiş
değildir."
Ortaya çıkan manzara bir din adamının, bir tarikat liderinin
portresinden çok, erkek çocuklarına düşkün bir zamparanın portresi oluyor.
Çocukları kimi zaman saatle, elbiseyle, kimi zaman kurnaz bir çapkın gibi
hastalığın tedavisi bahanesiyle kandıran bir kart zampara. Dava dosyasının
sayfaları arasında dolaşmayı sürdürüyoruz. Bu kez bir baba, M.A.B., müşteki
sıfatıyla sorgu hakimliğine, 28 Ağustos 1974 tarihinde şu kısa ifadeyi veriyor:
"Benim oğlum A.B., sanığın yanına çalışmak üzere
gelmişti. Sanık orada çocuğumun ırzına geçmiştir. Ben kendim gözümle görmedim.
Durumu bana oğlum A.B. anlattı. Kendisini muayene ettirdim ve ırzına geçildiği
anlaşıldı. Sanık benim oğlumun ırzına geçmiştir, dedi."
Bir baba için ne büyük acı. Muhtemelen kendisinin de müridi
olduğu o kutsal adam, o tarikat lideri oğluna tecavüz ediyor. Oğlunu doktora
götürüp muayene ettiriyor ve olayın doğru olduğunu anlıyor. Yıkılan inançlarına
mı üzülsün yoksa tecavüz edilen oğluna mı? Şikayet ediyor. Mahkemede tekrar
tekrar şikayetçi olduğunu söylüyor.
Bir yıl kadar sonra, 5 Kasım 1975 günü, Çubuk Asliye Ceza
Mahkemesi'nde şikayetini Çanakkale'de görülen dava dosyasına gönderilmek üzere
tekrarlıyor. Mahkeme, çocuğun da ifadesini alıyor. İlginç bir ifade. Çocuk
şunları söylüyor:
"Bundan tahminen 4-5 sene evvel sanık Kemal
Pilavoğlu'nun Bozcaada'daki çiftliğine eski yazı okumak ve dini bilgiler
öğrenmek üzere talebe olarak yanına gitmiştim. Gittiğim sene bahçesinde
çalıştım, bahçe işçisi olarak üç sene çalıştım. Bilahare fırına işçi olarak
aldılar. Fırında da bir sene kadar çalıştım. Sanık Kemal Pilavoğlu beni yanına
katip olarak aldı. Yazıhanesinde bana, 'benim dediklerimi yapacaksın, seni ben
cennete koyacağım, Resulullahın yolundan doğru gideceksin' diye sözlerde
bulundu ve yazıhanesinin penceresinin perdelerini örttü. Yazıhanenin aşağı ve
yukarı kapılarını kapattı. Benim ırzıma geçti. Ve bu durumu 7-8 ay devam
ettirdi."
Çocuk eski yazı ve dini bilgiler öğrenmek istiyor, bahçe ve
fırında çalıştırılıyor. Sonra da hocaefendi hazretlerinin katipliğine
yükseltiliyor. Hocaefendi hazretleri ne kadar çok katip değiştiriyor. Hepsini
kendisi seçiyor ve hepsi, 14-17 yaşları arasındaki çocuklardan seçiliyor.
Katibine, cennete gitmenin yolunun tarikat liderinin yatağından geçtiğini
anlatan bir hocaefendi hazretleri düşünsenize... Ticani lideri, bu yolun
Resulullahın yolu olduğunu söyleyerek sadece bir sübyanı kandırmıyor; aynı
zamanda İslamlığa ve peygambere yapılabilecek en büyük hakareti de yapmış
oluyor. Olayın tanıkları var. Tanıklar konuşuyor. Dava sırasında, 16 Eylül 1974
tarihli duruşmada tanık olarak ifade veren S.A.Ç., şunları anlatıyor:
"1973 Ramazan ayında Bayram münasebetiyle ziyaretime
gelen Ahmet Durak bana Kemal Pilavoğlu'nun hakkında küçük çocukların ırzına
geçmek suçunu eylediği hakkında malumat verdi. Malumatı eşi Emine Pilavoğlu'na
da anlatmış. Emine Pilavoğlu'na da kocasının A.C. ismindeki bir çocukla
münasebet kurduğunu ve bizzat kendisinin onları suçüstü yakaladığını söylemiş.
Daha sonra Ahmet Durak Ankara'ya gelip şoför Kazım Erdoğan'a meseleyi etraflıca
anlattı. Biz bu durum karşısında elimizde bir teyp ve fotoğraf makinesiyle
hadiseyi mahallinde görmek ve suçüstü yakalamak düşüncesiyle Bozcaada'ya
gittik."
Eski gelenektir. Mahallenin bıçkınları, yanlarına
kadıefendiyi hocaefendiyi, jandarma çavuşunu veya polisi de alarak eve erkek
alan kadına baskın yaparlar. Buradaki görüntü de biraz bunu andırıyor. Önce
A.C. adlı çocuğu kenara çekip konuşuyorlar ve çocuk olayı anlatırken sesini
kaydediyorlar. Sonra A.K. adlı çocuk teybe konuşuyor. A.C. ile şifreli bir
haberleşme yönteminde anlaşıyorlar. Daha sonra Pilavoğlu'nun bürosunun
üstündeki çatı katına çıkarak beklemeye başlıyorlar. Bundan sonrasını yine
Çanakkale Ağırceza Mahkemesi'nin duruşma tutanaklarından izliyoruz:
"Saat 08.30 sıralarında çocuklar gelip sobayı
yaktılar. Bilahare 09.00 sıralarında Kemal Pilavoğlu yazıhaneye geldi. Daha
evvelce kararlaştırdığımız şekilde A.C. bu fiil başladığı zaman birinci
öksürükte soyunduklarını, ikinci öksürükte ise kötü fiilin başladığını işaret
etmek suretiyle bizi haberdar etti. Anında çatı kısmından inmek suretiyle
çıplak ayakla kapıyı itekledik. Ve aniden açıldı. Ben, Pilavoğlu'nun A.C.'nin üzerinde
kötü halde iken bileklerinden tutmak suretiyle yakaladım. Kemal Pilavoğlu ve üç
çocuk çırılçıplak, yazıhanenin perdeleri kapalı ve içerideki soba yanmış
vaziyette uygunsuz halde yakaladık. Etrafında bulunan adamların hepsini çağırma
suretiyle o çirkin vaziyeti hepsine gösterdik. Bu hadisede görenler K.T.,
Fırıncı Ö., S.Y., E.Ö. ve ismini bilmediğim 3-4 kişi bizzat bu hali gördüler.
En son olarak karısını çağırdık. Çırılçıplak vaziyette görünce ben sana demedim
mi bu kötü adetleri bırak, sen bir din adamısın, bunlar sana yakışır mı, gibi
sözler söylemek suretiyle çıplak vaziyetteki kocası Kemal Pilavoğlu'nu bizzat
kendisi bildirdi."
Ve baskın sona eriyor. Tarikat lideri, diğer müridlerinin ve
eşinin önünde çıplak bir durumda süklüm püklüm. Baskıncılar işin peşini
bırakmıyorlar:
"Yaptığımız araştırma sonunda ve delil toplamak
gayesiyle Bilecik Jandarma Taburu'nda A.U.'yu, İzmir Ulaştırma Bölüğünde
M.M.'yi, Kars Mekanize Bölüğünde S.B.'ı bizzat gidip gördük. Çocukların hepsi
de bu fiillerin 1969 senesinden beri işlendiğini, evvelce bu kötü işin
kötülüğünü bilmediklerini, akılları başlarına geldikten sonra yüz kızartıcı bir
şey olması nedeniyle kimseye söylemediklerini, söylerlerse Kemal Pilavoğlu'nun
fedaileri tarafından kendilerinin icabında yok edileceklerini söylediler.
Ayrıca Kemal Pilavoğlu'nun buna benzer sapık hallerinin, örneğin şifa olur diye
idrarını içirirmiş, vesaire gibi halleri yaptığını söylediler..."
Bir, üç, beş... Birçok tanık bulunuyor. Tanıklar aynı
şeyleri söylüyorlar. Mağdurlar aynı şeyleri söylüyorlar. İki tanesi ise,
baskını yapan kişilerin Pilavoğlu'ndan tehditle para istediklerini, Pilavoğlu
vermeyince böyle bir oyuna başvurduklarını anlatıyorlar. Ancak, bu ifadeyi
veren kişilere mahkemenin tecavüze ilişkin doktor raporlarını anımsatması
üzerine enteresan bir yanıt geliyor: "Biz birbirimizle bu işi
yaptık."
Olan oluyor. Yargılama bütün hızıyla sürerken Pilavoğlu
ölüyor ve dosya düşüyor. Dava kapanıyor.
Kapanıyor ama adalet için kapanıyor. Başkalarının sorunları
bitmiyor. Onlar her kimse, daha sonra adliye mahzenindeki dava dosyasına
girerek çocuklara tecavüz edildiğine ilişkin doktor raporlarını, dava
iddianamesini, dosyanın içinde hangi belgelerin bulunduğunun listesi anlamına
gelen dizi pusulasını ve daha birçok önemli belgeyi çalıyorlar. Kedi, pisliğini
önce dini sonra da hukuku kullanarak örtemeyince bu kez hırsızlıkla örtmeye
çalışıyor. Ayın karanlık yüzünün ortaya çıkması ise hiç bir zaman
engellenemiyor.
Peki, şimdi ne olacak? Ne söylenebilir?
Söylenebilecek şeyi ses sanatçısı İlhan İrem söylemiş: Adam "gerici".
İlhan İrem'in saptaması gerçekten doğru. Adamlar galiba her anlamda
gerici... Türkçe'de güzel bir laf vardır. Hoca'nın dediğini yap, yaptığını
yapma derler.
-27 Ağustos 1951: Kurucular adına Cevat Rıfat
Atılhan'ın savcılığa verdiği dilekçeyle, İslam Demokrat Partisi kuruldu.
Parti tüzüğünün birinci maddesinde, "Partinin kutsi prensip ve
akideleri ve milletin mukaddesatına olan bağlılığın her türlü müdahaleden
korunacağı", üçüncü maddesinde ise "Milletin arzu ve
temayüllerine uymayan umde ve prensiplerin kaldırılacağı" yer
alıyordu. Vatan Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman tarafından İngilizce
olarak yazılan "Turkey in my time" adlı kitabın 250-251.
sayfalarında, İslam Demokrat Partisi ve kurucusu Atılhan hakkında şu bilgilere
yer veriliyordu: "Bu gurup, Kudüs Müftüsü Aj Amin el Husseini ile yakın
işbirliği yapan sabık Nazi ajanı olan Cevat Rıfat Atılhan adında mütekait bir
yüzbaşı tarafından sevk ve idare edilmekteydi."
-16 Haziran 1952: 431 sayılı yasa değiştirilerek
Osmanlı hanedanından olan kadınların Türkiye'ye gelmesine izin verildi.
-22 Kasım 1952: Bir süredir gericiliği yeren yazılar
yazan Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, Malatya'da yapılan suikastte
ölümden döndü.
-Kasım 1952: DP milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu,
Samsun'da yayınlanan Zafer gazetesinde, "Atatürk de kim oluyormuş? Türk
milleti Atatürk devrimlerine borçlu sayılamaz" diye bir yazı yazdı.
Cumhuriyet'te Nadir Nadi tepki gösterdi ve mahkemelik oldular. Mahkeme, "Atatürk'e
hakaret edene hakaret etmek hakaret sayılmaz" görüşünü belirtti.
-9 Haziran 1953: Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişi
Ziya Karamuk, Mısır'ın başkenti Kahire'deki El Ezher Üniversitesi ile ilgili
incelemelerini 2201 sayılı rapor olarak bakanlığa verdi. Raporda, El Ezher
Üniversitesi'nde nasıl Türk düşmanlığı yapıldığı, dinin Arap milliyetçiliği
için nasıl kullanıldığını belgeleriyle kanıtlamıştı. Karamuk'un raporu
hasıraltı edildi.
-6-7 Eylül 1955: EOKA, l Nisan 1953'ten itibaren
Kıbrıs'ta yoğun baskınlara girişti. Önce İngilizlere karşı yürütülen
operasyonlar çok geçmeden adadaki Türklere yöneliyordu. Kanlı olayların bir çığ
gibi büyüyüp dayanılmaz hal alması üzerine İngilizler 30 Haziran 1955'te
Türkiye ve Yunanistan'ı bir konferansa çağırıyor ancak, sonuç alınamıyordu.
Türkiye, 23 Ağustos 1955'te İngiltere'ye bir nota vererek Kıbrıs'taki Türklere
karşı girişilen eylemlere tepkisiz kalamayacağını bildirdi. İngiltere'nin 28
Ağustos 1955 tarihli çağrısı üzerine Türkiye-İngiltere-Yunanistan Dışişleri
Bakanları Londra'da biraraya geldiler.
Üçlü konferans açılırken, sanki bir düğmeye basılmışcasına
İstanbul, Ankara ve İzmir'de 6-7 Eylül olayları başlıyordu.
6-7 Eylül olaylarının görünürdeki başlangıcı, 6 Eylül
akşamına doğru, Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti'nin Taksim alanında düzenlediği açık
hava toplantısıdır. Toplantıda, "Yunanlıların Atatürk'ün Selanik'te
doğduğu evi bombaladıkları" haberi ortalığı kaplıyor. Sonuç korkunç:
İki günde üç ölü, 30 yaralı. 73 kilise, bir Havra, sekiz Ayazma, iki Manastır,
3584'ü Rumlara ait olmak üzere 5538 gayrimenkul tahrip ve yağma edilerek
yakılıp yıkılıyor. Saldırganların sloganları yine aynıdır: "Allah İçin
Savaşa, Kafirlere Ölüm, Müslüman Türkiye..."
-29 Kasım 1955: DP Meclis Grubu toplantısında
Menderes konuşuyor: "Siz öylesine güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz
Anayasa'yı bile değiştirebilir, hilafeti bile geri getirebilirsiniz."
-25 Mayıs 1956: Afyon Ağırceza Mahkemesi, Nur
Risaleleri'nde hiç bir suç unsuru bulunmadığı yolunda karar verince, dört ilde
birden tüm Risaleler basıldı.
-7 Haziran 1957: DP'iler, 54 seçimlerinden hemen önce
"Demokrat Parti'nin yarın yapacağı mitinge katılmayacak olanlar ve muhalif
partilerin üyeleri münafıkdırlar" diye vaaz veren Ödemiş Vaizi Fevzi
Boyar'ın aldığı 10 ay hapis cezasının kaldırılması için TBMM'ye teklifte
bulundular ve bu teklif 'bugün' genel kurulda görüşüldü.
-19 Ekim 1958: Başbakan Adnan Menderes, Emirdağ
ilçesini ziyaret etti. Said-i Nursî Emirdağ'da yaşıyordu. Nurcular Menderes'i,
hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açarak karşıladılar.
Said-i Nursî, bu olaydan sonra ülke içindeki gezilerine başladı.
Said-i Nursî-Menderes yakınlığı Nursî'nin İsparta'da zorunlu
ikamette bulunduğu sırada başlıyor. Nursî, seçimlerde oyunu herkes gibi gizli
değil açık "milletin gözü önünde" kullanarak Demokrat Parti'yi
desteklediğini ilan ediyor. Nur şakirtleri de üstadlarının yolunu izleyerek
DP'li oluyorlar. Nursî, çok yakın talebesi Tahsin Tola'nın DP milletvekili
olmasına izin veriyor. Bir başka yakın talebesi Hamza Emek ise, adı Nursî ile
anılan Afyon'un Emirdağ ilçesine, DP ilçe başkanı oluyor. Menderes-Nursî
ilişkisi, daha çok mektup ve aracılarla sürüyor. Said-î Nursi, çok sevdiği ve
birçok yerde "İslam Kahramanı" diye bahsettiği Menderes'e
desteği karşılığında, üç şart ileri sürüyor:
1- Ezanı aslına (Arapça'ya) çevir.
2- Risale-i Nûr'lara serbestiyet tanı.
3- Ayasofya'yı camiye çevir.
Nursî'nin üç isteğinden ikisini Menderes gerçekleştiriyor.
Üçüncü isteği, Ayasofya'nın camiye çevrilmesi ise bir türlü yerine getirilemiyor.
-1958: Ortaokullara da isteğe bağlı din dersi
tartışmaları başladı. Bütün muhalefete karşın, hükümet ortaokul 1. ve 2.
sınıflara isteğe bağlı din dersi konmasına ilişkin bir karar çıkardı.
-2 Mart 1959: Menderes'in Mason müsteşarı Ahmet Salih
Korur, Eyüp Sultan Cami'sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi. Korur'un
imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 12 Mart 1959 değil, 2 Ramazan
1378 tarihini taşıyordu.
1959: İstanbul'da Yüksek İlahiyat Enstitüsü kuruldu.
-16 Eylül 1959: Süleymancılar tarikatının kurucusu ve
lideri Süleyman Hilmi Tunahan, şeker hastalığından öldü. Müridleri onu Fatih
camiine gömecekken, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik'in emriyle, cenaze
Karacaahmet mezarlığına götürüldü ve polis nezaretinde bir çukura gömüldü.
Tunahan, 1888 yılında, Silistre Ferhatlar'da doğdu. İslami
eğitim gördü ve İstanbul'daki medreselerde dersler verdi. 1924 yılında,
medreseler kapatılınca ticarete atıldı. 1930'dan itibaren ise Diyanet İşleri
Başkanlığı kadrosundan, Sultanahmet, Şehzadebaşı, Yenicami ve Kasımpaşa
camilerinde vaizlik yapmağa başladı. Kuran kurslarının yasallaştığı 1946 yılına
kadar, çocuklara ve gençlere gizlice dersler verdi. 1946'dan itibaren ise kurs
ve pansiyon işlerinde uzmanlaşmaya başladı. Üç kez irticai hareketleri
nedeniyle yargılandı ve üçünde de beraat etti. Osman Bölükbaşı'nın Millet
Partisi'nde aktif politika da yaptı. Arkasında iki milyona yakın baskı yapan
'Yepyeni Usul ve Tertiple Kuran Harf ve Harekeleri' adlı kitabı bıraktı.
Uzmanlık alanları olan Kur'an Kursu ve kurs pansiyonları
nedeniyle hem ekonomik, hem de insan potansiyeli açısından oldukça gelişkin bir
Nakşi kolu olan Süleymancılar, imam hatiplilerle ve dolayısıyla Diyanet'le
çetin tartışmalar ve mücadeleler geçirdiler. Yüzlerce bina ve onbinlerce
öğrenciyi kapsayan bu egemenlik alanındaki kapışmalar nedeniyle
Süleymancıların, imam hatipli imamların arkasında namaz kılmadıkları biliniyor.
- Ekim 1959: DP Konya Milletvekili Fahri Ağaoğlu,
İslam dininin resmen devlet dini olarak tanınması için yasa önerisi verdi.
Öneri TBMM'de görüşülmedi.
Bir başlık: "Said-i Nursî dün de DP'li iki mebusla
görüştü". Haberi okuduğumuzda, Nursî'nin bir süredir Ankara'da kaldığı
ve DP'lilerle görüşmeler yaptığı, son olarak da DP Erzurum Milletvekili
Fetullah Taşdelenlioğlu ve DP Muş Milletvekili Gıyasettin Emre ve Doktor Tahsin
Tola ile görüştüğü anlaşılıyor. DP'li Emre daha sonra Milli Nizam Partisi ve
Milli Selamet Partisi, son olarak da Refah Partisi içinde aktif olarak yerini
alacaktır. Nursî'nin görüştüğü Doktor Tahsin Tola, Nursî'nin en yakın talebesi
olarak bilinen biri. Nursî'den milletvekilliği izni almış. Nursî, kendisiyle
görüşmek isteyen CHP Van Milletvekili Abdülvahap Altınkaynak'ı ise reddetmiş.
Diyelim ki, Nursî "din düşmanı CHP"nin milletvekilini kabul
etmedi. Peki, "Din düşmanı, laik CHP"nin milletvekili acaba
hangi nedenle Nursî ile görüşmek istesin?
- 3 Ocak 1960: Cumhuriyet gazetesinin birinci
sayfasından bir haber daha... Demokrat Parti Sağmalcılar Ocak Bürosunun camına
yapıştırılmış üç duyurunun fotoğrafı basılmış. İlk duyuru, ocağın her akşam
saat yediden sekize kadar açık olduğunu bildiriyor. İkinci duyuruda, "Ocağımıza
üye kaydı yapılır" sözcüğü var. Üçüncü duyuru önemli: "Asil
olmak istersen dinini unutturanlardan nefret et. Dinini sevenle dost kalmayı
kendinize borç bilin".
Hep konuşulan "dinin siyasete alet edilmesi" konusunda
düşündürücü bir örnek. Bir de şu yanı var, duyurunun: Hani, topluma kin ve
nefret tohumları ekmekten bahsedilir sık sık. Said-i Nursî'nin sevgili
başbakanı Menderes'in partisinin bir ocak teşkilatında nasıl din adına kin ve
nefret tohumları ekilmiş olduğuna ilişkin daha iyi bir belge olabilir mi?
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder