30 Mayıs 2017 Salı

Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 2

Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 2


Mektubumu yumruğunuzda buruşturup atmayın. 

Bir sual daha Adnan Bey: Sizi niçin kısık seslerle, korkak gözlerle konuşuyorlar? Bu kadar korkunç olmaya nasıl tahammül ediyorsunuz? 

Kapılardan, pencerelerden korkmadan ismi ağza alın[a]mayan adamlar olmak: Bu, sizin için ne fenâ tâlihtir! Bu, hareketin, fiilin iftirâsıdır: Lakırdı 
ile iftirâ ettikleri yetmiyormuş gibi, bir de gözle, kaşla mı iftirâ? Buna ne pahasına katlanıyorsunuz? 

Sonra bu gizli servetiniz? Bu zindanda nasıl oturuyorsunuz? Güneşten kork, gökten kaç, ölümün deliksiz karanlığında otur; bu simsiyah hayâta siz yaşamak mı diyorsunuz? Ziyâdan niçin korkuyorsunuz? Niçin, niçin, niçin? Heyhat! Gerçek: Siz bu kelimeden rahatsız olu[yo]rsunuz. ‘Niçin’i Sinop’a sürüyorsunuz! 

Biliyorum, bu satırları haset sanacaksınız. Fakat işte Talât Bey! Bu temiz inkılâp çocuğunu, bu parasız devlet adamını niçin o kadar seviyorum? Niçin mi? Söyle[ye]yim Adnan Bey: Size benzemediği için! Onun nâmusu sizin aranızda bîkestir de onun için. 

Sonra, Adnan Bey, bu muhârebe nedir? Telâş etmeyin: ‘Harbe niçin girdiniz?’ demeyeceğim. ‘Muhârebenin cephe arkası niçin bu kadar çirkin?’ diyorum. Bir muhârebeyi bir sarrafa, bir bakkala niçin benzettiniz? Memleket müdâfaası bu derece nasıl çirkinleşir? O güzelliğe nasıl kıydınız?” 




İttihatçılar, savaşın ilk yıllarında çok güçlü görünmektedirler. İktidâra tam hâkimdirler ve gücün nîmetlerinin tadını çıkarmaktadırlar. Onlara bırakın 
yaklaşmayı, dokunan biri ihyâ olmakta, para ve servete kavuşmaktadır. Romanın kahramanlarından birinin söyleyişiyle, “memleketin ne kadar 
aklı başında adamı varsı, küpünü doldurmakla meşgul”dür. Geleceği göremeyen birçok kimse, vaktiyle İttihatçı olmayı düşünemediği için pişmandır. 


Üç İstanbul’un II. Meşrûtiyet döneminin hemen bütün kahramanları çıkar peşindedirler. Romanın önemli tiplerinden biri olan ve savaştan önce 
Talât Paşa tarafından partiden kovulan Sakallı Vasfi, “muhârebede İttihatçı olmadığı için neler kaybettiğini düşün[ür]: Alman Markı dolu İngiliz kasası… 
Kapısı istimbotlu yalı… Aptesânesi kaloriferli konak… Pahalı metres… Viyana seyahati… Berlin ticâreti… 

Sonra da kemikten bacaklarına iki kol değneği gibi dayanan iskelet insanlara, heykelin dargın yüzüyle, servetinin tepesinden bakmak… 

… Sakallı Vasfi, İttihatçı olmadığına, en çok Harbi Umûmî’de yandı. İnsan 1914, 1915, 1916 senelerinde Enver Paşa’nın, Cemal Paşa’nın elini sıkmalıydı.” 

Muhârebe İstanbulu, her gün yeni kötülük ve düşkünlüklere, yeni zenginlik ve sefâletlere sahne olmaktadır. Bir avuç harp zengini dışında halk bütünüyle perîşandır. İttihatçıların yakın çevresi içinde bile sesler yükselmeğe başlamıştır. Sözgelimi, savaşın ağırlaşan şartlarını ve mağlûbiyetin kaçınılmaz olduğunu gören Belkıs’ın amcasının oğlu Ataşenaval Nâşit, bir akşam yemeği sırasında Adnan’a çıkışır: “Hepimiz görüyoruz,” der. “Bu muhârebe çıkar yol değil. Ve yine hepimiz göreceğiz; bir kış daha geçmez, Îtilâf askerleri Galata rıhtımındadırlar.” 

Adnan’ın, Mektebi Hukuk’tan barâber çıktığı arkadaşlarından Moiz de savaşın semirttiği tiplerden biridir. 

“Muhârebe, büyülü bir değneğin ucuyla Moiz’in dişlerini, tırnaklarını bembeyaz yapmış, Adnan’ın karşısına çıkarmıştı. Siyah tırnaklar, sarı dişler muhârebenin arkasında kalmıştı. 
Yıkılan Türkiye’nin parçaları biraz da onun ökçelerinden sarkıyordu. Harbi Umûmî’de ölenlere Borsa’dan bakıyordu. Bu adamın ahlâkında adı konmayan bir hastalığın bacilleleri vardı.” 

Kendi de ahlâkî olarak büyük bir düşkünlük içinde olmasına rağmen Adnan Moiz’e üzülür. “Ah, demir kemikli, kömür dişli harp!” diye söylenir 
kendi kendine. “Büyük kalpli Yahûdi gencini ne hâle soktun.” 

Öte yandan Üç İstanbul’un Mehmet Âkif olduğu bilinen, nâmus ve fazîlet âbidesi şâir Mehmet Raif”i, siyâsete bulaştıktan sonra görmekten kaçındığı eski arkadaşı Adnan kendisini evinde ziyârete geldiğinde, Moiz aleyhinde ağzını açar, gözünü yumar: “Beş cephede yüz binlerce Türk çocuğu, bu adamlar zengin olsun diye mi on dokuz yaşında ölüyorlardı?” 

Memleket büyük sefâlet içindeyken bir avuç savaş zengini şâşaalı bir hayat sürmektedir. 

Harbiye’deki konaklarında verdikleri ziyâfette, etrafta başka ev olmadığı için güneşin evlerinde doğup, evlerinde battığını söyleyerek ışıktan şikâyet 
eden ve “Biraz gölge, bir parça gölge! Şu odaların içine Rembrandt’ın fırçasındaki karanlıktan bir avuç sokabilsem…” diye yakınan Moiz’in karısı 
Raşel’e sivil bir nâzır, “Rembrandt’ın karanlığını mı görmek istiyorsunuz, Madam?” diye seslenir. “Aksaray’dan Topkapı’ya doğru gidin, her evin kapısını 
çalın, yüzünüze istediğiniz karanlık fışkırır.” 

Aynı ziyâfette üstü kapalı biçimde Enver Paşa da eleştirilir. 

“Asker nâzır: 

– Zâten başımıza her belâ, Hatîce Sultan’ın kocasından geliyor ya, neyse,” diye konuşur. Raşel’in gözünde de “İttihat ve Terakki’nin ehemmiyetli adamı”dır 
Adnan. Harbiye’deki konağın büyük yatak odasında onunla sevişirken, savaşın Avrupalı aktörlerini de tanıyıp değerlendirecek kadar Harbi Umûmî’de olan bitene vâkıf olduğunu gösterir Raşel. 
“Raşel, içine düştüğü vak’anın üstünde görünmek istiyor, içinde bir saat çırpındığı yatağın şümulünden kurtulmak için sesine eser arayan san’atkâr 
gibi lakırdısına mevzû arıyordu. Muhârebeyi ve Hindenburg’u Fransızca anlatmaya başladı: 
– 911’de seciyesinin istiklâli yüzünden tekaüt edilen Hindenburg, bence 914’te Tannenberg muhârebesinde iki yüz bin Rus’u Mazures bataklıklarına gömen Hindenburg’dan büyüktür. Fakat Almanya İmparatoru da ne büyük insan ki, üç sene evvel seciyesindeki istiklâle tahammül edemediği Hindenburg’u, 
Harbi Umûmî’de Şarkî Prusya Kumandanlığı’na getirdi. 

Eğer Şarkî Prusya ordusu Prittvitz’in kumandasında kalsaydı, Almanlar o cephede çoktan yenilmişlerdi. Çünkü Renen Kampf ve Samsonov ordularına karşı Prittvitz fenâ vaziyetteydi. Bu adamın yerine Hindenburg gelince Renen Kampf ordusunun önünde bir perde bırakmış, Samsonov ordusuna yüklenmiş ve bu orduyu Tannenberg’de mahvettikten sonra Renen Kampf ordusuna y[önel]miş ve Mazures bataklıklarındaki büyük muhârebe başlamıştı.” 


Üç İstanbul’un bölüm başlıklarından biri Sarıkamış ismini taşır. Mithat Cemal Kuntay’ın hiç şüphesiz Sarıkamış felâketinin önemine vurgu 
yapmak için seçtiği bu isim altında, Sarıkamış felâketinden çok, bu felâketi hazırlayanların, özellikle de savaştan en çok yararlananların ikiyüzlülükleri 
sergilenir. “Bunlar, Talât ve Cemal Paşa’nın bulunmadığı yerlerde Cemiyete muhalif” birtakım tiplerdir. Bu aktörler çoğunlukla Adnan’ın salonunda 
toplanır ve politika oyunu oynarlar. Bu oyuncuların en güçlüsü olan Adnan, Sarıkamış felâketine ağlar ama misâfirlerin hiçbiri bu gözyaşlarına 
inanmaz. 

Bu ziyâfetlerden birinde, Sarıkamış’tan gelen bir zâbit, Adnan’a kanlı bilançoyu verir. “32.000 kişi olan Dokuzuncu Kolordu, Sarıkamış muhârebesinin sonunda 247 kişi [kalmıştır]. Bu 247 nefer, dört gün daha harbe[derler].. Sonra… 

Binbaşı, Adnan’a gözlerini dikti: 

– Bey, dedi, asker karlı arâzide 25 kilometre yürür. Halbuki Sarıkamış muhârebesinde Enver Paşa, askeri 45 kilometre yürüttü. Adnan, ‘elif’i üç kere uzatarak: 

– Caaanım efendim, dedi, Marne muhârebesinde Alman askeri günde 60 kilometre yapmıştı. Binbaşı: 

– Bey, bey, dedi, Türk askeri Allâhüekber dağında yürüdü, Alman askeri Marne meydanında… 

Binbaşı sustu. Adnan’ın gözlerinin içine baktı: 

– Allahüekber bize 90.000 ölüye mâl oldu. Bu ölüler Şark vilâyetlerinin yayla çocuklarıdır: Uzun boylu, geniş omuzlu ölüler!.. Emin ol bey, Pamir 
yaylasından bu kadar gürbüz Türk yetişmemiştir. Az millet Allâhına bu kadar dinç ölü göndermiştir. Binbaşı belli etmeyerek gözlerinin ucunu sildi. Utandı. Çocukluk devri hayattan sayılmazsa, ilk defa ağlıyordu. 

Adnan, hiç sevmediği Enver Paşa’nın ne yaptığını – kendi bir şey söylemeden misâfirlerinin öğreneceğine sevinerek– sordu. 

Binbaşı içini çekti: 

– Ne mi yaptı? Kaçtı! dedi. Kızaktan otomobile kadar bütün nakil vâsıtalarına binerek kaçtı!” 
Sahneyi, geçen gün gizlice Adnan’dan dinlediği şeyleri anlatarak, Enver Paşa’ya düşman olan Ataşenaval Nâşit tamamlar: 

Erzurum’dan önce kızakla sonra da otomobille İstanbul’a kaçarken Enver Paşa’nın yanında Alman Bronzar Paşa, şoförün yanında da Miralay 
Feldman vardır. “Otomobil geceleri de yoluna devam ediyor; Alman miralayı, uyumasın diye şoförün ağzına çukulata sokuyordu. Çünkü Enver 
Paşa, İstanbul’a felâket haberinden evvel yetişmeliydi; kabinede aleyhinde bir cereyan çıkmasın diye İstanbul’a çabuk [varması] lâzımdı. 

Vekilharç Süleyman, Adnan’ı memnun etmek için genzinden çıkan iltihaplı ses[iy]le: 

– Almanya İmparatoru, Türkiye’deki saltanatını bir şoförün yediği bu çukulatalara medyundur! dedi.” 



Üç İstanbul’da, ülkenin maddî târihsel mîrâsının, Harbi Umûmî’de Avrupalılar tarafından nasıl yağmalandığına da parmak basılır. 

Alman İmparatoru’nun İstibdat’ta “Bergama’yı Berlin’e taşısın diye” Abdülhamit’e yolladığı, “Âsâr-ı atîka mütehassısı” yaşlı Alman âlimini aynı 
imparator Harbi Umûmî’de Cemal Paşa’ya gönderir. Cemal Paşa da, “müzelerden mezarlara kadar her yere serbest girsin diye” âlime binbaşı elbisesi 
giydirir. 

Belkıs’ın akşam yemeğine dâvet ettiği bilim adamı, Bergama 
Akropolü’nü Berlin’e taşıyan Carl Humann’dan başkası değildir. 

Alman âlimle, yemeğin tek Türk dâvetlisi olan Âsurî sakallı asker nâzır, o akşam muhârebeyi de konuşurlar. 

Bir sebepten birbirlerine kızgın oldukları için ağızlarını bıçaklar açmayan Belkıs’la Adnan’ın sessizliğini, muhârebenin fenâ gidişine yoran asker 
nâzır, “memleketin ıstırâbını kocasıyla paylaşan kadına hürmetle dol[ar]”. 

Mütâreke, İmparatorluğun sonu olduğu kadar; Adnan’ın da varlık, debdebe ve saltanatının sonu olur. 

Adnan işgal kuvvetlerine yakalanmamak için Belkıs’la birlikte Ataşenaval Nâşid’in konağına sığınır. Belkıs’ın amcazâdesi Nâşid, 
“Nişantaşı’nın saat beş çaylarında İngilizlerle memleketin batması lâzım geldiğini konuşu[rken]”, bir türlü bulunamayan Adnan’la eşi, konağın başka 
bir odasında saklanmaktadırlar. 


Üç İstanbul’un sonraki sayfalarında da Harbi Umûmî’ye değinir Mithat Cemal. 

Meselâ Adnan, “Harbi Umûmî’de Âyan’da İttihat ve Terakki’yi hırpalayan” Ahmet Rızâ’yı unutmamıştır. 

Harbi Umûmî’de İttihatçı olan Moiz dö Navara, Mütâreke’de İtalyan uyruğuna geçmiş; Raşel’in, yeni sevgilisi Alfred Cevat’ın otuz üçüncü yaş günü için verdiği çayda cazın perîşanlığı, ufku “bin kilometrelik bir mezar”a çevirmiştir. “Altı harp cephesi, [Kafkas, Irak, Filistin, Çanakkale, Galiçya, Romanya], sanki yan yana durmuş, Türk’ün meçhul askerine yüz bin metrelik kabirdi[r].” 

Üç İstanbul, romana konu târihsel dönemler olup bittikten sonra yazılmış değerli bir edebî metindir. Yazar sözkonusu dönemler ve o dönemler içindeki insan ve toplum gerçeğini, olayların sıcaklığı içinden değil, sonrasında ortaya çıkan nesnel, soğukkanlı ve bir sonuca varmış bir yaklaşımla anlatır. Bu yanıyla kurmaca özellikler taşıyan Üç İstanbul’da uzun bir târihi dönem, bir romancı gözüyle gerçeklik planında yeniden üretilir. 

Büyüleyici bir romancıdır Mithat Cemal Kuntay.. Onun eseri, zengin imgelerle beslenen yalın, anlaşılır ve şiirsel Türkçesi ve ruhsal derinliklerine iyice inilmiş insan gerçekliğiyle, bugünün okurlarına olduğu kadar, yazarlarına da çok şey öğretebilecek altın sayfalarla dolu gerçek bir edebiyat şölenidir. Türkçe lezzeti tatmak istedikçe kolayca bulup okuyabilmeleri için, has okurların o altın sayfaların kenarlarını kalın çizgilerle işâretlemeleri gerekiyor. 

Antolojilerin vazgeçmemeleri gereken bir eser olan Üç İstanbul, Rauf Mutluay’ın sözleriyle “Türk romanının hakkı verilmemiş en üstün başarılarından biridir”. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder