30 Mayıs 2017 Salı

Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 1


Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 1 


*Taner Özmen 

Avusturya -Macaristan velîahdı arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’de Saraybosna’da öldürülmesiyle başlayan Avrupa devletleri arasındaki 
gerginlik, Avusturya’nın 27 Temmuz’da Sırbistan’a resmen savaş îlân edip 28 Temmuz’da Belgrat’ı bombalamasıyla, bugün I. Dünya Savaşı olarak isimlendirilen yaklaşık dört buçuk yıllık büyük kavgaya dönüşür ve bu kanlı hesaplaşma, Almanya’nın 11 Kasım 1918’de Müttefikler’in ateşkes 
şartlarını kabul etmesiyle sona erer. 

“Avrupa’da dört merkezî devlete karşı, Avrupa ve diğer kıtalarda bulunan yirmi beş kadar devletin giriştiği ilk büyük savaş [olan] I. Dünyâ Savaşı; Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya 

-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan ile Îtilâf Devletleri diye anılan Fransa, İngiltere, Rusya, Sırbistan, Belçika, Lüksemburg, Karadağ, A.B.D., Yunanistan ve Brezilya arasında ol[ur].” 23 Ekim 1914 târihinde Karadeniz’e çıkardığı Türk donanmasının bâzı Rus liman şehirlerini bombalaması ve yapılan savaşta Ruslara âit bâzı gemilerin batırılmasıyla fiilen savaşa dâhil olan Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de imzâladığı Mondros Mütârekesi’yle resmen mağlûbiyeti kabûl eder ve İmparatorluk toprakları Îtilâf Devletleri kuvvetlerince işgal edilir. 

Türk Edebiyâtı ve Birinci Dünyâ Savaşı isimli değerli çalışmasında Erol Köroğlu’nun, “Günümüz târihçiliğinde, 20. yüzyılı gerçek anlamda 
başlatan olayın Birinci Dünyâ Savaşı olduğu kabul edilir,” sözleriyle târihî öneminin altını çizdiği bu kanlı boğazlaşmanın sona ermesinin bu yıl yüzüncü 
yıldönümü. 

I. Dünyâ Savaşı, hem yapıldığı koşullarda hem de olup bittikten sonra edebiyâtımıza geniş ölçüde yansımış, önemli iktisâdî ve kültürel sonuçları 
da olan büyük bir târihî ve toplumsal olaydır. Bir çok edebî türde değişik yazarlarca verilen örneklerde estetik varlık kazanan I. Dünyâ Savaşı’nı, 
Osmanlı İmparatorluğu’nun başşehri çerçevesinde ele alan Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, bu bağlamda verilmiş en başarılı örneklerden biridir. 

Kuntay Üç İstanbul’da, I. Dünyâ Savaşı’nı târihî sürekliliği ve bağlantıları içinde, öncesi ve sonrasıyla bir edebî ürüne dönüştürür. 

I. Dünyâ Savaşı şartlarında târihinin belki de en kötü günlerini yaşayan İstanbul, Kuntay’ın romanında toplumsal ve iktisâdî yönden bütün gerçekliğiyle 
gözler önüne serilir. Bu gerçeklik tam bir toplumsal ve iktisâdî alt üst oluşun dile getirilmesinden ibârettir. 

Zafer Toprak da İstanbul Ansiklopedisi’nde yer alan Birinci Dünyâ Savaşında İstanbul başlıklı incelemesinde aynı manzarayı bilimsel bir 
yaklaşımla ve ana çizgileriyle çarpıcı biçimde ortaya koyar. 

“I. Dünyâ Savaşı, Osmanlı pâyitahtı İstanbul’un geleneksel yapısını çökerten, ona bambaşka bir görünüm kazandıran bir savaştı. [Şehr]in tüm dengeleri altüst oldu. Geleneksel gelir bölüşümü çöktü,” temel saptama-sıyla incelemesine başlayan Toprak’ın çizdiği I. Dünyâ Savaşında İstanbul resminde, unun çuvalı 110 kuruş, ekmeğin kilosu 60 paradır.” 

O yıllarda İstanbul’da kıtlıkla istifçilik ve karaborsacılık bir arada görülür. Bâzı kişilerin İttihat ve Terakki aracılığıyla zengin edildiği söylentisi halk arasında yaygınlaşmıştır ve “siyasal bir örgütün ticârî faaliyetlerde bulunması” hoş karşılanmamaktadır. 

Pahalılığı önlemek amacıyla kibrite bile narh uygulanır. Fes, kahve, limontuzu, mum, eczâ, kalay, çakmaktaşı, basma, patiska, salaşpur, mermerşâhi ayrı ayrı narha tâbi tutulan diğer maddelerdir. 

Basma ve patiska için vesîka çıkarılır.. 

Sınır boylarından akan yüz binlerce göçmen, İstanbul’da konut kirâlarının çok fazla artmasına neden olur. 

“İstanbul ilk kez bu boyutlarda bir enflasyonla karşı karşıyla geli[r]. Fiyat artışlarından doğal olarak en çok sâbit gelirli kesimler etkilen[ir]. 

Memur, asker ve emeklinin eline geçen paranın satın alma gücü, günden güne düş[er]. Hayat şartları toplumun bu katmanları için giderek güçleş[ir].” 

Yeni bir zengin sınıf doğar ve halk bunlara harp zengini; harp tüccarı; spekülasyon erbâbı; 331, 332, 333 zengini gibi adlar verir. “Yeni zenginler, 
savaş yıllarında İstanbul’a alışılmadık bir görünüm kazandır[ır]lar. Eğlence düşkünlüğü giderek yaygınlaş[ır]. Toplumsal ahlâk çöküntüye uğra[r]. İstanbul’da ilk kez kumar, alkol ve kadın ticâreti geniş boyutlara ulaş[ır]. [Şehir] yoksulluk ve sefâlet yuvası ol[ur]. Sokaklar, dilenen insanlarla dolup taş[ar].” 

Fethi Nâci’nin değerlendirmesiyle, “kısaca, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışının romanı” olan Kuntay’ın tek romanı Üç İstanbul, Büyük Savaş’ın bitiminden tam yirmi yıl sonra yayımlanır. 

Hiçbir edebî topluluğa ve akıma bağlanmayan Mithat Cemal’in İstibdad, 
II. Meşrûtiyet ve Mütâreke İstanbulunun insan ve toplum gerçekliğini anlattığı Üç İstanbul, özellikle toplumun neredeyse bütün kesimlerini yansıtan 
insan zenginliğiyle, üzerinde dikkatle durulmayı hak eder. Eserin Nisan 1976’da yapılan ikinci baskısına Mithat Cemal Kuntay ve İstanbulları başlıklı bir önsöz yazan Rauf Mutluay’ın söyleyişiyle Kuntay’ın Üç İstanbul’u, “Abdülhamit İstanbulundan yola çıkar, Meşrûtiyet particiliğini, Harbi Umûmî kargaşasını, Mütâreke işgalini, Milli Mücâdele[nin] uzağındaki, bekleyen pâyitahtı gösterdikten sonra Cumhûriyetin [îlânı dolayısıyla çıkarılan af kanûnuna] dokunarak sonuçlanır”. 

Bu dönemlerden ikincisi olan ve 1908 yılında îlan edilen II. Meşrutiyet’le başlayan on yıllık dönem, I. Dünyâ Savaşı’nı da içinde barındırır. 

Yoğun bireysel ve maddî çıkar ilişkilerinin biçimlendirdiği İstanbul’un bu üç dönemi, sosyal, siyâsî ve iktisâdî açıdan tam bir çürüme, kokuşmuşluk 
ve yıkılış çağıdır. 

On üç yılı kapsayan uzun bir târihsel dönemin birinci elden tanıklığı olan Üç İstanbul, Kuntay’ın derin gözlem gücüyle, bu dönemleri ve bu dönemler 
içindeki insan gerçekliğini başarıyla dile getirir. 

Her üç dönemi de yetişkin ve etkin bir birey olarak yaşayan Kuntay, eserini kurarken özellikle kendi deneyim ve yaşantılarından yararlanır. 

1885 yılında İstanbul’da doğan Mithat Cemal Kuntay, anne ve baba tarafından Rumelili bir âilenin çocuğudur. Başarılı bir tahsil hayâtından sonra çeşitli görevlerde bulunan ve 1924 yılında başladığı Beyoğlu 4. Noterliği görevini ölünceye kadar sürdüren Kuntay, edebî çalışmalarına da hiç ara vermemiştir. Roman dışında şiir, tiyatro ve biyografi türlerinde eserler veren Mithat Cemal’in Mehmet Âkif ve anıtsal Nâmık Kemal biyografileri, bu türün edebiyâtımızdaki en yetkin örnekleri sayılırlar. 

Cevdet Kudret’in altını çizdiği gibi, Üç İstanbul’da, “bir kişinin, [romanın temel erkek kahramanı Adnan’ın] çevresinde kümelenmiş olaylar ve türlü tipler yoluyla [sözkonusu] üç devrin toplumsal yapısı çizilmek istenmiş, İmparatorluğun bu çöküş yıllarında toplumun özellikle üst kat insanlarının korkunç ahlâk bozukluğu gösterilmeğe çalışılmıştır”. 

Bir çok eleştirmene göre romanın başkahramanı Adnan, Mithat Cemal’in ta kendisidir. 

Adnan, Hukuk Mektebi mezunu, gazetecilik ve yazarlık yapan bir gençtir. Sonraları iktidârı ele geçirerek İmparatorluğun kaderine hükmedecek 
İttihat-Terakki’ye, parti daha Selânik’te bir cemiyet iken girmiş; arkadaşı Moiz’le mektuplaşarak cemiyete yardım etmeğe başlamış ve böylece örgütün İstanbul’daki adamı olmuştur. Bir ihbar sonucunda, üzerinde Ahmet Rızâ’nın Meşveret gazetesi bulununca tutuklanır, bir süre sonra da Trablusgarp’a sürülür. 10 Temmuz İnkılâbı’yla Meşrûtiyet îlân edilince serbest bırakılan Adnan, İstanbul’a döner. Parti iktidar olduktan sonra da, “İttihat ve Terakki’nin gizli bir odasında bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu ellerinde tutan üç dört adamdan biri” olan Adnan, avukatlık yapmaya başlar. 


“Dâhiliye Nâzırı’yla Köprü’ye berâber indikleri her gün Adnan’ın Eminönü’ndeki yazıhânesine birkaç kocaman dâvâ geliyordu: Saray kadar, çiftlik kadar, memleket kadar büyük dâvâlar. Salonunda bilardo, parkında tenis oynanacak kadar ucu bucağı görünmeyen dâvâlar…” 

İlk defa, romanın yarısından epey sonra, Harbi Umûmîde başlıklı bölümde I. Dünyâ Savaşı’ndan söz eder Mithat Cemal. Adnan’la Hidâyet, Adnan’ın Nişantaşı’ndaki konağında Ermeni Meselesi’ni tartışmaktadırlar. Hidâyet Adnan’ı “İttihat ve Terakki edebiyâtı” yapmakla suçlamakta; Adnan’sa onun tezlerini “Patrikhâne edebiyâtı” saymaktadır. Ermenileri savunan Hidâyet’e, “Târih iki düşman kaydeder,” diye cevap verir Adnan. “Önden vuran, arkadan vuran.. Fakat Harbi Umûmî’de üçüncü bir nevi düşman daha görüldü: Yandan vuran! Türk ordusunu yan yana yürü[dük] ler[i] vurdular. Yaralarımızdaki kurşunlardan bir kısmı, bizim paralarımızla alındı.” 

Hidâyet’i iknâ etmek için Süleyman’a birtakım belgeler okutur Adnan. Ermeni kaynaklarına âit bu belgelerde Taşnak Komitesi’nin çirkin yüzü bütün çıplaklığıyla görülmekte, Îtilaf Devletleri’nin yedinci müttefiki olan Ermeniler’in Osmanlı’ya nasıl ihânet ettikleri hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya konulmaktadır. 

Tam bir harp zengini olan Adnan, iktisâdi koşulların ne kadar ağır olduğunu ve insanların nasıl yoksullaştıklarını belirtmek için, kendisinden her gün borç para istendiğini, “Harbi Umûmî’nin böyle mahzurları” olduğunu düşünür. Savaştan önce veremli annesiyle birlikte yaşayan yoksul gazeteci, savaş koşullarında birdenbire zenginleşince, katı ve acımasız bir adam olmuştur. 

“Sokakta kendi kendine yürürken bile [düşüncesini açıklayan] bir yüzü var[dı]. Her lakırdıya cevap vermiyor; bir ufak tebessüm, dudağında cevap yerine duruyor[du].” Bir küçük sözü, kısa bir bakışıyla “elçiler, nâzırlar, umum müdürler yaratıyordu. Selâmını neredeyse borsada oynayacaklardı.” 

Karısı Belkıs’la birlikte savaştan sonra Avrupa’da nerelere gideceklerini bile tasarlayan Adnan, “kimsenin doğrusunu bilmediği kadar zengindi[r]. 
Adnan’da zenginlerin coğrafyası, milyoner koleksiyoncuların arkeolojisi; Belkıs’ta, zengin sahne artistlerinin tuvalet masasındaki kimyâ vardı; bir 
damlası elli şişe ilâç fiyatına lâvantalar, bir ponponluğu beş çuval un fiyatına pudralar.. “ 

Savaş koşulları Adnan’ı bir güç merkezi yapmıştır. 

“Hükûmetin içinde değildi, [fakat] hükûmetti. Altı seneden beri her lâkırdısı doğruydu. 10 Temmuz’dan beri ona kimse îtiraz etmiyordu. Açlara sanki bir locadan bakıyordu, bir piyes seyreder gibi… Para, maddî mesâfeyi azaltırken mânevîsini çoğaltıyordu. Adnan istediği yere beş dakîkada giriyordu; her istediği şey beş dakîkada cebinde, mîdesinde, kollarındaydı… Fakat memleketin felâketleri ondan kaçıyordu, uzakta duruyordu; İstanbul’un kapısında yığılan genç ölüleri, Çanakkale’de balya balya şehitleri –[onlar] sanki Çin’de vebâdan ölenler[miş gibi]– uzaktan seçemiyordu. 

Memleketin ıstırâbına, resmini çekecek gibi hesaplı mesâfeden bakan bir adam olmuştur Adnan. 
Savaş birçok kimseyi suça bulaştırmıştır. Kimse Adnan’dan servetinin “hesâbını soracak kadar fazîletli değildi[r]”. 

Kazanıp sırıtanlar, kazanmayıp somurtanlar Harbi Umûmî’de Türkiye’nin târifidir. 

[Adnan] resmî adam değildi – gene [de] onun her bayramını elçiler tebrik ediyorlardı; sokakta kendini belli etmeyerek yürüyen polisler, kolları ve 
bacaklarıyla selâm kesiliyorlardı. Onu sokakta görmeyerek geçen az kadın vardı. Saat beş çayları o gelecek diye kalabalıktı; o neşeliyse harbi kazanıyorduk, 
o somurtuyorsa Bağdat düşmüştü!” 

Osmanlı toplumu, günün koşullarında güce ve zenginliğe tapar olmuştur. 

“Tebessümü iltimastı” Adnan’ın; önüne “Bizim!” sözcüğünü iliştirdiği bir “ismin sâhibi, elçi, vâli, müsteşar oluyordu. Onun önünde [Sultan] V. 
Mehmet, şehzâdelerinden utanıyor, bu oğlanları nasıl adam edeceğini ona soruyordu.” 

Bu arada, Adnan’a yazdığı mektupta “kauçuktan pansuman eldiveni”nden söz eden, sâbık Mâliye Nâzırı Sıddık Paşa’nın kızı Süheylâ, İstanbul’un bir hastânesinde gönüllü olarak Çanakkale yaralılarının pansumanlarını yapmaktadır. 

Vaktiyle Adnan’ın edebiyat dersleri verdiği Süheylâ, mektubunda peşpeşe sorular sorarak temiz bir sevgiyle âşık olduğu genç adamı sîgaya çeker; 
maddeler hâlinde sıraladığı sorularla içini döker, Talât Paşa dışında bütün yöneticileri suçlar, hâlâ sevdiği adamla ince ince alay eder. 

“1 – Türk çocuklarının memleket için hudutlarda elele öldüklerinden haberiniz var mı? İnsanların memleketleri için öleceğini kabul ediyor musunuz? 

2 – İktidar mevkiinden çekildikten sonra da vatanperver misiniz? Fırkanız düştükten sonra da memleketi sevecek misiniz? 

3 – Yirmi dört saatin kaç dakîkasında memleketi düşündüğünüzü sorarlarsa söyleyecek vaktiniz var mı? 

Adnan Bey, Türk kanı çok güzeldir; onu Türk neferinin yarasında görüyorum. Kaputuna, kefenine sığmayan bir dağ parçası, bir dakîkanın ucunda duran bir damla kan kadar ufak manzarayla ölüyor, kayboluyor, uçup gidiyor. Bu büyük ölüm, bu kadar küçük olmaya râzı oluyor; bu ne korkunç bir tevâzudur, değil mi? Bu bir damla kanın önünde niçin sarardınız Adnan Bey? 

Bu kanlar, bu yaralar olmasaydı, siz ve arkadaşlarınız zengin olmayacaktınız diyorlar; onun için mi? Fakat bu sözler size bir iftirâdır, değil mi? Bunların iftirâ olmasına muhtâcım. Bu iftirâya kızıyorsunuz, değil mi? Benim bu hiddetinize ihtiyâcım var. Yirmi yaşında ölenler, sizin için bir borsa meselesi değildir, değil mi? Allah aşkına ‘Değildir!’ deyin. Susuyorsunuz; o halde Belkıs Hanımefendi’nin başı için bu iftirâyı reddedin. 

Delil istemiyorum; kuru inkârınıza bile râzıyım. Ne yapayım; ben inkılâbı, bir aşkın heyecânına yakışmayan hesâbın, rakamın şuurlu soğukkanı ile sevdim. Keşki bu türlü sevmeseydim, keşke her aşk gibi bu da bende bir kasırga kadar mantıksız olsaydı; o zaman etrâfımı, o zaman sizin bugünkü çehrenizi de belki görmezdim. Ne olur, bana acıyın ve bana söyleyin; onlar yalan söylüyorlar: Siz dâvânızı unutmadınız, siz bayrağınızı bırakmadınız, siz 10 Temmuz’u, bu vaadi tutacaksınız, değil mi? Balkan mağlûbiyetinde kahrımdan niçin ölmedim, hâlâ onun mâtemindeyim; o hüznün içindeki bir Türk kadınına bu cevâbı çok görmeyin, söyleyin: ‘Biz memleketi ikbal mevkiinde değilken de seviyoruz,’ deyin, ‘Bu sevgi, bir sahne işi değildir,’ deyin. Sizden bu kadarcık bir fedâkârlık istiyorum. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder