29 Mayıs 2017 Pazartesi

Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 1





Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 1



Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) 
Kadir Kon
*Kadir Kon;  Okutman, İstanbul Teknik Üniversitesi 


Özet 

Birinci Dünya Savaşı’nı “ Öncesi”, “ Sırası ” ve “ Sonrası ” şeklinde üç yönlü/zamanlı ele alan bu makale yüz yıl önce başlayıp dört yıl süren savaşın 
19. Yüzyılın son çeyreğindeki köklerinden 21. Yüzyıla sarkan etkilerini ele almaktadır. Almanya’nın 1871’de Prusya önderliğinde birliğini sağlayıp güçlü 
bir devlet olarak Orta Avrupa’daki yerini alması aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli aktörlerinden birinin sahnedeki yerini almasını da sağlamıştır. 
Osmanlı devletinin Almanya’nın safında Birinci Dünya Savaşı’na dahil olması Avrupa merkezli savaşın çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmasına neden olurken II. Abdülhamid’den bu yana caydırıcı bir güç olarak yedekte tutulan İslam’ın/İslamcılığın da Almanların teşvikiyle İttihatçılar eliyle ateşlenmesine 
vesile olmuştur. 

1918’de savaşı sona erdiren mütarekeler ardından yapılan barış antlaşmaları aynı zamanda 1939’da patlak verecek İkinci Dünya Savaşı’nın da zeminini 
hazırlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın son barış antlaşması olan Lozan Antlaşması (1923) ise ne İkinci Dünya Savaşı’ndan ne 1990’lara kadar süren Soğuk Savaş’tan ve ne de sonrasındaki gelişmelerden etkilenmeden 2000’lere kadar geçerliliğini korumuş tek antlaşma olarak kalmıştır. Savaşın yüzüncü yılına 
girildiği bir dönemde Türkiye’yi ve onunla birlikte bütün İslam dünyasını 20. Yüzyıl şartlarında tutan Lozan’ın çektiği kalın duvarların aşılıp aşılamaması 
Türkiye’nin olduğu kadar İslam coğrafyasının da 21. Yüzyıl şartlarına geçip geçmeyeceğin bir işareti olacaktır. 

Bundan yüz yıl önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırbistan arasında Haziran ayı sonlarında başlayan olaylar bir ay içinde bütün Avrupa’yı ve de dünyayı dört yıl kadar sürecek bir savaşın içine çekmesiyle neticelenmişti. 1939’da ikincisinin de çıkmasından dolayı Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan bu “Büyük Genel Savaş” aslında yaklaşık (yirmi yıllık bir gecikmeyle) 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla gerçek manada bir geçişi sağlamıştır diyebiliriz. 

Yaşanmışlıkları ve sonuçları bakımından çok yönlü araştırmalara, incelemelere konu olan ve halen de olmaya devam eden Birinci Dünya Savaşı’nı ele alırken en az üç yönlü/zamanlı, hatta dört zamanlı bakmak gerekir. Bu zamanları savaşı hazırlayan 19. Yüzyıldaki gelişmeler, savaşın yapıldığı 1914-1918 arası dönem, savaş sonrası oluşan 20. Yüzyıl dünya düzeni ve içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıla geçiş olarak sıralayabiliriz. Bu zaman dilimlerinden sonuncusu esas itibariyle Türkiye’nin de dahil olduğu İslam coğrafyası için geçerli olup bunun neden böyle olduğunu aşağıda açıklamaya çalışacağız. 

Savaşı hazırlayan gelişmeleri esas itibariyle (daha evveline taşımak mümkünse de) Fransa ile Prusya arasında 1870’de yapılan savaş ve bu savaşla Prusya’nın mutlak galibiyeti sonrası 1871’de Alman İmparatorluğu’nun ilanıyla başlatmak gerekir. Orta Avrupa’nın önemli bir kısmını oluşturan ve de üçyüz kadar Alman devletçiğinin/prensliğinin bulunduğu bu bölgede her bakımdan güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkması yüzyıllardır süren güç boşluğunu doldurmuş, bunun sonucunda da Avrupa içi dengeler bu tarihten itibaren değişmeye başlamıştır. Almanların Avrupa siyasetine dahil olmasıyla İngiltere, Fransa ve Rusya gibi belli aktörlerin yönlendirdiği Avrupa içi ve dışı dengeler adeta alt-üst olmuş ve adeta 1871’den savaşın patlak verdiği 1914’e kadar geçen sürede Avrupa tarihinin akışı hızlanmıştır. 

Bunda Almanya’nın kalabalık nüfusu yanında büyük bir ekonomik ve askeri güç olarak sivrilmesi yanında “Weltmacht[Dünya Gücü]” olma iddiasını ortaya koymasının da büyük etkisi vardır. 

Avrupa’nın son Dörtyüz yılının Askeri, Ekonomik, Teknolojik ve Sosyal bütün birikiminin hasılasının cepheye sürüldüğü dört uzun yıl devam eden Birinci Dünya Savaşı’nın kendisi zaten başlı başına incelenmeye, üzerinde kafa yormaya değer bir tarihi hadise ve zaman dilimini oluşturur. 19141918 yıllarını içeren bu amansız, yakıcı savaşta askeri, siyasi, diplomatik, sosyal, teknik alanda o kadar çok şey, o kadar farklı milletlerle ve farklı coğrafyalarda yaşanmıştır ki bütün bunların ortaya konulması, değerlendirilmesi ve sonuçlar çıkartılması insanlık ve milletler tarihi için bir zorunluluktur. 

Aynı şekilde bütün zayıflığına ve çözülme halindeki konumuna rağmen Avrupa’nın o zamanki en büyük yedi devletinden birisi olan Osmanlı 
devletinin savaştaki konumu, stratejisi, Almanya ve diğer milletler ve devletlerle olan ilişkileri vs. zaten araştırılması, ortaya konulması tabii ve olması 
gereken bir durumdur. 

Savaş sonrası dönemi 20. Yüzyılın gerçek başlangıcı olarak nitelendirirken, bununla Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan anlaşmalarla ortaya 
çıkan yeni dünya düzenini kastediyoruz. Özellikle mağlup devletlerin savaş sonrası konumları ve yaşadıkları her türlü değişim; galip devletlerin hedeflerine ne derece vasıl oldukları ve oluşturdukları sistemin/düzenin ne kadar kalıcı ve kabul edilebilir olduğu konusu iki savaş arası dönemin (Zwischenkriegszeit) araştırma konusunu oluşturur. Bu anlamda 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı esas itibariyle Birinci Dünya Savaşı sonrası (1919-1920) yapılan “kötü” anlaşmalara bir itiraz, başkaldırıdır diyebiliriz. 

Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan durumun başta Avrupa olmak üzere bütün dünya için 20. Yüzyıla gerçek manada geçiş olduğunu tekrar hatırlatırken sözkonusu durumun Türkler ve bütün İslam coğrafyası için de geçerli olduğunu belirtmemiz gerekir. Ancak İslam coğrafyası dışındaki bütün ülkeler ve milletler için, yüzyıl içinde gerçekleştirilen bir çok revizyonla birlikte, çoktan (daha 1990’larda) bitmiş olan 20. Yüzyıl (sistemi/ düzeni) Müslümanlar için hala bitmemiştir. Başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanlar bugün hala Birinci Dünya Savaşı sonrası alınan kararların, yapılan anlaşmaların ve de şartların çizdiği/belirlediği bir alanda hareket edebilmektedirler. Dolayısıyla İslam coğrafyası dışındaki dünya 

21. Yüzyıla girmiş ve o yüzyılın şartlarında hareket ederken Türkiye’nin de dahil olduğu Müslüman dünyası hala 20. Yüzyılda yaşamaktadır diyebiliriz. 
İşte Birinci Dünya Savaşı ele alınırken, bu dört zaman diliminden oluşan gelişmeler çerçevesinde bir değerlendirmeye tabi tutulursa savaşın 
önemi ve anlamı daha iyi anlaşılır kanaatindeyiz. 1871’den 1914’e Almanya ve Avrupa 

1871’de Fransa’ya karşı kazanılan savaş sonrasında oluşturulan Alman birliğinde ve Almanya İmparatorluğu’nun meydana getirilmesinde çok önemli bir rolü olan başbakan Otto von Bismarck’ın görevde kaldığı 1890 yılına kadar sadece Almanya’nın değil, Avrupa siyasetinin/diplomasisinin de en önemli aktörlerinden birisi idi. Kendine has diplomasi yöntemleriyle fazla dikkat çekmeden Almanya’yı Avrupa siyasetinin merkezine oturtmayı başarmıştı. Bismarck, görevde kaldığı süre boyunca Fransa’nın Almanya’dan 1870’in öcünü almasının önüne geçmeye ve bu uğurda Fransa’yı özellikle Rusya’dan uzak tutmaya çalışmış ve bunu da başarmıştı. Ancak bir müddet sonra her bakımdan güçlenen ve büyüyen Almanya’nın sanayi ve sermaye çevreleri için bu politikalar yeterli gelememeye başlamış ve yeni pazarlar, yeni hammadde kaynakları bulunması için daha atak, daha agresif bir ekonomi ve siyaset izlenmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. Bu anlamda 1888’de tahta çıkan Kaiser II. Wilhelm tam da bu sanayi ve sermaye çevrelerinin istediği yönde hareket edecek heyecana ve ataklığa sahip birisi idi. Almanya’da 1880’lerin sonlarında başlayan ve 1890’larda iyice kendini belli eden “Zeitgeist” II. Wilhelm’de kendisini bulurken Almanya için onca başarıya imza atan, ancak zamanın gerisinde kaldığına inanılan Bismarck’ı 
da bir çırpıda politikadan silecek kadar kuvvetli bir genişleme, yayılma, hakim olma güdüsünü içeriyordu. Nitekim Bismarck’ın 1890’da Kaiser tarafından görevinden azledilmesiyle Almanya’nın Avrupa’daki dengeci siyasetinin yerini gittikçe agresif bir ekonomik politika almış ve bunun siyasal yansımaları da görülmeye başlanmıştı. 

İlk olarak Fransa’ya karşı askeri anlamda bir emniyet sübabı olarak görülen Rusya ile olan ittifak yenilenmeyerek Almanya’nın yeni siyasetinin sinyali verilmişti. Almanya’nın böyle bir politik tercihte bulunmasında Alman sanayisi ve sermayesinin kendisine hammade ve yeni eknomik pazarlar bulma yolunda doğu Avrupa ve batı Rusya’yı tabii genişleme alanı olarak gözüne kestirmesinin büyük rolü yanında, dışarıya göç veren bir ülke olmasına rağmen oldukça kalaba-
lık bir nüfusa sahip olan Almanya’nın nüfusunu besleyecek ve hatta yerleştirecek yeni yaşam alanları aramasının da etkisi vardı. Almanlar Rusya’nın 
Avrupa’daki topraklarının bir kısmını da kapsayan Doğu Avrupa’yı “Lebensraum[Yaşam Alanı]” olarak tanımlarlarken bunu “Drang nach 
Osten[Doğuya Doğru İttirme/Sıkıştırma]” mottosuyla ifade ediyorlardı. 

Bu anlamda Alman devleti ile sermaye ve sanay çevreleri Rusya’yı mümkün olduğunca Avrupa’nın uzağına geriletmek/atmak için çeşitli planlar yapmaya başlamışlardı. Bu politika çerçevesinde Bismarck’ın Fransız politikası bağlamında Rusya’yı Almanya’nın yanında tutma karşılığında Osmanlı devletini feda eden yaklaşımı yeni dönemde Almanya ile Osmanlı devleti arasındaki ilişkileri farklı bir zemine oturtmaya başlamıştır. II. Abdülhamid’in denge politikasında İngiltere’nin boşalttığı alanı Almanya ile doldurma hesabı ile Almanya’nın politika değişiklikleri çakışınca iki ülke arasındaki ilişkiler hızla gelişmeye başlamış ve bunun sonucunda da Almanya başta Mezopotamya bölgesi olmak üzere Osmanlı
devleti topraklarında Avrupalı diğer güçlerle bilek güreşine tutuşmaya başlamıştır. Aynı yıllarda II. Abdülhamid’in özellikle İngiltere’ye karşı caydırıcı bir potansiyel güç olarak devreye soktuğu bir politika ile Almanya’nın keşfettiği ve üzerinde hesaplar yapmaya başladığı şey de çakışıyordu. 

Bunun adı ise Panislamizm/İslamcılık idi. II. Abdülhamid’in diplomaside bir denge unsuru olarak Almanya’yı ikame etme politikası 1912’den sonra İttihatçılarca da benimsenince, 1914 yılı yazındaki Türk-Alman ittifakına giden uzun ve karmaşık süreçteki devamlılık görülür. 

Almanya’nın 1890’lardan itibaren “ Weltmacht [Dünya Gücü] ” olma yolunda giriştiği ekonomik ve askeri alandaki atılımlar Fransa ve Rusya’nın 
ardından İngiltere’nin de Almanya karşısında konum almasına sebebiyet vermişti. Nitekim Almanya’nın 1898 ve 1900 yıllarında gemi yapımı konusunda 
çıkarttığı iki kanunla (Flottengesetze) deniz filosunun (askeri ve ticari) geliştirilmesini bir milli politika haline getirmesi İngiltere’yi endişelendirmişti. 
Askeri bakımdan olduğu kadar ticari bakımdan da denizlerin hakimi konumunda olan İngiltere neredeyse denizaşırı sömürgeleri hiç olmayan Almanya’nın savaş gemisi üretimine girişmesinden endişelenerek, bunun kendisine karşı bir politika olduğunu düşünmeye başlamıştı. Yine üretime ve ihracata dayalı ekonomisiyle Almanlar dünyanın uzak bölgelerine ve ülkelerine mallarını çoğunlukla İngiliz ticaret gemileriyle göndermek durumundaydılar. Aynı şekilde hammadde ihtiyaçlarını da İngiliz gemileri vasıtasıyla karşılamak zorundaydılar. Bu ise Alman mallarının maliyetini artırıyor ve en büyük rakipleri İngilizlerle rekabet konusunda dezavantajlı bir konumda olmalarına neden oluyordu. İşte sözkonusu bu olumsuzlukları gidermek için Almanlar ithalatı da ihracatı da kendi gemileriyle yapmak üzere gemi yapımını bir milli mesele haline getirmişlerdi. Bu durumda 
Almanya’nın izlediği bu “oyun bozan” politika bir bakıma Fransa, Rusya ve İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde ortak bir noktada birleşmelerini 
sağlamıştır. Nitekim 1894’te Fransa ile Rusya arasında yapılan ittifakla başlayan süreç 1904’te İngiltere ile Fransa’nın sömürgeler konusunda anlaşmaya vararak aralarındaki rekabeti dondurmalarıyla devam etmişti. Fransız İngiliz yakınlaşmasından sonra 1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında St. Petersburg’da imzalanan anlaşmayla Birinci Dünya Savaşı’nın iki blokundan birisi olan “Üçlü İtilaf” meydana gelmiş oluyordu. 

Osmanlı-Alman Müttefikliği ve İslam Stratejisi 

Avusturya veliahtı Ferdinand’ın 28 Haziran’da Saraybosna’da bir Sırp tarafından öldürülmesini müteakip hızla gelişen hadiseler Almanya ve Çarlık Rusyası’nı karşıt pozisyona getirmişti. Bu gelişmenin hemen akabinde Fransa ve İngiltere gibi Avrupa’nın büyük güçleri de AvusturyaMacaristan’ın müttefiki Almanya’nın karşısında ve Sırbistan’ın destekçisi Rusya’nın yanında konumlanarak iki bloklu savaşın ilk aşamasını tamamlamışlardı.1 

Bu ilk aşamada savaşa dahil olmayan ve Avrupa güçler dengesinde dengeleri değiştirici bir rolü olması umulan iki önemli devlet kalmıştı. 

Bunlar: 

Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya idi. İtalya kağıt üzerinde Almanya ve Avusturya-Macaristan’la birlikte 1882’den bu yana yürürlükte olan “Üçlü İttifak” 
içinde yer alıyordu, fakat pazarlık gücünü artırmak için ilk etapta tarafsız kalmayı tercih ederek aslında iki taraftan da kendisine en cazip teklifi kimin yapacağını beklemeye koyulmuştu.2 

Osmanlı devleti ise ilk aşamada dışarıya tarafsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen Almanya ile 2 Ağustos’ta bir gizli müttefiklik anlaşması imzalamıştı. 
Osmanlı devletinin anlaşma yapılanan kadar Almanya’nın safında yer alması çok kolay olmamıştı. Bunun sebebi ise Osmanlı devletinin pazarlık etmesinden, 
kendisini ağırdan satmasından değil, Almanya’nın Osmanlı devletini bir müttefik olarak kabul etme konusundaki tereddütlerinden kaynaklanıyordu. 
Nitekim gerek İstanbul’daki Alman elçisi Wangenheim’ın gerekse de 1913 yılı sonlarında İstanbul’a gelen Alman Askeri Misyonu’nun Osmanlı devleti ve ordusu hakkındaki raporları Temmuz ayının ikinci yarısına kadar hep olumsuz yöndeydi. Bunda Osmanlı devletinin 1912-1913 Balkan Savaşları’nda yaşadığı inanılmaz hezimetin çok büyük katkısı vardı. 

Avrupalıların kesin “favori” gördüğü bu savaşlarda Osmanlı devletinin durumu bir müttefiklik konusunda hiç kimseye ümit vermiyordu.3 Osmanlı devletinin bir ittifak durumunda müttefik olacağı ülkeye bir “yük”ten başka getirisinin olamayacağı yönündeki kanaatleri değiştiren ise Almanların 1905 yılında son şeklini verdikleri ve Schlieffen-Plan denilen iki cepheli bir Avrupa savaşı planının bozulmasından kaynaklanıyordu. Planı hazırlayıcısı o zamanki Alman genelkurmay başkanının adıyla anılan bu savaş planına göre Almanya, doğusunda ve batısında yer alan Rusya ile Fransa’nın müttefikliğine 
karşı iki cepheli bir savaşa hazırlanıyordu. Sözkonusu planda önce batıya, Fransa üzerine yürünülecek ve iki hafta içinde Fransa etkisiz hale geitirildikten sonra doğuya, Rusya’nın üzerine yürünülecekti. Ancak 1914 yılı Temmuz ayı sonlarında gelişen olaylar bu planın uygulanamaz hale getirmişti. Fransa ile Rusya aynı anda seferbelik ilan etmişlerdi, dolayısıyla daha Almanya bir saldırıya geçmeden bu iki ülke Almanya’ya karşı tedbirini almış ve Almanya’nın önce batı cephesinde, sonra da doğu cephesinde savaşma planını suya düşürmüşlerdi. Bunun yanında Almanların bir Avrupa savaşında İngiltere’nin tarafsız kalacağına dair beklentileri de gerçekleşmemişti. Bu durumda Almanya’nın Avrupa’daki yükünü hafifletmesi ve düşmanlarını mümkün olduğunca Avrupa dışındaki cephelerde oyalamasından başka bir yol görünmüyordu. İşte bu şartlarda başta Alman imparatoru II. Wilhelm olmak üzere, Alman devleti yetkilileri daha önce müttefikliğe kabul konusunda soğuk durdukları ve oyalama taktikleri ile 
karşı tarafın kucağına da itmek istemedikleri Türklere yanaştılar. 

Sonuçta Almanya, eşit şartlarda sayılacak bir ittifak anlaşmasıyla Osmanlı devletini kendi yanına almaya razı olmuştu. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder