Başlangıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başlangıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 3



Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 3



 Taylor 1969’da yayınladığı War by Timetable (Zaman Çizelgeleri ile Savaş) başlıklı araştırmasında ise Schliefen Planı ile savaşın başlangıç sürecini 
beraber incelemiştir.32 

1950’lerin başlarından itibaren Avrupa’da Almanya ve Fransa aralarındaki ilişkileri yumuşatarak, olası bir Avrupa Birliği’nin temellerini atmaya çalışırken 
bunu aralarındaki geçmiş düşmanlıkları sorgulayarak da aşmaya çalışmaktaydılar. 
Bu çerçevede iki taraf da eğitim kitaplarında yer alan karşılıklı düşmanlık içeren metinleri değiştirmek için tarihçilerini beraber çalışmalar yapmaya yönlendirmekteydiler. Bu çerçevede yapılan ilk tespitler iki ulus arasındaki travmanın en çok Birinci Dünya Savaşı ile ilgili olduğunun anlaşılması oldu ve tarih kitapları bu yönde düzenlendi. Bu tür işbirliğinin yaratmış olduğu olumlu ortamda Anglo Sakson tarihçilerin ilgilendiği Albertini’nin tespitleri, geçmiş argümanların yeniden canlanmasına neden olacağından Avrupalı tarihçiler Anglo Sakson tarih ekollerine mesafeli durmaktaydılar.33 Diğer taraftan iki dünya savaşının da savaş suçlusu yaftasını taşımak istemeyen Almanya kendi tarih ekolü çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı ile ilgili ithamlara karşılık vermeye de devam etmekteydi. Bu çerçevede Gerhard Ritter de bu savunmacı ekolün başında gelmekteydi. 1954’te ilk defa yayınladığı dört ciltlik The Sword 
and the Spectre (Kılıç ile Hayalet) başlıklı eserinde Alman militarizminin tarihsel gelişimini inceleyen Ritter, Prusya geleneğinin Alman imparatorluğuna 
geçişini işlerken, Nazileri bu gelenekten sapkın bir yoldan çıkış olarak nitelemekteydi. Prusya geleneklerinin militarizmi çerçevesinde Alman 
geleneğinin ürettiği tarihsel misyon ve imparatorlukçu fikirler Naziler tarafından dönüştürülmüş ve Versailles düzeni altında bunalan Alman ulusu böylece Naziler tarafından kullanılmıştı. Ritter akıllı bir çözümleme ile iki savaşın suçu ithamlarına farklı bir çözümleme getirmekteydi Suç Almanlardan çok onları iki savaşa zorlayan diğer devletlerdeydi.34 

1957’de Albertini’nin son cildi İngilizce olarak yayınlanmasının ardından 1958’de arşiv çalışmalarını tamamlayan Ritter, The Schlieffen Plan-Critique of a Myth (Schliefen Planı-Bir Mitin Kritiği) başlıklı araştırmasını yayınladı. Arşiv çalışmalarından planın ayrıntılarını çıkartan Ritter, söz konusu planın bir savunma savaşı için hazırlandığını, yayılmacı bir amaç içermediğini ve uzun bir savaş öngörmediğini öne sürerek, Albertinin’nin Anglo Sakson literütüründe hâkim olan tezlerine karşılık verdi.35 1965’te yayınladığı The German Problem: Basic Questions of German Political Life, Past and Present (Alman Problemi: Geçmişten Günümüze Alman Politik Yaşamı ile İlgili Temel Sorular)adlı çalışmasında ise Ritter, Alman ulusunun politik geçmişini sorgulayarak, Hitler ve Nazilerin Alman ulusuna getirmiş olduğu negatif yaklaşımı yumuşatmayı amaçlamaktaydı.36 

Ritter’in kapsamlı çalışmaları ile bir miktar rahatlamış olan Alman tarih ekolü 1961’de içerden gelen bir darbe ile büyük bir sarsıntı geçirdi. Alman tarihçi Fritz Fischer 1961’de yayınladığı Griff Nach Der Weltmach( Dünya Gücü Hamlesi) başlıklı çalışması ile yalnızca A.J.P. Taylor’un tezlerini doğrulamakla kalmadı, bunları daha da uç noktalara taşıdı. 1967’de İngilizceye Germany’s Aims in the First World War (Almanya’nın Birinci Dünya Savaşındaki Hedefleri) başlığında çevrilen çalışma bir kez daha Anglo Sakson tarih ekolünde bomba etkisi yarattı. Bunun nedeni kitabın içeriğinde Fischer’in işlediği temaydı. Alman arşivlerinde yıllarını geçiren Fischer ulşatığı sonuçları sıraladığı eserinde Almanya’nın bir dünya gücü olma hedefi çerçevesinde kendi kontrolünde birleşik bir Avrupa ve birleşik bir Afrika alanı yaratmayı hedeflediğini ve Saraybosna suikastını 
bir fırsat olarak değerlendirerek, Birinci Dünya Savaşını kasten başlattığını vurgulamaktaydı. Ona göre Almanya İngiltere ile savaşmak niyetinde 
değildi ama ele geçirdiği fırsat çerçevesinde bunu göze almıştı.37 

1965’te yayınlanan İkinci kitabı World Power or Decline( Dünya Gücü ya da Çöküş) Almanya’nın toplumsal yapısının dengesizliğinin ve Alman ileri gelenlerinin beceriksizliklerinin savaşın kaybına etkilerini tartışmaktaydı.38 
1969’da yayınlanan Kreig Der Illusionen (Sanıların Savaşı) (1975’te War of Illusions adıyla İngilizceye çevrilmiştir) adlı son kitabı ile Fischer tezlerini daha 
da ileri taşıyarak, Alman iç politikasının yapısının da Almanya’nın yakın tarihine etkisini analiz etmekteydi. Ona göre Almanya’nın büyük sermaye ve toprak aristokrasisi gibi tutucu sınıflarının Alman yayılmasını istedikleri, destekledikleri ve kontrolleri altında tuttukları ordu ve bürokrasinin yukarı kademeleri sayesinde yönlendirdikleri iddiasındaydı. 

Alman yöneticiler ve arkasındaki sınıflar yayılmacı eğilimlerini hayata geçirmek için savaşı bir araç olarak görmekte ve arzulamaktaydılar. Fischer, Alman toplumunun muhafazakâr dinamiklerinin militarist dünya görüşü içine gizlendiğini ve Weimar Cumhuriyetinin başarısızlığının nedenlerinin de bu önceki dönemde gizli olduğunu ve aynı dinamiklerin de Nazilerin iktidara gelişini kolaylaştırdığını iddia etmekteydi. 39 Fischer’ın tezlerinde Hitler’in hedefleri, daha Bismarck’ın Alman birliğini kurduğu dönemde temellendiği iddiası hâkimdi ve bu durum da Almanya’yı her iki dünya savaşının sorumlusu yapmaktaydı. 

Doğal olarak Fischer’e gelen en büyük tepki Alman hükümeti ve tarihçilerinden oldu. İkinci dünya Savaşı’nın sonrasında halen Batı ile barışmaya çalışan Batı Almanya için Fischer’ın öne sürdüğü tezler sarsıcıydı. Bu nedenle Alman hükümeti içerisinde Fischer’ın vatan haini ilan edilmesini isteyen sesler yükselmesine karşılık, konunun akademik bir tartışma olarak kalması yönünde karar verildi.40 Diğer taraftan Alman tarihçilerinin Fischer’e tepkisi oldukça sert oldu. İlk aşamada Egmont Zechlin ve Gerhard Ritter gibi saygın tarihçiler Fischer’in tezlerini eleştirseler de, onun öne sürdüğü tartışmalar Alman tarih ekolünü de ikiye böldü. 1963’de ise Hans W. Gatzke daha önceden 1950’de yayınlamış olduğu ve Almanya’nın savaş hedeflerinin bilinenin dışında daha agresif olduğunu ve Almanya’nın işgal ettiği Belçika ve Fransa topraklarını ilhak etme niyetinde olduğunu incelediği olduğu Germany’s Drive to the West (Almanya’nın Batıya Yönelişi) başlıklı eserini yeniden basarken önsözünde Fischer’i “kendi bulgularını aştığı” yönünde överek onurlandırmaktaydı.41Gene de 1970’lerin başından itibaren Fischer’ın oluşturmuş olduğu negatif havayı 
kıracak yeni tartışmalar yayınlanmaya başladı. Bunların bazıları Fischer’i desteklerken, diğerleri de karşısında yer almaktaydı. Kısacası “Fischer 
Devrimi” olarak da anılan 1960’ların ardından Alman tarih ekolü iki karşıt görüşe bölünmüş oldu. 1971’de Joachim Remak 1914-The Third Balkan War:Origins Reconsidered (1914-Üçüncü Balkan Savaşı: Kökenlerin Yeniden Ele Alınması) başlıklı makalesinde “Yıllarca köklerin aranmasından ormanın kendisine bakılmanın unutulduğu” bir ortamda, Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerinin Viyana’da ve Belgrad’da alınan kararlarda aranması gerektiğini, savaşın kökenlerinin ise Osmanlı İmparatorluğunun gerileyişi ile ilgili olduğunu vurgulayarak, onun boşalttığı alanın paylaşımı çerçevesinde Birinci Dünya Savaşının aslında bir “Osmanlı Veraset Savaşı” olduğunu savlamaktaydı.42 1972’de ise Paul William Schroeder, Remak’a cevap olarak yazdığı “World War I as Galloping Gertie: A Reply to Joachim Remak” (Zıplayan Gertie Anlamında Birinci Dünya Savaşı:Joachim Remak’a Cevap)43* başlıklı makalesinde savaşın sorumlusunun 1890’lardan beridir zaten sallanmakta olan Avrupa sistemini daha da zorlayan Avrupa’nın büyük güçlerinin tamamı olduğunu ileri sürmekteydi. Zaten zor ayakta duran sistem söz konusu devletlerin egoist baskıları altında çökmüştü. Schroeder’e göre İngiltere, Fransa ve Rusya’nın da Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın olduğu kadar savaşın başlangıcında 
payları vardı.44 Nihayet H.W. Fischer’ın lehinde ve aleyhinde olan tarihçileri bir başlık altında toplayarak, çalışmalarından bir kitap oluşturarak oramı yumuşatmayı başardı. The Origins of the First World War-Great Power Rivalry and the German War Aims(Birinci Dünya Savaşının Kökenleri-Büyük Güç Mücadelesi ve Almanya’nın Savaş Hedefleri) başlıklı buedisyon, başta Fritz Fischer olmak üzere Egmont Zechlin, Imanuel Geiss, Joachim Remak, Paul Schroeder ve Karl Heinz Jansenn gibi genç ve orta kuşak Alman tarihçileri bir araya getirmeyi başarmaktaydı.45 

Fischer Devriminden günümüze değin gelen süreçte Birinci Dünya Savaşının kökenleri ve nedenleri üzerine çalışmalar devam ediyor. 

Fischer’in çıkışının ardından sertleşen savaş suçu tartışmaları artık itham seviyesinden gerileyerek basit araştırma konuları haline gelmişse de savaşa 
taraf olmuş devletler için hala problem haline gelebiliyorlar. Hatta dönemlerine göre tezler farklı yaklaşımları da içinde barındırıyor. 
Örneğin 
Soğuk Savaşın son döneminde ABD’li yazar George F. Kennan 1893’teki Fransız-Rus İttifakını değerlendirdiği ve Birinci Dünya Savaşı’nın bu ittifakın 
mimarı olan politikacılar tarafından kasten hazırlanıp çıkartıldığını iddia ettiği The Faitfull Alliance: France,Russia and the Coming of the First World War(Vefalı İttifak: Fransa, Rusya ve Birinci Dünya Savaşının Gelişi) yayınladı.46 Kennan’ın yaklaşımının Ronald Reagan başkanlığındaki Yeni Sağcı ABD politikasının tarihe bakışı ile alakalı olması şaşırtıcı değildir. 

Buna karşılık akademik ortam eski kutuplaşmalardan oldukça uzaklaşmış olarak yeni çalışmaların ortaya çıkmasına imkân sağlıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın kökenlerini ve nedenlerini yalnızca Almanya üzerine yükleyen tezler artık önemli miktarda eskimiş durumda. Alternatif çalışmalar başarılı tezler ortaya çıkartı ve çıkartmaya devam ediyor. Örneğin, Holger Herwig, Richard Hamilton, Hew Strachan, David Stevenson, Annica Mombauer, Edward McCullogh gibi isimlerin çıkartmış oldukları çalışmalar artık günümüz literatürünün temalarını oluştururken değişik bakış açılarından yapılan analizlerin genişlettiği bir yelpazede Birinci Dünya Savaşı’nın nedenleri ve kökenleri sürekli olarak yeniden sorgulanıyor. 


En son 2012’te yayınlanan Christopher Clark’ın Sleepwalkers: How Europe Went to War in 1914 (Uyurgezerler: Avrupa 1914’te savaşa nasıl ilerledi) başlıklı çalışması akademik çevrelerde oldukça beğeni toplarken, işlediği Almanya’nın savaşın başlamasındaki payının diğerlerinden çok daha fazla olduğu teması da dikkat çekti.47 Savaşın yüzüncü yılına adım attığımız bu günlerde ise Sean McMeekin’ın July 1914: Countdown to War (Temmuz 1914: Savaşa Geri Sayım) adlı kitabı ilgi topluyor. Saraybosna suikastından savaşın başladığı güne değin geçen yaklaşık bir aylık süreci gün gün inceleyen bu çalışma anlatımı ve başarısı ile ilgi çekiyor. Bunun yanında Annica Mombauer’in Origins of the First World War: Diplomatic and Military Documents(Birinci Dünya Savaşının Kökenleri: Diplomatik ve Askeri Belgeler) adlı çalışması savaşa ilerleyen bu son günler ile ilgili henüz hiç yayınlanmamış belgeleri içeriyor.48 İki kitabın bir arada okunması şüphesiz ki pek çok kişinin kafasındaki sorulara da yanıt getirebilme 
ihtimali taşıyor. 

Birinci Dünya Savaşının suçlusunu tespit etmek üzere savaşın kökenleri ve nedenleri üzerinde tarihçiler yüz yıldır akıl yürütüyorlar. Görüldüğü 
üzere bu alanda belli bir akademik olgunluk oluşmuşsa da hala savaşın taraflarının tarihçileri bu başlıklar altında ait oldukları tarafı rahatlatacak 
olan en küçük ayrıntıyı bulmaya çalışıyorlar. Geçmiş yüz yıla bakıldığında haklılık ya da haksızlık söz konusu olduğunda mücadelenin yatışması kolay 
gözükmüyor. 



DİPNOTLAR ;

1 Ludendorff, Eric; “Apostle of the Total War”, The Living Age, Mart 1940, s 22-25. 
2 Honig, Jan Willem; “The Idea of Total War: From Clausewitz to Ludendorff”, The Pacific War as Total War: Proceedings of the 2011 International Forum 
on War History., ed. National Institute for Defence Studies, Tokyo,s. 29-41. 
3 Clausewitz, Carl Von; On War, New York, the Modern Library, 1943, s 15-16. 
4 Versailles Antlaşmasının 7. Yaptırımlar kısmının açılış maddesi olan 231. maddenin içeriği şöyledir: “ Müttefik ve ilgili hükümetler teyit eder ve Almanya 
kabul eder ki, Müttefik ve ilgili hükümetlerin ve onların vatandaşlarının başına gelmiş olan kayıp ve hasarın nedeni Almanya ve müttefiklerinin saldırganlığı ile 
onlara empoze edilmiş olan savaşın sonucu olmuştur ve bunun sorumlusu da Almanya ve müttefikleridir.” 

Versailles Antlaşmasının tam metni için bkz. Çevrimiçi: 

https://archive.org/details/treatypeacewith00germgoog , son güncelleme, Nisan 2014. 

5 Bu “renkli kitaplar”, belge dizinleri ve içeriklerinin tamamı için bkz. James Brown Scott (direktör), Diplomatic Documents Relating to the Outbreak of the 
European War, New York, Oxford University Press, 1916, Cilt 1-2. 
6 Annica Mombauer, The Origins of the First World War-Controversies and Consensus, Londra, Longman, 2002, s 24. 
7 Lenin, Vlademir İlyich; Kapitalizmin En Üst Seviyesi Emperyalizm, Ankara, İnter Yayınları, 1995. 
8 Henig, Ruth; The Origins of the First World War, 3. Basım, Londra, Routledge, 2002, s 35-36. 
9 A.g.e., s 36. 
10 Grey, Sir Edward; 25 Years, 8. Basım, Londra, Hodder and Stoughton, 1935, Cilt 1-2-3. 
11 Asquith, Herbert; The Genesis of War, Londra, Cassel and Company Ltd., 1923. Kitap Sir Edward Grey’e adanmıştır. 
12 Churchill, Winston; The World Crisis, Toronto, The McMillan Company of Canada Ltd., 1923, 
David Lloyd George, War Memoirs of David Lloyd George, Londra, Ivor Nicholson and Watson, 1933(Altı Cilt). 
13 Wilhelm II, Kaiser’s Memoirs, Londra, Harper and Brothers Publishers, 1922, s 303-314. 
14 A.g.e., s 316-322. 
15 A.g.e., s 323-336. 
16 Theobald von Bethmann-Hollweg, Reflections on War, Londra, Thornton Butterworth Ltd., 1920 (İki Cilt). 
17 Alfred von Tirpitz, My Memoirs, New York, AMS Press, 1970 (1919 basımının aynı), (İki Cilt). 
18 Asqith, a.g.e., s 232-249. 
19 Mombauer, a.g.e., s 57-59 
20 Max von Montgelas, The Case for Central Powers, İngilizceye çev: Constance Vesey, Londra, Allen and Unwin Ltd., 1925. 
21 Montgelas, British Foreign Policy under Sir Edward Grey, New York, Alfred.A.Knopf., 1928. 
22 Harry Elmer Barnes, The Genesis of the World War- An Introduction to the War Quilt, New York, Alfred.A.Knopf, 1926, Giriş kısmı, s XII. 
23 A.g.e., Giriş Kısmı, s X. 
24 Sidney Bradshaw Fay, The Origins of the World War, New York, the MacMillan Company, 1929, Giriş kısmı, s V-VI. 
25 Henig, a.g.e., s 37. 
26 Bernadotte Everly Schmitt, The Coming of the War 1914, New York, Charles Scribner’s Sons, 1930,(İki Cilt). 
27 Schmitt, Triple Alliance and Triple Entente, New York, Henry Holt and Company, 1934. 
28 Schmitt, Annexation of Bosnia 1908-1909, Cambridge, The University Press, 1937. 
29 Albertini’nin eseri günümüzde halen savaşın tarihçesi ile ilgili en objektif kaynaklardan biri olarak değerini sürdürmektedir. Luigi Albertini, 
The Origins of the War of 1914, İngilizceye çev: Isabella Massey, Londra, Oxford University Press, 1952, 1953, 1957, Cilt 1,2,3. 
30 A.J.P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918, Oxford, Clarendon Press, 1954. 
31 Donald Cameron Watt, “Some Aspects of A.J.P. Taylor’s Work as Diplomatic Historian”, The 
Journal of Modern History, Cilt 49, Sayı 1, Mart 1977, s 19-33. 
32 Taylor, War by Time-Table, Londra, McDonald and Co., 1969. 
33 Avrupalı tarihçiler Anglo Sakson tarih ekollerine mesafeli durmaktaydılar.
34 Ritter, The Sword and the Spectre, Florida, University of Miami Press, 1969, (1964’teki üçüncü basımdan çeviri) (Dört Cilt). 
35 Ritter, The Schlieffen Plan-The Critique of a Myth, Londra, Oswald Wolf Ltd., 1958. 
36 Ritter, The German Problem: Basic Questions of German Political Life, Past and Present, Columbus, Ohio University Press, 1965. 
37 Fritz Fischer, Germany’s Aims in the First World War, New York, W.W. Norton & Company, 1967. 
38 Fischer, World Power or Decline, New York, W.W. Norton & Company, 1974. 
39 Fischer, War of Illusions, New York, W.W. Norton & Company, 1975. 
40 Mombauer, a.g.e., s 135. 
41 Hans W. Gatzke, Germany’s Drive to the West, Baltimore, John Hopkins Press, 1966, Önsöz, s VII. 
42 Joachim Remak, “1914-The Third Balkan War: Origins Reconsidered”, The Journal of Modern History, Cilt 43, Sayı 3, Eylül 1971, s 353-366. 
43 * Galloping Gerthie, resonans düzenlemeleri yanlış yapıldığı için sürekli sallanan ve sonunda 1940 yılında çöken ABD’nin Washington eyaletindeki 
Takoma Narrows Köprüsünün takma adıdır. 
44 Paul Schroeder, “World War I as Galloping Gertie: A Reply to Joachim Remak”, The Journal of Modern History, Cilt 44, Sayı 3, Eylül 1972, s 319-345. 
45 H.W. Koch (editör), The Origins of the First World War-Great Power Rivalry and the German War Aims, 2. Baskı, Londra, Mc Millan, 1984. 
46 George F. Kennan, The Faithfull Alliance: France,Russia and the Coming of the First World War, New York, Pantheon Books, 1984. 
47 Christopher Clark, Sleepwalkers: How Europe Went to War in 1914, New York, Harper Collins, 2012. 
48 Mombauer, Origins of the First World War: Diplomatic and Military Documents), Manchester, Manchester University Press, 2013. 

Kaynaklar 

A.J.P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918, Oxford, Clarendon Press, 1954. 
Alfred von Tirpitz, My Memoirs, New York, AMS Press, 1970 (1919 basımının aynı), (İki Cilt). 
Asquith, Herbert; The Genesis of War, Londra, Cassel and Company Ltd., 1923. 
Bernadotte Everly Schmitt, The Coming of the War 1914, New York, Charles Scribner’s Sons, 1930,(İki Cilt). 
Clausewitz, Carl Von; On War, New York, the Modern Library, 1943, s 15-16. 
Christopher Clark, Sleepwalkers: How Europe Went to War in 1914, New York, Harper Collins, 2012. 
Churchill, Winston; The World Crisis, Toronto, The McMillan Company of Canada Ltd., 1923, , 
David Lloyd George, War Memoirs of David Lloyd George, Londra, Ivor Nicholson and Watson, 1933(Altı Cilt). 
Donald Cameron Watt, “Some Aspects of A.J.P. Taylor’s Work as Diplomatic Historian”, The 
Journal of Modern History, Cilt 49, Sayı 1, Mart 1977, s 19-33. 
Fritz Fischer, Germany’s Aims in the First World War, New York, W.W. Norton & Company, 1967. 
Fischer, World Power or Decline, New York, W.W. Norton & Company, 1974. 
Fischer, War of Illusions, New York, W.W. Norton & Company, 1975. 
George F. Kennan, The Faithfull Alliance: France,Russia and the Coming of the First World War, New York, Pantheon Books, 1984. 
Grey, Sir Edward; 25 Years, 8. Basım, Londra, Hodder and Stoughton, 1935, Cilt 1-2-3. 
Hans W. Gatzke, Germany’s Drive to the West, Baltimore, John Hopkins Press, 1966, Önsöz, s VII. 
Harry Elmer Barnes, The Genesis of the World War- An Introduction to the War Quilt, New York, 
Alfred.A.Knopf, 1926, Giriş kısmı, s XII. 
H.W. Koch (editör), The Origins of the First World War-Great Power Rivalry and the German 
War Aims, 2. Baskı, Londra, Mc Millan, 1984. 
Henig, Ruth; The Origins of the First World War, 3. Basım, Londra, Routledge, 2002, s 35-36. 
Honig, Jan Willem; “The Idea of Total War: From Clausewitz to Ludendorff”, The Pacific War as Total War: 
Proceedings of the 2011 International Forum on War History., ed. National Institute for Defence Studies, Tokyo,s. 29-41. 
James Brown Scott (direktör), Diplomatic Documents Relating to the Outbreak of the European War, New York, Oxford University Press, 1916, Cilt 1-2. 
Ludendorff, Eric; “Apostle of the Total War”, The Living Age, Mart 1940, s 22-25. 
Joachim Remak, “1914-The Third Balkan War: Origins Reconsidered”, The Journal of Modern History, Cilt 43, Sayı 3, Eylül 1971, s 353-366. 
Lenin, Vlademir İlyich; Kapitalizmin En Üst Seviyesi Emperyalizm, Ankara, İnter Yayınları, 1995. 
Luigi Albertini, The Origins of the War of 1914, İngilizceye çev: Isabella Massey, Londra, Oxford 
University Press, 1952, 1953, 1957, Cilt 1,2,3. 
Max von Montgelas, The Case for Central Powers, İngilizceye çev: Constance Vesey, Londra, Allen and Unwin Ltd., 1925. 
Mombauer, Annica; The Origins of the First World War-Controversies and Consensus, Londra, Longman, 2002, s 24. 
Montgelas, British Foreign Policy under Sir Edward Grey, New York, Alfred.A.Knopf., 1928. 
Paul Schroeder, “World War I as Galloping Gertie: A Reply to Joachim Remak”, The Journal of Modern History, Cilt 44, Sayı 3, Eylül 1972, s 319-345. 
Ritter, The Sword and the Spectre, Florida, University of Miami Press, 1969, (1964’teki üçüncü basımdan çeviri) (Dört Cilt). 
Ritter, The Schlieffen Plan-The Critique of a Myth, Londra, Oswald Wolf Ltd., 1958. 
Ritter, The German Problem: Basic Questions of German Political Life, Past and Present, Columbus, Ohio University Press, 1965. 
Sidney Bradshaw Fay, The Origins of the World War, New York, the MacMillan Company, 1929, Giriş kısmı, s V-VI. 
Schmitt, Triple Alliance and Triple Entente, New York, Henry Holt and Company, 1934. 
Schmitt, Annexation of Bosnia 1908-1909, Cambridge, The University Press, 1937. 
Taylor, War by Time-Table, Londra, McDonald and Co., 1969. 
Theobald von Bethmann-Hollweg, Reflections on War, Londra, Thornton Butterworth Ltd., 1920 (İki Cilt). 
Wilhelm II, Kaiser’s Memoirs, Londra, Harper and Brothers Publishers, 1922, s 303-314. 
Historians Battle: The Origins of the First World War, Causes and the literature on the International fighting of be justified 

***

Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 2



Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 2


Söz konusu hatıratlar arasında en düzenli olanı Sir Edward Grey’in 1892’den 1916’ya değin Dışişleri Bakanlığı’nda geçirdiği dönemdeki önemli gelişmeleri belgeler eşliğinde aktardığı üç ciltlik eseri 25 Years (25 Yıl) olarak öne çıkmaktadır. Oldukça ciddi bir dilde yazılmış olan bu hatıratın ikinci 
cildi, 1890’ların sonlarında değişmeye başlayan İngiliz İmparatorluğu’nun güvenlik stratejisi çerçevesinde Fransa ve Rusya ile girişilen rekabetin 
bu devletleri nasıl işbirliğine zorladığını başarıyla anlatırken, sonrasında devam eden bölümlerde Almanya’nın Avrupa’da yükselen gücü itibariyle girişmiş olduğu hâkimiyet mücadelesine karşısında İngiltere’nin barışı korumak adına Almanya’nın karşısına dikilişi teması değişik biçimlerde tekrar tekrar işlenir.10 Asquith’in The Genesis of War (Savaşın Doğuşu) başlıklı hatıraları ise Almanya’nın savaş sürecinde ortaya atmış olduğu masumiyet tezlerini çürüterek, İngiltere’nin savaşa girmesini meşrulaştırmayı amaçlayan bir anlatıma sahiptir.11 

Winston Churchill’in The World Crisis (Dünya Krizi) ve David Lloyd George’un War Memoirs of David Lloyd George (David Lloyd George’un Savaş Hatıratı) 
isimli anılarındaki işledikleri tema ile savaşın suçunu fazla sorgulamadan Almanya’nın üzerine yıkma konusunda tereddütsüzlerdir. Savaş süresince İngiliz stratejisinin devamlılığında etkin roller üstlenen bu iki genç politikacının anıları vermiş oldukları kararların doğruluklarını meşrulaştıracak ve kötü gitmiş 
olan girişimlerin sorumluluklarını başkalarına yükleyecek pek çok kısmı içermektedir.12 

Karşı cephe olarak Almanya’da ise İngiltere’den farklı olarak yayınlanan hatıratlarında savaşı Almanya adına yürütmüş olan üst düzey yöneticiler 
gerek alınan yenilgiye ve gerekse de 231. Maddenin yüklemiş olduğu savaş suçuna karşı savunma üretme endişesi içindedirler. Bu nedenle dikkatle bir araya getirilmiş açıklamalar ve olaylar ile savaşa giden süreçte yaşanmış krizlere yönelik analizler bu anıların karakterlerini oluşturur. 

II. Wilhelm’in The Kaiser’s Memoirs (Kayzerin Hatıratı), Şansölye Theobald Bethman-Holweg’in Reflections of the World War (Dünya Savaşı Üzerine Düşünceler) ve Donanma Bakanı Alfred Von Tirpitz’in My Memoirs (Benim Hatıratım) başlıklı eserleri bu anlamda öne çıkmaktadır. 
Bu çerçevede hatıralarının “suç sorunu” başlıklı bölümünde Wilhelm, kendi yönetimindeki Almanya’ya yüklenmiş olduğunu düşündüğü savaş suçuna karşı uzun bir savunma kaleme almıştır. Bu savunma çerçevesinde Wilhelm ilk olarak savaş öncesi uluslararası ortamı tanımlayarak, yükselen bir güç olan Almanya’nın kendini savunmak için büyük bir donanma inşa ettiğini ve kimse ile çatışma niyeti taşımadığını fakat Antant içindeki İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından tarafından agresif politikalar eşliğinde bir çember içine alınarak çevrelendiğini ve buna karşılık Almanya’nın barışı devam ettirebilmek için İngiltere ile işbirliğini çeşitli vesilelerle aradığını fakat her seferinde hüsrana uğradığını belirtir.13 Devam eden kısımlarda ise Amerika’nın savaşa girişinin dengeyi değiştirdiğini ve Amerikan halkının samimiyetinden şüphe duyulmayacak olsa da, Başkan Woodrow Wilson’un 14 ilkesini barış sürecinde galip Antant devletleri lehine egzersiz ettiğini yazdıktan sonra, Başkan Wilson’un barış için kendisinin tahttan çekilmesi şartını öne sürmesine olan kırılmışlığını anlatır.14 Bu noktadan itibaren ise daha sert bir dil eşliğinde Almanya’nın barışı korumak adına yapmış olduğu hatalardan dolayı suçlu olmadığını ama yanılmış olduğunu vurgular. Ona göre savaş isteyen bir Almanya bu amacına rakiplerinin 
güçsüz olduğu geçmiş dönemlerde pek çok kez ulaşabilirdi ama tersine rakipleri Almanya’yı en hazırlıksız olduğu dönemde yakalamışlardır ve bu durumda İngiltere’nin samimiyetsizliğinin ve egoistliğinin de payı büyüktür.Bu şartlar altında Versailles Antlaşması haksız temellerde ve aşırılıklarda dayatılmış bir anlaşmadır ve gerekli düzeltmelerin yapılacağı umudu devametmektedir.15 Theobald Bethmann-Holweg’in hatıratı da şansölye olarak atandığı 1909 yılından başlayarak savaşa giden süreci bulunduğu pozisyondan gözlemlediği biçimde anlatır. Wilhelm’den farklı olarak hatıratı kronolojik bir sırlamada gider, belgeler ve analizler ile desteklenirken, bir anlamda Sir Edward Grey’in hatıratının Almanya’daki karşıtı biçimindedir.16 Wilhelm gibi bir savunma bölümü içermese de hatıratın genelindeki analizlerde İngiltere’nin barışın devamlılığı ile ilgili samimiyetsizliği ve Almanya’nın her hamlesine karşı problem yaratmaktaki samimiyetsizliği vurgusu Bethmann-Holweg’in hatıratının genel havasında 
rahatlıkla algılanır. Donanma Bakanı Tirpitz’in hatıratı ise daha çok Almanya’nın donanma politikası üzerinedir ve önemli miktarda iç politika kısmını da içerir. Diğer taraftan Tirpitz hatıratının pek çok yerinde Alman dış politikası ile ilgili analiz ve tespitlerde bulunur ve savaşa giden süreçteki etkilerini işler. Tirpitz’in hatıratı da Churchill ve Lloyd George’un hatıratları ile karşılaştırılabilir.17 

Birinci Dünya Savaşı’na giden süreci ve savaşı yöneten kişilerin kendi ellerinden çıkan hatıratların 1920’lerin başlarından itibaren basılmaya başlaması ile yeni bir mücadele alanının ortaya çıktığı söylenebilir. Özellikle savaşta karşı karşıya gelmiş tarafların kendi bakış açılarını, savaşın sonundaki pozisyonlarının verdiği duygusal ortam ile birleştirdikleri bu tartışma alanı ülkelerinin büyük yıkıma neden olmuş savaştaki payını masumlaştırmaya ya da haklı çıkartmaya çalışan yazılarla dolmaya başlamıştır. Bu durum da doğal olarak bir cepheleşmeyi ortaya çıkartır. Belki de bu konudaki ilk karşılaşma yukarıda örnek olarak verilen Wilhelm’in hatıratındaki savunma kısmına karşılık, Herbert Asquith’in kendi hatıratının sonuna eklediği üç bölümlük cevap kısmıdır.18 

1920’lerde savaşın nedenleri ve kökenleri üzerine çıkan hatırat ve analiz yazımları Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’nın tarihi ile ilgili tartışmaları 
da ciddi biçimde etkiler. Bu çerçevede İngiltere ve Fransa’da tarih yazımı savaşın kökenlerini ve nedenlerini salt Almanya’nın sorumlu olduğu bir düzen içinde kurgularken, Almanya’da da iki ayrı görüş etkin durumdadır. Bunlardan görüşlerden ilki Almanya’ya 231. Madde çerçevesinde yüklenmiş olan savaş suçunun haksızlığını kanıtlamak üzere masumiyet temasını işleyen bir savunma mantığını benimserken, ikinci görüş de Versailles antlaşmasının bütün içeriğinin Almanya’yı içine düşürdüğü durumun acımasızlığı ve haksızlığı üzerinde temalaşarak savaş suçu ithamının diğer devletlere yönlendirilmesi üzerine odaklanmıştır. Böylece İttifak ekolü revizyonist anılırken, Antant ekolü de anti revizyonist olarak tanımlanmıştır. 

Revizyonist ekolün en çalışkan isimlerinden biri 1915’te ordudan emekli olduktan sonra kendini Almanya’nın savaş konusundaki haklılığı ile ilgili çalışmalara adayan ve Paris Kongresinde Weimar Cumhuriyeti’nin savaş suçunu inceleyen heyetinin resmi sözcüsü olarak galip devletlerin iddialarına karşı duran Kont Max von Montgelas’tır. 1924 yılında Walther Schucking ile beraber yayımladıkları The Outbreak of the World War-German Documents Collected by Karl Kautsky (Savaşın Başlangıcı-Karl Kautsky Tarafından Bir Araya Getirilen Alman Dokümanları) adlı dört cildi bulan belgeler ile Almanya’nın savaşın başlangıc ındaki masumiyetini kanıtlamaya çalışmışlar; fakat propaganda amacı taşıyan, eksik ve tartışmalı belgelerin bir araya gelmesi ile oluşan bu toplama çalışma çok büyük eleştiri almıştır.19 Montgelas ertesi yıl yayınladığı The Case for Central Powers-An Impeachment of the Versailles Verdict (Mihver Güçlerinin Davası-Versailles Kararını Sorgulama) adlı eserinde bu sefer Antant devletlerinin savaş öncesi politik hedeflerini ve çıkarlarını tanımlayarak, savaşa giden süreçte bu devletlerin diplomatik krizleri kendi çıkarlarına göre 
yönlendirdiklerini belgeler ile kanıtlamayı ve Versailles antlaşmasının savaş suçu maddesinin haksızlığını anlatmayı hedeflemiştir.20 Montgelas 1928’de ise British Foreign Policy under Sir Edward Grey(Edward Grey’in Yönetiminde İngiliz Dış Politikası) başlıklı kitabını yayınlamıştır. 

Bu kitapta ise o dönemde yayınlanan eski İngiliz Dışişleri Bakanının hatıratını eleştirerek, İngiliz dış politikasının Almanya’yı savaşa nasıl zorla itelediğini analiz etmektedir.21 

Revizyonist ve anti revizyonist görüşlerin taraf olma özellikleri nedeniyle öne sürdükleri görüşlerin objektif yapısı sorgulanır ve sınırlı olması nedeniyle savaşın ertesindeki erken dönemde hem savaşın nedenleri ve hem de savaşın yapılışı konusunda ortaya çıkan çalışmalar sınırlı kalmıştır. Diğer taraftan savaşın ardından açıklanmaya başlayan diplomatik belgeler ve hatıratlar özellikle tarihçiler için önemli bir çalışma alanı yaratmıştır. Büyük çoğunluğu ilk el olan işlenecek kaynağın bu derece bol olduğu bir ortamda daha revizyonist ve anti revizyonist polemiğinin darlığını aşabilecek çalışmaların ortaya çıkması doğal bir sonuç olacaktı. Bu çerçevede savaşın nedenleri ve savaş suçu sorgulamasına yeni katkılar okyanusun diğer tarafından geldi. Bunlardan en çok ses getiren iki tanesi 1926 yılında Harry Elmer Barnes tarafından kaleme alınan The Genesis of the World War (Dünya Savaşının Başlangıcı) ve 1929 yılında Sidney Bradshaw Fay’in The Origins of the World War (Dünya Savaşının Kökenleri) adlı eserleriydi. 

Barnes’ın The Genesis of the World War isimli kitabı gerek amaç olarak ve gerek de yöntem olarak, Avrupa’da devam eden cepheleşmeden farklı bir kimlik taşımasına karşılık ulaştığı sonuçlar ile Almanya’nın tezlerine oldukça uygun düştüğünden dolayı eleştirilere de hedef olmuştu. Diğer taraftan önsözünden bu durumun farkında ve beklentisinde olduğunu belirtmekte olan Barnes, ortaya çıkmış olan materyaller ışığında yapılacak analizlerin Versailles antlaşmasının savaşın suçunu acımasızca tek tarafa yıkışının haksızlığını vurgulamaktaydı.22 Diğer taraftan kitabın alt başlığı olan “savaş suçuna giriş” ibaresi, kitabın amacını belirtmekteydi. Bir tarihçi olarak Barnes eserini savaşa karşı olan nefretini göstermek için kaleme almıştı ve bu çerçevede dünyanın yaşamış olduğu bu felaketin Versailles antlaşmasının getirdiği oldubitti çerçevesinde unutulmasını istememekteydi. Bu çerçevede savaşa giden süreci doğru analiz edebilirse, bu sürecin içinde olan her tarafın ders alacağı umudunu taşımaktaydı.23 

Kitabın özellikle ilk kısmını oluşturan savaşın nedenlerinin değerlendirilmesi çerçevesinde Barnes, yalnızca diplomatik süreçleri değil, aynı zamanda psikolojik, sosyolojik ve ekonomik nedenleri de inceleyerek analizlerine farklı boyutlar getirmiştir. Kitap bütün iyi niyetine karşılık sert dili, duygusal 
sayılabilecek analizler taşıyan içeriği ve nihayetinde savaş suçunu Antant devletleri üzerine yoğunlaştırması nedeniyle tepki almıştır. Barnes’ın daha 
önceden bahsedilen Max von Montgelas’ın Edward Grey’in dış politikasını eleştirdiği British Foreign Policy under Sir Edward Grey adlı kitabının 
ABD basımını düzenleyerek, kitabın yazarı gibi kendisinin de Grey’i ve İngiliz dış politikasını eleştirdiği bir giriş yazısı yazması da ilginçtir. 

Barnes’ın akademik ortamdan dostu olan Fay 1929 yılında yazdığı The Origins of the World War adlı eseri ile dostunun kitabından daha büyük bir etki yaratmayı başarmıştır. Fay’ın iki ciltlik eserinin önsözünde kendisini savaş suçunu Almanya’ya yükleyen güruhun daima dışında görmekle beraber, amacının herhangi bir devleti ya da kişiyi aklamak değil, objektif bir tarihçi olarak gerçekleri sorgulamak olduğunu vurgulamaktadır.24 Fay kitabının ilk kısmında çalışmasının kaynakları üzerinde değerlendirme yaptıktan sonra, savaşın kökenleri ve nedenleri üzerinde değerlendirmeler yapar. Burada kurduğu tez savaşın Avrupa’nın 19. Yüzyıldaki siyasal sisteminin ve bu yapı içinde oluşan diplomatik değerlerin savaşa giden sürece neden oluşturduğu üzerinedir. Bu çerçevede Fay, 1870’den sonra 

Bismarck’ın düzenlemeleri ile Avrupa’da hâkim olan gizli diplomasi sisteminin geçirdiği dönüşümlerin savaşı hazırlayışını kalan bölümlerde ayrıntısıyla 
incelemektedir. Fay’in savaşın kökenlerini ve nedenlerini Avrupa siyasal sistemi içinden sorgulaması oldukça önemli ve yenilikçi bir yaklaşım olmuştur. Fay’in açtığı yeni alan İkinci Dünya Savaşı’nın ertesine kadar ABD ve İngiliz akademik camiası için önemli bir bakış açısı oluşturacaktır ve Birinci Dünya Savaşı ile ilgili çalışmaları revizyonist- anti revizyonist polemiğinin darlığından önemli ölçüde kurtaracaktır.25 

Fay’in yöntemini takip eden en önemli isim Bernadotte Everly Schmitt’tir. Belge ve arşiv çalışmaları üzerinde uzmanlaşan Scmitt, 1930’da yayımladığı The Coming of the War1914 (Savaşın Gelişi 1914) adlı çalışmasında Fay’in sistem analizini temel almış, fakat savaşın başlangıç sürecini Avusturya-Macaristan ve Sırbistan arasında 1908 sonrasında gelişen gerginlik üzerinden incelemiştir. İki ciltlik eserinin savaşın başlangıcı ile ilgili sorumluluğa yaptığı vurgu, Avusturya-Macaristan ve Almanya’nın oluşturduğu merkez bloğun politikalarının savaşı getirdiği yönündedir.26 1934’te yayımladığı Triple Alliance and Triple Entente (Üçlü İttifak ve Üçlü Antant) başlıklı diğer çalışmasında ise bu sefer Avrupa siyasal sistemini savaştan önce krize sürükleyen ittifaklar ve koalisyonlar sistemini analiz etmiştir. Önceki çalışmasının ilk bölümünün daha genişletilmiş hali olarak da görülebilecek bu çalışma Avrupa sisteminin savaşa temel oluşturan bloklaşmasını analiz etmektedir.27 Schmitt’in 1937’de The Annexation of Bosnia,1908-1909(Bosna’nın İlhakı 1908-1909) başlıklı çalışması ise 1908 Bosna Krizi ile ilgili yayımlanmış en önemli eserlerden biri olarak 
göze çarpar.28 

1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşının 1945’te sona ermesinin ardından büyük bir yenilgi ve yıkıma uğrayan Almanya için savaşın en acı sonuçlarından 
bir tanesi de 1920’den 1930’ların ortalarına kadar akademik alanda vermiş olduğu Birinci Dünya Savaşı’nın suçluluğundan kurtulma mücadelesini 
kaybetmeseydi. Savaşın sona ermesinin ardından mevcut olan uluslararası ortamda İkinci Dünya Savaşı ile ilgili bütün suçlardan Almanya’da iktidarda olan Nazilerin sorumlu olduğunun kabulü, Nüremberg davaları ile bu durumun resmileştirilmesi ve nihayetinde soykırım ve diğer bütün savaş suçlarının yalnızca Nazilere değil, onlara destek veren Alman ulusuna da yüklenmiş olması Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nın suçlarını savunma iddialarının sessizleşmesine neden oldu. Diğer taraftan İkinci Dünya Savaşı sürecinde İtalya’da yayınlanan Luigi Albertini’nin The Origins of the War of 1914(1914’teki Savaşın Kökenleri) başlıklı üç ciltlik eseri Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren yayınlanmış en kapsamlı çalışma olarak değer kazanmaktaydı. İngilizceye 1953 ile 1957 yılları arasında çevrilerek yayınlanan, üç bin sayfayı aşan, bu masif eser, savaşın ardından çıkan aşağı yukarı bütün belgelerin gözden geçirilmesi ve o dönemde hala yaşayan pek çok önemli karakter ile yapılan mülakatları içermekteydi. Albertini 1890’ların başından incelemeye başladığı Avrupa politik yapısı içinde Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın riskli politikalarının savaşa giden süreci yönlendirdiği sonucuna ulaşmaktaydı. 

Bundan öte Albertini Almanya’nın harekât planı olan Schliefen Planı’nın esneklik tanımayan yapısının da savaşın başlangıcına etkisini vurgulamaktaydı.29 
Albertini’nin etkisi Nazilerden dolayı Almanlara karşı hala hoşnutsuz olan Anglo Saksonlar için Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı’nı eşleştirebilecek 
bir tarih bütünü yaratılması için bir fırsat yaratmaktaydı. Bu çerçevede İngiliz tarihçi Alan John Percivale Taylor 1954’te kaleme aldığı The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918 (Avrupa’da Üstünlük Mücadelesi1848-1918) adlı tarih incelemesi ile İkinci Dünya Savaşı ertesinde yeni bir tarih ekolü yaratmayı başardı. Taylor bu eserinde Avrupa diplomasisinin geçirdiği evreleri değerlendirerek, Almanya’nın gücünün yükselişini ve uluslararası sistem içinde kendine pozisyon arayışını işlemekteydi. Ona göre Almanya uluslararası sistemdeki yerine sığamadığı her seferde sorun yaratmaktaydı. Bu sorun da Avrupa sisteminin üzerine kurulmuş olduğu güç dengesini bozmakta ve genelde büyük savaşlara dönüşmekteydi.30 Taylor’un eseri o kadar etkili olmuştur ki, halen Anglo Sakson tarih ekolünün 19. Yüzyıl tarih yaklaşımının hâkim görüşü bu eserin tespitleri üzerinde şekillenmektedir.31 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Tarihçilerin Savaşı Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 1


Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine BÖLÜM 1



Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine Uluslararası Literatürün Haklılık Mücadelesi 
*Burak Samih Gülboy 
*Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi. 


Burak Samih Gülboy 
Tarihçilerin Savaşı: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, Nedenleri ve Başlangıcı Üzerine Uluslararası Literatürün Haklılık Mücadelesi 
Burak Samih Gülboy 

Özet 

Savaş kavramını önceki yüzyılların ezberinden çıkartarak, başka boyutlara taşımış olan Birinci Dünya Savaşı hem uluslararası ilişkiler anlamında kendinden 
önceki medeniyetin üretmiş olduğu değer yapısının tamamını imha ederken, hem de 20. Yüzyılın küresel sistem yapısını hazırlamıştır. 
Bu durumda doğal olarak savaşın öncesi ve sonrası sosyal bilimler için önemli bir inceleme alanı olarak ortaya çıkmıştır. Fakat sosyal bilimlerin laboratuvarı 
olarak kabul edilen tarih bu inceleme alanından masum çıkabilmiş midir? Savaş sonrasından günümüze bir çizgi çektiğimizde özellikle siyasi tarih 
alanında savaşın kökenleri, nedenleri ve başlangıcı konusunda hala tartışmanın bütün şiddeti ile devam etmekte olduğu gözükmektedir. 

Mevcut tartışmayı ilginç kılan ise savaşın ertesinden başlayarak günümüze kadar devam eden akademik üretim ortamının adeta savaşın kendisi 
kadar şiddetli bir çatışama içinde olmasıdır. 

Bu makalenin amacı, 1919 sonrasından başlayarak uluslararası literatürün savaşın kökenleri, nedenleri ve başlangıcı üzerinde yürüttüğü itham ve 
sorumluluk mücadelesini, ayrı bir deyişle Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında halen devam etmekte olan tarihçilerin savaşını incelemektir. 

1916 yılının Ağustos ayından itibaren Mareşal Paul von Hindenburg ile birlikte Alman Genelkurmay Başkanlığını yürüten General Eric Ludendorff 
1920’lerde yayınladığı hatıralarında Birinci Dünya Savaşını bir top-yekün savaş olarak nitelendirmiştir. Ona göre, ilk izlerinin Napolyon 
Savaşlarında görülebileceği ve 1871’deki Fransız-Alman Savaşında ise ilk tecrübelerinin yaşandığı ama gerçek anlamda ilk defa 1914-1918 arasında 
hayata geçmiş olan, topyekûn savaş hem fizikî olarak ve hem de fikirsel olarak savaşın askerî niteliğini aşarak sivil alanları da kapsadığı ve savaşan 
tarafların sahip oldukları bütün enerjiyi ve ellerindeki maddî ve manevî bütün kaynakları savaş için seferber ettikleri bir mücadeleydi. Versailles 
Antlaşmasının 231. Maddesinin içeriğince savaşın başlangıcının sorumlu-luğunun Almanya’ya yüklenmiş olmasına karşı bir savunma üretme çabası 
içinde olan Ludendorff, 1914’ten 1918’e değin Almanya’nın bir savunma savaşı vererek kendi varlığını korumayı amaçladığını ve bu yönde ülkenin 
bütün enerjisini bu savaşa yönlendirdiğini vurgulamıştır. Ona göre topyekûn savaş bir ulusun varlığı tehdit altına girdiğinde ve söz konusu 
ulusun bu tehdidi yok etme iradesinde kararlı olduğu durumlarda ortaya çıkar. Böylesine bir tehlikenin söz konusu olmadığı diğer savaşlar ise sınırlı 
savaşlardır. Bu tip savaşlar savaş tanımına sığmayacak kadar alçak ve ahlâksız aktivitelerdir ve açgözlülüğün ürünüdürler. 1 

Ludendorf’un idealize etmeye ve milliyetçi literatür ile süslemeye çalıştığı topyekûn savaşı tanımlama girişimi, doğal olarak totaliter bir söylemin 
temelini hazırlamaktadır. Topyekûn savaş ulus denilen topluluğun bekâsının devamlılığı için girişilen bir mücadele olduğunda, topluluğu 
oluşturan bireyler maddî ve manevî bütün varlıklarını bu mücadele için harcamak zorunda olacaklardır. Asker-sivil ayrımı savaşçı başlığı içinde 
erirken, sivil yönetici seçkinin yerini bu savaşçı topluluğunu yönetecek olan savaşçı asker seçkin alacaktır. Kaynaklar mücadele için seferber edileceğinden, 
mücadele için gerekli olan malzemenin üretimi öncelikli olacaktır. 

Bu mücadele yalnızca tehdidin asıl kaynağı olan düşmana karşı yürütülmeyecek, ulusu için gerekli katkıyı üretmemiş olan iç düşmanları da içerecektir.2 

Ludendorff’u uçlara götürmeyi bir kenara bırakmanın gerekli olduğu bu noktada, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili literatürün bu savaş için Birinci 
Dünya Savaşından önce hâkim olan ve “siyasetin başka araçlarla devamı” mantığını içeren Clausewitz’in klasik savaş tanımı3 yerine, Ludendorff’un 
topyekûn savaşı ile anlamlandırıldığına dikkat çekmek doğru olacaktır. Bunun altta yatan nedenlerinden birinin kuşkusuz ki bu gün hâlâ çok 
canlı olan Almanya’nın savaşın başlangıcı ile ilgili olarak suçlu görülmesidir. Suçlu görülen yalnızca Almanya değil, aynı zamanda, Alman felsefesinin 
ürettiği uç milliyetçi yaklaşımların tarihsel ve edimsel yorumlarıdır. Ludendorff’un topyekûn savaş tanımı da bir anlamda Birinci Dünya 
Savaşının galipleri için kötülüğe karşı yapılmış bir mücadelenin tanımı için bir karşıtlık hazırlar. 

H. G. Wells’in daha savaşın ilk yıllarında Londra gazetelerinde yayınladığı makaleleri topladığı kitabının başlığı olan ve dünya barışının sağlanması 
için Alman militarizminin yenilgiye uğratılmasını ana temasını içeren “savaşa son verecek savaş” başlığı daha sonradan İngiliz Başbakanı David 
Lloyd George’un sıkça kullandığı bir terim haline geldi. Fakat bu terim ile özdeşleşen asıl isim ABD Başkanı Woodrow Wilson oldu. Wilson Birinci 
Dünya Savaşını dünyayı demokrasi için daha güvenli hale getirmek üzere tiranlıklarla yapılan bir mücadele olarak görmekteydi ve bu mücadele 
kazanıldığında demokrasinin hâkim olacağı bir dünyanın sorunları savaşla değil, oluşturulacak olan demokratik kurumların sağlayacağı diyalog 
yöntemleri ile çözülecekti. İyinin hâkim olabilmesi için kötülüğün şiddetin kullanımı ile yenilmesi gerekmekteydi ve bu anlamda verilen savaş en 
önemli savaştı. Hristiyanlık felsefesinin önemli kurucularından olan Aziz Augustine’e kadar geri götürülebilecek olan haklı savaş tanımı, böylece 
topyekûn savaşın karşısına ayrı bir kutup olarak yerini almaktaydı. 1919’da toplanan Paris Kongresi’nin barış yapma sürecini yalnızca galiplerin 
bakış açıları üzerinden yürüttüğünden ve sürecin sonundaki anlaşmalar göz önüne alındığında galiplerin de aralarında bir fikir birliğine 
varamamış olmalarından, kongrenin barış inşasından çok, kendinden önceki medeniyetin birikimini acımasızca yok eden dört yıllık savaşın suçlusunu 
tespit etmek üzerinde çalıştığı iddia edilebilir. Bunun en net göstergesi Versailles Antlaşmasının “savaş suçu maddesi” olarak adlandırılan 

231. Maddesinin varlığıydı.4 Böylece Versailles Antlaşması ve onun 231. Maddesi ile “savaşlara son verecek olan savaş” kazanılmış oluyor, suçlunun 
tespiti ile de galiplerin doğruluğu tespit ediliyordu. Bu maddenin içeriğinde diğer yenik devletler de anıldığından ve onlarla yapılan anlaşmalara da 
bu madde eklendiğinden, savaşın suçu aslında yalnızca Almanya’ya değil, bütün yeniklere yüklenmekteydi. Buna karşılık maddenin içeriğinde isim 
olarak yalnızca Almanya zikredildiğinden uluslararası ortamda savaşın asıl ve tek sorumlusu Almanya olarak belirginleşmişti. Bu durumda galiplerin 
savaşa katmış oldukları “iyinin kötülük ile mücadelesi” yorumu düşünüldüğünde, Almanya kötülük yaftasını boynunda taşımak durumu ile karşı 
karşıya gelmekteydi. 

Gerçekte “savaşı başlatmak” suçu Versailles Antlaşmasının 231. Maddesinde belgelenmiş olsa dahi, bu durum bir tespit olmaktan çok bir 
sonuçtu. Savaşı başlatmak, neredeyse savaşın başlamasından daha önce Avrupalı devletlerin kendilerinden uzak tutmak istedikleri bir sorumluluktu 
ve 1914’ün sonbaharında Avrupa’da çatışmalar yoğunlaşırken taraflar da başlayan savaş içindeki konumlarının masumiyetini kanıtlamak için 
hazırlanmaktaydılar. Bu hazırlıklar tarafların uluslararası ortama kendi masumiyetlerini kanıtlayabileceklerini düşündükleri en basit propaganda 
yöntemi olan diplomatik belgelerin açıklanması yönünde şekillendi. Daha orduların cephelere henüz yürümekte olduğu savaşın ilk haftası içinde 
Almanya, savaşın başlangıcından Rusya’yı sorumlu tutan bir yapıda şekillendirilmiş diplomatik belgelerin yer aldığı Beyaz Kitap’ı basıma sürdü. 
Almanya’nın “masumluğu” üzerine şekillendirilmiş olan bu belgeler bütünü daha sonradan önemli eleştiriler ile karşılaşacak olsa da, en azından basımının 
ardından, savaşın diğer taraflarının da benzer anlamda ama değişik renklerle temsil olunan kitaplar basmalarını tetikledi. Böylece İngiltere’nin 
Mavi Kitap’ı, Rusya’nın Turuncu Kitap’ı, Avusturya-Macaristan’ın Kırmızı Kitap’ı, Fransa’nın Sarı Kitap’ı, Belçika’nın Gri Kitap’ı, Sırbistan’ın Mavi 
Kitap’ı ve İtalya’nın Yeşil Kitap’ı başlamış olan masumiyet kanıtlama yarışında adeta bir renk yelpazesi içinde yerlerini aldılar.5 1917’deki devrimin 
ardından iktidarı ele geçiren Bolşevikler de Çarlık rejiminin gizli diplomatik belgelerini açıkladılar. 

Annica Mombauer savaşan tarafların söz konusu renkli kitapları yayınlama endişelerinin yalnızca savaş konusundaki haklılıklarını göstermekle 
ilgili olmadığını, bunun yanında kendilerine ortadaki soruna tarafsız yaklaştıkları havası kattığını ve dahası egemenlikleri altındaki kendi insanların 
savaş eforunu arttırabilmek için onları haklı bir savaşın yapıldığına motive etme amacı da taşıdığını belirtmektedir.6 Diğer taraftan söz konusu 
renkli kitaplar, onları düzenleyen tarafın göstermek istediği sonuca göre düzenlenmiş olduğundan ve çoğu zaman kilit noktaları atladıklarından 
ciddi eksiklikler içermekteydiler. Renkli kitaplar olarak anılan bu belge bütünlerine karşılık savaşın nedenlerini sorgulayan pek çok yayın da basılmışsa 
da bunlar savaşın devam ettiği süreçten çok savaş sonrasında daha fazla ilgi toplamışlardır. Bunlar arasında şüphesiz ki en farklı analizi ortaya 
atan Vlademir İlyich Lenin’in 1916’da yayımlanan Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm adlı eseridir. Lenin’in analizleri, Dünya Savaşının 
emperyalist bir paylaşım savaşı olduğu iddiasını ortaya atmaktaydı. Bu çerçevede organize olmuş büyük sermayelerin yönlendirdiği devletler hem 
kapitalist sistemdeki paylarını arttırmak için kapitalist sisteme eklenememiş alanlar için mücadeleye girişmişlerdi. Savaşın nedeni ise kapitalizmin 
en üst seviyesi olan emperyalizmin büyük sermayeler arasında yaratmış olduğu Pazar ve hammadde yarışının getirmiş olduğu doğal sonuçtu.7 
Lenin’in tezlerini üzerine kurmuş olduğu Marksist analiz yöntemi savaşın ardından Sovyetler Birliği dışında pek etkili olmayacaksa da, İkinci Dünya 
Savaşı’nın ertesinde yeniden önem kazanacaktır. 

Diplomatik belgelerin açıklanması ile haklılık arama süreci savaşın sona ermesinin ardından da devam etmiştir. 231. Maddenin ithamını 
dayatılmış olarak görerek, kabul etmek istemeyen Weimar Cumhuriyeti, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurduğu bir Savaş Suçu Bölümü dâhilinde 
Versailles Antlaşmasının içeriğindeki haksız olarak görülen ithamları boşa çıkartma yönünde çalışmalar yaptırmıştır. Bu çerçevede ortaya çıkartılan 
diplomatik belgelerden oluşan çalışmalar 1922 ile 1927 yılları arasında kırk cildi bulan bir hacimde basılarak kamuoyuna sunulmuştur. Bu belgelerden 
çıkan sonuca göre Birinci Dünya Savaşı’nı başlamasından tek bir devletin sorumlu tutulması haksızlıktır ve böyle bir şey söz konusu olacaksa da bu 
devlet kesinlikle Almanya değildir. Almanya, Sırbistan’ın ve Rusya’nın sorumsuzlukları nedeniyle bir savaş durumunda kalan Avusturya-Macaristan 
ile olan ittifak antlaşmasını onurlandırmaktan başka bir şey yapmadığı gibi savaşı lokalize etmek için elinden geleni de yapmıştır. Rusya’nın Sırbistan 
ile Avusturya-Macaristan arasındaki bir soruna taraf olma sorumsuzluğu, Fransa’nın Almanya’ya karşı tavrı ve İngiltere’nin tarafsızlığını bozması 
gibi nedenler sıralandığında savaşın suçunun Almanya’ya yüklenmesi haksızlık olarak görülmektedir.8 Almanya’nın belgelerle desteklenen bu iddialarına 
karşılık, kendilerinin de bir şeyleri gizledikleri kaygısının oluşmaması için galip devletler de diplomatik belgelerini açıklama sürecine giriştiler. 
Bu çerçevede 1926 ile 1938 yıllarında İngiltere on bir cilt, Avusturya sekiz cilt ve Fransa da buna yakın tutan bir hacimde belgeyi basıma sürdü. 
Bunlara ek olarak 1917’den sonra devrimden kaçmış olan Rus bürokratları dahi ellerindeki diplomatik belgeleri ve yazışmaları yayınladılar.9 

Versailles Antlaşmasının imzalanması ve 231. Maddenin varlığı ile Birinci Dünya Savaşı’nın hesaplaşmasının tamamlandığı ve Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunun tamamlanması için çalışmaların hızlandığı yeni barış ortamında, savaşın tarihi ile ilgili basılan kitaplar genel olarak savaşta yer almış olan aşağı yukarı her kademedeki politikacı, bürokrat ve askerin anılarından ve belgelerinden oluşan geniş bir hatırat bütününden oluşmuşlardır. Bu çerçevede galip ülkelerdeki yazarlar genelde kendi tecrübelerini paylaşırken, ait bulundukları ülkenin savaştaki haklılığı üzerinde şüphe duymadıkları bir yaklaşım benimsemişlerdir. Bu durum özellikle üst düzey politikacı, bürokrat ve askerlerin hatıratlarında net olarak gözükür. Örneğin İngiltere’yi savaşa sokan Savaş Kabinesi’nin en önemli üyeleri olan Başbakan Herbert Asquith, Dış İşleri Bakanı Sir Edward Grey, 
Donanma Bakanı Winston Churchill ve Maliye Bakanı David Lloyd George 1920’li yıllarda yayınladıkları hatıratlarda savaşa giden süreci anlamlandırırken, 
kendi anlatımları doğrultusunda savaşın suçunu Almanya’nın yayılmacı ihtiraslarının Avrupa’daki güç dengesi üzerinde yaratmış olduğu 
baskıya bağlarlar. İngiltere ise 1905’ten 1914’e değin geçen süreçte dengeyi yeniden kurabilmek için Almanya’nın karşısına dikilen bir barış koruyucusu 
olarak simgeleştirilir. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

14 Aralık 2016 Çarşamba

2014; Yeni Bir Dünya Düzeni’nin Başlangıcı


2014; Yeni Bir Dünya Düzeni’nin Başlangıcı




Yazar: Sait Yılmaz

Bundan tam 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kısa süre kala dünyada artık kalıcı barışın geldiğine, uluslararası sorunların büyük güçler arasında uluslararası hukuk yolu ile çözüleceğine dair yaygın bir kanaat vardı. 1914 yılına girerken ABD ve Avrupa’daki entelektüel kesim bu umutlarla birbirlerine kartpostal gönderiyorlardı. Ancak, Haziran 1914’de bir Sırp teröristin suikastı ile tetiklenen yeni kitlesel katliam türüne “Dünya Savaşı” adı verildi. Bugün 2014’ün başındayız ve büyük güçler arasında büyük bir savaş gene imkânsız görünüyor. Savaşların değişmez aktörlerinden Rusya, artık büyük bir güç değil, Avrupa’nın askeri gücü gittikçe konumuna göre daha da yetersiz hale geliyor. Savaş alanları olan Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ise yerel savaşlarla meşgul iken, büyük savaş nerede saklı? Eğer birbirine rakip iki büyük güç arasında hızla artan bir rekabet varsa savaş kaçınılmaz hale geliyor. Bu rekabet küresel olarak tarihte 15 defa yaşanmış ve 11’i büyük bir savaşla bitmiştir[1]

   ABD ve Çin arasında, kaynak paylaşımında yaşanmakta olan sıfır toplamlı rekabet ve güvensizlik, başka ülkeleri de içine çekecek bir girdaba dönüşme ve büyük bir savaş potansiyeline sahiptir. Güney Çin Denizi’ndeki sorunlar nedeni çeşitli ülkelerin gemileri ile şimdilik köşe kapmaca oynarken, Doğu Çin Denizi’nde Çin’in tek taraflı olarak ilan ettiği hava sahası kontrol bölgesi her an bir Japon gemisinin batırılması ya da uçağının düşürülmesi ile sonuçlanabilir. 1914 yılında büyük güçler savaşa girerken aslında hiçbiri bunu istememiş ama mecbur kalmıştı. Geldiğimiz aşama, Soğuk Savaş Sonrası denilen dönemin sonudur, uluslararası ilişkiler grameri yeniden yazılmakta, yeni paradigmaya girilmektedir. 2014 ile birlikte, bu makalede ele alacağımız gibi, yeni bir dünya düzeni başlıyor ve buna uygun stratejiler geliştiriliyor.

2013; Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Sonu

Sovyetler Birliği’nin 25 Aralık 1991’de çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona erişi, uluslararası sistemde bazı hızlı değişimleri birlikte getirdi. 1991 yılı aynı zamanda: Japon mucizesinin sona erişini; Çin’in hızla büyüyen, ihracata dayalı bir ekonomi ile Japonya’nın yerini almaya başlamasını; Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Anlaşması’nın formüle edilmesini ve ABD liderliğindeki koalisyon gücünün Kuveyt’i Irak’tan kurtarmak için savaşa gidişini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’ın bitişi uluslararası sistemde 500 yıldır devam eden Avrupa çağını bitirdi. Artık hiçbir Avrupa ülkesi ekonomik, askeri ya da siyasi olarak küresel ölçekte değildi. Soğuk Savaş sonrası dönemin üç belirgin özelliği; ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi (tek kutupluluk), düşük işçi ücretine dayalı küresel sanayi gelişiminin merkezi olarak Çin’inyükselişi ve entegre ekonomik güç olarak yeni bir Avrupa’nın yeniden doğuşu oldu. Soğuk Savaş sonrası dönem; 11 Eylül öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır. Birinci dönemde ABD tartışmasız siyasi ve askeri hâkim güç iken daha çok ekonomiye odaklanmıştı. Amerikan kurumları içeride dönüşüm savaşında idi ve uzun süren barışın onlara göre olmadığı ortaya çıktı.11 Eylül 2001 ile birlikte Amerikan stratejik kültürü değişti çünkü düşman hem anavatanı hedef almış hem de konvansiyonel olmayan nitelikte idi. Böylece Soğuk Savaş’ın kurumları tekrar etkin hale gelmeye başladı. ABD, İslam dünyasını sivil ve askeri yöntemlerle dönüştürme işine girişti. Bu dönemde Avrupa, ekonomik olarak tökezledi ve siyasi olarak bölündü. Maastricht’te Avrupa Birliği’ne temel teşkil eden varsayımlar bugün geçerli değildir.
Soğuk Savaş, Amerika’nın dünya liderliğine meşruiyet sağlamış ve Özgür Dünya adı altında kendine uygun rejimleri kurmasına imkân vermiştir. Soğuk Savaş’ın bitişi ile baba Bush tarafından açıklanan Yeni Dünya Düzeni konsepti aslında 1930’ların Hitler’inden alıntı idi[2]. O dönemde başkan Roosevelt, bu konsepti ne yeni bir şey olduğu ne de bir düzen getirdiği sözleri ile eleştirmişti. 1990’larda ABD’ye doğrudan yönelik ne bir tehdit ne de bu tehdide yönelik bir strateji vardı. 11 Eylül 2001 sonrasında ise Irak ve Afganistan savaşlarına yaklaşık 2 trilyon dolar harcayan ABD, bu savaşlarda 6.000 kişi kaybetti. Soğuk Savaş Sonrası dönem biterken yeni düzenin ilk önemli özelliği ABD’nin stratejik ekseninin Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e kaymasıdır. Uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme, yeni bir dünya düzenine giriyoruz. ABD, gücün bütün boyutlarında (siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri) hala dünyanın hâkim gücü ancak gücünü dikkatli kullanmak zorundadır. Pek çok Amerikalı için Obama dönemi, Amerika’nın gücünün azaldığının belirgin hale geldiği bir safhadır. 17 trilyon dolar milli borcu olan, 363 milyonluk ABD’de halen yaklaşık 50 milyon kişi yiyecek kuponları ile yaşamaktadır. Wilsoncu idealizm ile ihtiyatlı realizm arasında gidip-gelen Obama doktrini, stratejik uyum, vizyon ve süreklilik bakımından zayıf kaldı. Afganistan’dan yakasını kurtarmaya çalışan ABD, küresel üstünlük ile küresel tek lider olma arasında nasıl bir konum edinebileceğini hesaplamaya çalışıyor.

Yüzyıllardır Avrupa’daki büyük güçler arasındaki göreceli güç eşitliği “güç dengesi” diye adlandırılan bir sistem ile anıldı. Kıtada çıkan savaşlar bu denge çekişmelerinin sonucu oldu. Kısaca, jeopolitik eşitlik Avrupa’da pek işe yaramadı. Hâlbuki 14 ile 19. yüzyıl arasında Doğu Asya’da tek hâkim gücün Çin olması, bu coğrafyaya uzun süreli bir istikrar getirdi. Uluslararası ilişkiler jargonunda tarihsel olarak Avrupa’daki güvenlik ortamı “anarşi”, diğeri ise “hiyerarşi” olarak adlandırıldı[3]. Tabii ki hiyerarşide eşitlik yoktur, birileri daha eşittir. Hayatımız boyunca insanların ve ülkelerin eşit olmasını savunurken, uluslararası ortamda eşitlik kaos getirmekte, zorbanın hakim olduğu hiyerarşide ise zorunlu bir barış yaşanmaktadır. Obama’nın seçimler esnasında kullandığı ana slogan “İleri” idi. Aslında “ilericilik”, 200 yıldan fazla bir süredir Sol düşüncenin “eşitlik” kavramından sonra en çok tercih ettiği olgudur. Nitekim ekonomik eşitlik pek çok kitleyi yanına çeken bir ideal olagelmiştir. Eşit paylaşım, Sosyalizmin temel argümanıdır. Eşitsizliğin aşırısı bugün ABD tarafından temsil edilen hegemonya demektir. Hegemonya, kendi barışına yani eşitsizliği sömürmeye meşruiyet ve rıza ister. İnsanlık tarihinde göreceli barış ve huzurun olduğu dönemler hep bir hegemon gücün ürünü olmuştur. Roma, İngiltere, Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğu, işgal ettikleri ya da hâkim oldukları yerleri sömürürken istikrar ve huzur da getirmişler, bunu istemişlerdir. Ancak hegemonya uygulaması 21. yüzyıla gelene kadar çok değişti. İşin içine yumuşak güç ve akıllı güç girdi. Özel askeri şirketler, askerlerin çoğu işini üstlendi. Gelişen teknoloji ve kitlesel medya, uluslararası kamuoyu desteği ve meşruiyet olgusunu öne çıkardı. Soğuk Savaş döneminde, bu meşruiyeti sağlamak için kurgulanan BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar artık eskisi gibi işe yaramaz olmaya başladı. Örneğin, Çin, Doğu Çin Denizi’nde oldu-bittiler peşinde iken ne BM ne de NATO’nun esamesi okunmamaktadır.

ABD’nin Değişen Stratejisi

Obama iktidara gelirken Amerika’nın Avrupa ve İslam Dünyası ile ilişkilerini yeniden düzenleme sözü vermişti. Ama ikisini de yapamadı hatta Bush’un politikalarından çok az sapma gösterdi. Bunun nedeni, Obama’nın fikrini değiştirmesi değil, birçok şeyin gerçekte ABD başkanının elinde olmamasıdır. Başkana verilmiş gibi gözüken yetkiler abartılmıştır ve herkes onun her şeyi kontrol altında tuttuğunu, hatta dünyayı yönettiğini sanır. Amerikan başkanının dış politikayı dönüştürme gücü yoktur. Dış politikayı, zengin bir kesim tarafından yönetilen derin devletin belirlediği Amerikan çıkarları, dünyanın yapısı ve Amerikan gücünün sınırları belirler. Geriye başkan için bu çıkarları sağlayacak güvenlik politikaları ve stratejileri kalır. Ama ABD güvenlik politikası da yaklaşık yüzyıldır değişmemiştir. ABD güvenlik politikası, Realist bir anlayışla Doğu yarımküreden gelecek tehditlere karşı uluslararası sistemde gerekli güç dengesini sağlamaktan ibarettir. Başkanın stratejisi ise çatışmaları Batı yarımküreden ve özellikle Kuzey Amerika’dan uzak tutmaktan ibarettir. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na kadar yalnızcılık politikası gereği müdahalelerden uzak duran ABD, Soğuk Savaş ile birlikte aktif olarak sisteme katılınca, güç dengesini korumak için stratejiyi tersine çevirdi ve müdahaleler (aktif dengeleme) sürekli hale getirildi.

2008 yılında seçim kampanyası esnasında Obama, aktif dengelemeden vazgeçilerek güç dengesini sağlamanın bölgesel güçlere bırakılması yönünde ilk işaretleri verdi. Ancak, başta Afganistan olmak üzere ABD’nin devam eden askeri angajmanları nedeni ile bu stratejiye hemen geçilemedi. ABD’nin hegemonik gücünü kaybediyor olması anarşiyi de peşinden getirmektedir. ABD, son 20 yılda şunu öğrendi; askerler savaşları kazanmak için gerekli ama nihai sonucu almak için rıza edinmenin şartı olan olumlu Amerikan imajına katkıları olmamaktadır. Bu nedenle Obama,  yumuşak güç yanında “akıllı güce” geçti ve sert güç için bölgesel sorunlara minimum askeri müdahale anlamında “cerrahi vuruş (surgical strikes) doktrini”ni uygulamaya koydu. Arap hareketlerinin arkasında akıllı güç denendi. Askeri olarak Libya’da geriden idare eden ABD, Suriye’de yeni doktrin kapsamında hareket etti. Bu doktrin aynı zamanda Afrika’dan Moğolistan’a insansız hava araçları (drone) ve özel kuvvetler ile 10 yıldır “hedefli öldürme sistemi (targeted killing system)” adı altında yapılmakta olan terörle mücadelenin gerçekte ise rastgele insan avının da diğer bir uygulama alanı oldu. Şu anda CIA ve NSA tüm dünyada hedef arıyor, Amerikan özel kuvvetleri aramızda dolaşıyor, ABD özel askeri/istihbarat şirketleri müşterileri için komplolar hazırlıyor, Washington’daki Amerikan generalleri ise bulunan hedefleri sivil-asker-masum ayırt etmeksizin odalarındaki monitörden drone ile vurarak, ülkelerine hizmet etmenin gururunu yaşıyorlar. Şimdilerde ABD’nin elinde drone ve özel kuvvetlerden daha etkili ve ucuz başka bir oyuncak bulunmamaktadır.
Yeni ABD stratejisi, ekonomik nedenlerle olayları yönetmek yerine, kendi akışına bırakmayı ve sınırlı müdahaleyi öngörüyor. Strateji yönetmekten ziyade stabilize etmeyi hedefliyor. Bu gerçekte klasik anlamda olmasa da bir tür ‘yalnızcılık’ politikası olarak da görülebilir. Temel varsayım; dünyadaki gelişmeler kabul edilebilir olduğu sürece müsamaha etmek, ekonomiyi geliştirmeye bakmak. Rakipleri tarafından boyun eğme politikası izlemekle suçlanan Obama, orduyu küçültmekte, ekonomik yardımları sınırlamakta, sistemin kendi kendine dönmesine müsaade etmektedir[4]. Ruslar, bu stratejiyi çabuk fark ederek kendi çevrelerini dönüştürmeye başladılar. Ortadoğu’da Obama’nın İran’ın durdurma yerine dizginleme fikri de bu stratejinin ürünüdür. Suriye ise bölgesel güçlere dayanma stratejisinin en iyi örneği oldu. Esat’ın varlığı İran’ın bölgesel gücünün dengeleri bozmasına neden olan en önemli unsurdu. Obama’nın stratejisi muhalefete örtülü destek dışında müdahil olmamak ama problemin çözümünü taşeronlara bırakmaktı. Türkiye ve Suudi Arabistan, ABD’nin isteğini kendi ideolojik hevesleri ile birleştirerek Esat’ı devirme işini üzerlerine aldılar. Ancak, yeni strateji, gerektiğinde ABD müdahalesinin geç kalacağı ve bunun da çok pahalıya mal olabileceği eleştirisi aldı. Bu stratejinin hayata geçmesi için Obama, Pentagon ve ABD istihbaratı ile yeni kurguyu çalışmaktadır. Obama’nın stratejisi ne kadar devam edebilir, bilinmez. Biraz da yeni gelişmeler bunu belirleyecek. Jimmy Carter da başkan olduğunda dünya olaylarından uzak durmak niyetinde idi ama İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bunu engelledi.

 2014’de Büyük Güçler ve Beklenen Gelişmeler

Petrole dayalı Amerikan ekonomisi ya elindeki petrolü ya da onu dışarıdan satın alacak parayı bitirecektir. Ancak durumun bu kadar kötü olmadığını gösteren gelişmeler var. Öncelikle yatay petrol kuyusu açma ve yer tabakalarının arasına girilmesi teknolojisinin geliştirilmesi daha önce keşfedilmemiş yeni petrol rezervlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Amerika kendi keşfettiği bu teknoloji ile Suudi Arabistan, Venezüella ve Afrika’da yeni kaynaklar yaratma peşinde, bunun için de buraları karıştırma peşindedir. ABD’nin ikinci büyük güç çarpanı gene yeni geliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri olacaktır. Tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir[5]. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşeceklerdir. Bu sistemin gereği olarak da ulus-devlet anlayışı bitecek, artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenliğe düşkün milliyetçi ya da solcu liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır.

Avrupa, egemenliği büyük ölçüde üye devletlere bırakarak üstüne kurduğu ekonomik entegrasyona dayalı birlik anlayışında başarısız oldu ve çözülüyor. 2008’de ortaya çıkan ülkelerin borç ve bankacılık krizi, Avrupa Birliği’nde finansal ve ekonomik krize yol açtı. İşsizlik hala pek çok ülkede %10’un üzerinde ve ekonomi geriliyor. Bu dönemde, AB içinde, genel olarak kabul edilebilir ve uygulanabilir politika üretme sorunu ortaya çıktı. Fransa son derece vasıfsız François Hollande’i başkan seçti. İngiltere batıyor, İtalya’da günü TV komedyenleri kurtarıyor. Avrupa’nın gerçek lideri olan Almanya’nın Angela Merkel’i ise Avrupa Birliği’nin söküklerini dikmeye çalışıyor. Avrupa, birlik öncesi ulus-devletlerin çoklu rekabet dönemine geri dönüyor.Ülkeler kendi çıkarları peşinde sıfır toplamlı bir yarışa girdiler. Zayıf ülkelere yapılacak yardımın yükünün paylaşılması kadar, ülke içinde bu yükün nasıl paylaşılacağı da sorun oldu. Böylece kriz ülkelerin içinde sınıf çatışmasına da dönüştü[6]. Avrupa’nın büyük bölümü de zayıf ülkelerden oluşmaktadır ve ekonomik entegrasyon zayıf ülkelere göre değildir. Bugün bu ülkelerin elindeki tek güç AB’nin dayatmaları karşısında egemenliklerini savunmaktır. Nitekim Macaristan, AB yapısını umursamadan daha egemen ve otoriter bir siyasi sistem kurmaya başladı. Ticari çıkarları nedeni ile Avrupa’nın bölünmesini istemeyen Almanya, diğer ülkelerin sistemde kalabilmesi için bütçelerini ve ekonomi politikalarını kontrol altına alıyor. Güney Kıbrıs önce Alman mallarını almayı reddederek karşı koydu ama sonunda egemenliğini Almanya’ya teslim etti. Şimdilerde Güney Kıbrıs’ın başından beri AB’ye hiç alınmaması gerektiği daha yüksek sesle mırıldanılmaya başlandı[7].

Yeni uluslararası sistemde üç ana ekonomik motor bulunmaktadır; ABD, Avrupa ve Çin. Çin ve Avrupa’nın ABD’yi dengeleyememekteki en büyük hataları gücü sadece ekonomik olarak algılamaları, siyasi ve askeri boyutunu ihmal etmeleri oldu. ABD, Sovyetler Birliği ile güç dengesini kendi lehine değiştirerek çökertmişti. Avrupa ve Çin ise sadece ekonomiye odaklanarak kendi kendilerini çökertme yolundalar. Böylece yeni bir çağa giriyoruz. Çin, ihracatın ağır baskı altında olduğu ve sosyal istikrarın tehlikeye girdiği bir dönemdedir. Çin’in temel problemi 1 milyardan fazla kişinin günde 6 dolardan az kazanmasıdır. Bunların çoğu 3 doların da altındadır. Çin, iç kesimlerdeki hayat standartlarını değiştirmek zorunda aksi takdirde büyük iç karışıklıklara gebedir. Çin, askeri olarak deniz kuvvetleri bakımından hassastır ve en büyük korkusu Amerikan ablukasıdır.Çin’in Kasım 2013’de Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kontrol Bölgesi ilan etmesi üzerine; ABD bunu ilk protesto eden ülke oldu ve bölgeye iki B-52 bombardıman uçağı gönderdi. Diğer ülkelerde ABD ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu hava sahasını kullanmaya devam ettiler. Çin’e göre bu kontrol bölgesinin amacı ticari amaçlı olmayan uçaklara karşı savunma amaçlı bir tedbirdir. Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Geng Yansheng; “Çin’in ilgili hava sahasını etkin bir şekilde yönetecek ve kontrol edecek kabiliyete sahip olduğunu” açıkladı.
Enerji ihracına dayalı ekonomisi kötü giden Rusya’da iç huzursuzluklar devam ediyor. Enerji dışında madencilik, metal, inşaat, yiyecek gibi sektörleri ayağa kaldırmaya çalışan Rusya’nın kısa sürede sonuç alması beklenmiyor. Bir yandan Eski Sovyet çevresindeki konumunu güçlendirmeye çalışan Rusya, Ukrayna’yı en azından 2015 başkanlık seçimlerine kadar Batının elinden kurtardı. Rusya; Moldova ve Gürcistan’a siyasi ve askeri baskı yaparak AB ile yakınlaşmalarını engellemeye çalışıyor. Baltık ülkeleri, Rusya’nın etraflarında gittikçe saldırgan bir konuşlanma içine girmesinden oldukça rahatsız ve NATO garantisini sorguluyorlar. Rusya, Avrasya Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekonomik olarak kendine bağlamak istemektedir. Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan; önce ekonomik ve güvenlik bağlarını güçlendirerek, Rusya ile Gümrük Birliği’ne girmeyi, 2015’de ise Avrasya Birliği’nde olmayı planlıyorlar. Asya-Pasifik bölgesi ile ilişkilerini de enerji kartı üzerinden geliştirmek isteyen Rusya, bunun için gerekli altyapıyı geliştirmeye çalışıyor.

 2014’ü şekillendirecek 5 en önemli gelişme şu şekilde öngörülmektedir[8];
          
    - İran ve ABD arasındaki yumuşamanın devamlılığı;

İran’ın geliştirmeye çalıştığı nükleer program ile ilgili daha önceleri görüşmeyi bile kabul etmeyen ABD yönetimi, Obama ile diyalog kapısını açtı. İki ülke arasındaki 35 yıllık gerilim ilk defa normalleşme sürecine girdi ama ABD’deki İsrail lobisi başta AIPAC[9] olmak üzere sert bir şekilde bu diyaloga karşı çıktı. ABD-İran yumuşaması devam edecek olsa da iki ülkedeki iç dengeler durumu tersine çevirebilir. İran karşısında kendisini güçsüz ve cesaretsiz hisseden Suudi Arabistan, İran ile görüşmek yerine Arap koalisyonunu ona karşı güçlendirme yolunu seçti ancak bir sonuç alması beklenmiyor. Suudi Arabistan, 2014’de aktif mezhep politikalarına devam edecek, görüş ayrılıklarına rağmen ABD ile enerji ve askeri bağlarını sürdürecektir. Suriye’deki vekilli iç savaş sınırlı da olsa devam edecektir.
            - Avrupa’da milliyetçi ve aşırı partilerin yükselişi;

Ekonomik durgunluğun ve yüksek işsizliğin devam ettiği Avrupa’da bu yıl sosyal huzursuzluklar beklenmektedir. Mayıs 2014’de yapılacak Avrupa Parlamentosu ve 2014’ün sonunda yapılacak Avrupa Komisyonu seçimleri ile milliyetçi partilerin daha etkin konuma geleceği ve entegrasyon politikalarının daha da zora gireceği hesaplanmaktadır. 2014’de Yunanistan, Güney Kıbrıs, Portekiz ve Slovenya ekonomik olarak en sıkıntılı ülkeler olacaktır. Bu yıl, Avrupa’da bölücü faaliyetler için özel bir yıl olacaktır. Eylül’de İskoçya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan İngiltere’nin baskısı ile önemli bir sonuç çıkması beklenmemektedir. Ancak durumun daha ciddi olduğu İspanya’da Katalanların referandum isteği Madrid yönetimi tarafından reddedilmektedir. Referandum yapılsa bile Katalanların arasındaki derin bölünme 2014’de bağımsızlık ilanını engelleyebilir.

            - Rusya ve Almanya’nın Doğu/Orta Avrupa ve enerji üzerine pazarlığı;

Avrupa Birliği, artık zorlayıcı güç olma özelliğini yitiriyor. Avrupa çözülürken, eski gücüne dönmeye çalışan Rusya, bulanık suda balık avlamayı seçiyor. Bunun için bir yandan doğal gaz kartını kullanırken, diğer yandan Macaristan ve Polonya’da metalürji tesisleri, Slovakya’da demiryolları satın alarak Avrupa’da siyasi etkisini artırmak istiyor.Orta Avrupa’ya ticaret yolu ile girmeye çalışan Rusya, buraların asıl sahibi olan Almanya ile Orta Avrupa, Ukrayna ve enerji konusunda pazarlık yapıyor. Amerikan gücünden memnun olmayan Almanya, Rusya’nın enerjisine o da Almanya’nın teknolojisine muhtaçtır. Alman-Rus yakınlaşması ABD’ye iki dünya savaşı arası dönemi hatırlatmaktadır. ABD, bu ikilinin arasındaki Polonya’ya güçlü destek vermektedir. 

            - Çin’in güç politikalarına dönüşü;

Çin, etrafındaki denizlerin kendi gölü olduğunu iddiasındadır. Çin, Asya-Pasifik’teki rolünü ABD aleyhine geliştirmeye devam etmekte ve geri adım atmamaktadır.Ekonomik mucizesi artık bir sona gelen Çin, askeri seçeneklerini geliştirmeye başladı.Çin’in küresel bir askeri güç projeksiyonu geliştirmesi ekonomisi iyi gitse bile çok zaman alacaktır. ABD’nin Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışı (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edilmekte, Çin ile egemenlik sorunları olan Japonya da bu savaşın kaçınılmaz aktörü olarak gözükmektedir. Japon Başbakanı Abe, şimdilerde sadece ekonomiyi canlandırmak değil, orduyu da yeniden inşa etmek peşindedir.

            - Türkiye’de iç karışıklık ve ekonomik sıkıntı;

Türkiye, 17 Aralık 2013’de başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası ağır bir siyasi ve ekonomik kriz dönemine girmiştir. Erdoğan yönetimi, önceliğini iktidarının açıklarını kapatacak bir (E Tipi) hukuk sistemi ve kolluk yapılanmasına vermiştir. Büyük ölçüde yabancıların kontrolünde olan Türk ekonomisi de alarm çanları çalmaya başlamıştır. AB ve NAFTA tarafından istenmeyen Erdoğan’a Transatlantik Yatırım Ortaklığı, Avrasya Birliği ve Şangay İşbirliği Örgütü kapıları da kapatılmıştır. Erdoğan, yerel seçimlerden zayıflayarak çıkacaktır. PKK ve siyasi uzantıları ile yürütülen çözüm görüşmeleri sonucu ortaya çıkan silahlı eylemsizlik; kolluk güçlerinin elini-kolunu bağlamış, PKK/KCK Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istediği de facto yönetimi hayata geçirmiştir. Bu nedenle, strateji değişikliğine giderek gerilla savaşı yerine, geniş halk ayaklanması ile kendi kaderini tayin hakkı yöntemini benimsemiştir. Bu yıl içinde bazı halk hareketleri ve silahlı eylemler görülecek olsa da, geniş kapsamlı ayaklanma genel seçimler sonrasını bekleyecektir.

Sonuç; Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcındayız…

2013 yılı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin 11 Eylül 2001 ile belirlenen paradigmalarını bir kenara bırakıyor ve yeni bir dünya düzenine yelken açıyoruz. Çünkü artık içinde bulunduğumuz dönemi 11 Eylül sonrasının kuralları ile açıklama imkânı kalmadı. Yeni dönemin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir;
- Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin’in olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması,
- ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması, Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması,
-  Dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteline dönüşmesi,
- Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması.

Yeni dünya düzeninde güç dengesinin nasıl bir şekil alacağını ABD-Çin rekabeti kadar; Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri belirleyecektir. Gidişat çok kutupluluğa doğru olup, bugünkü 1+4 (ABD + Çin, RF, AB, Japonya) dengesi; 0+5 veya 2+3’e dönüşebilir.

     Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesine dönecek olursak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi beklenen sonucu vermedi; Mısır, Suriye ve Irak yoldan çıktı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki ABD onaylı liderler de kendi özel gündemlerinin peşine düştüler. Şimdi asıl sorun Ortadoğu’daki yeni durumda taşların yerine nasıl oturacağıdır.Esat kalacak ve ülkedeki seçimleri yönlendirmeye çalışacaktır. Suriye’ye sokulan cihatçı El Kaide, Lübnan’da ki yerli cihatçıları takviye ederek Hizbullah’ı iki cephede savaşmaya zorlayacak, sonuçta Lübnan da karışacaktır. Mısır ordusu, bahar aylarındaki seçimde Selefilerin kazanması için çalışacak ve Sina Yarımadasından içeriye doğru cihatçı (Sünni terörist ya da çakma El Kaide) tehdidi artacaktır. İç politikası gibi on yıllık Osmanlıcı ve mezhepçi dış politikası iflas eden Türkiye, ABD’ye yakınlaşarak bölgesel güç konumunu takviye eden İran’a karşı Türkiye, denge arama peşindedir. Tüm komşuları gibi Irak merkezi yönetimi ile de arası bozuk olan Türkiye gene Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi liderine sarılmakta ve buradaki enerji kartını oynamaya çalışmaktadır. Irak ise, bölünme sürecinde oldukça ilerledi. Ortadoğu haritasında Irak’ın kuzeyinden başlayan bir yırtılma beklenmektedir. Bu yırtılmadan Türkiye de nasibini alabilir. Jeopolitiğin evrimi döngüseldir. Büyük güçler doğar, yükselir, düşer ve yok olur. Hatta yok olurken, tıpkı Osmanlı’nın Türkiye’yi doğurması gibi yavrular ve imparatorluk genlerini de aktarırlar. Ancak yanlış ellerdeki Türkiye bugün doğum sancıları çekmektedir.
             
KAYNAKÇA;

[1]Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014).

[2]Conrad Black: A New World Order, The National Interest, (March 14, 2013).

[3]Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013).

[4]George Friedman: The State of the World: Explaining U.S. Strategy, Stratfor, (February 28, 2012).
[5]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013).

[6]George Friedman: Europe in 2013: A Year of Decision, Stratfor, (January 3, 2013).

[7]George Friedman: Beyond the Post-Cold War World, Stratfor, (April 2, 2013).

[8]Stratfor Global Intelligence, 27 December 2013.