YAŞANAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞANAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2017 Cuma

11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 2



11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 2



Küreselleşme ile ekonomik verileri ilişkilendirenler haksız sayılmamalıdır;   çünkü küreselleşmenin politik, kültürel, sosyal, demografik, çevresel ve askeri 
etkilerinin yanısıra çok sayıda ekonomik yansıması da mevcuttur. Ancak sözkonusu olan ABD savunma stratejisi olduğunda, konunun güvenlik boyutu ön plana çıkmaktadır. Nitekim küreselleşmenin uluslar arası güvenlik üzerindeki etkileri, ABD savunma stratejisinde; Avrasya’dan, Avrasya’nın güney ve doğu bölgelerine, Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya, Kuzeydoğu Asya ve Okyanusya’ya doğru genişleyen bir perspektifi odak almayı, daha sofistike silahları ve asimetrik operasyonları gözönünde bulundurmayı esas tutan bir yapılanmayı beraberinde getirmiştir (Flanagan ve diğerleri, 2001). 

Güç savaşlarında hakimiyeti elde bulundurmaya yönelik yeniden yapılandırma çalışmalarının, kuşkusuz, ABD’ye bir maliyeti de olmalıydı. Buna mukabil, savunma uzmanlarının, bütçe yükünü minimum düzeye çekme çalışmaları sonuç vermeye başlamıştı. Nitekim bütçe göstergeleri de bu durumu doğrular 
nitelikteydi (Şekil-2). Pentagon’un sorunlarının büyük miktardaki paralarla çözülemeyeceğini düşünenler, tehdit oranlarında azalma olmasına karşın, muharebe ihtiyaçlarının önemli ölçülerde artmasına dikkatleri çekerek, problemin çözümünü “kaynak yönetimi” gibi daha başka noktalarda arama uğraşı içindeydiler (Conetta & Knight, 2000). 1997-2001 yılları arasındaki ABD savunma bütçesinin incelendiği bir çalışmada ise, savunma bütçesinin, zirve noktaya ulaştığı Soğuk Savaş yıllarından itibaren bir düşüş sergilediği görülmekteydi (Corbin & Levitsky, 2003). 



Şekil-2: ABD Askeri Harcamaları, 1945-2008 (Corbin & Levitsky, 2003) 

ABD askeri gücünde 1945’ten bu yana dört önemli “azaltma” politikası4 yaşandığını belirten Ullman (1995), 2 nci Dünya Savaşı’nın ardından Truman 
yönetiminin büyük oranlarda askeri gücü tasfiye etmesinin, sözkonusu politikaların ilk ayağını oluşturduğunu belirtmektedir. Daha sonra Eisenhower 
yönetiminin 1953 yılından başlamak üzere savunma harcamalarında önemli kesintilere gitmesi, 1969 yılında Güneydoğu Asya krizinin ve 1989 yılında da 
Soğuk Savaş’ın sona ermesi; Ullman’ın sözünü ettiği “azaltma” politikalarının yapıtaşlarını oluşturmaktadır. Nitekim John F. Kennedy’nin, 1961’de Beyaz Saray’a girdiğinde Savunma Bakanı’na verdiği ilk talimatlardan biri, ülkenin savunulması için neye gereksinim duyulduğunun belirlenmesi ve bunun mümkün olan en düşük maliyetle yapılması olmuştur (Kugler, 2001:109). 

11 Eylül olaylarından 12 yıl önce, yani 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile, savunma planlama ve stratejilerini şekillendiren tehdit ve tehlikelerin de azaldığı inancı, sadece ABD’de değil, dünya genelinde savunma harcamalarının ciddi boyutlarda (üçte bir oranında) kısılmasını sağlamıştır. ABD’nin eski ve potansiyel “düşman”larının5 savunma harcamalarında da, 1985-2001 yılları arasında yüzde 72’ye varan azalmalar görülmüştür. Buna rağmen ABD savunma 
harcamalarındaki düşüş oranı sadece yüzde 17 düzeyinde kalmıştır (Conetta, 2003). 1985-2001 yılları arasındaki verilere bakıldığında şöyle bir tablo 
ile karşılaşılmaktadır: 


4 1950-2000 yılları arasında, ABD Savunma Bakanlığı insangücü ihtiyacındaki değişim veri ve yüzdeleri için EK-B’ye bakınız. 



Tablo-2: ABD Savunma Harcamaları Trendi (Kugler, 2001) 

Mali alandaki “daraltma” politikası, kendisini, denizaşırı askeri varlıkta da hissettirmekteydi. Vietnam Savaşı’na sahne olan 1966-1971 yılları arasında yüzde 35’lere varan denizaşırı askeri varlık oranı, takip eden yıllarda gözle görülür ölçüde düşüş göstermektedir (Şekil-3). Düşüş trendinin, Birinci Körfez Savaşı’nın patlak verdiği 1990-1991 yıllarında sekteye uğradığı dikkat çekmektedir.6 



Şekil-3: ABD Denizaşırı Askeri Varlık Yüzdeleri 

19 Mayıs 1997 tarihinde Pentagon, 21 nci yüzyıla yönelik bir stratejik taslak (Quadrennial Defense Review -QDR) yayınlamıştı. Taslak; birçok askeri üssün 
kapatılmasını, planlı uçuşların sayısının azaltılmasını ve aktif görevdeki birliklerin sayısında da 60 bine yakın indirime gidilmesini öngörmekteydi. 

RAND analistleri, belgeyi, Pentagon’un stratejik düşüncelerinde önemli değişimlerin yaşanmaya başladığının göstergesi olarak değerlendirdi. 

RAND Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nün stratejik planlamacılarından, aynı zamanda Carter ve Reagan dönemlerinde de Savunma Bakanlığı’nda görev 
yapmış olan Paul K. Davis sözkonusu değişime vurgu yapmaktadır: 

“Muhtemeldir ki tarihçiler 1997 QDR’yi, Amerikan savunma sisteminin yeni dönemin gerçekleriyle yüzleşmeye başladığı bir dönüm noktası olarak 
hatırlayacaklardır. Yine de herşey, yeni stratejinin sert program kararlarıyla desteklenip desteklenmeyeceğine bağlıdır.” (Escaping the Box, 1997) 

Bazı savunma stratejistlerine göre, dünyadaki belirsizlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle daha da artmıştır ve bu durum, savunma alanında etkili bir planlama yı gerektirmektedir. Soğuk Savaş döneminde savaşılacak taraf(lar)ın ve dolayısıyla planların da belli olması, ABD’nin, Kore ve Vietnam gibi öngörül memiş krizlerle baş etmek zorunda kalmasını engelleyememişti. Soğuk Savaş’ın ardından gelmesi umulan istikrar dönemi, bölgesel kriz ve çatışmaların gölgesinde kaldı. 

Çok geçmeden, Doğu-Batı çekişmesinin sona ermesinin, barış ve istikrar demek olmadığı anlaşıldı. Kore’den Güneydoğu Asya’ya, Hindistan’dan Güneybatı 
Asya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya, “güvensizlik” var olmaya devam etti. Bu defa istikrarsızlığın kökleri daha derinlerdeydi ve karmaşıktı: kabilecilik, sınır 
anlaşmazlıkları, zayıf veya kanunsuz yönetimler ve dinsel fanatizm (Gompert ve diğerleri, 2004:3). Aslında tüm bunlardan daha tehlikeli bir sorun, gelişmiş 
ülkelerin müdahale etmemekten yana tavır koymalarıyla, gittikçe daha kronik hale gelmekteydi. Az gelişmiş ülkelerin payına, dünya “refah pastası”ndan düşen dilimin boyutu giderek küçülmekteydi. 

Sanayileşmiş ülkeler, dünya nüfusunun sadece yüzde 28’ine sahipti; ancak zenginliğin yüzde 70’ini ellerinde bulunduruyorlardı (Flanagan ve diğerleri, 2001:9). 
Açlık ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bölgelerde gelişen ve serpilen “terörizm” dalgasının, yakın bir gelecekte hangi kıyıları dövmeye başlayacağını kimse 
kestiremiyordu. 

1990’lı yılların başından itibaren köklü bir değişim geçiren terörizmin bu yeni “kimliği”, 1990’lı yıllar boyunca çoğu kimse tarafından fark edilemedi. Bu nedenle terörizm algılamaları ve terörizme dönük politikalar, terörizmin doğduğu 30 yıl öncesininkilerle neredeyse aynı kaldı. 1990’lı yıllarda terörist olayların sayısında bir düşüş gözlenmesine rağmen, olaylarda ölen insanların oranı genel olarak yükselmişti. Yani teröristler daha az aktif olmalarına karşın, daha ölümcüldüler (Hoffman, 2002). Dünyanın küreselleşmesine karşılık terörizm de küreselleşiyor ve terörist eylemler, dünyaya yön veren politikaları etkileme / yönlendirme amacı ile hedef sahalarını genişletiyorlardı. Kuşkusuz bu “asimetrik tehdit”in alacağı boyutu önceden kestirebilenler de vardı. Danzig (1999:14), “ABD’nin en büyük güvenlik riskleri”ni tanımladığı kitabında, “üç büyük tehlike”yi açıklıyor7 ve bunlar arasında “travmatik saldırılar”a dikkat çekiyordu: 

“(...) Tıpkı fizikte olduğu gibi savaşta da aynı kural geçerlidir: Her hareket, karşıt bir tepki doğurur. Her güç, zayıf yönünü ortaya çıkaracak farklı bir alanın 
araştırılmasına davetiye çıkarır. 

Eğer biz, klasik savaş alanlarında yenilmez olarak algılanıyorsak, düşmanlarımız bizi klasik olmayan şekillerle yenmeye çalışacaklardır. (...)” 

Değişen tehdit algoritmaları, pek çok ülkede olduğu gibi ABD’de de savunma anlayışının sorgulanması sonucunu doğurdu. “Açık sınırları ve açık toplum 
niteliği ile teröristler için kolay hedef teşkil eden” (Rumsfeld, 2004b) ABD’de savunma stratejilerinin sorgulanması, esasen, Soğuk Savaş yıllarına 
dayanmaktadır. Stratejik vizyon eksikliğinden ve uzun dönemli planlamaların yapıl(a)mayışından yakınan uzmanlar, o dönemde bunu bir zayıflık olarak 
nitelendirmekteydiler (Smith ve diğerleri, 1987). Stratejik planlamaya atfedilen önemin arka planında “geleceğin tasarlanması” yatmaktaydı. 
Nitekim bu önemi, dönemin ABD başkanı Eisenhower da 1958 yılında yaptığı bir konuşmada vurgulamıştı: 

“Hiçbir askeri görev; bizi ulusal hedeflerimize ulaştıracak olan kuvvet yapılarında ve silah sistemlerinde devrim yaratabilecek stratejik planlar geliştirmekten 
daha önemli değildir.” (Lovelace, 1995) 

Ochmanek ve Hosmer (1997), stratejinin, temel milli hedefler belirlemekle başladığını ve sözkonusu ABD olduğunda, bu hedeflerin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri değişmediğinin söylenebileceğini ifade etmektedirler. Yazarlara göre tehditler, tehlikeler, fırsatlar gibi uluslar arası çevre koşullarının incelenmesi ve ABD kuvvetlerinin hazırlıklı olması gereken görevlerin tespiti gibi aşamalar; sözkonusu hedeflerin tanımlanmasının ardından gelmelidir. 

5 Bu ülkeler Sovyetler Birliği ile Varşova Paktı’nın diğer üyeleri, Çin, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, İran, Irak, Suriye, Libya ve Küba’dır. 

6 “Active Duty Military Personnel Strengths by Regional Area and by Country”, produced by the Statistical Analysis Division of the Directorate for Information 
Operations and Reports, US Department of Defense(DoD). Ayrıntılı bilgi için adresine bakılabilir. 

7 Yazar bu tehlikeleri, “büyük bir askeri düşmana karşı yenilenmiş rekabet, travmatik saldırılar ve destek kaybı” olarak sıralamaktadır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1 



Yunus ÖZTÜRK 
© 2005 
GİRİŞ 


Takvim yaprakları 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde, çoğu kimse, dünyanın yeni bir dönemeç eşiğinde olduğunun farkında değildi. Ajanslara ve haber merkezlerine, 
“New York saat dilimine göre 8:45’te, Boston Massachusetts’tan kalkan ve kaçırılmış olan 11 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçağı, Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine çarparak büyük bir delik açtı ve binada yangın çıktı.” şeklinde düşen “son dakika” haberi, aslında, uluslararası sistemde hemen hemen herşeyin yeniden tanımlanacağı farklı bir döneme girildiğinin işaretçisiydi. 

Başkan Bush’un, “erken” sayılabilecek bir zamanlamayla, yaşanan olayı “açık bir terörist saldırı” olarak nitelendirmesinin ardından, gözler, Amerika Birleşik 
Devletleri (ABD)’nin “sorunlu” olarak adlandırdığı bölgelere çevrildi. Hazar Havzası ve Ortadoğu’ya beklenen müdahaleler gelmekte gecikmedi; Afganistan ve Irak’a yönelik “özgürleştirme” operasyonları birbiri ardına geldi. Kimilerince “haklı ve gerekli” bulunan bu operasyonlar, kimilerince de “ölçüsüz ve aşırı” tepkiler olarak nitelendirilerek kıyasıya eleştirildi. Süregelen tartışmalar, çoğu kimse için, değerler ve fikirlerin yeni bir tablosunu yapma ve birçok konuda yeniden düşünme fırsatı anlamına gelmekteydi. 

Geliştirilen düşünce sistematikleri, haklı olarak, Soğuk Savaş yıllarını da kapsamaktaydı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisiydi. Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve hegemon gücü olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin de çökmesiyle birlikte, dünyadaki politik dengeler altüst oluyordu. 1989 Aralık ayında ABD ve Sovyetler Birliği devlet başkanlarının, Malta buluşmasında Soğuk Savaş’ı sona erdiren açıklamalarından sonra ABD’nin uluslararası sistemde hegemon rolünü sürdürmesinin önünde bir engel kalmadığı açıklamaları sıklıkla dile getirilmişti. 1989-1993 yılları arasında görev yapan, dönemin ABD Başkanı George Bush, “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı ve sonraları “çelişkisiz ve uyum içindelik” nitelikleri ile tanıtılan yeni bir dönemin “müjde”sini vermekteydi. Sözkonusu dönem, Francis Fukuyama ve Samuel P. Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da sahne olmaktaydı. Fukuyama’ya göre “yeni dünya düzeni”nde çelişkilerin ortadan kalkması, “tarihin sonu” anlamına geliyordu. 

Huntington ise makalesinde, küreselleşen ve zenginleşen dünyayı, “medeniyetler çatışması”nın (clash of civilizations) beklediğini düşünüyordu. Ona göre 
içine girilen yeni tarihsel dönem aslında medeniyetlerin savaştığı bir dönem olacaktı.1 


SSCB’nin çökmesiyle, ABD ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi olarak “tek kutuplu” hale gelen dünyada hakimiyet mücadelesi verirken, küresel güçler 
arasındaki “hegemonya savaşı” bazen örtülü, bazen açık olarak yaşanmaya başladı. 
Dengeler değişmekteydi; ve bu durum, kuşkusuz, “silahlanma ve savaş” demekti. 
Öyle ki, bu önü alınamaz tırmanış, soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüzyüze bulunan ülkeler ile, George Orwell’in “1984” adlı eserini anımsatan 
tarzda cereyan etmekteydi. 

Küreselleşme projelerinin hız kazanmaya başladığı bir dönemde yaşananlar, korkuları daha çok derinleştirmekle kalmadı; hızla “dengesiz küreselleşme”ye doğru sapan rotanın düzeltilmesi gerekliliğini de tartışmaya açtı. ABD eski başkanlarından Bill Clinton, “yeni dünya düzeninin nimetlerinden büyük ölçüde sanayileşmiş ülkelerin faydalandığını” söyleyerek tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Tüm bunlar olurken, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni “bahane ve taktikler”2 bulma yarışında öne çıkan ABD, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından gelen Panama işgalinin “bahane ve taktikleri”ni hatırlatan politikalar geliştirmekte kararlı olduğunu birinci ağızdan duyurmaktaydı: 

Huntington’un sözkonusu makalesinin tümüne 
adresinden ulaşılabilir. 

2 Noam Chomsky, 8 Aralık 2001 tarihinde Tufts Üniversitesi’nde verdiği, “11 Eylül’ün Ardından: Barışa, Adalete ve Güvenliğe Giden Yollar” başlıklı konferansta, Soğuk Savaş sonrası dönemin temel karakterinin “revize edilmiş bahaneler ve taktikler” olduğunu belirtmektedir. 




“(...) Bu yalnız Amerika'nın savaşı değildir. Tehlikede olan sadece Amerika'nın özgürlüğü değildir. Bu, dünyanın savaşıdır. Bu, medeniyetin savaşıdır. Bu savaş 
ilerleme ve plüralizme, hoşgörü ve özgürlüğe inananların savaşıdır. (...) Yöntem daha belli değildir ama sonuç kesindir. Özgürlük ve korku, adalet ve şiddet 
her zaman savaşmıştır ve şunu biliyoruz ki, Tanrı bunların arasında tarafsız değildir." 

Başkan, yöntemin henüz belli olmadığını vurgulasa da, hem yöntem hem de hedefler konusunda önceden varılmış bir mutabakatın var olduğu kendisini hemen hissettirecekti. Savunmaya ayrılan bütçe olağandışı bir şekilde artırıldı, planlar revize edildi, orduda “dönüşüm” çalışmalarına hız verildi. Öyle ki bu “dönüşüm” çalışmalarına, “ABD’yi daha güvenli bir ülke haline getirme”de kilit rol biçildi. Zira, Soğuk Savaş yıllarında ulus devletlere karşı yürütülecek “büyük” savaşlar üzerine inşa edilen savunma anlayışı, yeni dönemde yerini, karmaşık ve çok çeşitli çatışmalarla “baş edebilecek” bir askeri yeteneğe sahip olma anlayışına bırakmak zorundaydı. Esas itibariyle, Savunma Bakanlığı’nın yeniden yapılanma ve dönüşüm hedefleri, 11 Eylül olaylarından sadece günler önce tamamlanan “Dört Yıllık Savunma İncelemesi (QDR)”nde ayrıntılı olarak yer almaktaydı. Sözkonusu belgede, öncelikli hedefin ABD vatanını ve vatandaşlarını “asimetrik tehditler”e karşı savunmak olduğu belirtiliyordu (Rumsfeld, 2004b) 

Tüm bunlar olurken Birleşmiş Milletler (BM) 28 Eylül 2001 tarihinde aldığı 1373 sayılı karar ile, “olası” operasyonlara “meşru müdafaa” niteliği vererek yeşil ışık 
yaktı. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), meşhur 5 nci maddesini yürürlüğe koymakta gecikmedi ve “tarafların, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa (...) silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmış 
oldukları”nı ilan etti. 

Tarihindeki en büyük terör olayını yaşayan ABD, “misilleme olarak” Afganistan'daki hedefleri 7 Ekim 2001'de bombalamaya başladı. 63 gün süren, 13 Kasım 2001 tarihinde Kabil’in alınmasıyla sona eren ve amacı “terör yuvalarını ortadan kaldırmak” olarak belirlenen operasyona “Sonsuz Özgürlük” adı verilmesi de, aykırı sesleri susturamadı. Ardından gelen Irak müdahalesi, kamuoyuna, “Irak’a demokrasi” sloganı ile sunuldu; ne var ki bu müdahale, ABD’nin, bozulan dengeleri kendi lehine çevirmekte ne denli kararlı olduğunun bir göstergesi olarak kabul görmekteydi. Kararlılığın göstergesi olarak, savunma harcamalarına ayırdığı payı hatırı sayılır ölçülerde ve “keskin” bir şekilde artıran ABD, silahlanma yarışını “uzay”a taşımayı da içeren radikal hamleler yapmaya başladı. 

Uluslar arası sistemde beklenilenin aksine, ABD’nin “etki sahası” önünde engellerin yükselmeye başladığı bir dönemde meydana gelen 11 Eylül saldırıları, 
kuşkusuz, oluşan engelleri aşması adına ABD’ye, kullanabileceği bir “fırsat” da yaratmıştır. Denilebilir ki, 1990-2000 yılları arası dönemde, sınırlarını 
belirlemekte zorlanılan uluslar arası sistemin gözden geçirilerek yeniden “dizayn edilebilmesi” için bir arayış içine girilmiştir. Bu dönemin nasıl bir yapılanmaya 
yol açacağı ise bölgesel ve uluslararası düzeydeki gelişmelerin şekli ve ittifakların alacakları tutumlarla doğrudan ilişkili olacaktır. 

“Dünyaya hükmetme” iddiasındaki bir “süper gücün” savunma planlama ve stratejilerini inceleme iddiasındaki bir çalışmanın, tarihi perspektiften bağımsız olarak gerçekleştirilebileceğini düşünmek elbette olanaksızdır. Geleceğe dönük projelerin ardındaki düşüncelerin izini sürerek stratejilerin kökenine inmeye çalışmak, çoğu zaman, gelişen olayları doğru bir şekilde anlamlandırabilmenin tek yoludur. ABD’nin bugününü ve geleceğini tartışmadan önce, temel stratejisinin ne olduğunun tespiti bu nedenle önemlidir. 1899 yılında dönemin ABD başkanı Theodor Roosevelt’in Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşma, ABD’nin 20 nci yüzyıldaki (ve aslında aynı zamanda sonraki yüzyıldaki) temel stratejisini ortaya koyar niteliktedir: 

“(...) Size rahat bir hayatın değil, mücadelelerle dolu bir hayatın gereklerini söylüyorum. 20 nci yüzyıl önümüze, pek çok ulusun kaderini belirleyecek muazzam bir ufuk açıyor. Yerimizde oturursak, sert mücadelelerden uzak durursak bizden daha cesur ve daha güçlü olanlar bizi geçeceklerdir.” 

Bu araştırmamızda biz, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD savunma planlama ve stratejilerinde ne gibi değişimler yaşandığını inceledik. Bilindiği üzere 11 
Eylül saldırılarının olağanüstülüğü ve yarattığı şaşkınlığın yanı sıra uluslar arası ilişkiler alanında yol açtığı belirsizlikler, bu alanda hızla gelişen bir literatürün 
oluşmasına sebep olmuştur. Bu yönüyle, araştırmamızda kaynakça yönünden sıkıntı yaşamadığımızı itiraf etmeliyiz. Literatürün bol olması, elbette, daha seçici olma, birkaç kaynaktan doğrulatma gibi hassasiyetleri de beraberinde getirmektedir. 

Biz istatistiki bilgiler için mümkün olduğunca resmi kaynaklara başvurmaya çalışarak, sözünü ettiğimiz hassasiyetleri kısmen karşılamaya gayret ettik. 
Her ne kadar yorum içeren ifadelerden özenle kaçınmaya çalışsak da, tanıklık ettiğimiz olayların zihnimizdeki yansımaları, araştırmamızı kaleme alırken yer 
yer su yüzüne çıkmayı başardı. 

YAKLAŞAN FIRTINA 

Strategic Forum dergisinin Temmuz 2001 tarihli sayısında “21 nci Yüzyılın Ordusu: Yakın Geçmişten Dersler” başlıklı bir makale kaleme alan emekli general Anthony C. Zinni, ABD ordusunun “geleneksel olmayan” tehditlere karşı hazırlıklı olup olmadığının sorgulanması gerektiğini söylüyor ve ekliyordu: 

“Geleceği kimse tahmin edemez; ancak gelişen tehditler karşısında bazı yargılarda bulunmamız mümkündür. Bunlardan [bu tehditlerden] bir kısmı, geçen yüzyıldan hazırlıklı olduklarımız olmayacaktır ve tamamı, yeni dünya düzenini tehdit edecektir. Ordu, sözkonusu tehdit ve tehlikeleri karşılayabilecek 
dönüşümü gerçekleştirmelidir.” (2001) 

Küreselleşmenin hız kazanmaya başlamasıyla sınırlarını “açık” hale getiren ABD’nin yüzyüze kaldığı tehditler, henüz, Zinni’nin öngördüğü şekliyle “yeni dünya düzeni”ne meydan okur hale gelmeye başlamamıştı. “Terör”, “terörizm”, “terörist” gibi kavramlar, dünya uluslarının gündeminde ağırlıklı olarak yer almıyordu. 
Soğuk Savaş yıllarının etkisindeki düşünce sistematikleri de, “asimetrik” tehdit değerlendirmesine yönelik fikir yürütmelerde bulunamayacak derecede 
öngörüden yoksundu. Başta ABD olmak üzere, başat konumdaki bazı ülkelerin, küresel rekabet ve çıkar savaşlarının ulaşacağı boyutu önceden kestirdiklerinden olsa gerek, savunma doktrin ve stratejilerinde önemli değişimlere gitmeye başladığı tarih, 1993’tü. O tarihten bugüne dünya, gelir dağılımındaki dengesizlik dışında, büyük ölçüde değişime uğradı. Küreselleşmenin “getiri”si olarak görülen bu dengesizlik, kimilerine göre, ileriki yıllarda dünyanın başını fazlasıyla ağrıtacak olan terörizmi besleyen en “bereketli” kaynaktı; kurutulmadığı sürece küresel barış sadece hayal olarak kalacaktı. Ancak bu o kadar da kolay değildi. 

2000 yılında yapılan bir araştırmanın bulgularına göre, demokratik yönetim tarzını benimsemiş ülkelerde Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 17 bin dolar iken, bu rakam, Orta Afrika, Güney Asya gibi diğer bazı ülkelerde, 3 bin 400 dolara kadar düşmekteydi (The Military Balance, 2000). 



Şekil-1: Parçalı Dünya Ekonomisi (The Military Balance, 2000) 

20 nci yüzyılın en büyük ekonomik operasyonu olarak bilinen 1973 petrol krizi, o yıllarda, ABD aleyhine gelişen süreci tersine çevirmesi ve Avrupa’nın arka 
planda kalma rolünü sürdürmesi sonuçlarını doğurmuş ve en büyük “ekonomik operasyon” olarak tarihe geçmişti. Ekonomik göstergeler ile “süper güç”lük sıfatı arasındaki “doğru orantı”, bugün, belki de her zamankinden daha fazla hissedilmektedir. Yapılan son bir araştırmaya göre 3 Avrupa Birliği (AB), 15 üyeli iken, ABD’nin milli gelirinin 831 milyar dolar altında kalmaktaydı; ancak 2004 yılında, üye olarak kabul ettiği 10 Doğu Avrupa ülkesi ile birlikte ABD’yi 116 milyar dolar geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmiştir (Tablo-1). 

3 Cumhuriyet , 18 Aralık 2004. 





Tablo-1: Toplam Milli Gelir’de İlk Beş Ülke 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***