29 Mayıs 2017 Pazartesi

Tarihçilerin Savaşı Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 1


Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 1



Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine Uluslararası Literatürün Haklılık Mücadelesi 
*Burak Samih Gülboy 
*Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi. 


Burak Samih Gülboy 
Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine Uluslararası Literatürün Haklılık Mücadelesi 
Burak Samih Gülboy 

Özet 

Savaş kavramını önceki yüzyılların ezberinden çıkartarak, başka boyutlara taşımış olan Birinci Dünya Savaşı hem uluslararası ilişkiler anlamında kendinden 
önceki medeniyetin üretmiş olduğu değer yapısının tamamını imha ederken, hem de 20. Yüzyılın küresel sistem yapısını hazırlamıştır. 
Bu durumda doğal olarak savaşın öncesi ve sonrası sosyal bilimler için önemli bir inceleme alanı olarak ortaya çıkmıştır. Fakat sosyal bilimlerin laboratuvarı 
olarak kabul edilen tarih bu inceleme alanından masum çıkabilmiş midir? Savaş sonrasından günümüze bir çizgi çektiğimizde özellikle siyasi tarih 
alanında savaşın kökenleri, nedenleri ve başlangıcı konusunda hala tartışmanın bütün şiddeti ile devam etmekte olduğu gözükmektedir. 

Mevcut tartışmayı ilginç kılan ise savaşın ertesinden başlayarak günümüze kadar devam eden akademik üretim ortamının adeta savaşın kendisi 
kadar şiddetli bir çatışama içinde olmasıdır. 

Bu makalenin amacı, 1919 sonrasından başlayarak uluslararası literatürün savaşın kökenleri, nedenleri ve başlangıcı üzerinde yürüttüğü itham ve 
sorumluluk mücadelesini, ayrı bir deyişle Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında halen devam etmekte olan tarihçilerin savaşını incelemektir. 

1916 yılının Ağustos ayından itibaren Mareşal Paul von Hindenburg ile birlikte Alman Genelkurmay Başkanlığını yürüten General Eric Ludendorff 
1920’lerde yayınladığı hatıralarında Birinci Dünya Savaşını bir top-yekün savaş olarak nitelendirmiştir. Ona göre, ilk izlerinin Napolyon 
Savaşlarında görülebileceği ve 1871’deki Fransız-Alman Savaşında ise ilk tecrübelerinin yaşandığı ama gerçek anlamda ilk defa 1914-1918 arasında 
hayata geçmiş olan, topyekûn savaş hem fizikî olarak ve hem de fikirsel olarak savaşın askerî niteliğini aşarak sivil alanları da kapsadığı ve savaşan 
tarafların sahip oldukları bütün enerjiyi ve ellerindeki maddî ve manevî bütün kaynakları savaş için seferber ettikleri bir mücadeleydi. Versailles 
Antlaşmasının 231. Maddesinin içeriğince savaşın başlangıcının sorumlu-luğunun Almanya’ya yüklenmiş olmasına karşı bir savunma üretme çabası 
içinde olan Ludendorff, 1914’ten 1918’e değin Almanya’nın bir savunma savaşı vererek kendi varlığını korumayı amaçladığını ve bu yönde ülkenin 
bütün enerjisini bu savaşa yönlendirdiğini vurgulamıştır. Ona göre topyekûn savaş bir ulusun varlığı tehdit altına girdiğinde ve söz konusu 
ulusun bu tehdidi yok etme iradesinde kararlı olduğu durumlarda ortaya çıkar. Böylesine bir tehlikenin söz konusu olmadığı diğer savaşlar ise sınırlı 
savaşlardır. Bu tip savaşlar savaş tanımına sığmayacak kadar alçak ve ahlâksız aktivitelerdir ve açgözlülüğün ürünüdürler. 1 

Ludendorf’un idealize etmeye ve milliyetçi literatür ile süslemeye çalıştığı topyekûn savaşı tanımlama girişimi, doğal olarak totaliter bir söylemin 
temelini hazırlamaktadır. Topyekûn savaş ulus denilen topluluğun bekâsının devamlılığı için girişilen bir mücadele olduğunda, topluluğu 
oluşturan bireyler maddî ve manevî bütün varlıklarını bu mücadele için harcamak zorunda olacaklardır. Asker-sivil ayrımı savaşçı başlığı içinde 
erirken, sivil yönetici seçkinin yerini bu savaşçı topluluğunu yönetecek olan savaşçı asker seçkin alacaktır. Kaynaklar mücadele için seferber edileceğinden, 
mücadele için gerekli olan malzemenin üretimi öncelikli olacaktır. 

Bu mücadele yalnızca tehdidin asıl kaynağı olan düşmana karşı yürütülmeyecek, ulusu için gerekli katkıyı üretmemiş olan iç düşmanları da içerecektir.2 

Ludendorff’u uçlara götürmeyi bir kenara bırakmanın gerekli olduğu bu noktada, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili literatürün bu savaş için Birinci 
Dünya Savaşından önce hâkim olan ve “siyasetin başka araçlarla devamı” mantığını içeren Clausewitz’in klasik savaş tanımı3 yerine, Ludendorff’un 
topyekûn savaşı ile anlamlandırıldığına dikkat çekmek doğru olacaktır. Bunun altta yatan nedenlerinden birinin kuşkusuz ki bu gün hâlâ çok 
canlı olan Almanya’nın savaşın başlangıcı ile ilgili olarak suçlu görülmesidir. Suçlu görülen yalnızca Almanya değil, aynı zamanda, Alman felsefesinin 
ürettiği uç milliyetçi yaklaşımların tarihsel ve edimsel yorumlarıdır. Ludendorff’un topyekûn savaş tanımı da bir anlamda Birinci Dünya 
Savaşının galipleri için kötülüğe karşı yapılmış bir mücadelenin tanımı için bir karşıtlık hazırlar. 

H. G. Wells’in daha savaşın ilk yıllarında Londra gazetelerinde yayınladığı makaleleri topladığı kitabının başlığı olan ve dünya barışının sağlanması 
için Alman militarizminin yenilgiye uğratılmasını ana temasını içeren “savaşa son verecek savaş” başlığı daha sonradan İngiliz Başbakanı David 
Lloyd George’un sıkça kullandığı bir terim haline geldi. Fakat bu terim ile özdeşleşen asıl isim ABD Başkanı Woodrow Wilson oldu. Wilson Birinci 
Dünya Savaşını dünyayı demokrasi için daha güvenli hale getirmek üzere tiranlıklarla yapılan bir mücadele olarak görmekteydi ve bu mücadele 
kazanıldığında demokrasinin hâkim olacağı bir dünyanın sorunları savaşla değil, oluşturulacak olan demokratik kurumların sağlayacağı diyalog 
yöntemleri ile çözülecekti. İyinin hâkim olabilmesi için kötülüğün şiddetin kullanımı ile yenilmesi gerekmekteydi ve bu anlamda verilen savaş en 
önemli savaştı. Hristiyanlık felsefesinin önemli kurucularından olan Aziz Augustine’e kadar geri götürülebilecek olan haklı savaş tanımı, böylece 
topyekûn savaşın karşısına ayrı bir kutup olarak yerini almaktaydı. 1919’da toplanan Paris Kongresi’nin barış yapma sürecini yalnızca galiplerin 
bakış açıları üzerinden yürüttüğünden ve sürecin sonundaki anlaşmalar göz önüne alındığında galiplerin de aralarında bir fikir birliğine 
varamamış olmalarından, kongrenin barış inşasından çok, kendinden önceki medeniyetin birikimini acımasızca yok eden dört yıllık savaşın suçlusunu 
tespit etmek üzerinde çalıştığı iddia edilebilir. Bunun en net göstergesi Versailles Antlaşmasının “savaş suçu maddesi” olarak adlandırılan 

231. Maddesinin varlığıydı.4 Böylece Versailles Antlaşması ve onun 231. Maddesi ile “savaşlara son verecek olan savaş” kazanılmış oluyor, suçlunun 
tespiti ile de galiplerin doğruluğu tespit ediliyordu. Bu maddenin içeriğinde diğer yenik devletler de anıldığından ve onlarla yapılan anlaşmalara da 
bu madde eklendiğinden, savaşın suçu aslında yalnızca Almanya’ya değil, bütün yeniklere yüklenmekteydi. Buna karşılık maddenin içeriğinde isim 
olarak yalnızca Almanya zikredildiğinden uluslararası ortamda savaşın asıl ve tek sorumlusu Almanya olarak belirginleşmişti. Bu durumda galiplerin 
savaşa katmış oldukları “iyinin kötülük ile mücadelesi” yorumu düşünüldüğünde, Almanya kötülük yaftasını boynunda taşımak durumu ile karşı 
karşıya gelmekteydi. 

Gerçekte “savaşı başlatmak” suçu Versailles Antlaşmasının 231. Maddesinde belgelenmiş olsa dahi, bu durum bir tespit olmaktan çok bir 
sonuçtu. Savaşı başlatmak, neredeyse savaşın başlamasından daha önce Avrupalı devletlerin kendilerinden uzak tutmak istedikleri bir sorumluluktu 
ve 1914’ün sonbaharında Avrupa’da çatışmalar yoğunlaşırken taraflar da başlayan savaş içindeki konumlarının masumiyetini kanıtlamak için 
hazırlanmaktaydılar. Bu hazırlıklar tarafların uluslararası ortama kendi masumiyetlerini kanıtlayabileceklerini düşündükleri en basit propaganda 
yöntemi olan diplomatik belgelerin açıklanması yönünde şekillendi. Daha orduların cephelere henüz yürümekte olduğu savaşın ilk haftası içinde 
Almanya, savaşın başlangıcından Rusya’yı sorumlu tutan bir yapıda şekillendirilmiş diplomatik belgelerin yer aldığı Beyaz Kitap’ı basıma sürdü. 
Almanya’nın “masumluğu” üzerine şekillendirilmiş olan bu belgeler bütünü daha sonradan önemli eleştiriler ile karşılaşacak olsa da, en azından basımının 
ardından, savaşın diğer taraflarının da benzer anlamda ama değişik renklerle temsil olunan kitaplar basmalarını tetikledi. Böylece İngiltere’nin 
Mavi Kitap’ı, Rusya’nın Turuncu Kitap’ı, Avusturya-Macaristan’ın Kırmızı Kitap’ı, Fransa’nın Sarı Kitap’ı, Belçika’nın Gri Kitap’ı, Sırbistan’ın Mavi 
Kitap’ı ve İtalya’nın Yeşil Kitap’ı başlamış olan masumiyet kanıtlama yarışında adeta bir renk yelpazesi içinde yerlerini aldılar.5 1917’deki devrimin 
ardından iktidarı ele geçiren Bolşevikler de Çarlık rejiminin gizli diplomatik belgelerini açıkladılar. 

Annica Mombauer savaşan tarafların söz konusu renkli kitapları yayınlama endişelerinin yalnızca savaş konusundaki haklılıklarını göstermekle 
ilgili olmadığını, bunun yanında kendilerine ortadaki soruna tarafsız yaklaştıkları havası kattığını ve dahası egemenlikleri altındaki kendi insanların 
savaş eforunu arttırabilmek için onları haklı bir savaşın yapıldığına motive etme amacı da taşıdığını belirtmektedir.6 Diğer taraftan söz konusu 
renkli kitaplar, onları düzenleyen tarafın göstermek istediği sonuca göre düzenlenmiş olduğundan ve çoğu zaman kilit noktaları atladıklarından 
ciddi eksiklikler içermekteydiler. Renkli kitaplar olarak anılan bu belge bütünlerine karşılık savaşın nedenlerini sorgulayan pek çok yayın da basılmışsa 
da bunlar savaşın devam ettiği süreçten çok savaş sonrasında daha fazla ilgi toplamışlardır. Bunlar arasında şüphesiz ki en farklı analizi ortaya 
atan Vlademir İlyich Lenin’in 1916’da yayımlanan Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm adlı eseridir. Lenin’in analizleri, Dünya Savaşının 
emperyalist bir paylaşım savaşı olduğu iddiasını ortaya atmaktaydı. Bu çerçevede organize olmuş büyük sermayelerin yönlendirdiği devletler hem 
kapitalist sistemdeki paylarını arttırmak için kapitalist sisteme eklenememiş alanlar için mücadeleye girişmişlerdi. Savaşın nedeni ise kapitalizmin 
en üst seviyesi olan emperyalizmin büyük sermayeler arasında yaratmış olduğu Pazar ve hammadde yarışının getirmiş olduğu doğal sonuçtu.7 
Lenin’in tezlerini üzerine kurmuş olduğu Marksist analiz yöntemi savaşın ardından Sovyetler Birliği dışında pek etkili olmayacaksa da, İkinci Dünya 
Savaşı’nın ertesinde yeniden önem kazanacaktır. 

Diplomatik belgelerin açıklanması ile haklılık arama süreci savaşın sona ermesinin ardından da devam etmiştir. 231. Maddenin ithamını 
dayatılmış olarak görerek, kabul etmek istemeyen Weimar Cumhuriyeti, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurduğu bir Savaş Suçu Bölümü dâhilinde 
Versailles Antlaşmasının içeriğindeki haksız olarak görülen ithamları boşa çıkartma yönünde çalışmalar yaptırmıştır. Bu çerçevede ortaya çıkartılan 
diplomatik belgelerden oluşan çalışmalar 1922 ile 1927 yılları arasında kırk cildi bulan bir hacimde basılarak kamuoyuna sunulmuştur. Bu belgelerden 
çıkan sonuca göre Birinci Dünya Savaşı’nı başlamasından tek bir devletin sorumlu tutulması haksızlıktır ve böyle bir şey söz konusu olacaksa da bu 
devlet kesinlikle Almanya değildir. Almanya, Sırbistan’ın ve Rusya’nın sorumsuzlukları nedeniyle bir savaş durumunda kalan Avusturya-Macaristan 
ile olan ittifak antlaşmasını onurlandırmaktan başka bir şey yapmadığı gibi savaşı lokalize etmek için elinden geleni de yapmıştır. Rusya’nın Sırbistan 
ile Avusturya-Macaristan arasındaki bir soruna taraf olma sorumsuzluğu, Fransa’nın Almanya’ya karşı tavrı ve İngiltere’nin tarafsızlığını bozması 
gibi nedenler sıralandığında savaşın suçunun Almanya’ya yüklenmesi haksızlık olarak görülmektedir.8 Almanya’nın belgelerle desteklenen bu iddialarına 
karşılık, kendilerinin de bir şeyleri gizledikleri kaygısının oluşmaması için galip devletler de diplomatik belgelerini açıklama sürecine giriştiler. 
Bu çerçevede 1926 ile 1938 yıllarında İngiltere on bir cilt, Avusturya sekiz cilt ve Fransa da buna yakın tutan bir hacimde belgeyi basıma sürdü. 
Bunlara ek olarak 1917’den sonra devrimden kaçmış olan Rus bürokratları dahi ellerindeki diplomatik belgeleri ve yazışmaları yayınladılar.9 

Versailles Antlaşmasının imzalanması ve 231. Maddenin varlığı ile Birinci Dünya Savaşı’nın hesaplaşmasının tamamlandığı ve Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunun tamamlanması için çalışmaların hızlandığı yeni barış ortamında, savaşın tarihi ile ilgili basılan kitaplar genel olarak savaşta yer almış olan aşağı yukarı her kademedeki politikacı, bürokrat ve askerin anılarından ve belgelerinden oluşan geniş bir hatırat bütününden oluşmuşlardır. Bu çerçevede galip ülkelerdeki yazarlar genelde kendi tecrübelerini paylaşırken, ait bulundukları ülkenin savaştaki haklılığı üzerinde şüphe duymadıkları bir yaklaşım benimsemişlerdir. Bu durum özellikle üst düzey politikacı, bürokrat ve askerlerin hatıratlarında net olarak gözükür. Örneğin İngiltere’yi savaşa sokan Savaş Kabinesi’nin en önemli üyeleri olan Başbakan Herbert Asquith, Dış İşleri Bakanı Sir Edward Grey, 
Donanma Bakanı Winston Churchill ve Maliye Bakanı David Lloyd George 1920’li yıllarda yayınladıkları hatıratlarda savaşa giden süreci anlamlandırırken, 
kendi anlatımları doğrultusunda savaşın suçunu Almanya’nın yayılmacı ihtiraslarının Avrupa’daki güç dengesi üzerinde yaratmış olduğu 
baskıya bağlarlar. İngiltere ise 1905’ten 1914’e değin geçen süreçte dengeyi yeniden kurabilmek için Almanya’nın karşısına dikilen bir barış koruyucusu 
olarak simgeleştirilir. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder