26 Mayıs 2017 Cuma

11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1 



Yunus ÖZTÜRK 
© 2005 
GİRİŞ 


Takvim yaprakları 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde, çoğu kimse, dünyanın yeni bir dönemeç eşiğinde olduğunun farkında değildi. Ajanslara ve haber merkezlerine, 
“New York saat dilimine göre 8:45’te, Boston Massachusetts’tan kalkan ve kaçırılmış olan 11 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçağı, Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine çarparak büyük bir delik açtı ve binada yangın çıktı.” şeklinde düşen “son dakika” haberi, aslında, uluslararası sistemde hemen hemen herşeyin yeniden tanımlanacağı farklı bir döneme girildiğinin işaretçisiydi. 

Başkan Bush’un, “erken” sayılabilecek bir zamanlamayla, yaşanan olayı “açık bir terörist saldırı” olarak nitelendirmesinin ardından, gözler, Amerika Birleşik 
Devletleri (ABD)’nin “sorunlu” olarak adlandırdığı bölgelere çevrildi. Hazar Havzası ve Ortadoğu’ya beklenen müdahaleler gelmekte gecikmedi; Afganistan ve Irak’a yönelik “özgürleştirme” operasyonları birbiri ardına geldi. Kimilerince “haklı ve gerekli” bulunan bu operasyonlar, kimilerince de “ölçüsüz ve aşırı” tepkiler olarak nitelendirilerek kıyasıya eleştirildi. Süregelen tartışmalar, çoğu kimse için, değerler ve fikirlerin yeni bir tablosunu yapma ve birçok konuda yeniden düşünme fırsatı anlamına gelmekteydi. 

Geliştirilen düşünce sistematikleri, haklı olarak, Soğuk Savaş yıllarını da kapsamaktaydı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisiydi. Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve hegemon gücü olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin de çökmesiyle birlikte, dünyadaki politik dengeler altüst oluyordu. 1989 Aralık ayında ABD ve Sovyetler Birliği devlet başkanlarının, Malta buluşmasında Soğuk Savaş’ı sona erdiren açıklamalarından sonra ABD’nin uluslararası sistemde hegemon rolünü sürdürmesinin önünde bir engel kalmadığı açıklamaları sıklıkla dile getirilmişti. 1989-1993 yılları arasında görev yapan, dönemin ABD Başkanı George Bush, “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı ve sonraları “çelişkisiz ve uyum içindelik” nitelikleri ile tanıtılan yeni bir dönemin “müjde”sini vermekteydi. Sözkonusu dönem, Francis Fukuyama ve Samuel P. Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da sahne olmaktaydı. Fukuyama’ya göre “yeni dünya düzeni”nde çelişkilerin ortadan kalkması, “tarihin sonu” anlamına geliyordu. 

Huntington ise makalesinde, küreselleşen ve zenginleşen dünyayı, “medeniyetler çatışması”nın (clash of civilizations) beklediğini düşünüyordu. Ona göre 
içine girilen yeni tarihsel dönem aslında medeniyetlerin savaştığı bir dönem olacaktı.1 


SSCB’nin çökmesiyle, ABD ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi olarak “tek kutuplu” hale gelen dünyada hakimiyet mücadelesi verirken, küresel güçler 
arasındaki “hegemonya savaşı” bazen örtülü, bazen açık olarak yaşanmaya başladı. 
Dengeler değişmekteydi; ve bu durum, kuşkusuz, “silahlanma ve savaş” demekti. 
Öyle ki, bu önü alınamaz tırmanış, soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüzyüze bulunan ülkeler ile, George Orwell’in “1984” adlı eserini anımsatan 
tarzda cereyan etmekteydi. 

Küreselleşme projelerinin hız kazanmaya başladığı bir dönemde yaşananlar, korkuları daha çok derinleştirmekle kalmadı; hızla “dengesiz küreselleşme”ye doğru sapan rotanın düzeltilmesi gerekliliğini de tartışmaya açtı. ABD eski başkanlarından Bill Clinton, “yeni dünya düzeninin nimetlerinden büyük ölçüde sanayileşmiş ülkelerin faydalandığını” söyleyerek tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Tüm bunlar olurken, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni “bahane ve taktikler”2 bulma yarışında öne çıkan ABD, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından gelen Panama işgalinin “bahane ve taktikleri”ni hatırlatan politikalar geliştirmekte kararlı olduğunu birinci ağızdan duyurmaktaydı: 

Huntington’un sözkonusu makalesinin tümüne 
adresinden ulaşılabilir. 

2 Noam Chomsky, 8 Aralık 2001 tarihinde Tufts Üniversitesi’nde verdiği, “11 Eylül’ün Ardından: Barışa, Adalete ve Güvenliğe Giden Yollar” başlıklı konferansta, Soğuk Savaş sonrası dönemin temel karakterinin “revize edilmiş bahaneler ve taktikler” olduğunu belirtmektedir. 




“(...) Bu yalnız Amerika'nın savaşı değildir. Tehlikede olan sadece Amerika'nın özgürlüğü değildir. Bu, dünyanın savaşıdır. Bu, medeniyetin savaşıdır. Bu savaş 
ilerleme ve plüralizme, hoşgörü ve özgürlüğe inananların savaşıdır. (...) Yöntem daha belli değildir ama sonuç kesindir. Özgürlük ve korku, adalet ve şiddet 
her zaman savaşmıştır ve şunu biliyoruz ki, Tanrı bunların arasında tarafsız değildir." 

Başkan, yöntemin henüz belli olmadığını vurgulasa da, hem yöntem hem de hedefler konusunda önceden varılmış bir mutabakatın var olduğu kendisini hemen hissettirecekti. Savunmaya ayrılan bütçe olağandışı bir şekilde artırıldı, planlar revize edildi, orduda “dönüşüm” çalışmalarına hız verildi. Öyle ki bu “dönüşüm” çalışmalarına, “ABD’yi daha güvenli bir ülke haline getirme”de kilit rol biçildi. Zira, Soğuk Savaş yıllarında ulus devletlere karşı yürütülecek “büyük” savaşlar üzerine inşa edilen savunma anlayışı, yeni dönemde yerini, karmaşık ve çok çeşitli çatışmalarla “baş edebilecek” bir askeri yeteneğe sahip olma anlayışına bırakmak zorundaydı. Esas itibariyle, Savunma Bakanlığı’nın yeniden yapılanma ve dönüşüm hedefleri, 11 Eylül olaylarından sadece günler önce tamamlanan “Dört Yıllık Savunma İncelemesi (QDR)”nde ayrıntılı olarak yer almaktaydı. Sözkonusu belgede, öncelikli hedefin ABD vatanını ve vatandaşlarını “asimetrik tehditler”e karşı savunmak olduğu belirtiliyordu (Rumsfeld, 2004b) 

Tüm bunlar olurken Birleşmiş Milletler (BM) 28 Eylül 2001 tarihinde aldığı 1373 sayılı karar ile, “olası” operasyonlara “meşru müdafaa” niteliği vererek yeşil ışık 
yaktı. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), meşhur 5 nci maddesini yürürlüğe koymakta gecikmedi ve “tarafların, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa (...) silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmış 
oldukları”nı ilan etti. 

Tarihindeki en büyük terör olayını yaşayan ABD, “misilleme olarak” Afganistan'daki hedefleri 7 Ekim 2001'de bombalamaya başladı. 63 gün süren, 13 Kasım 2001 tarihinde Kabil’in alınmasıyla sona eren ve amacı “terör yuvalarını ortadan kaldırmak” olarak belirlenen operasyona “Sonsuz Özgürlük” adı verilmesi de, aykırı sesleri susturamadı. Ardından gelen Irak müdahalesi, kamuoyuna, “Irak’a demokrasi” sloganı ile sunuldu; ne var ki bu müdahale, ABD’nin, bozulan dengeleri kendi lehine çevirmekte ne denli kararlı olduğunun bir göstergesi olarak kabul görmekteydi. Kararlılığın göstergesi olarak, savunma harcamalarına ayırdığı payı hatırı sayılır ölçülerde ve “keskin” bir şekilde artıran ABD, silahlanma yarışını “uzay”a taşımayı da içeren radikal hamleler yapmaya başladı. 

Uluslar arası sistemde beklenilenin aksine, ABD’nin “etki sahası” önünde engellerin yükselmeye başladığı bir dönemde meydana gelen 11 Eylül saldırıları, 
kuşkusuz, oluşan engelleri aşması adına ABD’ye, kullanabileceği bir “fırsat” da yaratmıştır. Denilebilir ki, 1990-2000 yılları arası dönemde, sınırlarını 
belirlemekte zorlanılan uluslar arası sistemin gözden geçirilerek yeniden “dizayn edilebilmesi” için bir arayış içine girilmiştir. Bu dönemin nasıl bir yapılanmaya 
yol açacağı ise bölgesel ve uluslararası düzeydeki gelişmelerin şekli ve ittifakların alacakları tutumlarla doğrudan ilişkili olacaktır. 

“Dünyaya hükmetme” iddiasındaki bir “süper gücün” savunma planlama ve stratejilerini inceleme iddiasındaki bir çalışmanın, tarihi perspektiften bağımsız olarak gerçekleştirilebileceğini düşünmek elbette olanaksızdır. Geleceğe dönük projelerin ardındaki düşüncelerin izini sürerek stratejilerin kökenine inmeye çalışmak, çoğu zaman, gelişen olayları doğru bir şekilde anlamlandırabilmenin tek yoludur. ABD’nin bugününü ve geleceğini tartışmadan önce, temel stratejisinin ne olduğunun tespiti bu nedenle önemlidir. 1899 yılında dönemin ABD başkanı Theodor Roosevelt’in Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşma, ABD’nin 20 nci yüzyıldaki (ve aslında aynı zamanda sonraki yüzyıldaki) temel stratejisini ortaya koyar niteliktedir: 

“(...) Size rahat bir hayatın değil, mücadelelerle dolu bir hayatın gereklerini söylüyorum. 20 nci yüzyıl önümüze, pek çok ulusun kaderini belirleyecek muazzam bir ufuk açıyor. Yerimizde oturursak, sert mücadelelerden uzak durursak bizden daha cesur ve daha güçlü olanlar bizi geçeceklerdir.” 

Bu araştırmamızda biz, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD savunma planlama ve stratejilerinde ne gibi değişimler yaşandığını inceledik. Bilindiği üzere 11 
Eylül saldırılarının olağanüstülüğü ve yarattığı şaşkınlığın yanı sıra uluslar arası ilişkiler alanında yol açtığı belirsizlikler, bu alanda hızla gelişen bir literatürün 
oluşmasına sebep olmuştur. Bu yönüyle, araştırmamızda kaynakça yönünden sıkıntı yaşamadığımızı itiraf etmeliyiz. Literatürün bol olması, elbette, daha seçici olma, birkaç kaynaktan doğrulatma gibi hassasiyetleri de beraberinde getirmektedir. 

Biz istatistiki bilgiler için mümkün olduğunca resmi kaynaklara başvurmaya çalışarak, sözünü ettiğimiz hassasiyetleri kısmen karşılamaya gayret ettik. 
Her ne kadar yorum içeren ifadelerden özenle kaçınmaya çalışsak da, tanıklık ettiğimiz olayların zihnimizdeki yansımaları, araştırmamızı kaleme alırken yer 
yer su yüzüne çıkmayı başardı. 

YAKLAŞAN FIRTINA 

Strategic Forum dergisinin Temmuz 2001 tarihli sayısında “21 nci Yüzyılın Ordusu: Yakın Geçmişten Dersler” başlıklı bir makale kaleme alan emekli general Anthony C. Zinni, ABD ordusunun “geleneksel olmayan” tehditlere karşı hazırlıklı olup olmadığının sorgulanması gerektiğini söylüyor ve ekliyordu: 

“Geleceği kimse tahmin edemez; ancak gelişen tehditler karşısında bazı yargılarda bulunmamız mümkündür. Bunlardan [bu tehditlerden] bir kısmı, geçen yüzyıldan hazırlıklı olduklarımız olmayacaktır ve tamamı, yeni dünya düzenini tehdit edecektir. Ordu, sözkonusu tehdit ve tehlikeleri karşılayabilecek 
dönüşümü gerçekleştirmelidir.” (2001) 

Küreselleşmenin hız kazanmaya başlamasıyla sınırlarını “açık” hale getiren ABD’nin yüzyüze kaldığı tehditler, henüz, Zinni’nin öngördüğü şekliyle “yeni dünya düzeni”ne meydan okur hale gelmeye başlamamıştı. “Terör”, “terörizm”, “terörist” gibi kavramlar, dünya uluslarının gündeminde ağırlıklı olarak yer almıyordu. 
Soğuk Savaş yıllarının etkisindeki düşünce sistematikleri de, “asimetrik” tehdit değerlendirmesine yönelik fikir yürütmelerde bulunamayacak derecede 
öngörüden yoksundu. Başta ABD olmak üzere, başat konumdaki bazı ülkelerin, küresel rekabet ve çıkar savaşlarının ulaşacağı boyutu önceden kestirdiklerinden olsa gerek, savunma doktrin ve stratejilerinde önemli değişimlere gitmeye başladığı tarih, 1993’tü. O tarihten bugüne dünya, gelir dağılımındaki dengesizlik dışında, büyük ölçüde değişime uğradı. Küreselleşmenin “getiri”si olarak görülen bu dengesizlik, kimilerine göre, ileriki yıllarda dünyanın başını fazlasıyla ağrıtacak olan terörizmi besleyen en “bereketli” kaynaktı; kurutulmadığı sürece küresel barış sadece hayal olarak kalacaktı. Ancak bu o kadar da kolay değildi. 

2000 yılında yapılan bir araştırmanın bulgularına göre, demokratik yönetim tarzını benimsemiş ülkelerde Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 17 bin dolar iken, bu rakam, Orta Afrika, Güney Asya gibi diğer bazı ülkelerde, 3 bin 400 dolara kadar düşmekteydi (The Military Balance, 2000). 



Şekil-1: Parçalı Dünya Ekonomisi (The Military Balance, 2000) 

20 nci yüzyılın en büyük ekonomik operasyonu olarak bilinen 1973 petrol krizi, o yıllarda, ABD aleyhine gelişen süreci tersine çevirmesi ve Avrupa’nın arka 
planda kalma rolünü sürdürmesi sonuçlarını doğurmuş ve en büyük “ekonomik operasyon” olarak tarihe geçmişti. Ekonomik göstergeler ile “süper güç”lük sıfatı arasındaki “doğru orantı”, bugün, belki de her zamankinden daha fazla hissedilmektedir. Yapılan son bir araştırmaya göre 3 Avrupa Birliği (AB), 15 üyeli iken, ABD’nin milli gelirinin 831 milyar dolar altında kalmaktaydı; ancak 2004 yılında, üye olarak kabul ettiği 10 Doğu Avrupa ülkesi ile birlikte ABD’yi 116 milyar dolar geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmiştir (Tablo-1). 

3 Cumhuriyet , 18 Aralık 2004. 





Tablo-1: Toplam Milli Gelir’de İlk Beş Ülke 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder