29 Mayıs 2017 Pazartesi

Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 2



Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 2



  Yukarıda izah edilen şartlar çerçevesinde 2 Ağustos’ta imzalanan ittifak anlaşmasında Osmanlı devletinden iki yönlü bir fayda bekleniyordu. 
Birincisi Osmanlı devletinin jeostratejik konumundan istifade ile Ruslara Kafkaslardan ve Karadeniz üzerinden cephe açılması ve bunun sonucunda 
da Almanya’nın doğu cephesindeki Rus kuvvetlerinin bir kısmını bu cephelere yönelterek Almanya’nın yükünü azaltılması. İkincisi ise Osmanlı 
sultanlarının sahip oldukları halife ünvanlarından istifade ile dünya Müslümanlarını Almanya-Osmanlı ittifakı lehine harekete geçirmek. 
Böylece başta İngiltere olmak üzere Almanya’nın karşısında yer alan bütün sömürgeci Avrupa devletlerinin idaresi altındaki bölgelerde geniş çaplı 
isyanlar ve ihtilaller çıkartılacak ve bu ülkeler önemli hammmadde ve zenginlik kaynaklarından mahrum kalmış olacaklardı. Bu isyan ve ihtilallerle 
Avrupalılar Müslüman memleketlerinden tam manasıyla atılamasalar bile, en azından Avrupa cephelerinde tutacakları askerlerin önemli bir kısmını 
isyanlara karşı sömürgelerinde tutmak zorunda kalacaklarından yine de Almanya için fayda temin edilmiş olacaktı. Hilafet merkezli uygulanacak bu Panislamist propaganda ve faaliyetlerden etkilenmeyecek İtilaf Devleti mensubu ülke yoktu. İngiltere’nin elinde tuttuğu Hindistan ve Mısır bu ülkenin dünya imparatorluğu için hayati öneme sahip yerlerin başında geliyordu; Fransa’nın işgali altındaki Cezayir, Tunus gibi topraklar yanında Afrika’da Müslümanların yaşadığı diğer bölgeler hammadde temini yanında Almanya karşısında nüfusu yetersiz bir Fransa’nın ordusuna asker temini bakımından stratejik öneme sahipti; Rusya ise Kırım’dan başlayarak bütün Orta Asya’yı ve Kafkasları içine alan ve Afganistan’la Çin sınırına dayanan işgalleri ile çoğunluğu Türk olan milyonlarca Müslümanı içinde tutuyordu. Rusya için de buraların zenginliklerinden istifade edilmesi yanında, Birinci Dünya Savaşı’nda sayıları yüzbinlerle ifade edilen Türk kökenli Müslüman askerin cepheye sürülmesi bakımından son derece önemliydi. 

Osmanlı devletinin jeostratejik konumu ile İslamcılık/Panislamizm politikalarının çakıştığı noktalar da vardı. Örneğin Kafkaslar üzerinden Rusya’ya düzenlenecek bir askeri harekatla oradaki Müslüman halkların Rus işgaline karşı girişecekleri isyan gibi. Yine İngiltere işgalindeki Mısır’a Süveyş Kanalı üzerinden yapılacak bir askeri operasyonla aynı anda Mısır içinde yerli halkın İngilizlere karşı girişecekleri kordineli bir isyan da bu anlamda çakışan planlardan birisiydi. 

Osmanlı devletinin 2 Ağustos’ta yaptığı gizli ittifak anlaşmasına rağmen savaşa fiilen girişi ancak üç ay sonra, Ekim sonu Kasım ayı başı gibi gerçekleşmiştir. 
Bunun öncesinde, Ağustos ayı içinde Almanya’nın Akdeniz Filosu’nu oluşturan Alman gemileri Goeben ve Breslau’nun İtilaf Devletleri gemilerinden kaçarak Çanakkale’ye sığınmaları sonrasında meydana gelen diplomatik kriz farklı bir şekilde çözülmüştü. Osmanlı “tarafsızlığı”nı açıkça ihlal eden bu krizi çözmek için gemiler, içindeki yüzlerce personeliyle birlikte göstermelik bir törenle Osmanlı donanmasına dahil edilmişti. Nihayet Eylül ayı sonlarında Osmanlı donanması komutanlığına getirilen Amiral Souchon’un Ekim sonu gibi, Enver Paşa’nın emriyle Karadeniz’deki Rus gemilerine ve limanlarına saldırması Osmanlı devletinin savaşa girişini ilan eden olay olmuştur. Bu tarafsızlık süreci zarfında Osmanlı devleti seferbelik çalışmalarını ve savaşa yönelik hazırlıklarını her bakımdan gidermeye çalışmıştı. Aynı süreçte Almanya’nın da Osmanlı-Alman müttefikliğinin ana eksenini oluşturan İslam’ın bir “silah” olarak kullanılmasına yönelik teorik ve pratik hazırlıklarını önemli ölçüde tamamladığını görüyoruz. 


Bu anlamda Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki İslam stratejisini hazırlama görevini üstlenen Max von Oppenheim da Almanya Dışişleri Bakanlığı’na Kasım ayı başında 136 sayfalık bir rapor sunmuştur. Uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nın Kahire temsilciliğinde İslam dünyasını gözlemlemekle görevli olan Oppenheim, birkaç yıldır ayrı olduğu dışişlerine Osmanlı-Alman ittifakının imzalandığı gün olan 2 Ağustos 1914’te yeniden dönmüş ve kendisine sunulan aktüel bilgileri kendi kişisel gözlem ve tecrübeleriyle birleştirerek “Denkschrift betreffend die Revolutinierung der islamischen Gebiete unserer Feinde [Düşmanlarımız İdaresindeki İslam Bölgelerinin Ayaklandırılması Hakkında Muhtıra]” adlı raporunu hazırlamıştır. Neredeyse bütün İslam coğrfyasını ülke ülke, bölge bölge değerlendiren bu raporda, İslam dünyasının İtilaf Devletlerine karşı nasıl 
harekete geçirilmesi gerektiğinden, oluşturulacak propaganda çalışmalarına kadar bir çok alanda tespitler ve tavsiyeler yer almıştır.4 Oppenheim sadece raporu yazmakla kalmamış raporunda yer alan tavsiyelerinin bir kısmını bizzat fiiliyata geçirme işlevini de üstlenmiştir. Bu anlamda Berlin’de “Şark İstihbarat Birimi [Nachrichtenstelle für den Orient]” adlı Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir propaganda birimi oluşturmuştur. Bu birim içinde Alman şarkiyatçılar yanında Osmanlı devletinin görevlendirdiği 


İslam dünyasından şahsiyetler de yer almışlardır. Şark İstihbarat Birimi (ŞİB) Almanya’nın elinde bulunan Müslüman esirlere yönelik oluşturulan Berlin yakınlarındaki Müslüman esir kamplarındaki (Weinberglager ve Halbmondlager) propaganda çalışmalarını üstlenmiş ve burada eğitimden geçirilen esirlerin cihadçı ve yerleşimci olarak Osmanlı devletine gönderilmeleri ve yerleştirilmeleri çalışmalarını önemli ölçüde organize etmiştir. Panislamist çalışmalar kapsamında İstanbul’dan 1914 yılı Kasım sonu Aralık ayı başı gibi Berlin’e ilk gönderilen kişiler ise Mehmed Akif (Ersoy) ve Şeyh Salih Tunusi olmuştur. Daha sonra Abdürreşid İbrahim, Abdülaziz Çaviş, Halim Sabit, Alimcan İdris ve daha onlarca Müslüman propagandacı da buradaki çalışmalara katkıda bulunmak üzere Almanya’nın yolunu tutmuşlardır. Almanya’daki propaganda merkezinin Osmanlı devletindeki şubeleri ise yine Max von Oppenheim tarafından 1915 yılı Nisan ayından itibaren İstanbul merkezli olarak açılmaya başlanmıştır. Almanların doğrudan kontrolündeki bu propaganda merkezleri yanında Osmanlı devleti de Almanların ŞİB örneğinde bir propaganda merkezi kurmuştur. Bu merkez 
1913 yılı Kasım ayında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın lağvedilmesi ve isminin “Umur-ı Şarkiyye Dairesi” (UŞD) adıyla değiştirilmesiyle oluşturuldu. 
Başına Tunuslu Ali Bey Başhampa’nın getirildiği UŞD tıpkı Almanya’daki ŞİP örneğinde olduğu gibi, kapatıldığı 1918 yılı sonlarına kadar propaganda 
merkezli ve İslamcılık temelli çalışmalarla Osmanlı-Alman ittifakının temel stratejine hizmet etti. Almanya’daki ŞİB ile Türkiye’deki UŞD’nin ve diğer kurumların ortak çalışmaları sonucu Almanya’daki özel kamplarda siyasi ve askeri anlamda eğitimden geiçirilen binlerce Müslüman esir arasından iki tabur asker (bir tabur Araplardan, bir tabur da Tatarlardan) 1916 yılının ilk yarısında Osmanlı devletine getirildi ve bunlar Irak cephesine gönderildiler. Bunun yanında binlerce Tatar yerleşimci de Anadolu’ya, göç ettirilen Ermeni ve Rumların yerlerine yerleştirildiler. Bu yerleşimcilere, iş kurmaları için sermaye, işlenmek üzere toprak ve eş bulmaya kadar bir çok imkan sağlanmıştı. Almanya’dan (ve de Avusturya’dan) getirtilen cihad gönüllüsü ve yerleşimci sayısı çeşitli nedenlerle planlananın altında kalmış olmakla birlikte teoriden pratiğe dönüşmesi bakımından Birinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen Türk-Alman ortak yapımı en somut İslamcı proje olması bakımından önemlidir.5 

Dört yıla yayılan bu savaşa “Total War[Topyekün Savaş]” nitelemesinde bulunulmasını haklı çıkartacak şekilde taraflar savaşta kazanmak için her yönteme başvurmuşlardır. Özellikle modern silahlar ve propaganda teknikleri sonuna kadar kullanılmıştır. 1915 yılı Ekim ayında Bulgaristan İttifak Devletleri safında yer alırken 1917 yılı ilk yarısında Rusya’da çıkan ihtilalle Rusya savaştan çekilmişti. Fakat aynı yılın başında Amerika Birleşik Devletlerinin savaşa İtilaf Devletleri yanında girmesiyle savaş yeni bir boyut ve genişlik kazanmıştır. Nihayet 1918 yılı sonbaharıyla birlikte İtilaf Devletleri lehine dönen savaş peş pese yapılan mütareke anlaşmalarıyla 1919 yılını görmeden sona ermiştir. 

Osmanlı Devleti’ne Savaşı Kaybettiren Panislamizm/İslamcılık Stratejisi miydi? 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında en çok dile getirilen ve genel kabul gören yargıların başında Osmanlı hilafetinin bütün Müslümanları hilafet bayrağı 
altında toplama hedefinin, dolayısıyla da Panislamizmin/İslamcılığın başarısız olduğu konusu olmuştur. Bunda 1916 yılı ortasında Mekke ve çevresinde 
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı idaresine karşı giriştiği isyanın büyük katkısı vardır. Kuşkusuz Osmanlı hilafetinin gücü bakımından bütün Müslümanların kıblesi olan Kabe’nin kontrolünün kaybedilmesi bütün Müslümanları halifenin bayrağı altında toplanmaya ve sömürgeci devletlere karşı isyan etmeye çağıran Osmanlı devleti açısından büyük bir prestij kaybı demekti. Ancak savaş sırasında başta Cemal Paşa olmak üzere İttihatçı idarenin İslamcılık stratejisini zedeleyecek, boşa çıkartacak bir çok hatalı davranış ortaya koymalarına rağmen Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı devletinin yanında durmuş ve on binlerce askerin yanında bir çok önde gelen Arap da Osmanlı devletinin politikalarına aktif şekilde destek vermiştir. Bütün bunlara rağmen Şerif Hüseyin’in isyanı üzerinden “Arapları Türkleri arkadan vurdukları” söylemi savaş sonrası oluşan literatürde abartılı bir hal almış, “bütün Arapların Osmanlı devletini arkadan vurduğu”, dolayısıyla “hilafet kurumunun bir anlamının kalmadığı” şeklinde geniş çaplı bir propagandaya dönüştürülmüştür. 

Şunu ifade etmek gerekir ki bu söylem ve kabul gerçeği yansıtmaktan çok, savaş sonrası konjunktürün ve yeni siyasetin dayattığı bir algı operasyonu olarak değerlendirilmedilir. Bunda, sömürgeler konusunda son derece hassas olan İngiltere’nin Osmanlı hilfetine ve onun üzerinden İslamcılığa/Panislamizm’e karşı duyduğu korku ve öfkenin büyük payı olduğu kadar Türkiye’nin 1923 yılı sonrasındaki siyasal tercihlerinin de etkisi çoktur. 

Nitekim özellikle 1922 yılının Sonbaharına kadar Anadolu’daki milli mücadelenin hem içeriye hem de dışarıya (İslam dünyasına olduğu kadar Avrupalılara da!) yönelik temel stratejisinin İslam merkezli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Savaşın sürdüğü 1920-1922 yıllarında Millî mücadele liderlerinin bir kısmının kafalarındaki yeni Türkiye tasavvuru ne olursa olsun, hem Anadolu halkına hem de dünyaya verdikleri mesajlar ve imaj tamamen İslamî, hatta kontrollü de olsa Panislamist nitelikte olmuştur.6 O zaman şu soruyu sormak gerekir: 1923 yılı sonrası oluşturulan tarih yazımında/algısında Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak gösterilen “İslamcı politikalar”ın başarısızlığı veya yanlışlığı 1919 ile 1923 arasında yapılan (Birinci Dünya Savaşı’nın artçı savaşları niteliğindeki) Milli Mücadele’de, üstelik de savaş daha hafızalarda tazeliğini korurken, İslamcı politikalara ve söylemlere neden devam edilmiştir? 

Demek ki 1918-1923 arası dönemde savaşın kaybına ilişkin daha başka rasyonel sebepler ve etkenler olduğu İslam’la olan bağları zayıf kimseler tarafından dahi kabul ediliyordu ve kimsenin aklına “savaşı İslam birliğine yönelik politikalar yüzünden kaybettik” düşüncesi gelmiyordu. Fakat Milli Mücadele’nin askeri safhasının sona erdiği 1922 yılı sonbaharından itibaren birden bire İslamcılık siyasetinin ülkeyi felakete sürüklediği söylemi dolaşıma girmeye başlamıştır. Dolayısıyla diyebiliriz ki 1923 sonrası oluşan dünyadaki ve Türkiye’deki yapı geçmişi yeni duruma göre yeniden inşa etme ihtiyacı duymuştu. Nitekim özellikle Türkiye’nin lider kadrosunun yaptığı siyasal ve kültürel tercihlere baktığımızda sadece konjunktürel, o anki şartların zorlamasıyla, geçici bir süreliğine önceki dönemle bağların zayıflatılması politikası hedeflenmemiş, aksine bir daha eskiye/geriye dönülmemek üzere önceki dönemle bağların her şekilde kopartılması, yani gelecekte de doğu ile, Müslüman topluluklarla ilişkilerin minimum seviyede tutulması (mümkünse hiç olmamasına) politikası benimsenmiştir. Velhasıl bilinçli olarak bir devr-i sabık yaratılmış ve bunun için de Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yenilgi en önemli kanıt olarak öne sürülmüştür. 

1918’den 2014’e Dünya, Türkiye ve Müslümanlar 

1918 yılının ikinci yarısında yapılan ateşkes anlaşmalarının ardından galip İtilaf Devletleri’nin mağlup İttifak Devletleri’ne dikte ettikleri barış antlaşmaları ( Versailles (Almanya), Saint-Germain (Avusturya), Trianon (Macaristan), Neuilly (Bulgaristan) ve Sévres (Osmanlı devleti) ) 1919 ve 1920 yılları içinde yapılmıştı. 10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletine dikte edilen Sévres anlaşması dışındakiler genel olarak 1939’a kadar geçerli olmuştur diyebiliriz. Sévres anlaşması ise 24 Temmuz 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile imzalanan Lozan [Lausanne] anlaşmasıyla geçersiz kılınmıştır. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın son barış antlaşması Lozan antlaşmasıdır. Mağlup devletlere zorla imzalattırılan Birinci Dünya Savaşı’nın barış antlaşmaları kötü antlaşmalar olarak sıfatlandırılırken “savaşı getiren barış” olarak de değerlendirilmiştir. Nitekim bu “kötü” antlaşmalar sonucu Avrupa’da kısa sürede iki grup ortaya çıkmıştı: Statükocular ve revizyonistler. İngiltere, Fransa gibi statükocu baş aktörlere karşı Almanya ve İtalya gibi revizyonist aktörler ve bunların etrafında yer alan küçük aktörler iki dünya savaşı arasındaki kutuplaşmayı oluşturmuştur. 

Almanya ve İtalya’nın başını çektiği revizyonist blok 1939’dan itibaren altı yıl sürecek daha yıkıcı ve öldürücü yeni bir dünya savaşını başlatmış ve bu savaşın ardından Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan “dünya sistemi” ve antlaşmaları revize edilmiştir. Bu revizyonla Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Milletler Cemiyeti, yerini Birleşmiş Milletlere bırakırken İngiltere de dünya patronluğu iddiasını ve haklarını Amerika Birleşik Devletleri’ne devretmek zorunda kalmıştır. 1945 sonrası dünya, Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip dört daimi üyesinin oluşturacağı denge üzerinden kurulmuş gibi görünse de esas itibariyle iki kutuplu/iki süper güçlü bir dünya sistemi oluşturulmuş ve Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği 1990’lara kadar sürecek bir soğuk savaş dönemini birlikte idare etmişlerdir. Bu düzen de 1989’dan itibaren fiilen sona ermeye başlamış ve dünya o andan itibaren bir yeniden oluşum ve değişim sürecine girmiştir. Bu süreçte dünyanın tek süper gücü olarak ortaya çıkan Amerika’ya zamanla yeni rakipler çıkmaya başlamış ve bir bakıma çok kutuplu bir dünya meydana gelmiştir. Avrupa 
Birliği, Çin, Brezilya, Hindistan gibi ülkelere 2000’lerden itibaren Putin’le birlikte kendisini toparlayan Rusya’yı da eklersek yeni çok kutuplu dünyanın 
aktörlerini görmüş oluruz. 

1990’lı yılların dağınıklığı ve Amerika’nın güç sarhoşluğu sonrasında ortaya çıkan yeni aktörleri ( buna küresel sermaye de dahildir) bir şekilde kontrol altına almak ve kendi konumunu muhafaza etmek isteyen Amerika devleti, New York’taki 11 Eylül 2001 saldırılarını avantaja dönüştürmek için harekete geçmiştir. Savaşın ve paylaşımın yapılacağı İslam coğrafyasını Afganistan’dan başlayarak “El Kaide”, “Taliban”, “radikal İslam”, “İslami terör” gibi kavramlar ve gerekçeler üzerinden yeni “savaş hukuku” ile dizayn etmeye girişmiştir. Yani yazının başında ifade ettiğimiz adı konulmamış bir “Üçüncü Dünya Savaşı” başlatılmıştır. Büyük oranda Müslümanların kendi topraklarında ve kendi canları üzerinden gerçekleştirilen bu savaş 21. Yüzyılda kimin ne oranda etkin olacağını belirleyecektir. 


Peki her bakımdan pratiğe geçirilmesi pek mümkün görünmeyen Sévres Barış Antlaşması’nın yerine tarih sahnesinden çekilen Osmanlı devletinin varisi Türkiye (Büyük Millet Meclisi Hükümeti) tarafından imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın akıbeti ne olmuştur? Dikkat çekici şekilde Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan bütün anlaşmalar birkaç kez reviyona tabi tutulmasına rağmen Türkiye üzerinden bir bakıma İslam dünyasının durumunu da düzenleyen Lozan Antlaşması hiç bir değişikliğe uğramadan yürürlükte kalmıştır. 

Yüz yıl sonra Türkiye devleti ve halkıyla birlikte diğer Müslüman halklarının cevabını belirlemesi gereken soru şudur: Müslümanlar üzerinde yaşadıkları topraklarda vukubulan önemli meselelerde kendi kaderlerini belirleme konusunda inisiyatif alabilecekler midir? Yoksa bu “Üçüncü Dünya Savaşı’nda” sadece “obje” olarak kalıp bir elli yıl, yüz yıl daha yurtlarının talan edilmesine, kanlarının dökülmesine razı mı olacaklardır? 

Aslında Türkiye’nin ve İslam dünyasının son yıllarda yaşadığı bir çok gerilim, kriz, çatışma ve ayrışma bu sorulara verilmek istenen cevaplarla doğrudan ilgili gibi görünmektedir. Şu halde Türkiye devleti son on yıldır Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan anlaşmalarla, Türkiye dahil bütün İslam coğrafyasında oluşan/kurgulanan sistemi ve düzeni dünyanın yeni zamandaki şartlarına göre revize etmek için belli bir çaba içindedir diyebiliriz. Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılında Türkiye’nin bu anlaşmaları kendi lehine revize etmeyi başarıp başaramayacağı, veya ne kadar revize edeceği sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele olarak algılanmamalıdır. Türkiye’nin bu konuda atacağı her adım aslında kendisiyle birlikte İslam dünyasının da “Yüz Yıllık” kıskaçtan kurtulması veya 1918 sonrasında açılan parantezi kapatması vesile olacaktır. Dolayısıyla Türkiye ile beraberinde hareket edeceklerin “21. Yüzyıla” gerçek manada geçmeleri bu yürüyüşün başarılı şekilde tamamlanmasına bağlıdır. 


DİPNOTLAR;

1 Almanya’nın açık desteğini arkasına alan Avusturya-Macaristan devleti 23 Temmuz 1914’deSırbistan’a 48 saat süreli ve egemen bir devletin kabul etmesinin mümkün olmayacağı bir ultimatomverdi. Taleplerin bir kısmını karşılayan Sırbistan’ın cevabı yeterli bulunmamış, bunun üzerine Sırbistan 26 Temmuz’da seferberlik ilan etti. Sırbistan’ın hazırlanmasına fırsat vermek
istemeyen Avusturya-Macaristan 28 Temmuz’da Belgrad’ı bombalayarak savaşa başladı. İngiltere’nin sonuçsuz kalan bazı diplomatik çözüm çabaları üzerine Rusya ve Fransa aynı anda  (31 Temmuz 1914) seferberlik ilan etti. Almanya Rusya’dan 12 saat içinde cevaplanmak üzere  seferberliğin durdurulmasını istedi, ancak Rusya’dan cevap alamayınca Almanya 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilan etti. Fransa’dan da seferberliğini durdurması yönünde talepte bulunan Almanya’ya net cevap vermeyince bu sefer Almanya 3 Ağustos’ta Fransa’ya da savaş ilan etti. 2 Ağustos’ta Almanya Fransa’ya karşı girişeceği askeri harekatta Belçika’dan geçiş izni isteyip red cevabı alınca 4 Ağustos’ta Belçika’ya da savaş ilan etti. Bunun üzerine İngiltere de aynı gün Almanya’ya savaş ilan etti. En son Avusturya-Macaristan da 6 Ağustos’ta Rusya’ya savaş ilan etmesiyle savaşın başlangıç aşaması tamamlanmış oldu. 
2 İki tarafın tekliflerini değerlendiren İtalya en sonunda 26 Nisan 1915 tarihli Londra Anlaşması ile İtilaf Devletleri safında yer almıştır. 
3 Osmanlı devletinin savaşa giriş sürecini ayrıntılı şekilde ele alan bir çalışma için bkz. Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi eşiğinde. Osmanlı devleti Son Savaşa Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010; Ayırca bu konuyla ilgili olarak bkz. Carl Mühlman(n), İmparatorluğun Sonu 1914. Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi?, çeviren Kadir Kon, Timaş yayınları, İstanbul, 2009. 
4 Max von Oppenheim, İslam dünyasına yönelik raporu ve bunun uygulamalarına yönelik bir çalışma için bkz. Kadir Kon, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi, Küre yayınları, İstanbul, 2013. 
5 Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Kadir Kon, a.g.eser.
6 Bu konuda Ankara hükümetinin resmi yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinin ilk üç yıllık sayılarına bakmak kafidir. 


Kaynaklar ;

Aksakal, Mustafa; Harb-i Umumi eşiğinde. Osmanlı devleti Son Savaşa Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010; 
Mühlman(n), Carl; İmparatorluğun Sonu 1914. Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi?, çeviren Kadir Kon, Timaş yayınları, İstanbul, 2009. 
Kon, Kadir; Birinci Dünya Savaşı ’nda Almanya ’nın İslam Stratejisi, Küre yayınları, İstanbul, 2013. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder