Sonrası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sonrası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2018 Perşembe

Yunanistan, Türkiye'deki Seçimler Sonrası Provokasyon Yapabilir

Yunanistan, Türkiye'deki Seçimler Sonrası Provokasyon Yapabilir

Yunanistan'ın son günlerde Türkiye ile gerilimi tırmandırdığına dikkat çekerek, Doğu Akdeniz ya da Ege'de Türkiye'yi çatışmaya çekmek için çeşitli senaryolara provokasyonlara girişebileceğini söyledi.

Yunanistan, Türkiye'deki Seçimler Sonrası Provokasyon Yapabilir

SİYASET Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Sait Yılmaz, 


Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Sait YılmazYunanistan'ın son günlerde Türkiye ile gerilimi tırmandırdığına dikkat çekerek,  Doğu Akdeniz ya da Ege'de Türkiye'yi çatışmaya çekmek için çeşitli senaryolara provokasyonlara girişebileceğini söyledi. Bu provokasyonu da; Ege'de, kıta sahanlığını 12 mile çıkardığını ilan ederek oraya bir gemi gönderir ve Türkiye'yi müdahaleye zorlayarak yapabilir" diye konuştu.
İstanbul Esenyurt Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sait Yılmaz, Türkiye ile Yunanistan arasındaki; Ege kıta sahanlığı, Doğu Akdeniz'de Kıbrıs Rum Yönetimi'nin ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgeler konusundaki anlaşmazlıkları değerlendirdi. Yılmaz, Yunanistan- Türkiye arasında Gölcük depreminden sonra başlayan olumlu havanın Çipras'ın iş başına gelmesinden sonra bozulduğunu belirtti ve "Yunanistan, Türkiye'nin AB'ye üyelik niyetini istismar ederek, kendi iç politika sorunlarını, ekonomik krizlerinin nedenini Türkiye gibi göstermeye çalışıyor. 2010'da  başlayan ve devam eden Yunanistan'daki ekonomik krizin nedeni bile 1920' lerde, Kurtuluş Savaşımızdaki yenilgisiyle Küçük Asya'yı kaybetmesine bile dayandırıyor ve AB üzerinden Türkiye'ye baskı politikası güdüyor" dedi.  
" TÜRKİYE DÜŞMANI CEPHE BAŞARISIZ OLACAK"
Rum Kesimi'nin Doğu Akdeniz'de Kıbrıs açıklarında ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgelerdeki doğal gaz ve petrol kaynakları üzerinde tek başına hak iddia ettiğine dikkat çeken Prof. Dr. Yılmaz şöyle dedi: "Doğu Akdeniz'de  özellik son 10 yılda bulunan 12 tane doğal gaz ve petrol rezervleri var. Rum kesimi kendi başına çıkarmak için bazı girişimlerde bulunuyor. Bu rezervler bölgede bulanan Mısırİsrail ve Suriye gibi ülkelerin de ilgisini çekiyor ve bunların hepsi kendilerine göre bir münhasır bölge ilan etti ve buradaki kaynakları kendi aralarında çıkarmak için anlaştılar. Türkiye karşıtı ülkelerle bir araya gelen Rumlar, yabancı şirketlerle özellikle Amerikalı şirketlerle anlaşarak onların aracılığıyla Türkiye üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Ama başarılı oldukları söylenemez. Çünkü Kıbrıs'ın kuzeyinde Türkiye ve onun büyük caydırıcı gücü var. Türkiye,  Kıbrıs konusunda nihai bir çözüme varılmadan, Rum kesiminin uyguladığı politikaları kabul etmiyor. Nitekim bu bölgelerde arama yapan bazı gemileri Türkiye durdurdu bazı engellemelerde de bulundu. "
"ORTAM HER TÜRLÜ PROVOKASYONA AÇIK"
Rumların ve Yunanlıların, Türkiye'ye karşı Doğu Akdeniz'de bazı oldu bittilerle senaryolar hazırlanabileceğini söyleyen Prof. Dr. Yılmaz" Oradaki bir arama çalışmasını kendi askeriyle koruyup; Türkiye'nin buna müdahil olmasını engelleyeceği bazı tedbirler alabilirler. Örneğin oraya bir gemi gönderilebilir ve 'Türkiye buna müdahale etti' şeklinde. Çünkü bu ortamda kimin ne yaptığı belli değil her türlü provokasyona  açık "dedi.
"KIBRIS GİBİ GÖSTERİP EGE'DE PROVOKASYON YAPABİLİRLER"
Yunan ve Rum kesiminin provokasyonunun Kıbrıs'tan daha çok Ege'de beklenilmesi gerektiğine dikkat  çeken Yılmaz, "Kıbrıs gibi gösterip Ege'de bir oldu bittide yaratabilirler. Yani 12 mili ilan edebilirler. Çünkü bunu ilan ettikten sonra askeri bir çatışmaya gerek yok. Türkiye'nin bunu tanımadığını göstermek için savunmaya geçecekler.  Böylece bir askeri tırmanmayı sağlayacak çelik yeleği yapıp çatışmanın suçunu Türkiye'ye bırakmak gibi bir strateji izleyebilirler" diye konuştu.
"TÜRKİYE PROAKTİF OLMALIDIR"
Türkiye'nin şu ana kadar özellikle Doğu Akdeniz, Ege ve Ege'deki işgal edilmiş adalar  konularında yeni bir politikasının ve stratejisinin olmadığını söyleyen Prof. Dr. Yılmaz"Yunanistan'ın son yıllarda yaptığı pek şok provokasyonu var. Pro-aktif olmalıyız. Dolayısıyla Türkiye'nin burada biran evvel kendi ekonomik münhasır bölgesini ilan edecek ki bundan sonraki iddialarını ve eylemlerini  bunların üzerine oturtsun"
"TÜRKİYE'NİN SURİYE'DEKİ HAREKATLARI YUNANİSTANI DEHŞETE DÜŞÜRDÜ"
Yunanistan veya Rumların provokasyonunun Türkiye'deki seçimler sonrası beklenmesi gerektiğine dikkat çeken Yılmaz şöyle konuştu:
"Seçim sonrasını bekleyip işi daha da belirsiz bir dönemde de yapmaya kalkabilirler ama bu bir hesap hatası olur. Onlar bir kere Kıbrıs'a gelene kadar biz 70 kere Kıbrıs'a gider geliriz. Yani bu bir hesap hatası olur. Yunan ordusunun eğitim ve silah kapasitesi Türk ordusuna göre geridedir.Türkiye'nin özellikle Suriye de yaptığı harekatlar da  Yunan tarafında büyük korku uyandırmıştır. Türkiye'nin bu harekatlarda teknolojiyi iyi kullanması da onları resmen dehşete düşürmüştür. 
Akılları yetiyorsa bu maceraya girmezler."

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 2



Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 2



  Yukarıda izah edilen şartlar çerçevesinde 2 Ağustos’ta imzalanan ittifak anlaşmasında Osmanlı devletinden iki yönlü bir fayda bekleniyordu. 
Birincisi Osmanlı devletinin jeostratejik konumundan istifade ile Ruslara Kafkaslardan ve Karadeniz üzerinden cephe açılması ve bunun sonucunda 
da Almanya’nın doğu cephesindeki Rus kuvvetlerinin bir kısmını bu cephelere yönelterek Almanya’nın yükünü azaltılması. İkincisi ise Osmanlı 
sultanlarının sahip oldukları halife ünvanlarından istifade ile dünya Müslümanlarını Almanya-Osmanlı ittifakı lehine harekete geçirmek. 
Böylece başta İngiltere olmak üzere Almanya’nın karşısında yer alan bütün sömürgeci Avrupa devletlerinin idaresi altındaki bölgelerde geniş çaplı 
isyanlar ve ihtilaller çıkartılacak ve bu ülkeler önemli hammmadde ve zenginlik kaynaklarından mahrum kalmış olacaklardı. Bu isyan ve ihtilallerle 
Avrupalılar Müslüman memleketlerinden tam manasıyla atılamasalar bile, en azından Avrupa cephelerinde tutacakları askerlerin önemli bir kısmını 
isyanlara karşı sömürgelerinde tutmak zorunda kalacaklarından yine de Almanya için fayda temin edilmiş olacaktı. Hilafet merkezli uygulanacak bu Panislamist propaganda ve faaliyetlerden etkilenmeyecek İtilaf Devleti mensubu ülke yoktu. İngiltere’nin elinde tuttuğu Hindistan ve Mısır bu ülkenin dünya imparatorluğu için hayati öneme sahip yerlerin başında geliyordu; Fransa’nın işgali altındaki Cezayir, Tunus gibi topraklar yanında Afrika’da Müslümanların yaşadığı diğer bölgeler hammadde temini yanında Almanya karşısında nüfusu yetersiz bir Fransa’nın ordusuna asker temini bakımından stratejik öneme sahipti; Rusya ise Kırım’dan başlayarak bütün Orta Asya’yı ve Kafkasları içine alan ve Afganistan’la Çin sınırına dayanan işgalleri ile çoğunluğu Türk olan milyonlarca Müslümanı içinde tutuyordu. Rusya için de buraların zenginliklerinden istifade edilmesi yanında, Birinci Dünya Savaşı’nda sayıları yüzbinlerle ifade edilen Türk kökenli Müslüman askerin cepheye sürülmesi bakımından son derece önemliydi. 

Osmanlı devletinin jeostratejik konumu ile İslamcılık/Panislamizm politikalarının çakıştığı noktalar da vardı. Örneğin Kafkaslar üzerinden Rusya’ya düzenlenecek bir askeri harekatla oradaki Müslüman halkların Rus işgaline karşı girişecekleri isyan gibi. Yine İngiltere işgalindeki Mısır’a Süveyş Kanalı üzerinden yapılacak bir askeri operasyonla aynı anda Mısır içinde yerli halkın İngilizlere karşı girişecekleri kordineli bir isyan da bu anlamda çakışan planlardan birisiydi. 

Osmanlı devletinin 2 Ağustos’ta yaptığı gizli ittifak anlaşmasına rağmen savaşa fiilen girişi ancak üç ay sonra, Ekim sonu Kasım ayı başı gibi gerçekleşmiştir. 
Bunun öncesinde, Ağustos ayı içinde Almanya’nın Akdeniz Filosu’nu oluşturan Alman gemileri Goeben ve Breslau’nun İtilaf Devletleri gemilerinden kaçarak Çanakkale’ye sığınmaları sonrasında meydana gelen diplomatik kriz farklı bir şekilde çözülmüştü. Osmanlı “tarafsızlığı”nı açıkça ihlal eden bu krizi çözmek için gemiler, içindeki yüzlerce personeliyle birlikte göstermelik bir törenle Osmanlı donanmasına dahil edilmişti. Nihayet Eylül ayı sonlarında Osmanlı donanması komutanlığına getirilen Amiral Souchon’un Ekim sonu gibi, Enver Paşa’nın emriyle Karadeniz’deki Rus gemilerine ve limanlarına saldırması Osmanlı devletinin savaşa girişini ilan eden olay olmuştur. Bu tarafsızlık süreci zarfında Osmanlı devleti seferbelik çalışmalarını ve savaşa yönelik hazırlıklarını her bakımdan gidermeye çalışmıştı. Aynı süreçte Almanya’nın da Osmanlı-Alman müttefikliğinin ana eksenini oluşturan İslam’ın bir “silah” olarak kullanılmasına yönelik teorik ve pratik hazırlıklarını önemli ölçüde tamamladığını görüyoruz. 


Bu anlamda Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki İslam stratejisini hazırlama görevini üstlenen Max von Oppenheim da Almanya Dışişleri Bakanlığı’na Kasım ayı başında 136 sayfalık bir rapor sunmuştur. Uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nın Kahire temsilciliğinde İslam dünyasını gözlemlemekle görevli olan Oppenheim, birkaç yıldır ayrı olduğu dışişlerine Osmanlı-Alman ittifakının imzalandığı gün olan 2 Ağustos 1914’te yeniden dönmüş ve kendisine sunulan aktüel bilgileri kendi kişisel gözlem ve tecrübeleriyle birleştirerek “Denkschrift betreffend die Revolutinierung der islamischen Gebiete unserer Feinde [Düşmanlarımız İdaresindeki İslam Bölgelerinin Ayaklandırılması Hakkında Muhtıra]” adlı raporunu hazırlamıştır. Neredeyse bütün İslam coğrfyasını ülke ülke, bölge bölge değerlendiren bu raporda, İslam dünyasının İtilaf Devletlerine karşı nasıl 
harekete geçirilmesi gerektiğinden, oluşturulacak propaganda çalışmalarına kadar bir çok alanda tespitler ve tavsiyeler yer almıştır.4 Oppenheim sadece raporu yazmakla kalmamış raporunda yer alan tavsiyelerinin bir kısmını bizzat fiiliyata geçirme işlevini de üstlenmiştir. Bu anlamda Berlin’de “Şark İstihbarat Birimi [Nachrichtenstelle für den Orient]” adlı Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir propaganda birimi oluşturmuştur. Bu birim içinde Alman şarkiyatçılar yanında Osmanlı devletinin görevlendirdiği 


İslam dünyasından şahsiyetler de yer almışlardır. Şark İstihbarat Birimi (ŞİB) Almanya’nın elinde bulunan Müslüman esirlere yönelik oluşturulan Berlin yakınlarındaki Müslüman esir kamplarındaki (Weinberglager ve Halbmondlager) propaganda çalışmalarını üstlenmiş ve burada eğitimden geçirilen esirlerin cihadçı ve yerleşimci olarak Osmanlı devletine gönderilmeleri ve yerleştirilmeleri çalışmalarını önemli ölçüde organize etmiştir. Panislamist çalışmalar kapsamında İstanbul’dan 1914 yılı Kasım sonu Aralık ayı başı gibi Berlin’e ilk gönderilen kişiler ise Mehmed Akif (Ersoy) ve Şeyh Salih Tunusi olmuştur. Daha sonra Abdürreşid İbrahim, Abdülaziz Çaviş, Halim Sabit, Alimcan İdris ve daha onlarca Müslüman propagandacı da buradaki çalışmalara katkıda bulunmak üzere Almanya’nın yolunu tutmuşlardır. Almanya’daki propaganda merkezinin Osmanlı devletindeki şubeleri ise yine Max von Oppenheim tarafından 1915 yılı Nisan ayından itibaren İstanbul merkezli olarak açılmaya başlanmıştır. Almanların doğrudan kontrolündeki bu propaganda merkezleri yanında Osmanlı devleti de Almanların ŞİB örneğinde bir propaganda merkezi kurmuştur. Bu merkez 
1913 yılı Kasım ayında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın lağvedilmesi ve isminin “Umur-ı Şarkiyye Dairesi” (UŞD) adıyla değiştirilmesiyle oluşturuldu. 
Başına Tunuslu Ali Bey Başhampa’nın getirildiği UŞD tıpkı Almanya’daki ŞİP örneğinde olduğu gibi, kapatıldığı 1918 yılı sonlarına kadar propaganda 
merkezli ve İslamcılık temelli çalışmalarla Osmanlı-Alman ittifakının temel stratejine hizmet etti. Almanya’daki ŞİB ile Türkiye’deki UŞD’nin ve diğer kurumların ortak çalışmaları sonucu Almanya’daki özel kamplarda siyasi ve askeri anlamda eğitimden geiçirilen binlerce Müslüman esir arasından iki tabur asker (bir tabur Araplardan, bir tabur da Tatarlardan) 1916 yılının ilk yarısında Osmanlı devletine getirildi ve bunlar Irak cephesine gönderildiler. Bunun yanında binlerce Tatar yerleşimci de Anadolu’ya, göç ettirilen Ermeni ve Rumların yerlerine yerleştirildiler. Bu yerleşimcilere, iş kurmaları için sermaye, işlenmek üzere toprak ve eş bulmaya kadar bir çok imkan sağlanmıştı. Almanya’dan (ve de Avusturya’dan) getirtilen cihad gönüllüsü ve yerleşimci sayısı çeşitli nedenlerle planlananın altında kalmış olmakla birlikte teoriden pratiğe dönüşmesi bakımından Birinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen Türk-Alman ortak yapımı en somut İslamcı proje olması bakımından önemlidir.5 

Dört yıla yayılan bu savaşa “Total War[Topyekün Savaş]” nitelemesinde bulunulmasını haklı çıkartacak şekilde taraflar savaşta kazanmak için her yönteme başvurmuşlardır. Özellikle modern silahlar ve propaganda teknikleri sonuna kadar kullanılmıştır. 1915 yılı Ekim ayında Bulgaristan İttifak Devletleri safında yer alırken 1917 yılı ilk yarısında Rusya’da çıkan ihtilalle Rusya savaştan çekilmişti. Fakat aynı yılın başında Amerika Birleşik Devletlerinin savaşa İtilaf Devletleri yanında girmesiyle savaş yeni bir boyut ve genişlik kazanmıştır. Nihayet 1918 yılı sonbaharıyla birlikte İtilaf Devletleri lehine dönen savaş peş pese yapılan mütareke anlaşmalarıyla 1919 yılını görmeden sona ermiştir. 

Osmanlı Devleti’ne Savaşı Kaybettiren Panislamizm/İslamcılık Stratejisi miydi? 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında en çok dile getirilen ve genel kabul gören yargıların başında Osmanlı hilafetinin bütün Müslümanları hilafet bayrağı 
altında toplama hedefinin, dolayısıyla da Panislamizmin/İslamcılığın başarısız olduğu konusu olmuştur. Bunda 1916 yılı ortasında Mekke ve çevresinde 
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı idaresine karşı giriştiği isyanın büyük katkısı vardır. Kuşkusuz Osmanlı hilafetinin gücü bakımından bütün Müslümanların kıblesi olan Kabe’nin kontrolünün kaybedilmesi bütün Müslümanları halifenin bayrağı altında toplanmaya ve sömürgeci devletlere karşı isyan etmeye çağıran Osmanlı devleti açısından büyük bir prestij kaybı demekti. Ancak savaş sırasında başta Cemal Paşa olmak üzere İttihatçı idarenin İslamcılık stratejisini zedeleyecek, boşa çıkartacak bir çok hatalı davranış ortaya koymalarına rağmen Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı devletinin yanında durmuş ve on binlerce askerin yanında bir çok önde gelen Arap da Osmanlı devletinin politikalarına aktif şekilde destek vermiştir. Bütün bunlara rağmen Şerif Hüseyin’in isyanı üzerinden “Arapları Türkleri arkadan vurdukları” söylemi savaş sonrası oluşan literatürde abartılı bir hal almış, “bütün Arapların Osmanlı devletini arkadan vurduğu”, dolayısıyla “hilafet kurumunun bir anlamının kalmadığı” şeklinde geniş çaplı bir propagandaya dönüştürülmüştür. 

Şunu ifade etmek gerekir ki bu söylem ve kabul gerçeği yansıtmaktan çok, savaş sonrası konjunktürün ve yeni siyasetin dayattığı bir algı operasyonu olarak değerlendirilmedilir. Bunda, sömürgeler konusunda son derece hassas olan İngiltere’nin Osmanlı hilfetine ve onun üzerinden İslamcılığa/Panislamizm’e karşı duyduğu korku ve öfkenin büyük payı olduğu kadar Türkiye’nin 1923 yılı sonrasındaki siyasal tercihlerinin de etkisi çoktur. 

Nitekim özellikle 1922 yılının Sonbaharına kadar Anadolu’daki milli mücadelenin hem içeriye hem de dışarıya (İslam dünyasına olduğu kadar Avrupalılara da!) yönelik temel stratejisinin İslam merkezli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Savaşın sürdüğü 1920-1922 yıllarında Millî mücadele liderlerinin bir kısmının kafalarındaki yeni Türkiye tasavvuru ne olursa olsun, hem Anadolu halkına hem de dünyaya verdikleri mesajlar ve imaj tamamen İslamî, hatta kontrollü de olsa Panislamist nitelikte olmuştur.6 O zaman şu soruyu sormak gerekir: 1923 yılı sonrası oluşturulan tarih yazımında/algısında Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak gösterilen “İslamcı politikalar”ın başarısızlığı veya yanlışlığı 1919 ile 1923 arasında yapılan (Birinci Dünya Savaşı’nın artçı savaşları niteliğindeki) Milli Mücadele’de, üstelik de savaş daha hafızalarda tazeliğini korurken, İslamcı politikalara ve söylemlere neden devam edilmiştir? 

Demek ki 1918-1923 arası dönemde savaşın kaybına ilişkin daha başka rasyonel sebepler ve etkenler olduğu İslam’la olan bağları zayıf kimseler tarafından dahi kabul ediliyordu ve kimsenin aklına “savaşı İslam birliğine yönelik politikalar yüzünden kaybettik” düşüncesi gelmiyordu. Fakat Milli Mücadele’nin askeri safhasının sona erdiği 1922 yılı sonbaharından itibaren birden bire İslamcılık siyasetinin ülkeyi felakete sürüklediği söylemi dolaşıma girmeye başlamıştır. Dolayısıyla diyebiliriz ki 1923 sonrası oluşan dünyadaki ve Türkiye’deki yapı geçmişi yeni duruma göre yeniden inşa etme ihtiyacı duymuştu. Nitekim özellikle Türkiye’nin lider kadrosunun yaptığı siyasal ve kültürel tercihlere baktığımızda sadece konjunktürel, o anki şartların zorlamasıyla, geçici bir süreliğine önceki dönemle bağların zayıflatılması politikası hedeflenmemiş, aksine bir daha eskiye/geriye dönülmemek üzere önceki dönemle bağların her şekilde kopartılması, yani gelecekte de doğu ile, Müslüman topluluklarla ilişkilerin minimum seviyede tutulması (mümkünse hiç olmamasına) politikası benimsenmiştir. Velhasıl bilinçli olarak bir devr-i sabık yaratılmış ve bunun için de Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yenilgi en önemli kanıt olarak öne sürülmüştür. 

1918’den 2014’e Dünya, Türkiye ve Müslümanlar 

1918 yılının ikinci yarısında yapılan ateşkes anlaşmalarının ardından galip İtilaf Devletleri’nin mağlup İttifak Devletleri’ne dikte ettikleri barış antlaşmaları ( Versailles (Almanya), Saint-Germain (Avusturya), Trianon (Macaristan), Neuilly (Bulgaristan) ve Sévres (Osmanlı devleti) ) 1919 ve 1920 yılları içinde yapılmıştı. 10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletine dikte edilen Sévres anlaşması dışındakiler genel olarak 1939’a kadar geçerli olmuştur diyebiliriz. Sévres anlaşması ise 24 Temmuz 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile imzalanan Lozan [Lausanne] anlaşmasıyla geçersiz kılınmıştır. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın son barış antlaşması Lozan antlaşmasıdır. Mağlup devletlere zorla imzalattırılan Birinci Dünya Savaşı’nın barış antlaşmaları kötü antlaşmalar olarak sıfatlandırılırken “savaşı getiren barış” olarak de değerlendirilmiştir. Nitekim bu “kötü” antlaşmalar sonucu Avrupa’da kısa sürede iki grup ortaya çıkmıştı: Statükocular ve revizyonistler. İngiltere, Fransa gibi statükocu baş aktörlere karşı Almanya ve İtalya gibi revizyonist aktörler ve bunların etrafında yer alan küçük aktörler iki dünya savaşı arasındaki kutuplaşmayı oluşturmuştur. 

Almanya ve İtalya’nın başını çektiği revizyonist blok 1939’dan itibaren altı yıl sürecek daha yıkıcı ve öldürücü yeni bir dünya savaşını başlatmış ve bu savaşın ardından Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan “dünya sistemi” ve antlaşmaları revize edilmiştir. Bu revizyonla Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Milletler Cemiyeti, yerini Birleşmiş Milletlere bırakırken İngiltere de dünya patronluğu iddiasını ve haklarını Amerika Birleşik Devletleri’ne devretmek zorunda kalmıştır. 1945 sonrası dünya, Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip dört daimi üyesinin oluşturacağı denge üzerinden kurulmuş gibi görünse de esas itibariyle iki kutuplu/iki süper güçlü bir dünya sistemi oluşturulmuş ve Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği 1990’lara kadar sürecek bir soğuk savaş dönemini birlikte idare etmişlerdir. Bu düzen de 1989’dan itibaren fiilen sona ermeye başlamış ve dünya o andan itibaren bir yeniden oluşum ve değişim sürecine girmiştir. Bu süreçte dünyanın tek süper gücü olarak ortaya çıkan Amerika’ya zamanla yeni rakipler çıkmaya başlamış ve bir bakıma çok kutuplu bir dünya meydana gelmiştir. Avrupa 
Birliği, Çin, Brezilya, Hindistan gibi ülkelere 2000’lerden itibaren Putin’le birlikte kendisini toparlayan Rusya’yı da eklersek yeni çok kutuplu dünyanın 
aktörlerini görmüş oluruz. 

1990’lı yılların dağınıklığı ve Amerika’nın güç sarhoşluğu sonrasında ortaya çıkan yeni aktörleri ( buna küresel sermaye de dahildir) bir şekilde kontrol altına almak ve kendi konumunu muhafaza etmek isteyen Amerika devleti, New York’taki 11 Eylül 2001 saldırılarını avantaja dönüştürmek için harekete geçmiştir. Savaşın ve paylaşımın yapılacağı İslam coğrafyasını Afganistan’dan başlayarak “El Kaide”, “Taliban”, “radikal İslam”, “İslami terör” gibi kavramlar ve gerekçeler üzerinden yeni “savaş hukuku” ile dizayn etmeye girişmiştir. Yani yazının başında ifade ettiğimiz adı konulmamış bir “Üçüncü Dünya Savaşı” başlatılmıştır. Büyük oranda Müslümanların kendi topraklarında ve kendi canları üzerinden gerçekleştirilen bu savaş 21. Yüzyılda kimin ne oranda etkin olacağını belirleyecektir. 


Peki her bakımdan pratiğe geçirilmesi pek mümkün görünmeyen Sévres Barış Antlaşması’nın yerine tarih sahnesinden çekilen Osmanlı devletinin varisi Türkiye (Büyük Millet Meclisi Hükümeti) tarafından imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın akıbeti ne olmuştur? Dikkat çekici şekilde Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan bütün anlaşmalar birkaç kez reviyona tabi tutulmasına rağmen Türkiye üzerinden bir bakıma İslam dünyasının durumunu da düzenleyen Lozan Antlaşması hiç bir değişikliğe uğramadan yürürlükte kalmıştır. 

Yüz yıl sonra Türkiye devleti ve halkıyla birlikte diğer Müslüman halklarının cevabını belirlemesi gereken soru şudur: Müslümanlar üzerinde yaşadıkları topraklarda vukubulan önemli meselelerde kendi kaderlerini belirleme konusunda inisiyatif alabilecekler midir? Yoksa bu “Üçüncü Dünya Savaşı’nda” sadece “obje” olarak kalıp bir elli yıl, yüz yıl daha yurtlarının talan edilmesine, kanlarının dökülmesine razı mı olacaklardır? 

Aslında Türkiye’nin ve İslam dünyasının son yıllarda yaşadığı bir çok gerilim, kriz, çatışma ve ayrışma bu sorulara verilmek istenen cevaplarla doğrudan ilgili gibi görünmektedir. Şu halde Türkiye devleti son on yıldır Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan anlaşmalarla, Türkiye dahil bütün İslam coğrafyasında oluşan/kurgulanan sistemi ve düzeni dünyanın yeni zamandaki şartlarına göre revize etmek için belli bir çaba içindedir diyebiliriz. Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılında Türkiye’nin bu anlaşmaları kendi lehine revize etmeyi başarıp başaramayacağı, veya ne kadar revize edeceği sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele olarak algılanmamalıdır. Türkiye’nin bu konuda atacağı her adım aslında kendisiyle birlikte İslam dünyasının da “Yüz Yıllık” kıskaçtan kurtulması veya 1918 sonrasında açılan parantezi kapatması vesile olacaktır. Dolayısıyla Türkiye ile beraberinde hareket edeceklerin “21. Yüzyıla” gerçek manada geçmeleri bu yürüyüşün başarılı şekilde tamamlanmasına bağlıdır. 


DİPNOTLAR;

1 Almanya’nın açık desteğini arkasına alan Avusturya-Macaristan devleti 23 Temmuz 1914’deSırbistan’a 48 saat süreli ve egemen bir devletin kabul etmesinin mümkün olmayacağı bir ultimatomverdi. Taleplerin bir kısmını karşılayan Sırbistan’ın cevabı yeterli bulunmamış, bunun üzerine Sırbistan 26 Temmuz’da seferberlik ilan etti. Sırbistan’ın hazırlanmasına fırsat vermek
istemeyen Avusturya-Macaristan 28 Temmuz’da Belgrad’ı bombalayarak savaşa başladı. İngiltere’nin sonuçsuz kalan bazı diplomatik çözüm çabaları üzerine Rusya ve Fransa aynı anda  (31 Temmuz 1914) seferberlik ilan etti. Almanya Rusya’dan 12 saat içinde cevaplanmak üzere  seferberliğin durdurulmasını istedi, ancak Rusya’dan cevap alamayınca Almanya 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilan etti. Fransa’dan da seferberliğini durdurması yönünde talepte bulunan Almanya’ya net cevap vermeyince bu sefer Almanya 3 Ağustos’ta Fransa’ya da savaş ilan etti. 2 Ağustos’ta Almanya Fransa’ya karşı girişeceği askeri harekatta Belçika’dan geçiş izni isteyip red cevabı alınca 4 Ağustos’ta Belçika’ya da savaş ilan etti. Bunun üzerine İngiltere de aynı gün Almanya’ya savaş ilan etti. En son Avusturya-Macaristan da 6 Ağustos’ta Rusya’ya savaş ilan etmesiyle savaşın başlangıç aşaması tamamlanmış oldu. 
2 İki tarafın tekliflerini değerlendiren İtalya en sonunda 26 Nisan 1915 tarihli Londra Anlaşması ile İtilaf Devletleri safında yer almıştır. 
3 Osmanlı devletinin savaşa giriş sürecini ayrıntılı şekilde ele alan bir çalışma için bkz. Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi eşiğinde. Osmanlı devleti Son Savaşa Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010; Ayırca bu konuyla ilgili olarak bkz. Carl Mühlman(n), İmparatorluğun Sonu 1914. Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi?, çeviren Kadir Kon, Timaş yayınları, İstanbul, 2009. 
4 Max von Oppenheim, İslam dünyasına yönelik raporu ve bunun uygulamalarına yönelik bir çalışma için bkz. Kadir Kon, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi, Küre yayınları, İstanbul, 2013. 
5 Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Kadir Kon, a.g.eser.
6 Bu konuda Ankara hükümetinin resmi yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinin ilk üç yıllık sayılarına bakmak kafidir. 


Kaynaklar ;

Aksakal, Mustafa; Harb-i Umumi eşiğinde. Osmanlı devleti Son Savaşa Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010; 
Mühlman(n), Carl; İmparatorluğun Sonu 1914. Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi?, çeviren Kadir Kon, Timaş yayınları, İstanbul, 2009. 
Kon, Kadir; Birinci Dünya Savaşı ’nda Almanya ’nın İslam Stratejisi, Küre yayınları, İstanbul, 2013. 


***

Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 1





Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) BÖLÜM 1



Yüzüncü Yılında (Öncesi ve Sonrasıyla) Birinci Dünya Savaşı (1914-2014) 
Kadir Kon
*Kadir Kon;  Okutman, İstanbul Teknik Üniversitesi 


Özet 

Birinci Dünya Savaşı’nı “ Öncesi”, “ Sırası ” ve “ Sonrası ” şeklinde üç yönlü/zamanlı ele alan bu makale yüz yıl önce başlayıp dört yıl süren savaşın 
19. Yüzyılın son çeyreğindeki köklerinden 21. Yüzyıla sarkan etkilerini ele almaktadır. Almanya’nın 1871’de Prusya önderliğinde birliğini sağlayıp güçlü 
bir devlet olarak Orta Avrupa’daki yerini alması aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli aktörlerinden birinin sahnedeki yerini almasını da sağlamıştır. 
Osmanlı devletinin Almanya’nın safında Birinci Dünya Savaşı’na dahil olması Avrupa merkezli savaşın çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmasına neden olurken II. Abdülhamid’den bu yana caydırıcı bir güç olarak yedekte tutulan İslam’ın/İslamcılığın da Almanların teşvikiyle İttihatçılar eliyle ateşlenmesine 
vesile olmuştur. 

1918’de savaşı sona erdiren mütarekeler ardından yapılan barış antlaşmaları aynı zamanda 1939’da patlak verecek İkinci Dünya Savaşı’nın da zeminini 
hazırlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın son barış antlaşması olan Lozan Antlaşması (1923) ise ne İkinci Dünya Savaşı’ndan ne 1990’lara kadar süren Soğuk Savaş’tan ve ne de sonrasındaki gelişmelerden etkilenmeden 2000’lere kadar geçerliliğini korumuş tek antlaşma olarak kalmıştır. Savaşın yüzüncü yılına 
girildiği bir dönemde Türkiye’yi ve onunla birlikte bütün İslam dünyasını 20. Yüzyıl şartlarında tutan Lozan’ın çektiği kalın duvarların aşılıp aşılamaması 
Türkiye’nin olduğu kadar İslam coğrafyasının da 21. Yüzyıl şartlarına geçip geçmeyeceğin bir işareti olacaktır. 

Bundan yüz yıl önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırbistan arasında Haziran ayı sonlarında başlayan olaylar bir ay içinde bütün Avrupa’yı ve de dünyayı dört yıl kadar sürecek bir savaşın içine çekmesiyle neticelenmişti. 1939’da ikincisinin de çıkmasından dolayı Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan bu “Büyük Genel Savaş” aslında yaklaşık (yirmi yıllık bir gecikmeyle) 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla gerçek manada bir geçişi sağlamıştır diyebiliriz. 

Yaşanmışlıkları ve sonuçları bakımından çok yönlü araştırmalara, incelemelere konu olan ve halen de olmaya devam eden Birinci Dünya Savaşı’nı ele alırken en az üç yönlü/zamanlı, hatta dört zamanlı bakmak gerekir. Bu zamanları savaşı hazırlayan 19. Yüzyıldaki gelişmeler, savaşın yapıldığı 1914-1918 arası dönem, savaş sonrası oluşan 20. Yüzyıl dünya düzeni ve içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıla geçiş olarak sıralayabiliriz. Bu zaman dilimlerinden sonuncusu esas itibariyle Türkiye’nin de dahil olduğu İslam coğrafyası için geçerli olup bunun neden böyle olduğunu aşağıda açıklamaya çalışacağız. 

Savaşı hazırlayan gelişmeleri esas itibariyle (daha evveline taşımak mümkünse de) Fransa ile Prusya arasında 1870’de yapılan savaş ve bu savaşla Prusya’nın mutlak galibiyeti sonrası 1871’de Alman İmparatorluğu’nun ilanıyla başlatmak gerekir. Orta Avrupa’nın önemli bir kısmını oluşturan ve de üçyüz kadar Alman devletçiğinin/prensliğinin bulunduğu bu bölgede her bakımdan güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkması yüzyıllardır süren güç boşluğunu doldurmuş, bunun sonucunda da Avrupa içi dengeler bu tarihten itibaren değişmeye başlamıştır. Almanların Avrupa siyasetine dahil olmasıyla İngiltere, Fransa ve Rusya gibi belli aktörlerin yönlendirdiği Avrupa içi ve dışı dengeler adeta alt-üst olmuş ve adeta 1871’den savaşın patlak verdiği 1914’e kadar geçen sürede Avrupa tarihinin akışı hızlanmıştır. 

Bunda Almanya’nın kalabalık nüfusu yanında büyük bir ekonomik ve askeri güç olarak sivrilmesi yanında “Weltmacht[Dünya Gücü]” olma iddiasını ortaya koymasının da büyük etkisi vardır. 

Avrupa’nın son Dörtyüz yılının Askeri, Ekonomik, Teknolojik ve Sosyal bütün birikiminin hasılasının cepheye sürüldüğü dört uzun yıl devam eden Birinci Dünya Savaşı’nın kendisi zaten başlı başına incelenmeye, üzerinde kafa yormaya değer bir tarihi hadise ve zaman dilimini oluşturur. 19141918 yıllarını içeren bu amansız, yakıcı savaşta askeri, siyasi, diplomatik, sosyal, teknik alanda o kadar çok şey, o kadar farklı milletlerle ve farklı coğrafyalarda yaşanmıştır ki bütün bunların ortaya konulması, değerlendirilmesi ve sonuçlar çıkartılması insanlık ve milletler tarihi için bir zorunluluktur. 

Aynı şekilde bütün zayıflığına ve çözülme halindeki konumuna rağmen Avrupa’nın o zamanki en büyük yedi devletinden birisi olan Osmanlı 
devletinin savaştaki konumu, stratejisi, Almanya ve diğer milletler ve devletlerle olan ilişkileri vs. zaten araştırılması, ortaya konulması tabii ve olması 
gereken bir durumdur. 

Savaş sonrası dönemi 20. Yüzyılın gerçek başlangıcı olarak nitelendirirken, bununla Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan anlaşmalarla ortaya 
çıkan yeni dünya düzenini kastediyoruz. Özellikle mağlup devletlerin savaş sonrası konumları ve yaşadıkları her türlü değişim; galip devletlerin hedeflerine ne derece vasıl oldukları ve oluşturdukları sistemin/düzenin ne kadar kalıcı ve kabul edilebilir olduğu konusu iki savaş arası dönemin (Zwischenkriegszeit) araştırma konusunu oluşturur. Bu anlamda 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı esas itibariyle Birinci Dünya Savaşı sonrası (1919-1920) yapılan “kötü” anlaşmalara bir itiraz, başkaldırıdır diyebiliriz. 

Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan durumun başta Avrupa olmak üzere bütün dünya için 20. Yüzyıla gerçek manada geçiş olduğunu tekrar hatırlatırken sözkonusu durumun Türkler ve bütün İslam coğrafyası için de geçerli olduğunu belirtmemiz gerekir. Ancak İslam coğrafyası dışındaki bütün ülkeler ve milletler için, yüzyıl içinde gerçekleştirilen bir çok revizyonla birlikte, çoktan (daha 1990’larda) bitmiş olan 20. Yüzyıl (sistemi/ düzeni) Müslümanlar için hala bitmemiştir. Başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanlar bugün hala Birinci Dünya Savaşı sonrası alınan kararların, yapılan anlaşmaların ve de şartların çizdiği/belirlediği bir alanda hareket edebilmektedirler. Dolayısıyla İslam coğrafyası dışındaki dünya 

21. Yüzyıla girmiş ve o yüzyılın şartlarında hareket ederken Türkiye’nin de dahil olduğu Müslüman dünyası hala 20. Yüzyılda yaşamaktadır diyebiliriz. 
İşte Birinci Dünya Savaşı ele alınırken, bu dört zaman diliminden oluşan gelişmeler çerçevesinde bir değerlendirmeye tabi tutulursa savaşın 
önemi ve anlamı daha iyi anlaşılır kanaatindeyiz. 1871’den 1914’e Almanya ve Avrupa 

1871’de Fransa’ya karşı kazanılan savaş sonrasında oluşturulan Alman birliğinde ve Almanya İmparatorluğu’nun meydana getirilmesinde çok önemli bir rolü olan başbakan Otto von Bismarck’ın görevde kaldığı 1890 yılına kadar sadece Almanya’nın değil, Avrupa siyasetinin/diplomasisinin de en önemli aktörlerinden birisi idi. Kendine has diplomasi yöntemleriyle fazla dikkat çekmeden Almanya’yı Avrupa siyasetinin merkezine oturtmayı başarmıştı. Bismarck, görevde kaldığı süre boyunca Fransa’nın Almanya’dan 1870’in öcünü almasının önüne geçmeye ve bu uğurda Fransa’yı özellikle Rusya’dan uzak tutmaya çalışmış ve bunu da başarmıştı. Ancak bir müddet sonra her bakımdan güçlenen ve büyüyen Almanya’nın sanayi ve sermaye çevreleri için bu politikalar yeterli gelememeye başlamış ve yeni pazarlar, yeni hammadde kaynakları bulunması için daha atak, daha agresif bir ekonomi ve siyaset izlenmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. Bu anlamda 1888’de tahta çıkan Kaiser II. Wilhelm tam da bu sanayi ve sermaye çevrelerinin istediği yönde hareket edecek heyecana ve ataklığa sahip birisi idi. Almanya’da 1880’lerin sonlarında başlayan ve 1890’larda iyice kendini belli eden “Zeitgeist” II. Wilhelm’de kendisini bulurken Almanya için onca başarıya imza atan, ancak zamanın gerisinde kaldığına inanılan Bismarck’ı 
da bir çırpıda politikadan silecek kadar kuvvetli bir genişleme, yayılma, hakim olma güdüsünü içeriyordu. Nitekim Bismarck’ın 1890’da Kaiser tarafından görevinden azledilmesiyle Almanya’nın Avrupa’daki dengeci siyasetinin yerini gittikçe agresif bir ekonomik politika almış ve bunun siyasal yansımaları da görülmeye başlanmıştı. 

İlk olarak Fransa’ya karşı askeri anlamda bir emniyet sübabı olarak görülen Rusya ile olan ittifak yenilenmeyerek Almanya’nın yeni siyasetinin sinyali verilmişti. Almanya’nın böyle bir politik tercihte bulunmasında Alman sanayisi ve sermayesinin kendisine hammade ve yeni eknomik pazarlar bulma yolunda doğu Avrupa ve batı Rusya’yı tabii genişleme alanı olarak gözüne kestirmesinin büyük rolü yanında, dışarıya göç veren bir ülke olmasına rağmen oldukça kalaba-
lık bir nüfusa sahip olan Almanya’nın nüfusunu besleyecek ve hatta yerleştirecek yeni yaşam alanları aramasının da etkisi vardı. Almanlar Rusya’nın 
Avrupa’daki topraklarının bir kısmını da kapsayan Doğu Avrupa’yı “Lebensraum[Yaşam Alanı]” olarak tanımlarlarken bunu “Drang nach 
Osten[Doğuya Doğru İttirme/Sıkıştırma]” mottosuyla ifade ediyorlardı. 

Bu anlamda Alman devleti ile sermaye ve sanay çevreleri Rusya’yı mümkün olduğunca Avrupa’nın uzağına geriletmek/atmak için çeşitli planlar yapmaya başlamışlardı. Bu politika çerçevesinde Bismarck’ın Fransız politikası bağlamında Rusya’yı Almanya’nın yanında tutma karşılığında Osmanlı devletini feda eden yaklaşımı yeni dönemde Almanya ile Osmanlı devleti arasındaki ilişkileri farklı bir zemine oturtmaya başlamıştır. II. Abdülhamid’in denge politikasında İngiltere’nin boşalttığı alanı Almanya ile doldurma hesabı ile Almanya’nın politika değişiklikleri çakışınca iki ülke arasındaki ilişkiler hızla gelişmeye başlamış ve bunun sonucunda da Almanya başta Mezopotamya bölgesi olmak üzere Osmanlı
devleti topraklarında Avrupalı diğer güçlerle bilek güreşine tutuşmaya başlamıştır. Aynı yıllarda II. Abdülhamid’in özellikle İngiltere’ye karşı caydırıcı bir potansiyel güç olarak devreye soktuğu bir politika ile Almanya’nın keşfettiği ve üzerinde hesaplar yapmaya başladığı şey de çakışıyordu. 

Bunun adı ise Panislamizm/İslamcılık idi. II. Abdülhamid’in diplomaside bir denge unsuru olarak Almanya’yı ikame etme politikası 1912’den sonra İttihatçılarca da benimsenince, 1914 yılı yazındaki Türk-Alman ittifakına giden uzun ve karmaşık süreçteki devamlılık görülür. 

Almanya’nın 1890’lardan itibaren “ Weltmacht [Dünya Gücü] ” olma yolunda giriştiği ekonomik ve askeri alandaki atılımlar Fransa ve Rusya’nın 
ardından İngiltere’nin de Almanya karşısında konum almasına sebebiyet vermişti. Nitekim Almanya’nın 1898 ve 1900 yıllarında gemi yapımı konusunda 
çıkarttığı iki kanunla (Flottengesetze) deniz filosunun (askeri ve ticari) geliştirilmesini bir milli politika haline getirmesi İngiltere’yi endişelendirmişti. 
Askeri bakımdan olduğu kadar ticari bakımdan da denizlerin hakimi konumunda olan İngiltere neredeyse denizaşırı sömürgeleri hiç olmayan Almanya’nın savaş gemisi üretimine girişmesinden endişelenerek, bunun kendisine karşı bir politika olduğunu düşünmeye başlamıştı. Yine üretime ve ihracata dayalı ekonomisiyle Almanlar dünyanın uzak bölgelerine ve ülkelerine mallarını çoğunlukla İngiliz ticaret gemileriyle göndermek durumundaydılar. Aynı şekilde hammadde ihtiyaçlarını da İngiliz gemileri vasıtasıyla karşılamak zorundaydılar. Bu ise Alman mallarının maliyetini artırıyor ve en büyük rakipleri İngilizlerle rekabet konusunda dezavantajlı bir konumda olmalarına neden oluyordu. İşte sözkonusu bu olumsuzlukları gidermek için Almanlar ithalatı da ihracatı da kendi gemileriyle yapmak üzere gemi yapımını bir milli mesele haline getirmişlerdi. Bu durumda 
Almanya’nın izlediği bu “oyun bozan” politika bir bakıma Fransa, Rusya ve İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde ortak bir noktada birleşmelerini 
sağlamıştır. Nitekim 1894’te Fransa ile Rusya arasında yapılan ittifakla başlayan süreç 1904’te İngiltere ile Fransa’nın sömürgeler konusunda anlaşmaya vararak aralarındaki rekabeti dondurmalarıyla devam etmişti. Fransız İngiliz yakınlaşmasından sonra 1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında St. Petersburg’da imzalanan anlaşmayla Birinci Dünya Savaşı’nın iki blokundan birisi olan “Üçlü İtilaf” meydana gelmiş oluyordu. 

Osmanlı-Alman Müttefikliği ve İslam Stratejisi 

Avusturya veliahtı Ferdinand’ın 28 Haziran’da Saraybosna’da bir Sırp tarafından öldürülmesini müteakip hızla gelişen hadiseler Almanya ve Çarlık Rusyası’nı karşıt pozisyona getirmişti. Bu gelişmenin hemen akabinde Fransa ve İngiltere gibi Avrupa’nın büyük güçleri de AvusturyaMacaristan’ın müttefiki Almanya’nın karşısında ve Sırbistan’ın destekçisi Rusya’nın yanında konumlanarak iki bloklu savaşın ilk aşamasını tamamlamışlardı.1 

Bu ilk aşamada savaşa dahil olmayan ve Avrupa güçler dengesinde dengeleri değiştirici bir rolü olması umulan iki önemli devlet kalmıştı. 

Bunlar: 

Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya idi. İtalya kağıt üzerinde Almanya ve Avusturya-Macaristan’la birlikte 1882’den bu yana yürürlükte olan “Üçlü İttifak” 
içinde yer alıyordu, fakat pazarlık gücünü artırmak için ilk etapta tarafsız kalmayı tercih ederek aslında iki taraftan da kendisine en cazip teklifi kimin yapacağını beklemeye koyulmuştu.2 

Osmanlı devleti ise ilk aşamada dışarıya tarafsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen Almanya ile 2 Ağustos’ta bir gizli müttefiklik anlaşması imzalamıştı. 
Osmanlı devletinin anlaşma yapılanan kadar Almanya’nın safında yer alması çok kolay olmamıştı. Bunun sebebi ise Osmanlı devletinin pazarlık etmesinden, 
kendisini ağırdan satmasından değil, Almanya’nın Osmanlı devletini bir müttefik olarak kabul etme konusundaki tereddütlerinden kaynaklanıyordu. 
Nitekim gerek İstanbul’daki Alman elçisi Wangenheim’ın gerekse de 1913 yılı sonlarında İstanbul’a gelen Alman Askeri Misyonu’nun Osmanlı devleti ve ordusu hakkındaki raporları Temmuz ayının ikinci yarısına kadar hep olumsuz yöndeydi. Bunda Osmanlı devletinin 1912-1913 Balkan Savaşları’nda yaşadığı inanılmaz hezimetin çok büyük katkısı vardı. 

Avrupalıların kesin “favori” gördüğü bu savaşlarda Osmanlı devletinin durumu bir müttefiklik konusunda hiç kimseye ümit vermiyordu.3 Osmanlı devletinin bir ittifak durumunda müttefik olacağı ülkeye bir “yük”ten başka getirisinin olamayacağı yönündeki kanaatleri değiştiren ise Almanların 1905 yılında son şeklini verdikleri ve Schlieffen-Plan denilen iki cepheli bir Avrupa savaşı planının bozulmasından kaynaklanıyordu. Planı hazırlayıcısı o zamanki Alman genelkurmay başkanının adıyla anılan bu savaş planına göre Almanya, doğusunda ve batısında yer alan Rusya ile Fransa’nın müttefikliğine 
karşı iki cepheli bir savaşa hazırlanıyordu. Sözkonusu planda önce batıya, Fransa üzerine yürünülecek ve iki hafta içinde Fransa etkisiz hale geitirildikten sonra doğuya, Rusya’nın üzerine yürünülecekti. Ancak 1914 yılı Temmuz ayı sonlarında gelişen olaylar bu planın uygulanamaz hale getirmişti. Fransa ile Rusya aynı anda seferbelik ilan etmişlerdi, dolayısıyla daha Almanya bir saldırıya geçmeden bu iki ülke Almanya’ya karşı tedbirini almış ve Almanya’nın önce batı cephesinde, sonra da doğu cephesinde savaşma planını suya düşürmüşlerdi. Bunun yanında Almanların bir Avrupa savaşında İngiltere’nin tarafsız kalacağına dair beklentileri de gerçekleşmemişti. Bu durumda Almanya’nın Avrupa’daki yükünü hafifletmesi ve düşmanlarını mümkün olduğunca Avrupa dışındaki cephelerde oyalamasından başka bir yol görünmüyordu. İşte bu şartlarda başta Alman imparatoru II. Wilhelm olmak üzere, Alman devleti yetkilileri daha önce müttefikliğe kabul konusunda soğuk durdukları ve oyalama taktikleri ile 
karşı tarafın kucağına da itmek istemedikleri Türklere yanaştılar. 

Sonuçta Almanya, eşit şartlarda sayılacak bir ittifak anlaşmasıyla Osmanlı devletini kendi yanına almaya razı olmuştu. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

26 Mayıs 2017 Cuma

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin Genel Stratejisi



Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin Genel Stratejisi

Prof. Dr. Peter D. FEAVER*
02 Temmuz 2012
*Bu Metin Prof. Dr. Peter Feaver’ın 26 Haziran 2012 tarihinde Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (BİLGESAM) yaptığı konuşmadan derlenmiştir.


     Genel strateji, devletlerin tehditlerle mücadele etmek ve fırsatları değerlendirmek maksadıyla takip ettiği uzun vadeli hedeflerin toplamıdır. 

Genel strateji askeri stratejiyi de kapsamaktadır. Devletler, genel stratejileri doğrultusunda askeri, ekonomik ve diplomatik milli güç unsurları ile sert ve 
yumuşak güç dinamiklerini birlikte seferber eder. 

Amerika’da Birleşik Devletler’in stratejisi üzerine çalışan araştırmacılar Washington’ın genel stratejisini değiştirmekte olduğuna veya bu konuda bir tartışmanın varlığına inanmaktadır. Bu nedenle genel strateji mevzu ABD’de sürekli gündemdedir ve oldukça popüler bir konudur. Tartışmanın ABD hegemonyasının zayıflaması; Çin, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin ise güçlenmesiyle alakalı olduğu kanaati yaygındır. Dolayısıyla tartışma daha çok ABD’nin uluslararası sistemdeki yeri ve konumuyla ilgilidir. Nitekim son zamanlarda genel strateji üzerine pek çok konferans düzenlenmektedir. Bu konferanslar ABD’nin genel stratejisinin ele alınmasını ve tartışılmasını kolaylaştırmakta, farklı yaklaşımların tezahürüne imkân tanımaktadır. Benim bu konudaki yaklaşımım Amerika’daki pek çok akademisyenden farklıdır ve sadece küçük bir topluluğun idrak edebildiği “gerçeği” yansıtmaktadır. Bu konu üzerine fikir serdeden isimlerin çoğu yanlış değerlendirmelerde bulunmaktadır ve benim yaklaşımıma itiraz etmektedir. 

Geleneksel bakış açısı, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde genel bir strateji izlediğini ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde böyle bir strateji geliştiremediğini öne sürmektedir. Geleneksel bakış açısına göre Soğuk Savaş boyunca Washington, George Kennan’ın geliştirdiği “çevreleme” olarak bilinen bir genel strateji izlemiştir. Bu strateji kapsamında ABD, uluslararası sistemdeki konumuyla ilgili tutarlı bir yaklaşım sergilemiş, mücadele edilecek tehdidi tespit etmiş ve bu tehditle nasıl mücadele edeceğini belirlemiştir. Çevreleme stratejisinin hedefi büyük bir savaştan uzak durmak ve Sovyet tehdidini bertaraf etmekti. Bu stratejiyle Amerikan karar mercileri, kıtalara yayılacak ve milyonlarca insanın ölebileceği II. Dünya Savaşı benzeri bir savaşa girmeden Sovyet tehdidini yönetmeyi amaçladı. Sovyet tehdidi en az Nazi Almanyası ve İmparatorluk Japonyası kadar büyük bir tehdit haline gelince çevreleme stratejisi makul bir çözüm olarak geliştirildi. Çevreleme stratejisi ile savaş girmeden Sovyet tehdidinin yönetilmesi hedeflendi. Sovyetler Birliği dağıldıktan ve Soğuk Savaş bittikten sonra ise yeni bir genel stratejinin tayin edilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. 

Geleneksel bakış açısına göre ABD, Soğuk Savaş sonrası dönem için genel bir strateji ve belirli bir vizyon geliştirememiştir. Washington, süreç içinde baş 
gösteren krizlere göre farklı politikalar geliştirmektedir. Ben bu yaklaşımın yanlış olduğunu değerlendiriyorum. Amerikan dış politikasında George H. W. Bush 
dönemine kadar geri götürebileceğimiz Soğuk Savaş sonrası için tespit edilmiş genel bir stratejinin varlığını görebiliriz. Nitekim bu genel stratejinin izleri 
“Baba” Bush döneminde hazırlanan strateji belgelerinde fark edilmektedir. Ancak geleneksel bakış açısı Bush’tan Clinton’a, Clinton’dan Bush’a ve Bush’tan 
Obama’ya ABD’nin stratejisinde önemli değişiklikler olduğunu, Soğuk Savaş sonrasındaki başkanların hepsinin farklı yaklaşımlar geliştirdiğini iddia etmektedir. 

Ben bu iddianın gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Çünkü Soğuk Savaş sonrası Amerikan dış politikasında genel strateji düzeyinde bir süreklilik olduğu 
kanaatindeyim. Başkanlar arasında söylem ve retorik farklılıkları bulunabilir ya da her başkan selefini eleştirmiş olabilir. Her başkan kendi stratejisinin 
Amerikayı kurtarmak üzere geliştirilmiş ve tamamen özgün olduğunu, selefinin ise Washinton’ın dünya siyasetindeki konumuna büyük zarar verdiğini ifade 
etmiş olabilir. Fakat aslında bütün başkanlar büyük ölçüde aynı genel stratejiyi takip etmiştir. 

Washington’ın Soğuk Savaş sonrası süreçte izlediği genel strateji, en az Soğuk Savaş döneminde takip ettiği genel strateji kadar tutarlı ve partiler üstü 
niteliktedir. Bu yeni genel stratejinin “çevreleme” gibi açık ve özlü bir tanımı olmayabilir ama en az çevreleme stratejisi kadar iç bütünlüğü olduğu aşikârdır. 

Soğuk Savaş sonrası ABD’nin genel stratejisi için özellikle “en az çevreleme stratejisi kadar tutarlı” diyorum çünkü çevreleme stratejisinin tamamen tutarlı 
olduğunu zannetmiyorum. Çevreleme stratejisinde Washington’ın bazı bölgelerde nasıl hareket etmesi gerektiği tespit edilmemiştir. ABD, Güneydoğu Asya ya da Kuzeydoğu Asya’yı müdafaa edecek miydi? Bu belirsizdi ve tartışma konusuydu. Bugün öğrencilerimin çoğu Clinton iktidara geldikten sonra dünyaya gelmiş kişiler ve bir Soğuk Savaş hafızası taşımıyorlar. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin herkesin üzerinde fikir birliği ettiği tamamen tutarlı bir genel strateji izlediğini zannediyorlar. Tabii ki böyle bir tablo yoktu. Büyük tartışmalar yaşanıyordu. 

Keza Soğuk Savaş sonrası süreçte de benzer yoğunlukta tartışmalar oldu ve Washington aynı düzeyde tutarlı bir genel strateji tayin etti. Başlık ve tanımı göz önünde bulundurmadan bu genel stratejinin mantığını farklı başkanlar döneminde hazırlanan ulusal güvenlik stratejilerinde bulabiliriz. ABD’de yasalar uyarınca başkanlar ulusal güvenlik stratejisi hazırlamakta ve kamuoyuna beyan etmektedir. Dolayısıyla bu metinleri okuyabilirsiniz. Ben Clinton’ın 1994 yılında beyan edilen ulusal güvenlik strateji belgesi üzerinde çalıştım. Belgenin hazırlık sürecini koordine ettim. 2005’te Beyaz Saray’a geri dönünce bu defa da Bush’un ulusal güvenlik stratejisini hazırlayan kadronun arasında yer aldım. Başkan Bush’un 2006’ta kamuoyuna arz edilen ulusal güvenlik stratejisini yöneten dairede görev yaptım. Clinton ve Bush dönemlerinde hazırlanan bu iki belgede ABD’nin genel stratejisi açısından belirgin bir süreklilik vardı. 

Bu süreklilik ise daha çok Amerikan başkanlarının Washington’ın dünyadaki konumuna ilişkin benzer yaklaşımlarının neticesiydi. Ben bu tutarlı genel strateji 
yaklaşımının beş esastan oluştuğunu değerlendiriyorum. 

Birinci esas “kadife kaplı demir yumruk” metaforuyla ifade ettiğimiz esastır. Demir yumruk yakın tehditleri bertaraf edebilecek askeri gücün çok üstünde bir 
silahlı kuvvete sahip olmak ilkesidir. Kadife eldiven ise rakip statüsündeki ve gelecekte rakip olabilecek devletlerle muhtemel bir düşmanlığı engellemek için 
etkileşime girmektir. Kadife kaplı demir yumruk esası ile hedeflenen diğer devleteri ABD’yi dengeleyebilecek bir güç tesis etmekten vazgeçirmek, Washington’a rekabet etmekten veya düşman olmaktan caydırmaktır. Soğuk Savaş dönemindeki çevreleme stratejisinin hedefi Sovyetler Birliği ile girilebilecek büyük bir savaştan uzak durmaktı. Soğuk Savaş sonrası süreçte ise Amerikan karar mercileri, ABD’ye askeri ve ekonomik olarak meydan okuyan bir aktörün ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilecek yeni bir soğuk savaş ortamını engellemeyi hedeflemiştir. ABD, yeni bir soğuk savaş ortamının oluşmasını muhtemel rakip veya hasım devletleri Washington’a meydan okumaktan vazgeçirerek engellemeye çalışmaktadır. Yakın tehditlere karşılık oldukça yüksek bir askeri güç muhafaza eden ABD, herhangi bir devlette savunma harcamaları nın artırılmasıyla Birleşik Devletler’in askeri kuvvetine erişilebileceği yönünde bir kanaatin tezahürünü önlemeye çalışmaktadır. 

Dengelenemeyecek düzeyde askeri kabiliyeti haiz bir ABD’ye böylece hiçbir devlet meydan okumayı göze alamayacaktır. Gelecekte ABD’ye meydan okumak 
saikiyle güçlenmenin ise nafile olduğu kanaati yerleşecektir. Soğuk Savaş’ta silahlanma yarışının yoğunlaştığı Reagan yönetimi döneminde ABD’nin savunma 
harcamaları dünyadaki toplam savunma harcamalarının %26’sına tekabül etmekteydi. Küresel savunma harcamalarının %26’sı dünyadaki tüm ülkelerin 
savunma bütçelerinin toplamının çeyreğinden daha fazla bir oran demektir. Bu oran Bush döneminde savunma harcamaların arttığı yıllarda %50’ye yükselmiştir. 
ABD bu dönemde tek başına dünyanın geri kalanı kadar savunma harcaması yapmıştır. 2006 yılında ABD’nin algıladığı tehdit 1986’da maruz kaldığı tehditten 
daha mı büyüktü? Hayır. Askeri açından bu dönemde diğer ülkeler ABD’nin çok gerisinde kaldı. ABD ise mali yükü oldukça yüksek birden fazla savaş başlattı 
ve dünyadaki diğer ülkelere karşı askeri üstünlüğünü artırdı. Bugün ABD ile en yakın rakipleri arasındaki askeri kabiliyet farkı 1990 yılındaki farka göre daha 
büyüktür. Bu büyüyen fark ABD’nin demir yumruk stratejisiyle hedeflediği bir neticedir.  

Washington, demir yumruk stratejisini kadife eldiven stratejisiyle birlikte yürüttü. Kadife eldiven stratejisiyle ABD, düşmana dönüşebilecek devletlerle 
etkileşime girdi ve tesis ettiği statükoda bu devletlere çeşitli konumlar tahsis etti. Bazı devletlere statükodan memnun olmaları ve revizyonist hareket 
etmemeleri için askeri ve ekonomik kabiliyetlerinin üzerinde pozisyonlar sağladı. Böylece Washington, muhtemel rakip devletlerin ABD’nin yegâne süpergüç 
olduğunu kabul etmesini dolaylı bir şekilde temin etti. Şayet ABD tek süpergüç olduğunu doğrudan dikte etseydi ve diğer tüm devletlere kendi iradesini 
açıkça dayatsaydı düşmanca tepkilerin gelişmesine yol açabilirdi. Kadife eldiven stratejisi gereği böyle hareket etmedi. Diğer devletlere küresel yönetişimde 
aktör olma imkânını verdi. Mesela Japonya’nın dünya ticaret düzeninde söz sahibi olmasını sağlayarak bu ülke ile iyi ilişkiler geliştirdi. Ekonomik açıdan yeterli büyüklüğü olmasa da Rusya’yı G8’e dâhil etti.  G20 oluşumu ile diğer devletlerin yönetişime katılmasını teşvik etti ve mevcut dünya düzeninin kabul 
edilebilirliğini artırdı. Böylece Washington, Avrupa Birliği gibi ABD’yi ekonomik açıdan dengeleyebilecek aktörlerin yakın gelecekte düşmana dönüşmesine 
mani oldu. 

Burada elbette en önemli örnek Çin ile münasebetlerdir. Başkanlık seçimlerine doğru Amerikan başkan adaylarının söylemleri genelde Çin’e karşı sert 
politikaların izleneceği yönünde olmuştur. Ancak seçilince bütün başkanlar Çin’le etkileşime girme seçeneğini tercih etti ve yatıştırma politikası izledi. 
Bush yönetimi Çin politikasını “yatıştırma” ifadesiyle tanımlamadı. Çünkü “yatıştırma” kelimesinin Amerikan diplomasi anlayışında olumsuz çağrışımları vardır. 

Bush yönetimi, Washington’ın Çin için uygun gördüğü konum için “sorumlu hissedar” ifadesini kullandı. Bu ifadeden maksat Çin’in mevcut dünya düzeninde 
önemli bir konumda bulunması gerektiğidir. Böylece ileride daha fazla güçlense bile Pekin, dünya düzenini değiştirmeyi arzu etmeyecektir. Amerikan 
yönetimindeki bu yaklaşımın hedefi yeni bir soğuk savaşın ortaya çıkmasını engellemekti. Bu yaklaşımın temel mantığı 1992’de Bush döneminin savunma 
planlama rehberine daha dikkatli ifadeler kullanılarak yerleştirilmişti. Bu yaklaşım Obama dönemine kadar devam etti. Eğer Obama’nın 2010 ulusal güvenlik stratejisini okursanız kullanılan üslubun tamamen ABD’nin liderliğine yönelik olduğunu fark edersiniz. “Amerika dünyanın en iyi ordusuna sahip olmaya devam etmeli, Amerikan ordusu tarihteki en eğitimli, en donanımlı ve vurucu gücü en yüksek ordu olarak yerini korumalı…” Obama yönetimi bu hedeften vazgeçmeyeceğini özellikle vurgulamaktadır. Bu liderlik stratejisidir. Diğer ülkelerin yanında ikinci en güçlü ülke konumu ya da muhtemel rakip devletlerle eşit konumda bulunmak değildir. İşte bu ABD’nin Soğuk Savaş sonrası genel stratejisinin birinci esasıdır.   

İkinci esas, siyasi açıdan ABD’ye benzemesi amacıyla dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Bu çabayı Washington’ın demokrasinin yaygınlaşması ve Batılı insan 
hakları kavramlarının yerleşmesi istikametinde izlediği stratejide görebiliriz. Amerikan karar mercilerinin benimsediği teori demokrasiler yaygınlaştıkça 
devletlerin birbiriyle savaşma eğiliminin zayıflayacağı ve dünyanın daha güvenli olacağını öngörmektedir. Demokratik devletler bizim değerlerimizi paylaşacağı 
ve işbirliğine açık olacağı için böyle bir dünya aynı zamanda ABD’nin menfaatlerine de hizmet edecektir. Bu yaklaşım, “genişleme” tabiri ile Clinton’ın ulusal güvenlik stratejisinde oldukça açık bir şekilde ifade edilmiştir. Dolayısıyla demokrasilerin yaygınlaşması, demokratik yönetimlerin iktidarda olduğu coğrafyanın genişlemesi ABD’nin genel stratejisinin ikinci esasıdır.    

Üçüncü esas küreselleşmenin, serbest piyasa ekonomisinin ve pazar kapitalizminin yerleşmesi vasıtasıyla dünyayı ekonomik açıdan ABD’ye benzetmektir. 
Bu esas kapsamında Amerikan karar mercilerinin benimsediği teoriye göre küreselleşmeyi hızlandıran gelişmeler aynı zamanda serbest ticaretin 
yaygınlaşmasına imkân tanımaktadır ve dünyanın geri kalanı ile birlikte ABD’nin menfaatlerine de hizmet etmektedir. Küreselleşme ve serbest piyasanın 
gelişmesi dünya genelinde refahı artırdığı gibi Amerika’da da refah düzeyini yükseltecektir. İkinci ve üçüncü esas burada birbirini desteklemektedir. 
Demokratik devletler, pazar kapitalizmiyle ekonomik açından müreffeh bir ortam tesis edebilirse varlıklarını sürdürebilir ve orta sınıfın hak ve hürriyetlerini 
serbest bırakarak piyasa ekonomisini geliştirebilir. Dolayısıyla iki esas (ikinci ve üçüncü esaslar) birlikte yürütülmelidir.    

Dördüncü esas kitle imha silahlarının düşman devletlere yayılmasının engellenmesi hedefidir. Sovyetler Birliği kadar güçlü olmayan ülkeler, kitle imha 
silahlarına sahip olursa bulundukları bölgelerdeki mevcut düzen parametrelerini değiştirmeye tevessül edebilir. Bölgesel istikrarı zedeleyebilir. Bu nedenle 
kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışan devletler durdurulmalıdır. 

Clinton döneminin CIA Başkanı Jim Woolsey’in konu ile ilgili şöyle bir açıklaması vardı: 

“Ormandaki ejderi (Sovyetler Birliği) öldürdük, ancak ormanda hala zehirli yılanlar var.” Bu yılanlar ejder değil ama hala ABD’ye zarar verebilecek aktörler. 
Dikkatimizi bu nedenle zehirli yılanlara -kitle imha silahı üretmeye çalışan devletlere- yoğunlaştırıyoruz. Bu devletler ABD açısından yakın ve orta vadede 
en önemli tehdit niteliğindedir. Dolayısıyla Amerikan diplomatik ve askeri stratejisi bu devletlerin kitle imha silahı sahibi olmasını engellemeye odaklanmıştır. 

Hedef bu ülkeleri kitle imha silah sahibi olmaktan men etmek, silahları geliştirmeyi başaran devletleri silahları bırakmaya ikna etmektir. Bu devletlerin ikna olmaması durumunda ise askeri kuvvete başvurarak silahlardan vazgeçmelerini sağlamak hedef dâhilindedir. “Baba” Bush’tan Clinton’a ve “Oğul” Bush’tan Obama’ya Soğuk Savaş sonrası dönemdeki bütün yönetimler kitle imha silahlarının yayılmasını yüksek düzeyli yakın tehdit olarak değerlendirmiştir. 

Beyaz Saray’ın bu konudaki tutumu açısından belirgin bir süreklilik göze çarpmaktadır. Nitekim Irak’a karşı Bush döneminde geliştirilen söylemler Clinton döneminden devralınmıştır. Irak savaşı Bush döneminde başlatılmıştır. Ancak ABD, Clinton döneminde Irak’ı kitle imha silahı ürettiği gerekçesiyle birkaç kez bombalamıştır. Burada belirgin bir genel strateji tutarlılığı fark edilmektedir. 

Clinton döneminde ABD’nin genel stratejisine beşinci esasın eklenmesi yönünde bir girişim görüyoruz. Beşinci esas kitle imha silahları tehdidiyle aynı 
düzeyde önemli görülen etnik çatışmaların yakın tehdit olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu esas ilk etapta tartışmalara yol açmış, diğer esaslar kadar desteklenmemiştir. Clinton döneminde Somali, Ruanda, Sudan ve Balkanlar’daki çatışmalarda görüldüğü gibi ABD askeri güç tatbikinde oldukça isteksiz hareket etmiştir. Özellikle Somali’de ABD’nin müdahalesi fiyasko ile sonuçlanınca, beşinci esasın genel stratejide yerini alması iyice zorlaşmıştır. 
Etnik çatışmaların yakın tehdit olarak değerlendirilmesinin bu nedenle 11 Eylül saldırılarına kadar genel stratejinin beşinci esası haline gelmediği ifade 
edilebilir. Nitekim George W. Bush başkanlık seçimlerine doğru ABD’nin genel stratejisinde etnik çatışmalara ve ulus-inşa süreçlerine öncelik vermemesi ve 
ilk dört esas doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini ifade etmekteydi. 11 Eylül saldırılarına kadar Bush yönetimi beşinci esasa odaklanmadı. 11 Eylül saldırıları nın ardından ise Bush yönetimi radikal gruplardan algılanan tehdidi öncelikli tehditler arasına dâhil ederek beşinci esası öne çıkardı. 

ABD’nin genel stratejisinin altıncı esası, Obama’nın başkanlık seçimleri kampanyasında bahsettiği iklim değişikliğiyle mücadele olarak gündeme gelmiştir. 
Altıncı esas, iklim değişikliği kapsamında küresel ısınmadan kaynaklanabilecek tehditle mücadeleye yönelik tayin edilebilir. Küresel ısınmanın yol açabileceği 
tehdit, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde tanımlanan diğer tehditler kadar vahim neticeleri olabilecek bir dinamiğe dönüşebilir. Obama 2008’de başkan 
adayı iken küresel ısınma tehdidinin uzun vadede önemli bir tehdit olduğunu ve çok geç olmadan bu tehditle mücadele edilmesi gerektiğini beyan etmiştir. 
Ancak Obama’nın başkan seçilince bu konuya vaat ettiği nispette eğilemediği, Kongre’den yeterli destek alamadığı görülmektedir. Barack Obama’nın en azından ilk döneminde iklim değişikliği ile mücadele adına adım atmadığı ifade edilebilir. Bu nedenle küresel ısınmayla mücadelenin ABD’nin genel stratejisinde altıncı esas niteliğine terfi edemediğini düşünüyorum. Bu konu hala tartışılmaktadır. Eğer Obama ikinci kez seçilirse iklim değişikliğiyle mücadeleye altıncı esas olarak öncelik verebilir mi? Belki. Ama bu mevzuda şüphelerim var. Bence böyle bir altıncı esas için siyasi ortam en azından gelecek birkaç yıl için elverişli görünmüyor. 
Dolayısıyla Obama döneminde ABD’nin genel stratejisine altıncı esas dâhil edilmedi. Washington’ın takip ettiği genel strateji beş esasla sınırlı kaldı. 

Umarım sizi Soğuk Savaş sonrası ABD’nin genel stratejisindeki süreklilik konusunda ikna etmişimdir. Belki genel stratejideki bu süreklilik ABD’ye dışarıdan bakan sizler için daha rahat fark edilir niteliktedir. Nitekim dışarıdan bakanlar, Amerika’da seçim kampanyalarında kullanılan söylemlerin ve Washington’ın iç dinamiklerinin abartılı biçimde üzerinde durduğu farklılıkların etkisi altında kalmadan ABD’nin genel stratejisini gözlemleyebiliyor. Her başkan, selefinin izlediği dış politikadan farklı bir çizgide hareket edeceği ümidiyle Beyaz Saray’a oturmaktadır. Başkan seçildikten sonra ise seleflerinin takip ettiği sürekliliğe dâhil olmak durumunda kalmaktadır. Bence aslında bu ABD’nin genel stratejisinin başarılı bir şekilde yürütüldüğünü göstermektedir. Tarihte genel stratejisini bu denli süreklilik arz edecek biçimde ve başarılı şekilde yürüten sadece birkaç büyük güç olmuştur. ABD’nin pek çok hata yaptığı doğrudur ama diğer büyük güçlerin tarihteki performanslarıyla karşılaştırıldığında Washington oldukça başarılıdır.


* Peter D. Feaver (PhD, Harvard) Duke Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve kamu politikası profesörüdür. Güvenlik Üçgeni Çalışmaları Enstitüsü (Triangle Institute 
for Security Studies-TISS) ve Duke Amerikan Büyük Strateji Programı (Duke Program in American Grand Strategy-AGS) yöneticisi olarak görev yapmaktadır. 
2005-2007 yılları arasında Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesindeki Stratejik Planlama ve Kurumsal Reform dairesinde danışman olarak görev almıştır. Prof. Feaver, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde ayrıca milli güvenlik stratejisi, bölgesel stratejiler ve diğer siyasi-askeri konularda çeşitli sorumluluklar üstlenmiştir.

http://www.bilgesam.org/incele/38/-soguk-savas-sonrasi-donemde-abd%E2%80%99nin-genel-stratejisi-/#.WShmz5KLTIU


***