Beyrut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Beyrut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Osmanlı’nın Cihan Harbinin “ Hikâye” si BÖLÜM 2


 Osmanlı’nın Cihan Harbinin “ Hikâye” si 
BÖLÜM 2


   Şehit haberinin ulaştığı evler, daima onurlu ve Hakk’a teslimdir. Feryad, figân şehid ailesine yakıştırılmaz. Tüm güçlüğe rağmen herkes ölçüyü muhafaza 
eder: “ Şehit Validesi ”12, “ Zeynep Kadın ”13, “ Son Görüş ”14 

Zeynep Kadın, bir akşam vakti köyün ihtiyar jandarmasının kendini köy odasına davet edişiyle endişelenir. Evde gelini bugün yarın doğuracak hâldedir. Ona endişesini sezdirmeden çağrıldığı yere gider. Köyün imamı, oğlunun şehadeti haberini verecektir. Zeynep Kadın, adeta çöker. Jandarma ve İmam Efendi bir müddet onu ağlaması, boşalması için yalnız bırakırlar; ancak az sonra, gelininin hamile oluşunu hatırlatarak sükûnet tavsiye ederler. Tavsiye kolay, uygulama zordur. Zeynep Kadın, evinin yolunu tutar. İçeri girerken merakla bekleyen gelinine her şeyin yolunda olduğunu; ancak az evvel ayağını burktuğunu ve acısına dayanamadığını söyler. Bütün gece, “Ah evladım!” yerine “Ah ayağım” diyerek ağlar. 

“ Son Görüş ”te ise Erzincan’a, oğlunuz Erzurum’daki hastaneye yaralı getirildi, haberi üzerine evladına ulaşmak için at üstünde kilometrelerce durmadan yol alan ihtiyar baba, hastanede oğlunun ruhunu teslim ettiğini ve yıkanmak üzere alt kata indirildiğini öğrenecek, gözlerinden dökülen sessiz yaşlarla oğlunun yaralı bedenini yıkayacaktır. 

Şehâdet bir bakıma net bir haberdir. Bu haberi alamayan ve cephedeki evladıyla irtibatları kesilen ailelerin en korktukları şey, çocuklarının düşman tarafına 
esir düşmesi hâlidir. Bilhassa 93 Harbinin esirlerinden intikal eden hikâyeler, aileleri fazlasıyla tedirgin eder. Esir askerlerimizin çektikleri maddî zaruretler ve onlara yapılması gereken yardım hikâyeler de konu edinilmiştir. 

Hikâyelerde esir askerlerimizi ve ihtiyaçlarını nazara veren üç metin vardır. Bu üç metnin de okuyucuyu uyandırmaya yönelik propaganda metinler olduğunu düşünüyoruz: “ Beyaz Güvercinler ”15, “ Esirin Anası ”16, “ Yetîmenin Bayramlığı ”17. 

“Beyaz Güvercinler”de iki beyaz güvercininden birini satarak esirlere yardım gönderen kahramanımız, diğer güvercininin eşinden ayrılığa dayanamayıp 
öldüğünü görür. “Esirin Anası” ise, elinde avucunda iki keçisi dışında hiçbir şeyi olmayan ve sokakta bir dilenciyi andıran ihtiyar kadının keçilerini satarak Hilâli Ahmer merkezine ulaşmaya çalışması, oğlu ve kimsesiz arkadaşları için yardım kolisi göndermesi anlatılır. “Yetîmenin Bayramlığı”, harp gazisi babaları ile birlikte annelerinin mezarını ziyarete giden iki kız çocuğunun yol kenarında esir oğlundan gelen mektubu okutan ihtiyar kadının çamaşır isteyen oğluna bunu nasıl göndereceğinin telaşına girişini görmeleri ve üzülerek her çocuğun bayramlık paralarını vermesiyle fakir esirlerimizin bir parça rahat edeceğini hatırlatmalarını içerir. 

Cephe manzaraları ve sıcak harp sahneleri okuyucuyu heyecanlandıran ve yaşanan harbi daha iyi anlamasını sağlayan metinlerdir. Tabi bu sahneler çoğunlukla kahramanlıklarla doludur: “Bir Gazinin Hatıratı”18, “SonTebessüm”19 , “Türk’ün Gazası”20, “İki Lâlenin Hikâyesi”21, “Bir Genç Zabitin Defterinden”22, “Yaralı Arslan”23, “Ateş Böcekleri”24, “Anlamak İçin”25, “Fazıl Ferid’in Gazası”26 

Son üç harbin gazilerinin günlük hayata, geçim telâşına yeniden dahil oluşları ve halktan gördükleri duyarsız muameleler de hikâyecilerin nazarından kaçmamıştır. Onlarca yara ile ölümden dönen bu kahraman gaziler, uğruna harp ettikleri vatandaşların tavırları karşısında şehit olup cephede kalmadıklarına üzülürler: “Kaç Yerinden?”27, “Dokunma Belki Bir Kahramandır”28, “İki Defada Dokuz Yara Bir Kol”29 

Kahramanın bir sandalcıya öfkelenip vuracakken bir anda arkadaşının “Dokunma belki bir kahramandır!” uyarısı ve ardından anlattığı hikâye, savaş gazilerimizin durumunu anlatan en ustalıklı metinlerden biridir. Kahramanımızın arkadaşı, bir akşamüzeri önceden anlaştığı bir arabacının işi ağırdan alması üzerine zabıta zoru ile onu yola çıkarışını, yol boyu arabacıyı birçok kez azarlayıp tahkir ettikten sonra onun cephe cephe dolaşmış vücudu harp yaraları ile dolu bir gazi olduğunu öğrenişini anlatır. Bu durum, onu kahredecektir. 

“İşte bu geceden sonra, aziz dost, işte bu geceden sonra düşündüm ki memleketin her tarafı böyle kahramanlarla doludur. Yarın büsbütün, her taraf bunlarla dolacak. Biz birisine bir iş tahmil ederken korkacağız ki o kahraman lardan biri olmasın, bir başkasını azarlarken düşüneceğiz ki belki Çanakkale harbinde döğüştü. Bir sandalcının başına yumruğumuzu indirirken birden hatırımıza gelecek ki belki Anadolu müdafaasında bulundu, işte onun için demin sana “Dokunma belki bir kahramandır.” dedim.”30 

Evine cephede bırakılmış bir uzuvla eksik dönen de vardır, döner dönmez hayata gözlerini yuman da. Bir de ailesine kavuşup aklı ve ruhu cephede kalan, bir an önce harp meydanına ulaşmayı isteyenler… “Sılada”31, harpten izinli evlerine dönen üç hemşehrinin hikâyesidir. Evlerine döndüklerine sevinemezler; çünkü senelerdir cephede bir amaç etrafında yaşamaya alışmışlardır. Köylerinde, evlerinde her şey onlara anlamsız gelir. Eşleriyle, akrabalarıyla tartışırlar. İyileşip izinlerinin bitmesini dört gözle beklemektedirler. Bu hikâye de Yakub Kadri’nin insana dair farklı psikolojileri yakalayışının enteresan örneklerindendir. Yakub Kadri, insanın görünen yanının ardındaki incelikleri yakalamada mahirdir. “Küçük Zabit”32 de bu hikâyelerdendir. Yazar burada İstanbul’un narin, alfranga, şık beylerinden birini Çanakkale cephesinde kendisine İstanbul’un nezih yerlerinde uzun yıllar yoldaşlık eden Fransız dostuyla süngü savaşında karşılaştıracak ve küçük zabiti bu cidal sırasında büyütecektir. Küçük zabit, artık bambaşka biridir. Harp birçok kişiyi değiştirmiş, kendine getirmiş, birçok bakımdan bilinçlendirmiştir. 

Gençlerin milletlerine karşı sorumluluklarını yeni baştan fark edişlerine bir örnek de Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Sümbül Kokusu”33 adlı hikâyesinde önümüze çıkar. Budapeşte Darülfünûnunda talebe iki gencimiz, gazetelerden edindikleri Çanakkale ve Dersaâdet haberleri ile perîşandırlar. Pencere önünde saksıdaki sümbülün kokusu iki genci bir anda İstanbul’a götürür. İstanbul kaybediliyorsa yaşamak alçaklıktır, diyen Hüseyin Arif’i Mehmet Siyavuş kendine getirir. Aslında vatan müdafaa edilmek zamanı iken başka bir memlekette durmak alçaklıktır. İki genç apar topar hazırlanırlar, öğrencilikleri sebebiyle tecil edilen askerliklerini bozarak gönüllü yola çıkarlar. 

“Onbaşı Ali’nin Gördükleri”34 ise Yemen’de harp eden Ali’nin Bursa’daki köyüne dönüşünde köylülerine nasıl cennet gibi bereketli topraklarda yaşadıklarını 
anlatmaya çalıştığını görürüz. Çöllerden ve çöl insanlarından bahseden Ali’nin, yemek diye yenilen şeyleri, susuzluğu ve fakirliği anlatıp vatanın kıymetini bilmek lüzumunu hatırlatması, daha fazla gayret etmek gerektiğini söylemesi, başka diyarlara giden askerlerimizin ufuklarının açıldığını da düşündürüyor. 

Tüm olumsuzluklara rağmen hikâyeler ümit tavsiye eder. Ümidini yitiren her şeyini yitirmiş demektir. Hikâyeler, ümitsizliğe karşı savaşırlar. 
Çanakkale Cephesi, ümit tazelemek için oldukça önemlidir. “Rahat Döşeği”35,
“Çanakkale’den Sonra”36, “Müjde”37, “Mustafa’nın Hilesi”38, “Altıpatlar”39, bu yoldaki hikâyelerdir. 

“Mustafa’nın Hilesi”nde, Kastamonulu bir erin su taşıyan eşeğiyle düşman safına yanlışlıkla dalması ve düşman askerlerinin ellerinden zekâsıyla sağ salim kurtuluşu esprili bir şekilde anlatılır. Böyle zekî erleri olan bir ordu elbette muvaffak olacaktır. “Altıpatlar” ise teknik üstünlüğün değil vatan sevgisinin getirdiği delice cesaretin memleketi kurtaracağına işaret eder. “Müjde”, Çanakkale Cephesini ziyarete giden sanatçı heyetinin bir aralık gökyüzüne bulutlarla yazılmış “fethun karîb” (fetih yakındır) ifadesini görmeleri ve Allah’ın 
yardımının yakında olacağına dair bir işaret aldıklarını düşünmelerini sağlar:“Genç şairler, karargâhlarında kumandanlara, siperlerde zabitlere, neferlere hep parlak, mavi göğün -o gelirken gördükleri- büyük müjdesini büyük bir imanla, büyük bir samimiyetle anlatıyorlar, onları da kendileri gibi bu büyük mucizeye inandırıyorlardı. Orada, Çanakkale’de ezeliyet fecrine giden gizli 
manevi yollara benzeyen uzun, nihayetsiz siperler içinde benim de –bilmem nasıl oldu- gelirken gördüğüm şeyin Tanrı eliyle yazılmış “fethun karîb” müjdesi olduğuna şüphem kalmadı.” 40 

“Çanakkale’den Sonra”da ise ülkesinden ve insanından uzun vakittir bütün ümidini kesmiş, İstanbul’un ve memleketin işgâlini, kendisinin de ölümünü bekleyen bir adamın Çanakkale’deki muazzam netice karşısında kendine, milletine ve istikbale inancının oluşması ve ilerlemiş yaşına rağmen evlenerek yeni bir hayata başlaması anlatılır. Kahramanımızın bir kızı olur ve ismini Mefkûre verir. Gerçekten de Çanakkale zaferi Türkler için tek başına Birinci Dünya Savaşı’nın neticesidir. Harp sonundaki anlaşmalarda masa başında ortaya çıkan sonuç ne olursa olsun bu cephe, milletin kendine itimadını yeniden kazandırmış, Millî Mücadele bu sayede gerçekleşebilmiştir.41 

Sonuç Yerine 

Yukarıda Osmanlı’nın Cihan Harbinin hikâyesi anlatılmaya çalışıldı. Hiçbir harbin hikâyesi iç ferahlatıcı değildir. Bu harp de öyle. Üstelik Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan anlaşmalar, Türk’ün tüm gayretine rağmen, Anadolu’yu Türklere bırakmaz. Bu, yeni bir varoluş kavgasını daha tetikler. Bitti zannedilen bir hikâyeden Millî Mücadele ile yeni bir kutlu can doğar. 

Dört sene boyunca harbe dair yazılan hikâyelerin azlığı düşündürücüdür. Yine de bu hikâyeler aracılığıyla Türk hikâyesinde İstanbul’un dışına çıkıldığı, yeni insanlar, yeni mekânlar ve yeni konular yakalandığı bir gerçektir. Cephe hikâyeleri içerisinde en fazla Çanakkale cephesi konu edinilmiştir. 

Anadolu ise gönüllü asker alımları ve şehit yakınları noktasında gündeme gelmiştir. Hikâyelerdeki ortak ruh millî birlik ve beraberlik, ayrıca Allah’ın yardımına duyulan ihtiyaçtır. 

Birinci Dünya Savaşının hikâyesini yazan kalemlerle Birinci Dünya Savaşının romanını yazan kalemlerin farklı meseleler üzerinde yoğunlaştıklarını görülür. Romanlarda, hikâyelerde önümüze çıkan meselelerden farklı olarak İstanbul’un işgâli ve savaş esnasındaki İstanbul, daha yoğun olarak işlenir. Bu romanlarda sıkça karşımıza çıkan İstanbul’un kıtlık günleri, harp zenginleri, vagon ticareti, işgal gücü askerleri ile bir kısım Müslüman ahâlinin münasebetleri hikâyelerde yer almamıştır. Hikâyelerde önümüze çıkan Anadolu ve farklı cephe manzaraları da romanlarda fazla detaylandırılmaz. Hikâye, tür olarak yine kenarda kalmış küçük insan üzerinden maksadını aktarır. 


DİPNOTLAR;


1 Ceyhan, Nesime; II. Meşrûtiyet Dönemi Türk Hikâyesi (1908-1918), İst. 2009, Selis Yay. s.43./ Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “Basın” Maddesi, 
C.1, Dergâh Yay., İst.1997, s.322. 
2 Köroğlu, Erol; Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Millî Kimlik İnşasına, İletişim Yay., İst.2004., s.46-61. 
3 a.g.e. s.52. 
4 Harb Mecmuası, (Haz. Ali Fuat Bilkan, Ömer Çakır) , Kaynak Yay., İst.2004. 
5 Çakır, Ömer; Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, AKM Yay., Ank.2004. 
6, Çalışma boyunca Nesîme Ceyhan’ın, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler 3, 1. Dünya Savaşı Hikâyeleri, ( Selis Yay., İst.2007) adlı kitabında yer alan 
hikâyelerden yararlanılacaktır: Âkil Koyuncu, “Bir Azizlik”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915. 
7 Ceyhan, a.g.e. (F(e). Celâleddin, “Mustafa’nın Hilesi”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915.) 
8 Ceyhan, a.g.e. (Recâizâde Ercümend Ekrem, “Ahmed bin Hamud”, Donanma, Nu:106, 16 Temmuz 1331/1915, s.888-889.) 
9 Ceyhan, a.g.e.(Salime Servet Seyfi, “Oğlumu Hududa Gönderdikten Sonra”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915. ) 
10 Ceyhan, a.g.e. (Raif Necdet, Ufûl, “Anadolu’nun Mezarı”, Resimli Kitap Matbaası, İst.1329/1914, s.236-255.) 
11 Ceyhan, a.g.e. (Raif Necdet, Ufûl, “Anadolu’nun Mezarı”, Resimli Kitap Matbaası, İst.1329/1914, s.188-189.) 
12 Ceyhan, a.g.e. (Enis Tahsin, “Şehit Validesi”, Sabah, 19 Eylül 1331/2 Teşrinievvel 1915.) 
13 Ceyhan, a.g.e. (Yakub Kadri, “Zeynep Kadın”, İkdam, Nu:6999, 7 Ağustos 1916.) 
14 Ceyhan, a.g.e. Hasan Dündar, “Son Görüş”, Türk Yurdu, C:14, Nu:8, 15 Haziran 1338/15 Haziran 1918.) 
15 Ceyhan, a.g.e. (Arif Oruç, “Beyaz Güvercinler”, Sabah, Nu: 9593, 29 Temmuz 1916.) 
16 Ceyhan, a.g.e. (Arif Oruç, “Esirin Anası”, Sabah, Nu:9588, 24 Temmuz 1916.) 
17 Ceyhan, a.g.e. (Arif Oruç, “Yetîmenin Bayramlığı”, Sabah, Nu:9597, 4 Ağustos 1916. ) 
18 Ceyhan, a.g.e. (yazarı belli değil), “Bir Gazinin Hatıratı”, Sabah, Nu:9426, 25 Teşrinisani 1331/8 Kanunuevvel1915. ) 
19 Ceyhan, a.g.e. Enis Tahsin, “Son Tebessüm”, Sabah, Nu:9348, 8 Eylül 1331/21 Eylül 1915. 
20 Ceyhan, a.g.e. Fâzıl Turgut, Donanma, Nu:92/44-93/45, 23 Nisan 1331/6 Mayıs 1915, s.292294. 
21 Ceyhan, a.g.e. (Hüseyin Râgıb, “İki Lâlenin Hikâyesi”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915.) 
22 Ceyhan, a.g.e. (Sadiye, “Bir Genç Zabitin Defterinden”, Sabah, Nu:9709-9710, 13-14 Teşrinisani 1332/26-27 Teşrinisani 1916.) 
23 Ceyhan, a.g.e. (Arif Oruç, “Yaralı Arslan”, Sabah, Nu:9300, 23 Temmuz 1331/4 Ağustos 1915.) 
24 Ceyhan, a.g.e. ((yazarı belli değil), “Ateş Böcekleri”, Tanin, Nu:2768, 14 Ağustos 1332/27 Ağustos 1916. ) 
25 Ceyhan, a.g.e. (Aziz Hüdâî, “Anlamak İçin”, Talebe Defteri, Nu:40, 10 Mayıs 1333/23 Mayıs 1917, s.641-642.) 
26 Ceyhan, a.g.e. (Fatma Hayrünnisa, “Fâzıl Ferid’in Gazası”, Donanma, Nu:18, Nisan 1333/1917, s.282-284. ) 
27 Ceyhan, a.g.e. (Ömer Seyfeddin, “Kaç Yerinden”, Yeni Mecmua, C:1, Nu:9, 6 Eylül 1917, s.178180.) 
28 Ceyhan, a.g.e. (Yakub Kadri, “Dokunma Belki Bir Kahramandır”, İkdam, Nu:5965, 19 Haziran 1916.) 
29 Ceyhan, a.g.e. (Emin Ali, “İki Defada Dokuz Yara Bir Kol”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915.) 
30 Ceyhan, a.g.e. (Yakub Kadri, “Dokunma Belki Bir Kahramandır”, İkdam, Nu:5965, 19 Haziran 1916.) 
31 Ceyhan, a.g.e. (Yakub Kadri, “Sılada”, İkdam, Nu:6970, 7 Temmuz 1916. ) 
32 Ceyhan, a.g.e. (Yakub Kadri, “Küçük Zabit”, İkdam, Nu:6966, 3 Temmuz 1916.) 
33 Ceyhan, a.g.e. (Müftüoğlu Ahmet Hikmet, “Sümbül Kokusu”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915. ) 
34 Ceyhan, a.g.e. (Ali Suad, “Onbaşı Ali’nin Gördükleri”, Halka Doğru, Nu:15, 17 Temmuz 1329/30 Temmuz 1913, s.116-118.) 
35 Ceyhan, a.g.e. (Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Çağlayanlar, “Rahat Döşeği”, Kültür Bakanlığı Yay., Ank.1990, s.120-123.) 
36 Ceyhan, a.g.e. (Ömer Seyfeddin, “Çanakkale’den Sonra”, Yeni Mecmua, C:1, Nu:6, 16 Ağustos 1917, s.119-120.) 
37 Ceyhan, a.g.e. (Ömer Seyfeddin, “Müjde”, C:2, Nu:36, 21 Mart 1918, s.196.) 
38 Ceyhan, a.g.e. (F(e). Celâleddin, “Mustafa’nın Hilesi”, Yeni Mecmua (Çanakkale Nüsha-i Favkalâdesi), İst. Nu:5/18, Mart 1331/1915.) 
39 Ceyhan, a.g.e. (Yakub Kadri, “Altıpatlar”, İkdam, Nu:6984, 2 Temmuz 1916.) 
40 Ceyhan, a.g.e. (Ömer Seyfeddin, “Müjde”, C:2, Nu:36, 21 Mart 1918, s.196.) 
41 Yukarıda bütün hikâyelere yer verilmemiştir. Birinci Dünya Savaşı hikâyeleri için bkz. Nesîme Ceyhan, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler 3, 
1. Dünya Savaşı Hikâyeleri, Selis Yay., İst.2007. 


Kaynaklar 


Ceyhan, Nesime, II. Meşrûtiyet Dönemi Türk Hikâyesi (1908-1918), İst. 2009, Selis Yay. 
Ceyhan, Nesime, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler 3, 1. Dünya Savaşı Hikâyeleri, Selis Yay., İst.2007. 
Çakır, Ömer, Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, AKM Yay., Ank.2004. 
Köroğlu, Erol, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Millî kimlik İnşasına, İletişim Yay., İst.2004. 
Harb Mecmuası, (Haz. Ali Fuat Bilkan, Ömer Çakır) , Kaynak Yay., İst.2004. 
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “Basın” Maddesi, C.1, Dergâh Yay., İst.1997. 


***

Osmanlı’nın Cihan Harbinin “ Hikâye” si BÖLÜM 1




Osmanlı’nın Cihan Harbinin “Hikâye”si 



*Nesîme Ceyhan Akça 
*Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi. 


Özet 

Birinci Dünya Savaşı, 1914-1918 yılları, Osmanlı’nın parçalanma ve yok edilme sürecinin en sıcak seneleridir. Üç kıtanın ihtiyar efendisi, bedeninin birçok 
yerinden yaralanarak, ihanete uğrayarak, zulüm görerek ve ancak bir cihan harbinin neticesinde alt edilebilir. Bir asır her gün tekrar edilen “hasta adam” ifadesi hakikate dönüştürülür ve çözülmesi zaruri görülen “şark meselesi” çözülür. Osmanlı Devleti, bir cihan harbi hikâyesiyle miadını doldurur. Öngörülemeyen, tahmin edilemeyen ise, bu milletin yeni bir devletle nefes almaya devam etmesidir. 

Bu çalışmamızda 1914-1918 yıllarında Osmanlı’nın neredeyse on cephede gerçekleşen dünya savaşı mücadelesi, harple eşzamanlı olarak basına yansıyan 
hikâyelerle gözler önüne getirilmeye çalışılacaktır. Harp hikâyelerinin genel hüviyetini taşıyan bu hikâyeler, zamana şahitlik etmesi ve o günlerin toplum 
psikolojisini aksettirmesi bakımından önemlidir. Edebî eserlerin tarihi vesika sayılamayacağı malumdur; ancak bu metinler, realist gözlemlerin mahsulü 
olmaları münasebetiyle tarih yazıcılarının ihmal ettiği anları gerçeğin kalemiyle aktarmaktan geri durmamışlardır. 
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı, hikâye, edebiyat. 

GİRİŞ

Osmanlı Devleti, bir oldu bitti ile Birinci Dünya Savaşı’na dâhil edildiğinde Afrika’daki son Osmanlı toprağı Trablusgarp elimizden çıkalı üç, 
Balkanları kaybedeli bir sene olmuştur. Ordu ve halk daralan coğrafyadan, kötüye giden ekonomiden, siyasî istikrarsızlıktan, İstanbul ve Anadolu’ya 
yığılan harp muhacirlerinden bizardır. Yeni bir harp, hele bir cihan harbi işleri çok daha kötüye götürecektir. 93 Harbinden o güne Anadolu, bir 
kuşak dedelerine, sonra oğullarına şimdi ise o şehit dedelerin torunlarına göz diken harbe kuşkudan çok öfkeyle bakmaktadır. Tüm bunlara rağmen 
Almanların malum Goben ve Breslav zırhlılarını satın alınmış, Yavuz ve Midilli adlarıyla Türk bayrağı çektirip Karadeniz’de Odesa ve Sivastopol şehirlerini bombardıman edilişle birlikte –biz bombalamasak da zırhlılar Türk bayrağı taşımaktadır- cihan harbinin tam içine dalmış olunuyor. 

Dünya İttifak ve İtilâf ülkeleri olarak ayrılırken; Türkler, Almanlar için birçok cephede Türk askerine sırt verip rahatlama demekti. Türklerse yaklaştıkları; 
ancak ilgi görmedikleri İngiltere ve Fransa’dan sonra Almanya ile bu koca harbin ortasında mutlak bir parçalanmadan korunmayı ve belki kaybedilen Balkan topraklarını yeniden kazanmayı hesap ettiler. Bu feci harp, başta Çanakkale ve Sarıkamış olmak üzere Lübnan, Beyrut, Filistin, Suriye, Irak, Hicaz, Mısır, Yemen, Kafkasya, Galiçya ve Romanya’da şehitlikler bırakmamıza yol açmıştır. Bazı cephelerde kazanılan mutlak zafere rağmen, savaş sonunda mağlup tarafta oluşumuz bizi de mağlubiyete mahkûm etmiş, 1918’de İstanbul’un işgâline engel olunamadı. 

Basın, Sansür, Propaganda ve Edebiyat 

Basın, bugün olduğu gibi Osmanlı Devletinde önemli bir toplumsal bilinçlendirme ve yönlendirme aracıdır. İkinci Meşrûtiyet’in ilânının ardından gazete ve dergi çıkartmayla alâkalı hukukî prosedürün hafiflemesi üzerine yaşanan yayın patlaması (Hürriyet’in ilânından 31 Mart vakasına kadar süreli yayınların altı’dan üç yüz elli üç dergi ve gazeteye çıkması) ilerleyen günlerde sakinleşecek, 1910’da 130, 1912’de 124, 1912’de 45, 1913’te 92 ve 1914’te 75 yayın, basında boy gösterecektir.1 Birinci Dünya Savaşına girene kadar, 1909’dan 1912’ye uzun ve 1913’te ise kısa süreli sansürle karşı karşıya kalan matbuat, savaştan sonra uzun bir süre devam edecek olan askerî sansür dönemine girer. 1915’te 6, 1916’da ise sadece 8 gazete ve dergi yayımlanabilmiştir. Süreli yayınlarda düşüş sadece sansür sebebiyle değildir. Yaşanan ekonomik kriz de önemli bir etkendir. Çıkabilen gazetelerin boyutlarının dergi boyutuna düşürülmesi ve sayfa sayılarının azaltılması da bunun bir göstergesidir. 

Birinci Dünya Savaşının baş aktörleri Almanya ve İngiltere’nin, basını önemli harp propaganda aracı olarak kullanmalarına rağmen Osmanlı Devleti bu hususu ağır sansür bağı sebebiyle değerlendirememiştir. Almanya, müttefikimiz olarak propaganda faaliyeti olarak İstanbul’da kitap ve resim sergileri açmak, danışma büroları ile savaşın gidişatı hakkında halkı bilinçlendirmeye çalışmak gibi faaliyetler gerçekleştirmiştir; ancak İttihat Terakki Hükümeti bu konuda çok zayıf kalmıştır.2 

Cephede askerin şevklenmesi, cephe gerisinde halkın ümidini yitirmemesi ve halkın cepheyi maddi manevi desteklemesi için soyut harp mefhumu 
ile somut halk arasında bir irtibata ihtiyaç vardır. Bu, edebî metinle gerçekleşebilecektir. Oysa hem azalan yayın araçları hem de bu yayınlar 
üzerindeki yoğun sansür edebiyatçıları ve yayıncıları suskunluğa itmektedir. Ziya Gökalp’in 1916’da Harp Mecmuası’nda yayımladığı “Asker ve Şair” adlı şiiri devrin tüm ediplerine atılan bir tokat gibidir. “Şairin bu askere dikkatle bakmasını emreden Gökalp, asıl şairin, “sezdiği ve duyduğu” için bu asker olduğunu söyler. Bu asker, uyurken bile elinden düşürmediği bombasıyla şiir yazmakta, ilhamını vatanından almakta, uyurken bile savaş rüyaları görmektedir. Bu asker belki birazdan ülkesi için şehit olacak ve tarihe geçecektir. Oysa o, orada vatan için canını verirken, şair burada o asker için destan yazmaya üşenmektedir. Gökalp, şiirini bir tehditle bitirir: Üşengeç şairin kalemini elinden almalı ve onu cepheye göndererek orada ölen askerlere mezar kazdırmalıdır.”3 Bu tehdit tabii ki sadece Türk şairi için değildir. Topyekûn tüm edipler vazifelerini hatırlamalıdır. 

İttihat Terakki’nin harp propagandasına ve edebiyatçıların yaşanan harbe yönelik edebî faaliyetlerde bulunmalarına dair hiçbir faaliyeti olmamıştır diyemeyiz. 
Sınırlı da olsa bu faaliyetler şu şekilde sıralanabilir: 

1-Harp Mecmuası’nın yayımlanması. Hükümet ve ordunun 1915 yılında yayımlamaya başladığı Harp Mecmuası, yayın yapmanın çok güç olduğu 
bir dönemde iyi cins kâğıda cephe fotoğrafları ve asker fotoğraflarıyla birlikte basılan, cepheden haber veren önemli bir çalışmadır.4 

2- Edebiyatçılara halkı ve askerî yüreklendirmeye yönelik sipariş usulü kitap yazdırılması. Kitap yazıldığında yazarına yüklü telif ödenir. Kitap, Harbiye Nezareti tarafından satın alınarak basılıp orduya dağıtılır. 

3- Çanakkale Cephesine ziyarete götürülen sanatçılar heyeti: Haziran 1915’te otuz kadar isme gönderilen davet mektubuna on sekiz kişi mukabele eder ve heyet cephe gerisini ve cepheyi gözlemek ve bu geziden hareketle edebî eser vücuda getirmekle görevlendirilir. 5 

Tüm bu faaliyetleri yok saymak mümkün değildir; ancak yeterli olmadığı aşikârdır. Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı basınında harbe dair 
hikâye türünde sadece kırk sekiz metne tesadüf etmemiz bunun en önemli göstergesidir. Titiz taramalarımıza rağmen gözden kaçmış hikâyeler de 
olabilir; ancak bu da dört yıl süren ölüm kalım mücadelemizin hikâyesi olarak yine de oldukça düşük bir rakamdır. 

Birinci Dünya Savaşının “Hikâye”si 

Harp hikâyesi, harp edebiyatı genel başlığının bir şubesi olarak düşünülebilir. Harbin yaşandığı yıllarda kaleme alınmış, hadiselerin tüm sıcaklığı yazılan ların üzerlerinde iken, henüz yaşananların gerisindeki siyasî sebepler çok netleşmemişken ve sadece vatana dair hassasiyetlerin en zirvede hissedildiği metinlerdir bunlar. Eserler, yazarların siyasal yahut askerî erk tarafından sistematik yönlendirilmeleri ile kaleme alınabilecekleri gibi, yazarların 
tamamen bireysel sorumluluk hisleri ve harbe dair duyarlılıkları ile de yazılabilirler. Sadece harp yıllarında kaleme sarılan ve sonrasında yayın dünyasında görünmeyen birçok yazar vardır. 

Bizde 1911’den başlayarak on yıl süresince art arda yaşanan harpler, harple eş zamanlı ve içinde bulunulan harbi konu edinen metinlerin yazılmalarına 
sebep olmuştur. Balkan Savaşları başladığında Trablusgarp Savaşı; Birinci Dünya Savaşı başladığında Balkan Savaşı; Millî Mücadele senelerinde de Birinci Dünya Savaşı edebî eserin gündeminden ayrılmıştır. Her biri diğerinden daha endişe verici ve vatan coğrafyasını daraltıcı bu harpler, gelenin gideni arattığı bir güçlüğü beraberinde taşımıştır. Bu bağlamda Birinci Dünya Savaşı ile ilgili hikâyeler, 1914-1918 yılları arasında yazılır ve büyük ölçüde tamamlanır. Roman, daha farklı bir süreç yaşar. 

Birinci Dünya Savaşı hikâyelerine baktığımızda yazar olarak şu isimlere tesadüf ederiz: Aziz Hüdâi, A(yın) Ali, F(alih) R(ıfkı), Arif Oruç, Ali Suad, A(yın) Kemâl, M(im) N(un), Gazzeli Cemâl, Recâizâde Ercümend Ekrem, E(lif) T(e), Enis Tahsin, Fazıl Turgut, Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Hüseyin Ragıb, Hâlide Edib, Emine Semiha, F(e) Celâleddin), Akil Koyuncu, Salime Servet Seyfi, Aka Gündüz, Emin Ali, Fatma Hayrünnisa, Hasan Dündar, Sadiye, Raif Necdet. Yazarı belli olmayan hikâyeler de mevcuttur. Devrin hikâye yazarlarından Cemil Süleyman’ın Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşına asker olarak bizzat katıldığını, buna karşılık devrin basınında harple uzaktan yakından 
ilgisi olmayan hikâyeler yayımladığını; Mehmet Rauf’un, Refik Hâlid’in, Hüseyin Rahmi’nin ise büyük harbin telaşıyla pek ilgilenmediklerini görürüz. 


Birinci Dünya Savaşı seneleri boyunca Osmanlı matbuatında bu savaşa dair yayımlanan hikâyelerin azlığı genel olarak cephelerden gelen haberlerin 
olumsuz oluşuyla da ilişkilendirilebilir. Çünkü Çanakkale Cephesi ile ilgili hikâyeler 48 hikâye içerisinde 16 rakamıyla epey bir yekûn tutar ki Çanakkale Cephesi çok çetin ve fakat zaferle neticelenen bir cephedir. Aslında herkes bir parça ümidin peşindedir. 

Çanakkale Cephesinin anlatıldığı hikâyelerden başka herhangi bir cephenin anılmadan genel olarak Birinci Dünya Savaşı atmosferine yer veren hikâyeler, Filistin-Suriye Cephesini, Doğu Cephesini, Yemen’i, Lübnan’ı, Irak Cephesini ve burada yaşananları anlatan hikâyeler mevcuttur. Elbette yazarların tamamı, bahsi geçen cephelerde bulunmuş değillerdir. İçlerinden bir kısmı belki bu toprakları tanımıştır; ancak genel olarak yazarlar, oralardan gazeteler ve mektuplar aracılığıyla alınan havadislere ve hayâl dünyalarına dayanarak bu metinleri kurgularlar. Daha on yıl öncesine kadar Türk tahkiyesi İstanbul’dan başka mekân tanımazken harpler, Trablusgarp’ten Balkanlara ve cihan harbinin diğer cephelerine Türk okuyucusunu taşımaya başlamıştır. Hikâyelerde cephedekileri bekleyenler yahut cepheye asker gönderenler sebebiyle Anadolu’nun köyleri; yaralılar sebebiyle hastaneler yahut cephe gerisinde yaralılarla dolu revirler; İstanbul’da esirlere yardım gönderen Hilâli Ahmer merkezi de diğer mekânlar olarak anılabilir. 

Uzak coğrafyalardaki cephelerde bedenini türlü kahramanlıklarla feda eden Anadolu askerleri, mahzun ve gariplik vurgusuyla sunulurken Çanakkale’nin kahramanları daha coşkulu ve emin takdim edilir. Hatta Çanakkale cephesiyle ilgili esprili olaylar da aktarılır: “Bir Azizlik” 

“Mustafa’nın Hilesi”7 

Çanakkale Cephesi hikâyeleri, Türk’ün ne muazzam bir asker kitlesi ile mücadele etiğinin ve harbin ahlâktan yoksun yüzünün de göstergesidir. Fransız ve İngiliz müstemlekelerinden kandırılarak getirilen Müslüman ahâlinin karşılarında Müslümanlar olduğunu fark edişleri iç burkucudur. “Ahmed bin Hamud”8, bu zulmün hikâyesidir. Afrika içlerinden İslâm’ın halifesine yardım edecekleri inancıyla gemilere bindirilen yüzlerce siyâhî Müslüman, çatışma gününün akşamında siperlerin gerisinden yükselen ezan sesi ile kime karşı savaştıklarını anlayacaklar, bir kısmı Türkler safına geçecek bir kısmı ise intiharı seçecektir. 

Çanakkale cephesi, Anadolu’nun ve Osmanlı’nın çevre topraklarından birçok gönüllü askerin şehadet mekânı olmuştur. Bu cephe müthiş bir insan akınına uğramış, ölüm kalım mücadelesine sahne olmuştur. Hikâyelerde Anadolu’dan gönüllü yola çıkan genç neferler Moskof savaşında (93 Harbi) şehit düşmüş dedelerinin yahut sonraki harplerde şehit düşmüş babalarının intikamını almak üzere cephelere aileleri tarafından coşkuyla gönderilirler. Aileler evlatlarını gönderirken adeta sevinir. Şehit haberlerini büyük bir olgunlukla karşılar. Bu romantik bakış, esasında ne kadar doğrudur? Askere gidişi teşvik kokusu hissedilen bu hikâyeler, Anadolu’nun 1914’teki hâli düşünüldüğünde çok gerçekçi kabul edilemez. Şehit oğulların bu kez de kundakta kalmış yavruları yetim büyüyecektir. Anadolu’da çocuklar, son elli senedir babasız büyümeye alışmıştır: “Oğlumu Hududa Gönderdikten Sonra”9. 

Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı’nın harp sahalarının insan kaynağı olan Anadolu, işe yarar insan gücü bakımından oldukça zayıf hâldedir. “Anadolu’nun Mezarı”10, adlı hikâye 1914 Anadolu’sunun hâli perîşânını aksettirmesi bakımından eşsiz bir belge-metindir: 

“Yemen, hatta Arnavutluk Anadolu’nun mezarıdır, derler. Doğru… Fakat bundan daha doğru bir hakikat vardır ki o da Anadolu’nun Yemen’den daha müthiş, daha müfteris bir mezar olmasıdır: Anadolu, evet Anadolu’nun mezarı bizzat Anadolu, 
Anadolu’nun sefalet-i sıhhiye ve iktisadiyyesidir. Gıda namına aç ve boş midesi hatta bazen ot ile dolan, en basit, en iptidai kavâid-i sıhhiyeden bile bîhaber dimağı hurafelerle paslanan mevcutlar memleketi elbette bir diyar değil, bir mezardır. (…)Ahmet Ağa gayet sağlam bir vücuda malik iri bir adam idi. (…) Bu adamın biri kız olmak üzere on dört çocuğu dünyaya gelmiş idi. Yani bir düzineden iki fazla. (…) Fakat ne kadar elim bir ırsî salâbetle pek gürbüz doğan bu on dört çocuğun on üçü cehalet, hıfzıssıhaya adem-i riâyet yüzünden ikişer üçer yaşlarında ölmüş… Yani Anadolu’nun mezarı tatmin edilmek nedir bilmez bir ihtirâs-ı akûr ile bu yavruları da sîne-i müfterisine çekmiş. Cehalet, humma-yı itiyat yalnız bir aileden vatana on iki asker, on iki zekâ, on iki kuvveti kaybettirmiş. İşte Anadolu’nun ufak mikyasta feci ve beliğ bir vefeyât-ı etfâl istatistiki!”11 

Firengi, verem, tifo ve koleranın kol gezdiği Anadolu’da evlat dünyaya getirmek değil, onu hayatta tutmak; daha sonra da besleyip büyütebilmek çok ciddi bir problemken tüm sıkıntılardan sağ salim kurtulmuş ve ele gelmiş bir genci harpte öğütülmek üzere teslim etmek fazlasıyla güçtür. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

29 Mart 2017 Çarşamba

LÜBNAN SORUNU BAŞLARINDA BEYRUT’TA YABANCI FAALİYETLER

LÜBNAN SORUNU BAŞLARINDA BEYRUT’TA YABANCI FAALİYETLER 




SUNUŞ 

MİLLİ MÜCADELE VE SONRASI ORTADOĞU SUNULMAYAN-BİLDİRİLER,

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda 
iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


LÜBNAN SORUNU BAŞLARINDA BEYRUT’TA YABANCI FAALİYETLER 

Doç. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu*
 * Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Yakınçağ Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi. 


Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda birçok sorunla uğraşmıştır. Tanzimat’ın ilanından sonra ülkenin birden fazla bölgesinde isyanlar çıkmıştır. Bunlar arasında Suriye ve Lübnan’daki olaylar Avrupa devletlerinin karışması ile büyük bir siyasi problem hâline gelmiştir. Bu araştırmamızda, Lübnan probleminden kısaca bahsettikten sonra, hadiselerin gelişmesinde etkili olabileceğini düşündüğümüz, yabancı devletlerin bölgedeki çalışmalarına örnek teşkil edecek birtakım faaliyetlerden küçük bir örnek sunmaya gayret edeceğiz. 

Arapların Şam dediği eski Suriye geniş bir ülke idi. Osmanlı idaresindeki Suriye; Halep, Şam, Sayda ve Bağdat olmak üzere dört eyalete bölünmüştü. Halk, çeşitli kökenlerden gelmekte çeşitli din ve mezhepler burada yaşamaktaydı.1 Lübnan olaylarını çıkaran Dürzi ve Maruniler bu gruplardan ikisi idi. Dürziler,2 esas olarak Müslüman olan fakat belli İslam mezheplerinden farklı mezhepleri bulunan bir cemaatti. Oturdukları yerler, Cebel-i Lübnan, Cebel-i Havran, Raşeya, Hasbeya ve Şam çevresiydi. Maruniler3 ise Hristiyanlardı. Maron isminde IV. yüzyılda yaşamış bir rahibin kurmuş olduğu mezhepten oldukları için kendilerine Maruni denmekte idi. Toplu olarak yaşadıkları yerler Lübnan’ın kuzey kısmı, Beyrut, Trablus ve Sayda taraflarıydı.4 

Lübnan eyaletinin merkezinde bulunan Lübnan Dağı yerli kabilelerin ikametgâhıydı. Dürzi ve Maruni kabileleri, Babıali’nin hükümranlığını tanımakta; 
fakat yerli Şahap ailesi tarafından idare edilmekteydi. 

Mehmet Ali Paşa ordularının Suriye ve Lübnan’da bulundukları sıralarda, bu kabileler bazen Mehmet Ali Paşa’dan, bazen de padişahtan yana olmuşlardı. 
Osmanlı-Mısır savaşının son safhalarında Lübnanlılar Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’ya karşı silahlandılar. Fakat Lübnanlıların başı Emir Beşir 
kuvvetli ve otoriter bir şahsiyetti. Günün birinde Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da yaptığı gibi Lübnan’da Osmanlı hükûmetine başkaldırması ihtimali olabilirdi. 
Emir Beşir zaten Babıali ile iyi geçinmek isteğinde olmadığından İngilizlere sığındı. Onlar da kendisini Malta’da oturmaya mecbur etti. Bunun üzerine 
Osmanlı Devleti Beşir’in yerine oğullarından en güçsüzü olan Emir Kasım’ı Lübnan hâkimi tayin etti. Babıali bu fırsattan yararlanarak Tanzimat’ı 
Lübnan’da uygulamaya girişti. Cemaatlerin büyüklerinden Hâkim Emir Kasım’ın başkanlığında bir divan kuruldu. Bu divan, Tanzimat’ın geliştirilmesini sağlayacak ve kontrol edecekti. Lübnan halkı bu teşkilatı beğenmedi ve isyan etti. Babıali Emir Kasım’ı azlederek yerine Macarlı Ömer Paşa’yı Lübnan’a emir tayin etti. Bu tayin ile Lübnanlıların muhtariyeti sona ermiş oluyordu. İsyan bununla yatışmadı. Asiler yabancı devletlere başvurdular. Böylece olay, uluslararası bir siyasi sorun şeklini aldı.5 

Lübnan olayları, 1860 yılına kadar aralıklarla devam etmiştir. Sonuçta 1861 yılında “Lübnan Nizamnamesi” ile yeni bir düzen verilerek isyanlar 
sonuçlandırılmıştır.6 Siyasi olayların ve çatışmaların gelişiminden çok, bizi yabancıların çalışmaları ilgilendirdiğinden burada bahsedilmeyecektir. 

Lübnan isyanı karşısında en büyük tepki Fransa’dan geldi. Fransa haçlı seferlerinden beri Suriye ve Lübnan ile ilgileniyor ve kendisini koyu 
Katolik olan Marunilerin hamisi olarak kabul ediyordu. Fransa, Mehmet Ali Paşa isyanının Londra’da İngiltere düşüncesine uygun şekilde çözülmesinden hoşnut olmamıştı. Lübnan isyanında Marunilerin himayesini üstlenmekle hem İngiltere’den intikam almayı hem de Lübnan’da Fransız nüfuzunu kuvvetlendirmeyi planlıyordu. 

İngiltere’ye gelince, Mehmet Ali Paşa isyanından beri Suriye, Lübnan ile ilgilenmeye başlamıştı. Bölge, siyasi yönden olduğu kadar ticari yönden 
de önemliydi. Bunlar, Hindistan’a giden ticaret yollarının üzerinde olması dışında, Doğu Akdeniz ticaretinin de kilit noktasıydı. 1828’de Britanya Ticaret 
Odası (Boord of Trade) başkanı Huskisson tarafından verilen birmomerandumda; İngiliz Levant Company’nin 1825’de dağılmasından sonra İngiltere’nin bu bölgede hiçbir ticari örgütlenmeyi gerçekleştiremediği Haleb’de ve Akka’da Fransa ve Avusturya’nın temsilcilikleri olduğu hâlde, İngiltere’nin sadece Beyrut’ta bir konsolosu bulunduğu söyleniyordu. 1830 Haziranında J.W.Farren, Lord Aberdeen’e yazdığı raporda, Şam’da bir konsolosluğun acilen kurulması gereğini, bütün Asya Türkiye’sinde İzmir ve 

İskenderiye dışında bir temsilcilik bulunmadığını bildiriyordu. Gerçekten de bu yıllarda İngiltere’nin bölgedeki ticari örgütlenmesini giderek güçlendirdiği 
ve resmî temsilcilerinin de çoğaldığı görülmektedir. Aynı eğilim sadece Britanya için söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun pek az bölgesinde çeşitli yabancı devletler bu kadar çok konsolosluk bulundurmuşlardır. 1898’de Şam’da ve Halep’te Fransa, Rusya, İtalya, İngiltere, Avusturya-Macaristan ve Almanya, İran, ABD, Portekiz, İspanya ve Felemenk konsoloslukları vardı. Buralarda tercüman ve memur olarak Marunilerin yanında Ermeni, Rum ve Müslümanlar da bulunuyor, herhâlde imparatorluğun hiçbir yerinde Müslüman ahali, Avrupa ile bu kadar yoğun ilişkiler içinde değildi.7 

İngilizler, Doğu’da dinin oynadığı rolün önemini anladıklarından, Suriye ve Lübnan’da politika silahından başka din silahıyla da Fransa’yı zayıflatmak istediler. Bunun için de kuvvetli bir Protestanlık propagandasına başladılar. Propaganda merkezi olarak 1842’de Kudüs’te bir Protestan kilisesi kuruldu. İngiliz, Alman ve Amerikan Protestan misyonerleri Suriye ve Lübnan’ın her tarafına yayılmaya başladılar. Protestanlık kısa sürede büyük ilerlemeler kaydetti. Maruniler koyu Katolik oldukları için Protestanlık propagandaları karşısında lakayt kaldılar. Fakat dinin inanç kaidelerinden ziyade şekle bağlı kalan Dürziler, Protestanlığı kabul etmeye başlayarak İngiltere’nin himayesine girdiler.8 

Kozmopolit nüfusun içinde sayıları bir hayli çok ve kalabalıkça olan gayrimüslim cemaatleri kontrol altında tutmak için Osmanlı yönetimi ruhani reislere tam yetki vermiştir. Bu bölgede ilk İslam egemenliğinden beri bin yılı aşkın bir süre, Hristiyan ve Musevi nüfus bu tür sisteme de alışkındı. Ancak Fransa’nın XVII. yüzyıl sonundan beri Fransiskenler ve Cizvitler aracılığı ile Katolikliği, İngiltere’nin XIX. yüzyılda Protestanlığın yayılması için gösterdiği faaliyet bu dengeyi bozdu. Nihayet, Rusya’nın kendine bağlı bir Ortodoks cemaat yaratma girişimleriyle, Suriye-Filistin dini çekişmeler yönünden en problemli bölge oldu. 1824’te Amerikan misyonerleri Beyrut’ta ilk özel okulu açtılar. Kısa zamanda ruhsatsız açılan okul ve yetimhaneler ile Amerikalılar Suriye-Filistin Mezopotamya ve Doğu Anadolu’da en etkin misyoner grubu oluşturdular. Açtıkları kurum sayısı 400’ü geçti.9 

İmparatorluğun gerileme sürecine girmesiyle merkezi devlet otoritesinin zayıflamaya başlaması, git gide politik ve emperyalist karakter kazanan misyoner faaliyetlerinin imparatorlukta çoğalmasına yol açtı. Bu misyoner grupların amacı neydi? Nasıl çalışıyorlardı gibi sorulara kısaca cevap vermek faydalı olacaktır. 

Osmanlı topraklarına gelen ilk misyonerler Katoliklerdir. Fransız olan bu misyonerler hem Hristiyanlığı yaymak hem de İstanbul’daki azınlıkların 
eğitimi ile ilgilenmek üzere XVI. yüzyılın sonlarına doğru bölgeye geldiler. Katolik misyonerlerin çeşitli yerlerde açmış oldukları çok sayıda okul vardı. 
Bu yerler arasında Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri, Adana, Beyrut, Sayda, Lübnan, Havran, Şam, Yafa, Kudüs, Lazkiye, Amman, Tripoli, Kadıköy, 
Diyarbakır, Harput, Malatya, Mardin, Mersin, Urfa, Trabzon, İzmir, İstanbul sayılabilir. Özellikle Suriye ve Lübnan üzerindeki çalışmaları ile Fransa’nın 
bölgeye yönelik emperyalist gayelerine hizmet eden Katolik misyonerleri çok sayıda açtıkları okulları, hastaneleri, yetimhaneleri ve çıkardıkları yayınları ile 
Fransız Katolikleri hem kendi mezheplerini yayıyorlar hem de ülkelerinin menfaatlerine uygun kesimlerin kazanılmasını sağlıyorlardı. Bu yolla faaliyet 
gösterdikleri Osmanlı toprakları üzerinde etkileri oldukça fazlaydı.10 

Katolik misyonerlerinden başka Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren diğer Hristiyan mezhebine mensup kişiler Protestanlardı. Bu misyonerlerin Osmanlı topraklarındaki çalışmaları 1840’lardan itibaren hız kazanır. Özellikle İngilizler faaldir. Ayrıca Amerikalılar da bu alanda etkilidir. 

Örgütlü ve planlı bir faaliyet sonucunda hem mezheplerini yayıyorlar hem de başta Ermeniler11 olmak üzere Bulgar, Rum vb. azınlıkları etkileyerek onları 
Osmanlı’dan koparmak ve dolayısıyla ait oldukları ülkelerin emperyalist politikalarını uygulamalarına yardımcı oluyorlardı. Amerikan misyonerlerinin 
İstanbul’da kurduğu Robert Kolejin Bulgarlar için üstlendiği görevi, Beyrut’ta açılan Protestan Koleji de oradaki Arapları bilinçlendirip Osmanlı’ya karşı 
kışkırtma olarak yerine getirdiği ifade edilmektedir.12 

Misyonerlerin amaçlarına ulaşmak için en çok kullandıkları araçlar arasında okullar önde gelmektedir.13 Onlara göre eğitim ve öğretim yoluyla öğrencileri Hristiyanlaştırmak esas gayeydi. Okullardan başka misyonerlerin kullandık ları
bir araç matbaadır. Gittikleri bölgelerde kurdukları matbaalarda başta dini eserler olmak üzere çeşitli konularda pek çok dilde gerekli olan eserleri yayınlamışlardır. Bunların yanında misyonerlerin kullandığı bir diğer 
kurum hastanelerdir. Ayrıca, yabancı dil kursları, çok sayıda dispanser ve 
sağlık ocakları ve yetimhaneler gibi çeşitli yardım kuruluşları da en fazla 
kullanılan yerler arasındadır.14 

İmparatorluğa XIX. yüzyıl başında gelmeye başlayan Amerikalı misyonerler , imparatorlukta en etkin faaliyetleri sürdürmüş, toplum üzerinde en derin izleri bırakmışlardır. Amerikalı Protestan misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğu’na ilk gelişleri, 1820 yılındadır.15 Ocak 1820’de öncü misyonerler gelmiştir.15 Bu tarih, Amerika’da misyonerlik hareketinin gelişmesi ile de ilişkilidir. Şöyle ki Amerika Birleşik Devletleri’nde Protestanlar, XIX. yüzyıl başında “Büyük Uyanış” diye tanımlanan Protestanlık hareketinden sonra bu mezhebi yaygınlaştırmak amacıyla kısaca ABCFM olarak anılan American Board of Commissioners for Foreign Missions adı altında örgütlenmişlerdir. Bu kurumun başlıca amacı, Amerikalı misyonerleri başta Kızılderililer olmak üzere ilkin Amerika Birleşik Devletleri’nde, daha sonra Amerika kıtalarında ve dünyada Protestanlığı 
yaygınlaştırmak üzere yönlendirmekti. Misyonerlerin gönderildikleri uzak ülkelerde hayır kurumları, eğitim ve sağlık merkezleri kurarak halkla iletişim 
geliştirmeleri, okuma öğreterek İncil’i okuyabilmelerini sağlamaları, Protestan öğretisini tanıtmaları esas tutulmuştu.16 Amerikan misyonerlerinin faaliyet 
alanının Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya, Çukurova ve kısmen de Orta Anadolu olduğu görülmektedir. Saydığımız bölgelerin etnik niteliğine baktığımızda şu özellik dikkat çeker. Amerika, Ermeniler ve Şark Katoliklerini kendine hedef olarak seçmiş, onlar arasında faaliyet göstermeyi yeğlemiştir.17 Amerikan okullarının en dikkate değer özelliklerinden birisi ders programları idi. Bu ders programlarının matematik, fen bilimleri, edebiyat, felsefe ve dil derslerinin yanı sıra vokal veenstrümantal müzik, kompozisyon, hitabet, resim, jimnastik vb. seçimlik derslerle bir hayli zengin olduğu, o dönem Osmanlı rüştiye ve idadilerindeki derslerle karşılaştırıldığında daha çağdaş, akılcı ve hayata yönelik olduğu kanısı uyanmaktadır. Kuşkusuz bu durum okuldan okula ve yöreden yöreye değişiklik göstermekle birlikte bu okullar misyoner faaliyetlerinin eleman ihtiyacını karşıladığı gibi profesyonel meslekler ve iş hayatına da adam yetiştiriyordu.18 Söz ettiğimiz okulların kolejlerin dışında, misyonerlerin kiraladıkları veya satın aldıkları evlerin bir kısmını okul hâline getirerek çocukları eğittikleri de kaynaklarda yer almaktadır. 

Yukarıda anlatıldığı gibi Amerikalılar dışında diğer milletlerden de Osmanlı topraklarında misyonerler olduğunu ve benzer şekilde çalıştıklarını bilmekteyiz. İşte misyonerlerin çalışma alanlarından birisi de Beyrut ve çevresidir. Osmanlı topraklarının özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde ağırlıkla çalışmalarını sürdüren bu misyonerlerin Beyrut ve çevresinde de çeşitli okullar açtıklarını belgelerden öğrenmekteyiz. 

Yabancıların faaliyetlerinin özellikle 1840 öncesi, ki Lübnan olaylarının başlamasının hemen arifesi oluyor, arttığı anlaşılmaktadır. Okullar dışında kiliseler kurdukları da görülmektedir. Yapılmış olan birçok çalışmada yabancıların Osmanlı İmparatorluğu’nda açmış oldukları kolej ve yüksek düzeydeki okullar dan söz edilmektedir. Ancak bunların dışında daha küçük çapta fakat etkili olan çalışmalar olduğu da bir gerçektir. Aşağıda bu küçük nitelikli çalışmalar dan söz edilecektir. İki rapordan söz edilecek olup raporda geçen o dönemin diline ilişkin nasara, efrenc gibi terimler belgelerin dilini bozmamaya özen gösterilerek aynen kullanılmaya çalışılmıştır. 

Beyrut’tan 1842 yılında bildirilen raporlarda bu kiliseler ve okulların nerelerde olduğu ve ne gibi çalışmalarda bulunduğu tespit edilebilmektedir. 

Bunlardan biri Beyrut Zaptiye memuru Miralay Ali Bey tarafından 15 Ra 58- 27 04 1842 tarihinde yazılan okul ve kiliselerle ilgili bilgileri içeren rapordur19. 
Bu okulların kiralanan veya satın alınan evlerin bir kısmında açıldığı anlaşılmaktadır. Bazıları zaman zaman kapatılmış; ancak, sonra tekrar 
faaliyete geçmişlerdir. Her birinde 20, 30 kadar çocuk söz edilen bu okullarda eğitim almışlardır. Yabancı dil ve fen bilimlerinin dersler arasında ağırlık kazandığı görülmektedir. Belgede geçen Papaz Berdi idaresindeki okulun bazı öğrencilerinin yatılı okuduğu ve ihtiyaçlarının karşılandığı öğrenilmektedir. Okullar haricinde toplanıp ayinlerin yapıldığı kilise hâline getirilen evlerden de söz edilmektedir. Ali Bey kilise ve okulları dâhil ve hariçte olanlar diye ayırmaktadır. Buradan, Beyrut’un içinde bulunanlardan başka dışında olanların varlığından haberdar olmaktayız. Verdiği bilgilere göre; 

İngilizlerin Beyrut dışında Hristiyan (Nasara ..... )’dan kendi korumalarında Es’al el-Hayatın hanesinde bir mektep kurarak 20’den fazla çocuk toplayıp okutmaktadır. Ancak, bu okul bir süre kapatılmış, çocukların bazıları diğer yabancı (efrenc ..... ) okullarına gitmişse de bu günlerde açılarak tekrar çocuk toplamakta olduğu haber alınmaktadır. 

Amerikalıların Beyrut dışında Bab-ı Yakup civarında kendi korumalarında bulunan Nenus el- Harad’ın ( .... .. .... ) üzerine 12 sene kadar önce satın alıp burada ikamet eden Amerikalı papazlardan Berdi ismiyle anılan ( Musma Bili Berd denilen) hanenin bir odasına İngilizler mektep kurarak halktan erkek ve kız 30 kadar çocuk toplayarak, İngilizce okuyup yazmayı öğrettikleri haber alınmıştır. Bu okulun 7 senedir faaliyette olduğu bildirilmektedir. 

Aynı binanın bir diğer odasında da Amerikalılar mektep kurmuş yine halktan 20’den fazla çocuğu toplayarak talbanca-salyanca? ( - -........ 
........ ) okuyup yazma öğrettikleri haber alınmıştır. Bu okul da 5 sene önce faaliyete geçmiştir. 

Yine aynı binanın başka bir odasında Amerikalıların kurdukları okul Papaz Berdi idaresindeydi. 30 kadar çocuk toplanmış yiyecek ve giyecekleri okul tarafından karşılanıyordu. Okulda çocuklara Efrenc dilleri ile çeşitli fen dallarında eğitim veriliyordu. 6 sene gece ve gündüz eğitim aldıktan sonra 
ayrılan çocuklara yıllık 15’er riyal ücret bağlanmakta iken, aynı okulda sadece gündüz okuyan çocuklara okuldan bir şey verilmeyip ihtiyaçları babaları tarafından karşılanıyordu. Bu okuldaki çocuklardan bir miktarı iki ay önce hava değişikliği için evlerine ve bir miktarı da Papaz Berdi ile Cebel’e 
gitmiş dönecekleri haberi alınmıştır. Bu okul üç senedir faaliyettedir. 

Aslen Dürzi olup sonra Amerikan mezhebine geçen Vandon adlı Nasara’nın hanesinde okul açılmıştır. Üç sene önce 30’dan fazla Nasara Dürzi çocuğu toplanarak Salyanca okuyup yazma öğretilmektedir. 

Amerikan papazlarından Tami adlı kişinin oturduğu Amerikan himayesinde olan Beyrut dışında Susa adlı Nasara’nın evinde halktan birkaç Nasara toplanarak papazın kitap basıp çoğaltmakta oldukları haber alınmıştı. Burası bir yıldır faaliyettedir. 

Beyrut dışında Masiti adlı mahalde halktan Hanhu( .... ) adlı zımminin hanesini Amerikalılar kiralayarak bir okul açmışlardır. Yeni açılmıştır. Okulda 
20’den fazla çocuk toplayıp kendi himayelerindeki halktan Azar Nikola adlı Nasara’yı tayin ederek Efrenc dilleri öğretmekte oldukları haber edilmiştir. 

Beyrut dışında Sayfiye adlı mahalde Batris Yard ( .... .... ) adlı zımminin hanesini Fransızlar borcuna karşılık satın alarak kilise ve medrese inşa ettikleri, seraskerlikçe öğrenilerek kapatılması emredilmişti. Bu hanenin inşa edilmiş yerlerinde Fransızlar tarafından üç adet mektep açılarak tüccarların çocuklarını İslam ve Nasara’dan toplanarak onlara Efrenc dilleri öğretilmekte olduğu haber alındı. 

Bu binanın bir kısmı da kilise hâline getirilerek Avrupalılardan aynı mezhep olan ahalinin Maruni ve Katolik milletlerinden bazıları gelerek ayin yapmaktaydılar. 

Yukarıda Amerikalıların satın aldığı İngiliz ve Amerikalılar tarafından mektep kurulan binanın bir kısmı kilise hâline getirilerek Amerikalı ve diğer yabancı lar ve aynı mezhepten Nasara toplanıp ayin yapmaktadırlar. 

Aslı Ermeni milletinden olup eskiden beri İngiliz himayesinde bulunan Yakup Ağa denilen kişinin Beyrut dışında Bab-ı Yakup civarında olan hanesini bir İngiliz' kiralamıştır. O da bir odasını kilise hâline getirerek iki seneden beri Avrupalı bazı aynı mezhepten Nasara halkından gidip ayin yaptıkları haber alınmıştır. 

Beyrut içinde Sardunya konsolosunun oturduğu hanede eskiden beri bir kilise kurduğu ve Nasara halkdan bazılarının gelip ayin yaptıkları haber alınmıştır. 

Beyrut içinde Amerikan konsolosunun Mısırlı vaktinde inşa eylediği deniz kenarında olan hanesinde bir kilise yapmıştır. Halktan himayelerinde 
olan Nasara gelip ayin yapmaktadır. 

Beyrut dışında Fransız himayesinde olan Habil Salmuni adlı Nasara’nın hanesinde kilise kurularak milletlerden bazıları toplanarak papaz başkanlığında ayin yapmaktadır. Bu sene icrası durmuştur. 

Beyrut içinde Fransızların eski kiliseleri olan Seyrü’l Yaveriye kilisesine halktan aynı mezhepten olan Nasara’dan da kişilerin ayine gittikleri haber alınmıştır. 

Beyrut dışında Rum milletinin Madmater ( ...... ) dedikleri eski kiliselerine kendilerinin gittikleri haber alınmıştır. 
Beyrut dışında Kırtetne hane civarında Marunilerin eski kiliselerine kendilerinin giderek ayin yaptıkları öğrenilmiştir. 
Beyrut dışında Rumların Maralyas denilen eski kiliselerinde kendileri ayin yapmaktadır. 
Beyrut içinde Katoliklerin eski kiliselerinde kendileri ayin yapmaktadır. 
Beyrut içinde Rumların eski kiliselerinde kendileri ayin yapmaktadır. 
Beyrut içinde Maruni milletinin eski kiliselerinde kendileri ayin yapmaktadır. 
Yukarıdaki Rum kiliselerine aynı mezhepten olan Rusyalıların da gidip ayin yaptıkları öğrenilmektedir. 

Mustafa imzalı 2 B 58-09 08 1842 tahinde yazılan başka bir yazılı belgede20 yukarıda içeriğini verdiğimiz müzekkere değerlendirilmektedir. 
Dikkati çeken nokta; Amerikalıların okullarında, 6 yıl yatılı okuyup ihtiyaçları karşılanan çocukların Amerikalı sayılabileceği ihtimali vurgulanarak himaye 
edileceği ifade edilmektedir. Ayrıca, Amerikalı Papaz Tami’nin Arapça kitap bastırıp çoğaltması hatırlatılarak bütün bu faaliyetlerin ülkeye ve millete 
zararlı olacağı açıklanmaktadır. Bunların engellenmesi gerekli iken bunun yapılması politikaya aykırı düşeceğinden memuriyetinin yetkileri içerisinde, 
birtakım iddialara sebep vermeden bazı konularda müsaade edilmekte olduğu bildirilmektedir. Ancak bu faaliyetlerin zararlı olacağı yinelenerek ne 
yapılabileceği sorulmaktadır. 


Sonuç 

Osmanlı Devleti XIX. yüzyıl boyunca birçok sorunla uğraşmıştı. Bunlardan birisi de Lübnan Problemi idi. Olayların çıkmasında diğer bölgelerde de olduğu gibi yabancıların çalışmaları etkili olmuştur. Devletin bütün topraklarında olduğu gibi Lübnan’da da başka ülkelerden çeşitli bahanelerle gelen kişilerin gayretleri bölge halkında etki yaratmıştır. Avrupa Devletleri ve Amerika’nın siyasi ve ticari çıkarlarına fayda sağlayan bu çalışmalar, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran etkenlerden biri olmuştur. Yukarıda söz edilen belge, bu konuda çalışma yapacak olanlara bir katkı olacaktır, kanısındayız. Belgeden Beyrut’ta Amerikalı, İngiliz ve Fransızların 8 adet okul ve 7 adet de kilise açtıklarını öğrenmekteyiz. Ayrıca, 6 tane de eskiden beri halkın kendilerine ait kiliseden bahsedilmektedir. Yabancıların bütün bu faaliyetlerinin devletin birlik ve bütünlüğüne zarar verdiği hem gönderilen raporlardan hem de sonraki gelişmelerden anlaşılacaktır. 

DİPNOTLAR;


1 BOA.İrade-i Mesail-i Mühime, nu: 1125. 5 Temmuz 1842’de Antakya Patriki tarafından yazılan bir arzuhalde, Patrik uzun yıllardır bölgede olduğunu ve halkı tanıdığını açıklayarak, Lübnan Dağı’nda 5 milletin yaşadığını, bunların Dürzi, Mütevali, Rum, Maruni ve Katolik olduğunu aralarında anlaşmazlıklar bulunduğunu bildirmektedir. 
2-Tayyib Gökbilgin; “Dürziler” İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul, 1993, s. 665-681. Fahir Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara, 1997, s.264, dn.-266. Dürziler, Fatımi halifelerinden Hakim bi- AmrAlllah’ın veziri Hazma bin Ali’nin tesis ettiği bir mezhebin mensuplarıdır. Dürzilere göre Hakim bi-Amr, hem Allah hem insandır. Allah son defa Hakim suretinde görünmüştür. Hazma da onun peygamberi olur; Allah’ın nurundan yaratıldığı için , alimam, al-azam “imamların imamı”dır. Dürzilerin camileri yoktur. İbadethanelerine “Halavat” 
denir. Buraya “ukkal” (akıllılar, bilgeler) denen mezhebin ileri gelenleri girebilir. Dürziler ancak kendi aralarında evlenebilirler. 
3 -Fahir Armaoğlu; s. 266, dn. 267. Maruniliğin başlangıcı için iki kaynak gösterilir. Biri M.S 4.yüzyılın sonları ile 5. yüzyılın başlarında yaşamış olan Suriyeli keşiş St. Marun’dur. Bir Maruni efsanesine göre de Marunilerin başlangıcı, MS 685-707 yıllarında Antakya patrikliği yapmış olan St. John Moron’dur. Bu ikincisi Marunilerin babası sayılır. Maruniler tek Allah’a inandıkları için, Bizans İmparatoru, II. Justinianus( 685-711) zamanında çeşitli işkencelere maruz kalmışlar, papazları idam edilmiş ve Antakya yakınlarındaki manastır ve kiliseleri yakılıp yıkılmıştır. Bu olayların sonucu olarak Marunilerin büyük kısmı Lübnan dağlarına çekilmiştir. 
4 -Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi, C. 6, Ankara, 1983, s. 30. M.Şehabettin Tekindağ; “Lübnan”, İslam Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul, 1993. “Lübnan”Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi; C. 27, Ankara, 2003, s. 243-254. 
5 Olayların detayları ile ilgili olarak bk. M. Tayyib Gökbilgin; “1840’tan 1861’e Kadar Cebel-i Lübnan Meselesi ve Dürziler”,Belleten, X/40, 1946, s. 641-703. 
6 Ahmet Lütfi; Vak’anüvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, C. 9 , yay. Münir Aktepe, İstanbul, 1984, s. 253-260. 
7 İlber Ortaylı; “19. Yüzyıl Sonunda Suriye Lübnan Üzerine Bazı Notlar” Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim, Makaleler 1, Ankara, 2000, s.148, Ayrıca aynı makale için bk. Osmanlı Araştırmaları, sayı-IV, 1984, s. 89-113. 
8 Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi, C. 5, Ankara, 1983, s. 210-211. 
9 Ortaylı; s. 157-158. 
10 Ayten Sezer; “Osmanlı Döneminde, Misyonerlik Faaliyetleri”, Osmanlı 2, Ankara, 1999, s. 184-185. 
11 Seçil Akgün; Amerikalı Misyonerlerin Ermeni Meselesinde Rolü”, Atatürk Yolu,sayı- 1, Mayıs 1988, s.1-12. Ayrıca bk. Bilal Şimşir; Ermeni Propaganda sının Amerika Boyutu Üzerine, Erzurum, 1984. 
12 Sezer; s.186.-187. Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyonerler hakkında ayrıntılı bilgi için bk: Joseph L. Grabil, Protestans Diplomacy And Near East: Missionary Influence on American Policy, 1810-1827, Universty of Minnesota 1971. Uygur Kocabaşoğlu; Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İstanbul, 1989. 
13 İlknur Polat Haydaroğlu; Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, Ankara, 1990. 
14 Sezer; s. 182. 
15 Uygur Kocabaşoğlu; “ XIX. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Amerikan Okulları”, Osmanlı, C. 5, Ankara, 1999, s. 340. 
16 Seçil Akgün; “ Amerikalı Misyonerlerin Anadolu’ya Bakışları”, OTAM, 3 (Ocak 1992), s.1-2, “Kendi Kaynaklarından Amerikalı Misyonerlerin Türk Sosyal Yaşamına Etkisi (1820-1914), Türk 
Tarih Kongresi, C. 5, 22-26 Eylül 1986, s. 2121-2145. Ayrıca bk. Uygur Kocabaşoğlu; “ Osmanlı İmparatorluğunda XIX.Yüzyılda Amerikan Yüksek Okulları”, Bahri Savcı’ya Armağan, Ankara, 
1988, s.305-326. İlknur Polat; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Açılan Amerikan Okulları Üzerine Bir İnceleme”, Belleten, C. 52/203, Ankara, 1988, s. 627-652. Fethi Tevetoğlu; “Amerika Birleşik 
Devletleri ve Orta Doğu”, Türk Kültürü, sayı-266, 1985, s. 381-390. 
17 İlber Ortaylı; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Amerikan Okulları Üzerine Bazı Gözlemler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim Makaleler I, Ankara, 2000, s. 324. 
18 Uygur Kocabaşoğlu; s. 345. 
19 BOA; İrade-i Mesail-i Mühimme- nu:-1125. 
20 BOA; İrade-i Mesail-i Mühime, nu: 1125. 


***