Osmanlı’nın Cihan Harbinin “Hikâye”si
*Nesîme Ceyhan Akça
*Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.
Özet
Birinci Dünya Savaşı, 1914-1918 yılları, Osmanlı’nın parçalanma ve yok edilme sürecinin en sıcak seneleridir. Üç kıtanın ihtiyar efendisi, bedeninin birçok
yerinden yaralanarak, ihanete uğrayarak, zulüm görerek ve ancak bir cihan harbinin neticesinde alt edilebilir. Bir asır her gün tekrar edilen “hasta adam” ifadesi hakikate dönüştürülür ve çözülmesi zaruri görülen “şark meselesi” çözülür. Osmanlı Devleti, bir cihan harbi hikâyesiyle miadını doldurur. Öngörülemeyen, tahmin edilemeyen ise, bu milletin yeni bir devletle nefes almaya devam etmesidir.
Bu çalışmamızda 1914-1918 yıllarında Osmanlı’nın neredeyse on cephede gerçekleşen dünya savaşı mücadelesi, harple eşzamanlı olarak basına yansıyan
hikâyelerle gözler önüne getirilmeye çalışılacaktır. Harp hikâyelerinin genel hüviyetini taşıyan bu hikâyeler, zamana şahitlik etmesi ve o günlerin toplum
psikolojisini aksettirmesi bakımından önemlidir. Edebî eserlerin tarihi vesika sayılamayacağı malumdur; ancak bu metinler, realist gözlemlerin mahsulü
olmaları münasebetiyle tarih yazıcılarının ihmal ettiği anları gerçeğin kalemiyle aktarmaktan geri durmamışlardır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı, hikâye, edebiyat.
GİRİŞ
Osmanlı Devleti, bir oldu bitti ile Birinci Dünya Savaşı’na dâhil edildiğinde Afrika’daki son Osmanlı toprağı Trablusgarp elimizden çıkalı üç,
Balkanları kaybedeli bir sene olmuştur. Ordu ve halk daralan coğrafyadan, kötüye giden ekonomiden, siyasî istikrarsızlıktan, İstanbul ve Anadolu’ya
yığılan harp muhacirlerinden bizardır. Yeni bir harp, hele bir cihan harbi işleri çok daha kötüye götürecektir. 93 Harbinden o güne Anadolu, bir
kuşak dedelerine, sonra oğullarına şimdi ise o şehit dedelerin torunlarına göz diken harbe kuşkudan çok öfkeyle bakmaktadır. Tüm bunlara rağmen
Almanların malum Goben ve Breslav zırhlılarını satın alınmış, Yavuz ve Midilli adlarıyla Türk bayrağı çektirip Karadeniz’de Odesa ve Sivastopol şehirlerini bombardıman edilişle birlikte –biz bombalamasak da zırhlılar Türk bayrağı taşımaktadır- cihan harbinin tam içine dalmış olunuyor.
Dünya İttifak ve İtilâf ülkeleri olarak ayrılırken; Türkler, Almanlar için birçok cephede Türk askerine sırt verip rahatlama demekti. Türklerse yaklaştıkları;
ancak ilgi görmedikleri İngiltere ve Fransa’dan sonra Almanya ile bu koca harbin ortasında mutlak bir parçalanmadan korunmayı ve belki kaybedilen Balkan topraklarını yeniden kazanmayı hesap ettiler. Bu feci harp, başta Çanakkale ve Sarıkamış olmak üzere Lübnan, Beyrut, Filistin, Suriye, Irak, Hicaz, Mısır, Yemen, Kafkasya, Galiçya ve Romanya’da şehitlikler bırakmamıza yol açmıştır. Bazı cephelerde kazanılan mutlak zafere rağmen, savaş sonunda mağlup tarafta oluşumuz bizi de mağlubiyete mahkûm etmiş, 1918’de İstanbul’un işgâline engel olunamadı.
Basın, Sansür, Propaganda ve Edebiyat
Basın, bugün olduğu gibi Osmanlı Devletinde önemli bir toplumsal bilinçlendirme ve yönlendirme aracıdır. İkinci Meşrûtiyet’in ilânının ardından gazete ve dergi çıkartmayla alâkalı hukukî prosedürün hafiflemesi üzerine yaşanan yayın patlaması (Hürriyet’in ilânından 31 Mart vakasına kadar süreli yayınların altı’dan üç yüz elli üç dergi ve gazeteye çıkması) ilerleyen günlerde sakinleşecek, 1910’da 130, 1912’de 124, 1912’de 45, 1913’te 92 ve 1914’te 75 yayın, basında boy gösterecektir.1 Birinci Dünya Savaşına girene kadar, 1909’dan 1912’ye uzun ve 1913’te ise kısa süreli sansürle karşı karşıya kalan matbuat, savaştan sonra uzun bir süre devam edecek olan askerî sansür dönemine girer. 1915’te 6, 1916’da ise sadece 8 gazete ve dergi yayımlanabilmiştir. Süreli yayınlarda düşüş sadece sansür sebebiyle değildir. Yaşanan ekonomik kriz de önemli bir etkendir. Çıkabilen gazetelerin boyutlarının dergi boyutuna düşürülmesi ve sayfa sayılarının azaltılması da bunun bir göstergesidir.
Birinci Dünya Savaşının baş aktörleri Almanya ve İngiltere’nin, basını önemli harp propaganda aracı olarak kullanmalarına rağmen Osmanlı Devleti bu hususu ağır sansür bağı sebebiyle değerlendirememiştir. Almanya, müttefikimiz olarak propaganda faaliyeti olarak İstanbul’da kitap ve resim sergileri açmak, danışma büroları ile savaşın gidişatı hakkında halkı bilinçlendirmeye çalışmak gibi faaliyetler gerçekleştirmiştir; ancak İttihat Terakki Hükümeti bu konuda çok zayıf kalmıştır.2
Cephede askerin şevklenmesi, cephe gerisinde halkın ümidini yitirmemesi ve halkın cepheyi maddi manevi desteklemesi için soyut harp mefhumu
ile somut halk arasında bir irtibata ihtiyaç vardır. Bu, edebî metinle gerçekleşebilecektir. Oysa hem azalan yayın araçları hem de bu yayınlar
üzerindeki yoğun sansür edebiyatçıları ve yayıncıları suskunluğa itmektedir. Ziya Gökalp’in 1916’da Harp Mecmuası’nda yayımladığı “Asker ve Şair” adlı şiiri devrin tüm ediplerine atılan bir tokat gibidir. “Şairin bu askere dikkatle bakmasını emreden Gökalp, asıl şairin, “sezdiği ve duyduğu” için bu asker olduğunu söyler. Bu asker, uyurken bile elinden düşürmediği bombasıyla şiir yazmakta, ilhamını vatanından almakta, uyurken bile savaş rüyaları görmektedir. Bu asker belki birazdan ülkesi için şehit olacak ve tarihe geçecektir. Oysa o, orada vatan için canını verirken, şair burada o asker için destan yazmaya üşenmektedir. Gökalp, şiirini bir tehditle bitirir: Üşengeç şairin kalemini elinden almalı ve onu cepheye göndererek orada ölen askerlere mezar kazdırmalıdır.”3 Bu tehdit tabii ki sadece Türk şairi için değildir. Topyekûn tüm edipler vazifelerini hatırlamalıdır.
İttihat Terakki’nin harp propagandasına ve edebiyatçıların yaşanan harbe yönelik edebî faaliyetlerde bulunmalarına dair hiçbir faaliyeti olmamıştır diyemeyiz.
Sınırlı da olsa bu faaliyetler şu şekilde sıralanabilir:
1-Harp Mecmuası’nın yayımlanması. Hükümet ve ordunun 1915 yılında yayımlamaya başladığı Harp Mecmuası, yayın yapmanın çok güç olduğu
bir dönemde iyi cins kâğıda cephe fotoğrafları ve asker fotoğraflarıyla birlikte basılan, cepheden haber veren önemli bir çalışmadır.4
2- Edebiyatçılara halkı ve askerî yüreklendirmeye yönelik sipariş usulü kitap yazdırılması. Kitap yazıldığında yazarına yüklü telif ödenir. Kitap, Harbiye Nezareti tarafından satın alınarak basılıp orduya dağıtılır.
3- Çanakkale Cephesine ziyarete götürülen sanatçılar heyeti: Haziran 1915’te otuz kadar isme gönderilen davet mektubuna on sekiz kişi mukabele eder ve heyet cephe gerisini ve cepheyi gözlemek ve bu geziden hareketle edebî eser vücuda getirmekle görevlendirilir. 5
Tüm bu faaliyetleri yok saymak mümkün değildir; ancak yeterli olmadığı aşikârdır. Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı basınında harbe dair
hikâye türünde sadece kırk sekiz metne tesadüf etmemiz bunun en önemli göstergesidir. Titiz taramalarımıza rağmen gözden kaçmış hikâyeler de
olabilir; ancak bu da dört yıl süren ölüm kalım mücadelemizin hikâyesi olarak yine de oldukça düşük bir rakamdır.
Birinci Dünya Savaşının “Hikâye”si
Harp hikâyesi, harp edebiyatı genel başlığının bir şubesi olarak düşünülebilir. Harbin yaşandığı yıllarda kaleme alınmış, hadiselerin tüm sıcaklığı yazılan ların üzerlerinde iken, henüz yaşananların gerisindeki siyasî sebepler çok netleşmemişken ve sadece vatana dair hassasiyetlerin en zirvede hissedildiği metinlerdir bunlar. Eserler, yazarların siyasal yahut askerî erk tarafından sistematik yönlendirilmeleri ile kaleme alınabilecekleri gibi, yazarların
tamamen bireysel sorumluluk hisleri ve harbe dair duyarlılıkları ile de yazılabilirler. Sadece harp yıllarında kaleme sarılan ve sonrasında yayın dünyasında görünmeyen birçok yazar vardır.
Bizde 1911’den başlayarak on yıl süresince art arda yaşanan harpler, harple eş zamanlı ve içinde bulunulan harbi konu edinen metinlerin yazılmalarına
sebep olmuştur. Balkan Savaşları başladığında Trablusgarp Savaşı; Birinci Dünya Savaşı başladığında Balkan Savaşı; Millî Mücadele senelerinde de Birinci Dünya Savaşı edebî eserin gündeminden ayrılmıştır. Her biri diğerinden daha endişe verici ve vatan coğrafyasını daraltıcı bu harpler, gelenin gideni arattığı bir güçlüğü beraberinde taşımıştır. Bu bağlamda Birinci Dünya Savaşı ile ilgili hikâyeler, 1914-1918 yılları arasında yazılır ve büyük ölçüde tamamlanır. Roman, daha farklı bir süreç yaşar.
Birinci Dünya Savaşı hikâyelerine baktığımızda yazar olarak şu isimlere tesadüf ederiz: Aziz Hüdâi, A(yın) Ali, F(alih) R(ıfkı), Arif Oruç, Ali Suad, A(yın) Kemâl, M(im) N(un), Gazzeli Cemâl, Recâizâde Ercümend Ekrem, E(lif) T(e), Enis Tahsin, Fazıl Turgut, Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Hüseyin Ragıb, Hâlide Edib, Emine Semiha, F(e) Celâleddin), Akil Koyuncu, Salime Servet Seyfi, Aka Gündüz, Emin Ali, Fatma Hayrünnisa, Hasan Dündar, Sadiye, Raif Necdet. Yazarı belli olmayan hikâyeler de mevcuttur. Devrin hikâye yazarlarından Cemil Süleyman’ın Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşına asker olarak bizzat katıldığını, buna karşılık devrin basınında harple uzaktan yakından
ilgisi olmayan hikâyeler yayımladığını; Mehmet Rauf’un, Refik Hâlid’in, Hüseyin Rahmi’nin ise büyük harbin telaşıyla pek ilgilenmediklerini görürüz.
Birinci Dünya Savaşı seneleri boyunca Osmanlı matbuatında bu savaşa dair yayımlanan hikâyelerin azlığı genel olarak cephelerden gelen haberlerin
olumsuz oluşuyla da ilişkilendirilebilir. Çünkü Çanakkale Cephesi ile ilgili hikâyeler 48 hikâye içerisinde 16 rakamıyla epey bir yekûn tutar ki Çanakkale Cephesi çok çetin ve fakat zaferle neticelenen bir cephedir. Aslında herkes bir parça ümidin peşindedir.
Çanakkale Cephesinin anlatıldığı hikâyelerden başka herhangi bir cephenin anılmadan genel olarak Birinci Dünya Savaşı atmosferine yer veren hikâyeler, Filistin-Suriye Cephesini, Doğu Cephesini, Yemen’i, Lübnan’ı, Irak Cephesini ve burada yaşananları anlatan hikâyeler mevcuttur. Elbette yazarların tamamı, bahsi geçen cephelerde bulunmuş değillerdir. İçlerinden bir kısmı belki bu toprakları tanımıştır; ancak genel olarak yazarlar, oralardan gazeteler ve mektuplar aracılığıyla alınan havadislere ve hayâl dünyalarına dayanarak bu metinleri kurgularlar. Daha on yıl öncesine kadar Türk tahkiyesi İstanbul’dan başka mekân tanımazken harpler, Trablusgarp’ten Balkanlara ve cihan harbinin diğer cephelerine Türk okuyucusunu taşımaya başlamıştır. Hikâyelerde cephedekileri bekleyenler yahut cepheye asker gönderenler sebebiyle Anadolu’nun köyleri; yaralılar sebebiyle hastaneler yahut cephe gerisinde yaralılarla dolu revirler; İstanbul’da esirlere yardım gönderen Hilâli Ahmer merkezi de diğer mekânlar olarak anılabilir.
Uzak coğrafyalardaki cephelerde bedenini türlü kahramanlıklarla feda eden Anadolu askerleri, mahzun ve gariplik vurgusuyla sunulurken Çanakkale’nin kahramanları daha coşkulu ve emin takdim edilir. Hatta Çanakkale cephesiyle ilgili esprili olaylar da aktarılır: “Bir Azizlik”
“Mustafa’nın Hilesi”7
Çanakkale Cephesi hikâyeleri, Türk’ün ne muazzam bir asker kitlesi ile mücadele etiğinin ve harbin ahlâktan yoksun yüzünün de göstergesidir. Fransız ve İngiliz müstemlekelerinden kandırılarak getirilen Müslüman ahâlinin karşılarında Müslümanlar olduğunu fark edişleri iç burkucudur. “Ahmed bin Hamud”8, bu zulmün hikâyesidir. Afrika içlerinden İslâm’ın halifesine yardım edecekleri inancıyla gemilere bindirilen yüzlerce siyâhî Müslüman, çatışma gününün akşamında siperlerin gerisinden yükselen ezan sesi ile kime karşı savaştıklarını anlayacaklar, bir kısmı Türkler safına geçecek bir kısmı ise intiharı seçecektir.
Çanakkale cephesi, Anadolu’nun ve Osmanlı’nın çevre topraklarından birçok gönüllü askerin şehadet mekânı olmuştur. Bu cephe müthiş bir insan akınına uğramış, ölüm kalım mücadelesine sahne olmuştur. Hikâyelerde Anadolu’dan gönüllü yola çıkan genç neferler Moskof savaşında (93 Harbi) şehit düşmüş dedelerinin yahut sonraki harplerde şehit düşmüş babalarının intikamını almak üzere cephelere aileleri tarafından coşkuyla gönderilirler. Aileler evlatlarını gönderirken adeta sevinir. Şehit haberlerini büyük bir olgunlukla karşılar. Bu romantik bakış, esasında ne kadar doğrudur? Askere gidişi teşvik kokusu hissedilen bu hikâyeler, Anadolu’nun 1914’teki hâli düşünüldüğünde çok gerçekçi kabul edilemez. Şehit oğulların bu kez de kundakta kalmış yavruları yetim büyüyecektir. Anadolu’da çocuklar, son elli senedir babasız büyümeye alışmıştır: “Oğlumu Hududa Gönderdikten Sonra”9.
Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı’nın harp sahalarının insan kaynağı olan Anadolu, işe yarar insan gücü bakımından oldukça zayıf hâldedir. “Anadolu’nun Mezarı”10, adlı hikâye 1914 Anadolu’sunun hâli perîşânını aksettirmesi bakımından eşsiz bir belge-metindir:
“Yemen, hatta Arnavutluk Anadolu’nun mezarıdır, derler. Doğru… Fakat bundan daha doğru bir hakikat vardır ki o da Anadolu’nun Yemen’den daha müthiş, daha müfteris bir mezar olmasıdır: Anadolu, evet Anadolu’nun mezarı bizzat Anadolu,
Anadolu’nun sefalet-i sıhhiye ve iktisadiyyesidir. Gıda namına aç ve boş midesi hatta bazen ot ile dolan, en basit, en iptidai kavâid-i sıhhiyeden bile bîhaber dimağı hurafelerle paslanan mevcutlar memleketi elbette bir diyar değil, bir mezardır. (…)Ahmet Ağa gayet sağlam bir vücuda malik iri bir adam idi. (…) Bu adamın biri kız olmak üzere on dört çocuğu dünyaya gelmiş idi. Yani bir düzineden iki fazla. (…) Fakat ne kadar elim bir ırsî salâbetle pek gürbüz doğan bu on dört çocuğun on üçü cehalet, hıfzıssıhaya adem-i riâyet yüzünden ikişer üçer yaşlarında ölmüş… Yani Anadolu’nun mezarı tatmin edilmek nedir bilmez bir ihtirâs-ı akûr ile bu yavruları da sîne-i müfterisine çekmiş. Cehalet, humma-yı itiyat yalnız bir aileden vatana on iki asker, on iki zekâ, on iki kuvveti kaybettirmiş. İşte Anadolu’nun ufak mikyasta feci ve beliğ bir vefeyât-ı etfâl istatistiki!”11
Firengi, verem, tifo ve koleranın kol gezdiği Anadolu’da evlat dünyaya getirmek değil, onu hayatta tutmak; daha sonra da besleyip büyütebilmek çok ciddi bir problemken tüm sıkıntılardan sağ salim kurtulmuş ve ele gelmiş bir genci harpte öğütülmek üzere teslim etmek fazlasıyla güçtür.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder