31 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN SONRASI KILIÇ BÖLÜM 3

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN SONRASI KILIÇ BÖLÜM 3


Bunlar son yıllarda Almanya’da açıktan yapılan ve Alman kamuoyunun tepki göstermediği ırkçı faaliyetlere birkaç örnekti. Sadece Norveç’teki Breiwik gibi “suçsuz katliamcılar” sahneye çıktığında görünür hâle gelen aşırı sağın toplumdaki karşılığı aldığı oyla sınırlı değildi. 

Duyarlı Almanya ise dönerci cinayetleri olarak adlandırılan cinayetlerle ilgili gelişmeleri endişeyle takip ediyordu. Adalet Bakanı Sabine Leutheuser-Schnarrenberger’in sesi, Almanya’nın duyarlı vicdanının sesiydi: “90’lı yıllarda aşırı sağcılığı en kötü şekliyle bizler yaşadık. Mölln’ü, Solingen’i, Hoyerswerda’yı, ölümleri, saldırıları, davaları hatırlıyorum... 
Soruşturmaların sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Ben 1949’dan, yani savaştan sonraki Almanya’da aşırı sağcılığın, solcu, İslamcı ya da başka bir terör grubundan daha az tehlikeli olarak algılanmadığı kanısındayım.” 

Yahudi soykırımı utancının örgülediği zor tarihi nedeniyle Almanya şüphesiz özel bir sorumluluk taşıyordu. Örnek anayasası ile dikkat çeken ülke de bu özel sorumluluğunu, demokrasisini güçlendirecek kendine has yöntemlerle yerine getirmeye çalışıyordu. Irkçı parti NPD Avrupa’daki benzerlerine göre en az oyu Almanya’da alıyordu. Kapatılma tartışmaları hiç bitmeyen parti üzerinde gizli bir izolasyonun olduğunu söylemek mümkündü. Gerek 
toplumda gerekse bürokrasi içindeki destekçileri ile hareket sahası bulan aşırı sağcıların öne çıktığı eylemler, hiçbir Avrupa ülkesinde Almanya’daki kadar büyük tedirginlik meydana getirmiyordu. Olayın bulaşıcı olmasından korkan Alman makamları yarayı neşterle deşmek yerine hem polisiye hem siyasi yöntemlerle üstünü örterek unutturmayı tercih ediyordu. 

Karnındaki bebeği ile ırkçı bir Alman’ın bıçaklı saldırısında ölen Mısırlı Merve Şerbini cinayeti, Ludwigshafen yangını gibi olaylar bunun taze örnekleriydi. Fakat Ekim 2011’de ortaya çıkan ‘dönerci cinayetleri’ vakası ise üzeri örtülemeyecek kadar büyüktü. Almanlar “Neonazi katil çeteleri, Solingen ’den bu yana yaşanan en büyük siyasî hasara yol açtı.” sözleriyle görüşleri  ni ifade ederken, olayın Türkçe karşılığıyla “Mızrak çuvala sığmıyor.”du. O yüzden olsa gerek Alman makamları organize olduğu anlaşılan cinayetlere en üst düzeyde tepki verdi. 

2010’da ‘İslam Almanya’ya aittir’ açıklaması ile Türklerin sempatisini kazanan Cumhur-başkanı Christian Wulff dönerci cinayetlerinde öldürülenlerin aileleri ile buluştu. Cumhur-başkanlığı Sarayı Bellevue’de gerçekleşen görüşmede federal hükümet ve siyasi parti temsilcileri de hazır bulundu. Başbakan Angela Merkel cinayetleri Almanya için “utanç verici” ve “çok rahatsız edici” olarak nitelendirip mağdurlara ve yabancılara güven veren şu sözleri söyledi: “Öncelikle şunu söylemek isterim. Bu cinayetlerden doğal olarak en fazla etkilenen kurban yakınları, devletin her şeyi aydınlığa çıkartacağına, soruşturmaları sonuna kadar götüreceğine ve aşırı sağcılığın ülkemizde hiçbir şansı olmayacağına inansınlar. Şu da memnuniyet vericidir ki; bu hepimizin görüşüdür, yani partiler üstü bir görüştür. Federal hükümet üzerine düşen her şeyi yapacaktır.” 

Ölenler Alman olsaydı, polisin yaklaşımı farklı olurdu. Bu korkunç olay Almanya’da tarihe kayıt düşülecek bir ilki de hayata geçirdi. Federal İçişleri Bakanı Hans Peter Friedrich, ilk defa ‘sağcı terörün’ varlığından söz etti. Almanya Türk Toplumu’nun merkezini ziyaret eden Federal Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ise hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörülü 
olmalarının söz konusu olmadığını belirterek, “Almanya’da aşırı sağa ve yabancı düşmanlığına yer yoktur. Hukuk devletinin tüm araçları ile ırkçılık ve şiddetle kararlı bir şekilde mücadele edeceğiz.” dedi. Köln’de 2004 yılında saldırı düzenlenen Keup Caddesi’ndeki Türk esnafı ziyaret ederek üzüntülerini belirten ve yeni dönemde iktidarın en büyük adayı görülen Sosyal Demokrat Parti’nin Genel Başkanı Sigmar Gabriel, “Eğer bu cinayetler bir İslami örgüt tarafından işlenseydi ve ölenler Alman olsaydı, tüm caddeler kapatılır, helikopterler havada uçuşur, devletin tüm birimleri en yüksek mertebede harekete geçirilirdi.” sözleriyle hem ağır bir özeleştiri yaptı hem de 11 yıllık bir duyarsızlığı vurguladı. 

Adalet Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger (FDP) olay karşısında çok kötü bir sınav veren ve eleştirilerin odağına oturan iç istihbarat teşkilatı Verfassungsschutz (Anayasayı Koruma Teşkilatı) için reform çağrısında bulundu. Güvenlik ve istihbarat servislerinin gözetiminden sorumlu Alman Parlamenter Denetim Paneli (PKGr) Başkanı Thomas Oppermann 
(SPD) Naziler tarafından işlenen cinayetleri, “Almanya’da son 60 yılda işlenen en anlaşılması güç ve en iğrenç cinayetler” olarak tanımlayarak, “Devletimizin öldürülen insanları koruyamayışından dolayı utanıyorum.” diye konuştu. 

Irkçı saldırılar karşısında daha önceleri tıpkı hükümet gibi temkinli tavır takınan Alman medyası da oldukça sert söylemleri köşelerine taşırken, özeleştiri yapmaktan da geri durmuyordu. Mesela Kölner Stadt-Anzeiger Alman toplumunun bakışındaki çelişkiyi ele aldığı yazısında “Özellikle de toplumdaki orta sınıfın Neonazilere yaklaşımı tutarlı değil. Bir yanda 
Neonazilerden hoşlanılmıyor, gerek düşünsel gerekse fizikî olarak varlıkları istenmiyor. Ama peki aşırı sağ düşünceye karşı mücadelede, aşırı sağ çevreden çıkmak isteyenlere yardım için malî kaynaklar kısıldığında kimse çıkıp bir şey diyor mu? Ya da aşırı sağcı ayak takımı tarafından taciz edilen komşular için etkin bir destek sağlanıyor mu? Pek sayılmaz.” 
ifadelerini kullanıyordu. 

Berlin’de yayımlanan “Tageszeitung” gazetesi ise Merkel’e seslendiği yazısında âdeta Türklerin vicdanına tercüman oluyordu: “Kurbanlar için kamuoyuna açık bir devlet töreni düzenlenmesi doğru bir sinyal olur. 2004 kışında Hint Okyanusu’ndaki tsunami felaketinde ölen Almanlar için yapılan ın, aşırı sağcılar tarafından öldürülenlere de hak görülmesi uygundur. Angela Merkel şimdi selefi Helmut Kohl’ün yapamadığını yapma fırsatına sahip. 1993’te Solingen’de Türklerin evinin yakılması olayında Kohl cenaze törenine gitmeye yanaşmamış ve böylece pek çok Türk göçmenin yıllar boyunca Almanya’ya yabancılaşması riskini göze almıştı. Merkel birlikte yas tutma becerisine sahip olduğunu gösterebilir ve böylece entegrasyon politikaları açısından da önemli bir sinyal vermiş olur.” 

Süddeutsche Zeitung ise yorumunda resmî makamları sert dille eleştiriyor ve şu soruyu yöneltiyordu: “Bir Neonazi çetesinin elini kolunu sallayarak, takibata uğramadan, cinayet işleye işleye Almanya’nın her yerinde dolaşabildiğinin; Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 15 yıldır yayımladığı raporların yanlış olduğunun; içişlerinden sorumlu politikacıların bu temel 
üzerinden çıkardıkları sonuçların mesnetsizliğinin ortaya çıkmasından, istihbaratçılarla aşırı sağcılar arasındaki mesafesizlikle ilgili yeni ayrıntılar bulunmasından bu yana, bize çaresizce şu soruyu sormak kalıyor: Acaba sadece Nasyonal Demokrat Parti’yi değil, Anayasayı Koruma Teşkilatı’nı da mı yasaklamak gerek?” 

Öldürülenlerden sadece ikisinin dönerci olmasına rağmen hoşlanmadıkları olaylara, aşağılama kokan isim bulmada çok mahir olan Almanlarca üretilen ‘Dönerci Cinayetleri’ni kısaca hatırlamak gerekirse şunlar söylenebilirdi: 2000 yılında önce Nürnberg’de Ispartalı bir çiçekçi olan Enver Şimşek öldürüldü. Onu 2001’de Hamburg, Nürnberg ve Münih’te de bakkal Süleyman Taşköprü, terzi Abdürrahim Özüdoğru ve manav Habil Kılıç cinayetleri takip etti. Almanlar bunun üzerine herhâlde en iyi döner Boğaz’da yenir diye düşündüklerinden “Bosphorus” adlı araştırma ekibini kurdular. 2002’de Rostock’ta arkadaşının döner büfesinde çalışan Yunus Turgut hedef oldu. Üç yıllık bir aradan sonra ise yine Nürnberg’de Kürt asıllı 
dönerci İsmail Yaşar öldürüldü. Bir hafta sonra Türklerle arasından su sızmayan Yunan çilingir Münih’te öldürüldü. 2006’nın Nisan ayında ise iki cinayet daha işlendi. 4 Nisan’da büfeci Mehmet Kubaşık Münih’te, 10 Nisan’da ise internet kafe sahibi Halit Yozgat, Kassel’de ölü bulundu. Önyargılarıyla hareket eden “Bosphorus” ekibi uyuşturucu ve mafya kanaatleri sebebiyle suçluyu hep Türkler arasında aradı. Ölen Türklerin yakınlarını zan altında bırakan bu tavır yüzünden aileler acılarına üzülemedikleri gibi çevreleri de onlardan uzaklaştı. Alman polisi Türk yetkililerle de iletişime geçti ama tamamında Ceska 83 silahı kullanılan cinayetleri çözemedi. (140) 

Failler hep yanlış adreste arandı. Söz konusu kişiler göçmenler olunca Alman medyasının da tavrı farklı olmuyordu. Onlar da sürekli sol cenahtan bilgilendirildikleri için cinayetlerin arkasında “Türk Derin Devleti”nin olabileceğini yazmışlardı. Cinayetler 2006’da yine anlaşılamayan bir sebeple sona erdi. Son olarak yakılan evde tabancası bulunan ve o zaman olayla 
bağlantısı kurulmayan bayan polis Michéle Kaiserwetter 25 Nisan 2007’de Heilbronn’da kafasına sıkılan tek kurşunla öldürüldüğünde henüz 22 yaşındaydı. 2007 sonrası bu olayla bağlantı kurulan bir eylem veya cinayet olmadığı için dosya kapanma aşamasına gelmişti. 

Türk Susurluk’unda sahneye bir kamyon çıkmış ve her şey değişmişti. Burada ortaya çıkan ise bir karavandı. Olaylar bununla bitmemişti. Seri katil iki Uwe’nin intihar ettiği karavan ise polis için daha doğrusu Almanya için beklenmeyen sürprizlerin ve utanç duyulacak gelişmelerin başlangıcı olacaktı. 

Örgüt üyeleri Uwe Böhnhardt (34) ve Uwe Mundlos (38) bir banka soygunundan sonra kimlikleri tespit edildiği için saklanmaya başladılar. Fakat saklandıkları karavanda yakalanacaklarını anlayınca arkadaşları Beate Zschaepe’yi telefonla arayıp belgeleri imha etmesini isteyerek biraz garip bir yöntem kullanarak tüfekle intihar ettiler. Çok sayıda belgenin olduğu 
örgüt evini bombalı kundaklama yoluyla yakıp belgeleri yok etmeye çalışan Beate Zschaepe (36) ise örgütün üçüncü üyesiydi. Evi kundaklayıp yakmasına rağmen belgeleri yok etmeyi başaramayan Zschaepe, daha düşük ceza almak umuduyla “Aradığınız kişi benim’ diyerek 10 Kasım 2011 günü teslim oldu. 

Her nedense yangından hasar görmeyen belgeler ise Türk Susurluk’undaki malum çantayı anımsatacak kadar önemliydi. Irkçı teröristlerin cinayetleri itiraf ettikleri ve planladıkları yeni cinayetler hakkında da açıklamalarda bulundukları dört DVD’de sanıkların kendi görüntü ve sesleri yer alıyordu. Evde ayrıca cinayetlerin işlendiği silah ve teröristlerin öldürdüğü Michéle Kiesenwetter isimli polisle birlikte yaralanan diğer polisin ekipmanı ele 
geçirildi. DVD’ler incelendiğinde bazı bombalama olaylarının da bilgisine ulaşıldı. Türklerin öldürülme anları da kameraya çekilmişti. Zschaepe’nin yakmaya çalıştığı ama başarılı olamadığı diğer belgeler ise terör örgütü ile Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. İstihbarat raporunda yer alan bilgiye göre üç terörist 1998 yılında yeraltına inmeden önce aşırı sağ Thüringer Heimatschutz grubunda ( Thüringenli Va-
tan Korucuları) aktif görevli idiler. Aşırı sağcı parti NDP ile irtibatlı olduğu iddia edilen Thüringer Heimatschutz grubunun lideri Tino Brandt’ın Anayasa Koruma Teşkilatı’na çalışan bir ajan olduğu zaten biliniyordu. Ancak soruşturma delil yetersizliği nedeniyle 2007 yılında durduruldu. 

Şimdi ise bu kişinin özel amaçlarla internet kafede bulunduğu ve 9 dönerci cinayetinin 6’sında olayın yakınında olduğu şüphesi seslendiriliyordu. Eski bir emniyet müdürü olan Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Jürgen Roters ise Türk esnafa yaptığı geçmiş olsun ziyaretinde, “Bu saldırıların arkasında başka aşırı sağ bir ağın olup olmadığını ortaya çıkarmak en önemli görevdir. Anayasayı Koruma Dairesi mensuplarının işin içine karışmışlarsa bunun 
mutlaka aydınlatılması gerekir. İlk işaret ise, Hessen’deki bir saldırıda bir istihbarat görevlisinin olay yeri yanında bulunmasıdır. Bu gerçekten inanılmaz.” ifadelerini kullanması gelişmelerdeki vahim boyutu ortaya koyuyordu. Roters bu endişesinde yalnız değildi. Aşırı sağcı terör hücresi nin, 88 kişilik bir ölüm listesi hazırladığının ortaya çıkması örgütün diğer Neonazilerle bağlantılarının olduğu şüphesini de uyandırdı. Aydınlatılmayan başka saldırı ve cinayet olaylarının da bu örgütle bağlantılı olabileceği ihtimalini gündeme getirdi. Şimdi dosyalar tekrar raflardan indirilirken, 2008 yılında Ludwigshafen kentinde yaşanan ve dört Türk kadın ve beş çocuğun hayatını kaybettiği faili bulunamayan yangının dosyası da yeniden inceleniyordu. 

Aşırı sağcı terörün en büyük darbeyi Alman istihbarat birimlerine vurduğunu söylemek yanlış olmazdı. Özellikle medya, terörle mücadeleden sorumlu birimleri sert bir şekilde eleştiriyordu. Tarihlerindeki en ağır eleştirilerle karşı karşıya kalan istihbarat birimleri Aşağı Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilatı hata yaptıklarını ifade etmesinin haricinde suskunluğunu korudu. Almanya’da örgütlenme şekli birbirinden farlı olan üç istihbarat teşkilatının 
denetimi 1978 yılından beri faaliyette bulunan Parlamenter Denetim Paneli (PKGr) tarafından yapılıyordu. Toplantıları gizli yapılan panel daha çok dış istihbarata bakan Federal Haber Alma Servisi (BND), Askerî İstihbarat Servisi (MAD) ve iç istihbarata bakan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (Verfassungsschutz) kontrolünden sorumluydu. Tartışmaların merkezinde olan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon avro bütçesi vardı. (141) 

Frankfurter Rundschau gazetesi ise süreci papaz kaçtı oyununa benzetiyor du: “Güvenlik birimleri ve politikacıların şu an ortaya koyduğu oyunu beş yaşındaki çocuk bile bilir: Papaz kaçtı. Polis sendikası, kendilerini daha üstün gören ve kıskanç bir şekilde ellerindeki gizli bilgileri kimseyle paylaşmayan istihbaratçıların beceriksizliğine ateş püskürüyor. İç istihbara-
tçılar ise Thüringen Eyaleti polis teşkilatı içinde Neonazi çetesinin destekçi leri bulunduğunu fısıldıyor. Böylece taraflar ellerindeki papazı mutlu bir şekilde birbirine kakalamaya çalışıyor ve bu arada gerçekte olup bitenler yoğun bir sis perdesinin altına itiliyor. ” İstihbarat mercek altındaydı. Bazı siyasilerin olayı istihbarat birimlerinin üzerine atma amaçlı gördükleri ırkçı 
Nasyonal Demokrat Parti’nin (NPD) kapatılması konusu da medyada tartışılıyordu. 2003 yılında NPD’nin kapatılması için yapılan başvuru Alman Parlamentosu için utanca dönüşmüş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Yapılan soruşturmada partinin, federal yönetim kuruluna kadar Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın köstebekleriyle dolu olduğu anlaşılmıştı. 

Anayasa Mahkemesi, bu şahısların sağladığı delilleri, düzmece olabileceği şüphesiyle kullanmadı. NPD içinde olduğu söylenen yüzü aşkın köstebek ise devletten maaş alan görevlilerdi. Çoğu istihbarat tarafından ikna edilmiş eski ırkçılar, yani Neonazilerdi. Şu an için Türklerin büyük bir endişe taşıdığını söylemek doğru olmaz. Hatta suçsuz olduklarının anlaşıl-
ması ve aşırı sağcı terörün görünmesine vesile olduğu için memnun oldukları bile söylenebilirdi. En üst düzeyden taziye mesajı alıp bizzat ziyaret edilmeleri de kabul görme açısından sevindirici gelişmelerdi. Tek köstebeğe yapılan teşhisin 2006 sonrası cinayetleri bitirmesi gibi, cinayet şebekesine yapılan toplu teşhisin de bundan sonrasında olayları bitirebileceği ifade ediliyordu. Olayın aydınlatılıp aydınlatılamayacağına gelince, bunu Almanya’nın vicdanı belirleyecekti. Alman hapishanelerinde intihar vakalarının sıklığını hatırlatanlar ise itirafçı bayan terörist Beate Zschaepe’nin özenle korunması gerektiğine dikkat çekiyordu. 

 90’lı yıllarda Brandenburg’ta aşırı sağcı “Kan ve Onur” (Blood and Honour) çetesine dahil olan ve Anayasayı Koruma Dairesi’nde ajan olarak çalışan “Piato” kod adlı Carsten S.’nin, 1998 yılında yetkililere daha sonraki yıllarda Türk esnafları öldüren çete üyeleri ile ilgili bilgi vermişti Carsten S., Saksonyalı bir Neo-Nazi’nin, yakalanacaklarını anlayınca karavanı yakıp 
intihar eden Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve teslim olan kadın terörist Beate Zschape’ye silah sağlayacağını söylemişti. Neo-Nazi eylemlerinde hep ön saflarda yer alan Carsten S., bir Nijeryalı öldürmeye teşebbüsten tutuklanmıştı. Alman basını, çete üyelerinin, Carsten S.’nin polise yaptığı itiraflarla daha önce gözetim altında tutulabileceklerini yazdı. Neo-Nazi 
grubunun hazırladığı 88 kişiden oluşan bir liste ele geçirildi. Neo-Nazilerin hedef ya da nefret listesi olabileceği belirtilen belgede Türk ve İslam örgütlerinin temsilcileriyle, iki Alman siyasetçinin de isimleri bulunuyordu. Spiegel Online’nın haberine göre, kanıtlar arasında sayılan listede, isimlerle birlikte sözkonusu kişilerin adresleri de bulunuyor. 
Belgenin bir hedef listesi mi, yoksa muhalif olarak görülen kişilerle ilgili bir kayıt mı olduğu henüz açıklık kazanmadı. Ancak listedeki kişi sayısının 88 olması bile dikkat çekiciydi. Çünkü aşırı sağcı lügatta, 88, H harfinin karşılığı olarak görülüyor. Bu da “Heil Hitler”, yani “Çok Yaşa Hitler” sloganının kısaltılmışı. Tagesspiegel Gazetesi’ne göre kuşku çeken liste 2005 tarihliydi. Listede yer alan siyasetçiler Yeşiller milletvekili Jerzy Montag ve Hıristiyan 
Sosyal Birlik Partisi’nden Hans-Peter Uhl idi. Federal Suç Dairesi, Uhl’a, böyle bir listeden ve listede kendisinin de yer aldığından haberdar etmişti. Montag, “Benim için korkunç bir his. Terör hücresinin tanıdık isimlerinin etkisiz hale getirilmiş olması meselenin bittiği anlamına gelmez. Eğer böyle şeyler düşünmüşlerse, diğerleri de düşünebilir. Eminim Almanya’da ben-
zer saldırılar düzenleyebilecek başka aşırı sağcılar da bulunmaktadır” diye görüş bildirdi. Almanya’da 10 yıldan fazla bir süre içinde 8’i Türk 9 göçmeni öldüren, birçok saldırı düzenleyen Neonazi teröristler, gündemde yer almaya devam ediyordu. Tageszeitung Gazetesi olaylar hakkında şunları yazıyordu: ‘Mölln ve Solingen’de Türk ailelerin evleri ateşe verilmişti. Neonazi katil çeteleri, o zamandan bu yana yaşanan en büyük siyasi hasara yol açtı. Başbakan Angela Merkel, devletin can güvenliğini sağlayamaması nedeniyle kurbanların yakınlarından özür dilemeliydi.’ Handelsblaat Gazetesi ise: ‘NPD’nin yasaklanması konusunda, “Kimin aşırı sağcı, kimin muhbir olduğu ayırt edilmeden NPD’nin yasaklanması girişimi hem anlamsız olacaktır, hem de sonuç getirmeyecektir” değerlendirmesini yaptı. Alman EPA Ajansı, dönerci cinayetlerinin son kurbanı olan Halil Yozgat’ın (21) ailesiyle görüştü. Ayrıca 2007 yılında Hürriyet’te çıkan haberde Halil Yozgat’ın hikayesi ayrıntılı bir şekilde yazılmıştı. Şimdi aileler, faillerin bulunmasının bu kadar uzun sürmesine tepkiliydi. (142) 
Cinayet serisinin ilk kurbanı Enver Şimşek’in çocukları Semiya ve Abdulkerim Şimşek, son gelişmelerle birlikte kurban yakınlarıyla yeniden görüşmeye başladıklarını belirterek “Diğer ailelerle yeniden görüşmek, birlikte ne yapacağımıza karar vermek istiyoruz. Son gelişmeler 
doğrultusunda dava açılır mı, mahkeme olacak mı, olası bir davada bizi neler bekliyor bilmiyoruz. Bize katillerin o kişiler olduğu bilgisi dahi verilmedi. Bu anlayışı anlamak mümkün değil” dedi. Bu arada yukarıda adı geçen liste skandalı patlak vermişti. Almanya’da yabancı esnaf ve bir Alman polisi hedef alan neo-Nazi çetesinin ortaya çıkan 2005 tarihli listesinde 
Türkiye’nin Münih Başkonsolosluğu’nun da bulunduğu ortaya çıkmıştı. 88 kişinin ad ve adreslerinin yer aldığı listenin hazırlandığı dönemde Münih Başkonsolosu Babür Hızlan’dı. Seri cinayetleri işleyen Zwickau neo-Nazi terör çetesinin 88 kişilik gizli listesinde Alman politikacılar ve Türk dernek yöneticilerinin yanında Münih Başkonsolosluğu’nun ad ve adresi de 
yer alıyordu. Ayrıca neo-Nazi terör hücresinin eylemleri üzerine hazırladığı Pembe Panterli propaganda filminin bulunduğu DVD’nin bir kopyasını Münih Başkonsolosluğu’na gönderilmişti. DVD, Kasım 2011’de posta yoluyla Başkonsolosluğa ulaştı. Zwickau neonazi terör hücresinin 10 bin kişi ve kurumun ad ve adreslerinin bulunduğu ikinci gizli listede ise Alman ordusunun silah depoları yer alıyordu. Bunun yanında listede Almanya’nın çeşitli yerlerindeki silah dükkanlarının adresleri de bulunuyordu. Terör hücresinin listesinde Alman ordusunun silah depolarının bulunmasıyla ilgili olarak, güvenlik birimleri, neo nazilerin buralara baskın düzenleme amacıyla hazırlamış olabileceği kuşkusunu taşıyordu. 
Federal Asayiş Şubesi ve Alman güvenlik yetkilileri gizli listenin amacının ne olduğu sorusuna açıklık getiremiyordu. Gizli listedeki isimler arasında liste hazırlandığında ölmüş olan kişilerin isimleri de vardı. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***


PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN SONRASI KILIÇ BÖLÜM 2

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN SONRASI KILIÇ BÖLÜM 2


Almanya'nın 1991 de resmen yeniden birleşmesinden önce Batı Alman dış istihbaratının faaliyetlerinin yaklaşık %40 ı ülkenin doğu bölümü hakkındaki bilgilerin toplanmasına ilişkindi. 

Korkutucu doğulu rakipleri ortadan kalktıktan ve onun gizli servisi STASİ lağvedildikten sonra BND kaynaklarının Doğu Avrupa'da elde ettiği pozisyon yeniden düzenlendi. Bu sürecin Almanya'nın doğuya doğru ekonomik ve politik genişlemesi sürecine paralel olarak yaşandığı ve bu sürecin başarısını sağladığı söylenebilirdi. 1991'den sonra ilk olarak BND aktif bir biçimde ajan kadrolarının yeniden düzenlenmesi ve 1994'e kadar Almanya'da kalan Rus askeri heyetinin asker yetkilileri arasında bilgi toplamakla uğraştı. Buna paralel olarak BND 80'lerin sonundan itibaren Sovyetler sonrası oluşan boşlukta Almanya'yı sıkıntıya sokan göçmen akımında ülkeye gelen göçmenlerin sorgulanması ile uğraştı. Böylece Alman istihbaratı Rusya hakkında kapsamlı politik, ekonomik ve askeri bilgiler topladı. 
Benzer şekilde BND'nin resmi temsilcisi olarak birçok Avrupa başkentinde ve hatta Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de görev yapan Alman istihbarat topluluğu koordinatörü Bernd Schmıdbauer'in çabaları sayesinde 1990 ların sonunda BND çalışanları resmi veya diplomatik görünüm altında 80'den fazla yerde aktiftiler. Özellikle İran, Suriye, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerin istihbarat servislerinin yöneticileri, iktidar elitleriyle yakın ilişki kurdukları Ortadoğu'daki başarılarının not edilmesi gereklidir. Bunun yanında BND İsrail istihbarat servisleri ile geleneksel olarak iyi ilişkiler geliştirdi.1993 den sonra organizasyon Filistin Özerk yönetiminin güvenlik kurumlarının oluşturulmasında aktif bir şekilde yer aldı. Ayrıca Lübnan Hizbullah'ının liderleri ile ilişki kurdu. Bu sayede 90’lı yılların sonundan bu yana BND profesyonel seviyesini dikkate değer şekilde yükseltti. Bu süreçte zaman zaman skandallarla sarsılmasına rağmen kuzey Atlantik ittifakının en güçlü ve verimli çalışan istihbarat örgütlerinden biridir. Bünyesinde 6000'den fazla ajan görev yapmaktadır ve yıllık bütçesi 400 milyon Euro’dur. Almanya'nın yükselen uluslar arası konumu ve güvenlik tehditlerinin küreselleşmesine uygun olarak BND'nin faaliyetleri de son yıllarda küresel bir görünüm kazandı.1997 yılı verilerine göre organizasyonun öncelikleri arasında ilk sırayı Rusya, Türkiye,İran, Irak, Suriye, eski Yugoslavya'dan ayrılan devletler ve Arnavutluk hakkındaki bilgilerin toplanması oluşturmaktadır. İkincil önemdeki konular arasında Çin, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan Angola, Güney Afrika, Suudi Arabistan, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Tacikistan gibi ülkeler bulunmaktaydı. BND nin ilgi alanındaki 3.grup ülkeler içinde ise Baltık devletleri, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Bulgaristan, Afganistan, Kongo, Zimbawe bulunmaktaydı. Alman Dış İstihbaratının en az ilgilendiği en son grupta ise bütün AB bölgesinin 
kapsıyordu. Organizasyonun bugünkü öncelikleri, Gehlen döneminden biraz farklıydı 11 Eylül saldırısı ve Avrupa dahil bütün Dünya'yı kaplayan terörizm dalgası uluslararası terörizme karşı mücadeleyi öncelikler listesinde en üst sıraya çıkardı. Uluslararası terörizm terörist altyapıların onların finans bağlantılarının ve dünya üzerindeki herhangi bir yerde teröristlerce rehin alınan Alman vatandaşlarının yerlerinin tespit edilmesi ve kurtarılması 
sorununu ortaya çıkarmıştı. Bu alanda yapılması gereken çok şey vardı. Bunlardan birincisi Schroder zamanında hükümetin yönetim şefi Steinmeir'den dolayı Amerikalı muhatapları ile bozulan karşılıklı ilişkilerin normalleşmesini sağlamaktı. Ayrıca NATO ve AB düzeyinde terörizme karşı ortak bir strateji geliştirilmesi ve açık/somut yöntemlerin karşılıklı olarak 
uygulanması gerekmekteydi. Buna karşın Amerikan tarafının Alman meslektaşlarına yönelik şikayetleri devam ediyordu. Almanya süratle ırkçılığa kayıyor ve millileşiyordu. Son yıllarda terörizme karşı savaşın yanında uluslararası organize suçla mücadelede oldukça önemli hale gelmişti. Almanya'da yasadışı göçmen dalgası, insan, uyuşturucu, silah ticareti açısından büyük patlama yaşanmaktadır ayrıca sahte ve kara para Alman finans sisteminde aklanmaktaydı. Organize suç türlerinin en tehlikeli şekli konvansiyel olamayan silahların (radyoaktif materyaller, kimyasal ve zehirli maddeler v.s.) ticaretidir. İlgi alanlarının yeniden belirlenmesine paralel olarak BND nin belirli ülkelere yönelik yaklaşımı da değişti. İran, Çin, Rusya, gibi ülkelere yönelik üst düzey ilgisini korurken, Afganistan, Özbekistan, Gürcistan, Bosna Hersek, Makedonya, Kosova, Bahreyn, Cibuti, Etyopya ve Eritre gibi Almanya askeri gücünün bulunduğu ülkeler kollandı. 2004 yılında bu ülkelerdeki Alman askerlerinin sayısı 7 binden fazlaydı. BND açısından birinci sıraya yükselmişlerdi. Bunun yanında BND'nin Almanya'nın başta Polonya olmak üzere Çek cumhuriyeti ve Baltık ülkeleri gibi AB ye üye olan doğu komşularına yönelik ilgisi de arttı. Polonyalılar Alman karşıtı tutumları, ABD askeri üslerinin ülkesinde bulunması, Kuzey Avrupa gaz boru hattının inşasına karşı çıkması ve çevrelerindeki Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile kıtada alternatif bir jeopolitik blok yaratabilecek olması sebepleriyle önem kazanıyordu. Almanya'nın Baltık ülkelerine yönelik ilgisinin öncelikli sebebi ise, AB nin Rusya sınırında istikrarsız bir bölge oluşturmasıydı. Berlin etnopolitik oluşumların öngörülemeyen gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olacağından korkuyordu. BND'nin faaliyetlerinin yönünü uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele doğrultusunda yeniden belirlemesine rağmen Rusya sahası bu organizasyon için en temel 
alanlardan biri olarak kaldı. Alman liderliği tarafından Rusya, aynı anda hem enerji tedariki için istikrarlı bir kaynak, hem Alman sermayesinin yatırımları için elverişli bir ülke ve hem de uyuşturucu, kara para, organize suç ihracatı, gibi çeşitli tehditlerin kaynağı olarak görülüyordu. Alman ekonomisinin Rusya'dan gelen petrol ve gaza bağımlılığının artması 
Rusya'nın iç politikası, ekonomik ve sosyal durumu hakkındaki bilgilerin toplanmasını Almanya açısından stratejik önemde bir görev haline getiriyordu ve bu görevde BND'ye verilmişti. Bugün diğer şeyler yanında organizasyon, Kuzey Avrupa gaz boru hattı gibi büyük ekonomik projelerin durumunun izlenmesi ile de meşgul olmaktaydı. Yeltsin yönetimi sırasında Alman dış istihbaratının Yeltsin'i muayene eden Alman doktorlar arasında ajanları vardı. 1994 yılında BND Rus meslektaşları ile konvansiyonel olmayan silahların ve bu silahların yapımında kullanılan teknolojilerin yayılmasına karşı birlikte mücadele edilmesine ilişkin bir anlaşma imzaladı. Son 15 yıl boyunca BND şefleri Rusya başkentini tekrar tekrar ziyaret ettiler. 2000 yılının Nisanın da August Hannig'in Çeçenistan cumhuriyetini ziyareti Almanya'da büyük yankı uyandırdı. Alman basını ve bir çok milletvekili Alman istihbaratının başkanını Moskova'nın Kafkaslardaki eylemlerini dolaylı olarak meşrulaştırmakla suçladılar. Aynı zamanda Alman medyası BND'nin FSB'ye Çeçen ayrılıkçıların uluslararası terörist organizasyonlarla olası bağlantılarıyla alakalı bilgiler aktardığına ilişkin haberler yayınladı. Alman istihbarat kurumlarının koordinatörü Ernst Uhrlau, Rus ve Alman istihbarat servisleri arasında uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele alanında karşılıklı bilgi değişimi yapıldığını kabul etti. BND nin CIS ve Rusya ile bağlantılı faaliyetleri arasında Almanya'ya yönelik yasadışı göç ile alakalı 1997 yılında Alman yönetimine verilen özel rapor da yer aldı. Rapor eski Sovyet cumhuriyetleri vatandaşlarından 1.2 milyon kişinin önümüzdeki yıllarda Almanya'ya yasadışı yollardan gireceğini iddia ediyordu. Rus karşı istihbaratı (FSB) nın resmi temsilcileri Rusya topraklarındaki istihbarat faaliyetlerinden dolayı BND yi bir kez bile açıkça suçlamadı. Örneğin BND çeşitli Alman refah fonlarını bir örtü olarak ku-
llanmakla itham edildi. Benzer şekilde BND çalışanlarının Moskova'da diplomatik kimlik altında hareket ettiği ve Rus politikacılar, iş adamları ve hükümet üyeleri arasında bilgi toplamakla meşgul olduğu ileri sürüldü. Buna karşın Moskova'daki Alman elçilik çalışanlarının casusluk suçlaması ile en son 1995 Mayıs’ında göz altına alındıkları biliniyordu. O zamandan beri son 10 yıldır bu tür olayların meydana gelmediği anlaşılıyordu. Artık Alman casuslar çok daha dikkatli hareket ediyorlar veya Rus muhatapları da değişen politik durumu göz önünde tutuyordu. Bu yüzden şu sıralar yeniden gürültülü casusluk skandalları yaşanmıyordu. (138) Almanya’daki Amerikan devleti çok derine yerleşti , peki nasıl? 

Türkiye’nin derin devlet ve karanlık olaylar tarihine kısaca burada değinmemizin sebebi, Almanya’da olup bitenlerinde ülkemizden pek farklı olmadığını anlatmak içindi. Almanları suçlamadan ve balonlarına iğne batırmadan önce çuvaldızı kendimize batırmaya çalıştım. 

1989’da iki Almanya’nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığının nedeni aslında ekonomiktir. Peki ırkçı çıban peki neden ve nasıl patlatıldı? Veya zorla patlatıldı? Almanya, Müslüman ve Türk göçmenleri kovmak mı istiyor? 

IRKÇI ÇIBAN ALMANYA’DA NASIL PATLADI? 

İki Almanya’nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığı, 2000’li yıllarla birlikte AB’yi tedirgin edici boyutlara ulaştı. 2 Ekim 2000’de Berlin’deki gözlemlerimi aktardığım aşağıdaki yaptığım haber tehlike çanlarının çoktan çaldığının bir uyarısıydı: Almanya ve Avusturya’dan sonra yabancılara yönelik artış gösteren ırkçı eylem ve kriminal olaylar İs-
viçre’ye de sıçradı. Ekim 2000’de İsviçre’de büyük bir miting düzenleyen Neonazistler ve yabancı işçi karşıtları, yabancıların çalışma ve oturma izinlerinin iptal edilerek sınırdışı edilmelerini istedi. 
O sırada Almanya’daydım. Konuyla ilişkin sorularımı cevaplayan Almanya 
Adalet Bakanlığı Ceza Kanunu uygulamalarından sorumlu Daire Başkanı Klaus Abmayer, 20 yıl önce önemsemeyerek önlem almadıkları yabancı düşmanlığının büyük bir sorun haline geldiğini söyledi. Bir çok ırkçı, Neonazist partiyi kapattıklarını, şiddete başvuranları cezalandırdıklarını ifade eden Abmayer, “ Kızıl Tugaylar terör örgütü gibi aşırı sol grupları kon-
trol altına aldık, ancak aşırı sağ grupları ihmal ettik. 20 yıl sonra aklımız başımıza geldi. 

1991'den sonra ırkçı eğilim arttı. Yabancı düşmanlarına karşı yoğun bir mücadele başlattık. 
Toplum bilinçlendiriliyor.”dedi. Alman Başbakan Shröder’in Doğu Almanları, “Irkçı saldırılar devam ederse zararlı çıkarsınız. Yatırımlar azalır, maddi bakımdan çökersiniz.”diye uyarı yaptığını hatırlatan Abmayer, ırkçı saldırıların Batı Almanya tarafında da görülmesinden dolayı endişelerinin arttığını bildirdi. Alman anayasasına gore, ülke bütünlüğüne karşı gelenleri ve anayasal düzeni bozmak isteyenleri ömür boyu hapisle cezalandırdık larını dile getiren Abmayer, ancak bugüne kadar bölücülük yapanlarla 
karşılaşmadıkları için, kimseye ceza verilmediğini söyledi. Türkiye’nin Güneydoğu’sunda karşılaştığı soruna karşı aldığı önlemleri anladıklarını belirten Abmayer, Almanya’da böyle bir sorun çıkmadığı için kendilerini mutlu saydıklarını kaydetti. Türkiye’deki sorunun merkezi yönetimde ısrar edilerek yetkinin paylaştırılmamasından kaynaklandığını savunan Abmayer, “Almanya da 16 eyalet var. Eğitim, okul, üniversite ve polis sistemi konularında yetki eyaletlerin elindedir. Kültürel her türlü hakkı veriyoruz. Bir vatandaş istediği gibi serbest dolaşamıyorsa rahat değildir. Merkezi yönetimle rahatlığı sağlamak zordur. Belediyelere yetki verilirse pek çok sorun cözümlenir”diye konuştu. PKK’nın ve Avrupa’daki siyasal kuruluşu ERNEK’nın çizgisini değiştirerek artık şiddet eyleminebaşvurmadığına değinen Abmayer, bireysel olarak suç işlemeyen herkesin hukuk devleti anlayışı çerçevesinde serbestçe yaşayabileceğini ifade etti. Almanya’nın gizlediği ırkçı çıban asıl 2000 ile 2011arasında patladı. Şu bariz sorular her Türkün kafasında oluştu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon 
soruşturmasının neresinde yer alıyordu?... Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi miydi? Yoksa Alman derin devletinin bazı amaçlar için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon muydu?... (139). 

Aslında Almanya’da 2010’dan beri derin ve organize işler konuşuluyordu. Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri tarafından öldürüldü. Ama failler bulunamadı! Almanya’da işlenen cinayetlerin %97’si çözülüyor ve failleri yakalanıyordu. Nedense dokuz göçmenin failleri yakalanamıyor ve cinayetlerin arkasındaki sırperdesi açığa çıkarılamıyordu! Bu cinayetlerin ırkçı motivlerle işlenmiş olduğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen, soruşturma başka yöne kaydırıldı. Alman polisi, cinayetlerin “ırkçı bir bağlantı“ ile işlendiği iddialarını kabul etmemişti. Alman polisi daha çok Türk mafyasıyla bağlantılı uyuşturucu çetesinin cinayetleri işlediği ihtimali üzerinde durmuştu. Bu içi boş tezi güçlendirmek için soruşma komisyonunun adı “Bosborus” olarak konuldu. Hatta öldürülenlerin aileleri bile zan altında bırakıldı. Failleri belirlenen ve öldürülenlerden ikisi dönerci oldukları için ‘döner cinayetleri’ diye anılan seri cinayetlerin tarihleri, yerleri ve öldürülenlerin isim, yaş ve meslekleri şöyleydi: 

* 9 Eylül 2000: Nürnberg-Enver Şimşek (39) Çiçekçi. 
* 13 Haziran 2001: Nürnberg-Abdürrahim Özdoğru (41) Terzi. 
* 27 Haziran 2001: Hamburg-Süleyman Taşköprü (31) Manav. 
* 29 Ağustos 2001: Münih-Habil Kılıç (38) Manav. 
* 25 Şubat 2004: Rostock-Yunus Turgut (25) Dönerci. 
* 9 Haziran 2004: Köln-Keup’te bomba-22 yaralı. 
* 9 Haziran 2005-Nürnberg-İsmail Yaşar (50) Dönerci. 
* 15 Haziran 2005-Münih-Theodorus Boulgarides (41) Çilingir. 
* 4 Nisan 2006: Dortmund-Mehmet Kubaşık (39) Büfeci. 
* 6 Nisan 2006: Kassel-Halil Yozgat (21) İnternet Cafe işletmecisi. 

Alman polisi yıllarca aramasına rağmen katilleri bulamadığını söylüyor ama inandırıcı olamıyordu. Bir çok cinayette aynı silahın kullanılması ise polisin olayları bir seri katil veya sapık’ın işlediğine dair teoriler geliştirmesine yol açmıştı. Cinayetleri işleyenlerin paraya da ihtiyaçları vardı. Onun için banka soygunculuğu da yapıyorlardı. Banka soygunu esnasında 2007 yılının nisanında Heilbron şehrinde bir de kadın polisi öldürmüşlerdi. Son banka soygunu 4 Kasım 2011’de yapıldı. Bu soygun sırasında iki Nazi polis tarafından sıkıştırıldı ama yakalanamadılar. Daha sonra Eisenach şehrinde yanan bir karavanın içinde iki kişi ölü bulundu. Bu iki kişi karavan ateşe verilmeden önce kurşunlanmıştı. Alman basını, bu kişilerin yakalanacaklarını anlayınca intihar ettiklerini yazıyordu. Bu kişilerin intihar etmediği, Alman istihbarat örgütleri ile olan ilişkilerinin açığa çıkmaması için öldürüldüğü ve karavanın yakıldığı iddiaları da var. Ölen kişilerin bazı suçlara karışmış olduğu belirlenince Zwickau’daki evlerinde arama yapıldı. Ölen iki kişinin yakını olduğu belirlenen Beate Zschaepe adlı bir kadın da sorguya alındı. Bu kişilerin evinde yapılan aramada 2007 yılında Heilbronn’da bir kadın polisi öldüren silah bulundu. Ayrıca kadın polise ait bazı eşyalar da evde ortaya çıktı. Asıl büyük sansasyon ise ‘Döner Cinayetleri’ olarak bilinen seri cinayetlerin silahının da bu evden çıkmasıyla oldu. 
Aynı kişilerin evlerinde yapılan aramada bu kişilerin Almanya’da aşırı sağcı Neo-Nazi gruplarla bağlantılı olduğu da ortaya çıktı. Böylece yıllardır gizemli kalan ‘Döner cinayetleri“ni Neo-Nazi bağlantılı bir suç çetesinin işlediği de ortaya çıktı.
Tüm Alman haber kanallarının 'flaş' olarak geçtiği habere göre Almanya’da ünlü “Döner Cinayetleri“nin failleri yeraltındaki Nasyonalsosyalistler adlı Neonazi terör hücresiydi. Katillerin evlerinde cinayetleri itiraf eden bir Neo-Nazi propaganda videosu da bulundu. Alman basınında yer alan haberlere göre Beate Zschaepe cezasının azaltılması karşılığı bilgi vermeyi kabul etti. Soruşturmada elde edilen bilgilere göre, hücrenin üç üyesi ‘kan kardeşi’ olmuşlardı ve her çarşamba ‘AH 41’ (Adolf Hitler) plakalı bir araçta toplantı yapıyorlardı. 
Faillerin ikisi erkek, biri kızdı. Erkekler, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’tı. Yaşları, cinayetlere başladıkları sırada 26-27’ydi. Uwe Böhnhardt okumamıştı, inşaat işçisiydi. Çoğu defa işsizdi. Uwe Mundlos bir profesörün oğluydu. Lisede okumuştu, üniversiteye gidememişti. 
Üçlünün üçüncü kişisiyse Beate Zschaepe adlı kadındı. Öğrenimini yarım bırakmıştı. Aralarındaki bağların temelinde ırkçılık vardı. Almanya’da başta Türkiyeliler olmak üzere yabancılardan nefret ediyorlardı. Onlardan bir kısmını öldürmekle, geri kalanlarını ülkeyi terk etmeye yönelteceklerini düşünüyorlardı. 
Gelişmeler ilginç ilişkileri de açığa çıkarmaya başladı. Bu katil üçlü, 1998-1999 yıllarında Anayasayı Koruma Örgütü’nün izlemesiyle, bombalı bir eyleme katılmak üzere iken yakalanıyorlar. Haklarında suç kanıtları da bulunuyor ve buna rağmen serbest bırakılıyorlar. Onlarla birlikte hareket eden bir arkadaşları var. O da yakalanıyor. Fakat hakkında bir suç kanıtı 
bulunmadığı için serbest bırakılıyordu. Ama hakkındaki kayıtlar muhafaza ediliyordu. Anayasayı Koruma Örgütü tarafından izlemenin devam etmesi gerekirken, izleme yapılmıyordu. 
Serbest bırakılan üçlü katil ortadan kayboluyordu. Haklarında tutulan tutanakların sonradan silindiği anlaşılıyordu. 

Bild gazetesinin haberine göre, yakılan karavanda, sadece gizli servis çalışanlarına verilen pasaportlar buluyordu. İktidardaki Hristiyan Birlik partilerinin meclis sözcüsü Hans-Peter Uhl, “Bu tür belgeleri kural olarak sadece İstihbarat Teşkilatı adına gizli çalışan görevliler alır” açıklamasını yaptı. Ayrıca Bild gazetesi, Beate Zschaepe‘in 1998’den sonra BND’nin 
muhbirleriyle sıkça görüşmüş olduğunu yazdı. Alman basını katillerin üye olduğu örgüt liderinin Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BND) ajanı olduğunu yazıyordu. 
Bu cinayetlerin işlenmesinde Alman devletinin istihbarat teşkilatı içindeki kişilerin de ilgisi veya bilgisi olduğuna dair ipuçları vardı. Seri cinayeti işleyenler sadece bu üç kişi değil, bunun arkasında başkaları da bulunuyor du. Bunların kimler olduğu konusunda birçok iddia ortaya atıldı. Biri, Anayasayı Koruma Örgütü’nün Thüringen Eyaleti’ndeki şefi olup birkaç 
yıl önce görevinden ayrılan Helmut Roewer adındaki kişiydi. Öteki, örgütün istihbarat için kullandığı ve o amaçla paralar ödediği bir elemandı. Bu eleman, katillerin 2006’da Kassel şehrindeki internet kafede işlediği cinayet sırasında orada bulunuyordu. Failler kafeye girip, kafenin sahibinin oğlu 21 yaşındaki Halil Yozgat’ı oradakilerin gözü önünde öldürmüştü. 
Cinayetten sonra polisler ‘eleman’ın şahitliğine başvurdu. Fakat o, öldürenleri görmediğini, zaten olayı da fark etmediğini söylüyordu. Bu eleman diğer beş cinayetin işlendiği yerlerin yakınında bulunuyordu. Ne tesadüf değil mi? Tüm bu olgular çete üyelerinin Alman Anayasa Koruma örgütü adı verilen 'derin devlet yapılanması' ile bağlantılı olduğu kuşkuları    kuvvetlendirdi. Ortaya çıkan kimi bilgiler sadece buzdağının görünen kısmıydı. Soruşmalarda Alman devletinin imajının sarsılmaması için, kimi ajanlara fatura kesilmesi bile gündeme geldi. 

Bu gelişme, Nazi çetelerinin açığa çıkarılması için mücadele edileceği anlamına gelmiyordu. Nazi terör hücresinin ortaya çıkmasıyla birlikte, tepki eylemleri de yükselmeye başladı. Göçmen örgütleri ve anti-faşist gruplar eylemler yapıyor ve derin devlet ilişkilerini teşhir ediyordu. 

23 Kasım’da Berlin’de Alternatif Göçmen Politikaları Ve Kültür Evi (Almende), göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg semtinde bir basın açıklaması yaptı. Türkçe ve Almanca olarak yapılan konuşmalarda, bu korkunç cinayetlerin yeni olmadığı, daha öncede Mölln ve Solingen’i unutmadıklarını ve bu olayların ırkçı, göç politikasının bir sonucu olduğu belirtildi. 

Bir banka soygununun ardından hırsızların intihar etmesi, sonra bir evi ateşe veren kundakçının yakalanması Almanya’nın ‘Susurluk kazası’ olmuştu âdeta. Dokuzu Türk on kişiyi öldüren cinayet şebekesinin ucu Alman Ergenekon’una çıktı. Almanya’nın en büyük yayınevlerinden Cornelsen’in 2008 yılına kadar ilköğretim okullarının 7. sınıflarında okutulan Almanca kitabı Türkleri şaşkınlığa uğratmıştı. Kitapta Türklerin ve Almanların bilinçaltında ürkütücü bir yer tutan 1993 yılındaki Solingen yangınının faili Alman genci Marco ile alakalı bir metin vardı. İkisi çocuk beş kişinin katili hakkında şunlar söyleniyordu: “Marco, böyle olmasını istemediğini söylüyor. Onlara ders vermek istemişti. Onları korkutmaktı arzusu. Onlar, burada görülmek istenmediklerini nihayet anlamalıydılar. Marco, herkesin böyle düşündüğünü söylüyordu. Marco, bu şekilde konuşan yetişkinlerin isimlerini sayabilirdi. 

Onların sadece cesaretleri yoktu. Yetişkinler konuşurdu. Yetişkinler yan çizerlerdi. Marco bir şey yaptı. Marco herkesin neden kendisine karşı olduğunu anlayamıyordu. O sadece onlara biraz korku salmak istemişti ki, onlar Anadolu’larına gitsinler. Merdivenlerin ahşaptan ve yıpranmış olması sadece tatsız bir tesadüftü. Hem de o gün çocukların üst katlarda yalnız ol-
maları ve aşağıdaki dairelerin boş olması da öyle. Yangında iki çocuğun ölmesine Marco çok üzülüyordu. Anadolu’da kalsalardı onlara hiçbir şey olmazdı. Ancak Marco bu telaşı anlamıyordu. Şimdi herkesin Türkleri severmiş gibi yapmasını anlamıyordu. Bu yalakalıkları duyunca midesi bulanıyordu. Elbette çocuklar için bu bir şanssızlıktı. Ancak Marco’nun as-
lında hiçbir suçu yoktu.” Konuyu Almanya Zaman gazetesinin kamuoyuna duyurması ve Türk sivil toplum kuruluşlarının protestosu sonrasında yayınevi, Marco’yu aklayan metnin yerine Tolstoy’un çok kültürlü hayatı destekleyen ‘Üç oğul’ hikâyesini koydu. 

Emekli polis Udo Ulfkotte’nin Müslümanları tehlikeli ve kötü insanlar olarak gösteren, Kur’an-ı Kerim’in poşet içinde satılmasını isteyen kitabının reklamı yaklaşık 18 milyon basılan aylık ADAC Motorwelt dergisinde, entelektüel lerin okuduğu gözde Cicero dergisinde ve tpolis sendikası dergisinde yayımlandı. Aynı fikirleri Yahudilere karşı seslendirecek kitabın bırakın yazılmasını ve reklamının yapılmasını, tartışılması bile mümkün değildi. 
Sosyal Demokrat Parti üyesi, yeni parti kursa yüzde 18 oy alacağı iddia edilen Thilo Sarrazin’in Türkleri Almanya’yı kirleten ve geri götüren bir unsur olarak gösteren kitabı medyatik sansasyonla milyonu aşkın sattı. Kitap telifinden milyonlarca avro kazanan Sarrazin tatile gittiği Türkiye’de kendisine sorulan soruya “Ben Türkiye’yi seviyorum, Türkleri sevmiyor um.” şeklinde cevap verdi. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEHLEN SONRASI KILIÇ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEHLEN SONRASI KILIÇ BÖLÜM 1

FARUK ASLAN,


Gehlen, Batı Almanya bünyesinde 1968’e (1956’a kadar 1. adam olarak) kadar görevini sürdürdü ve 1979’da 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hatıratını ‘Servis’ adlı kitabında topladı. Soğuk Savaş’ın belki de en soğuk casus şeflerinden biri olan Gehlen ve onun organizasyonu Gehlen org. o zaman bu zaman özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Komünist 
dünyanın önemli ölçüde çökmesiyle unutulmuş gibi gözüküyordu. 

İtalya’da ortaya çıkan NATO’nun gizli ordusu haberleri TAZ’da yayınlanınca, Yeşillerin milletvekili Manfred Such, 5 kasım 1990 tarihli soru önergesiyle, Helmut Kohl Hükümetini, böyle bir örgütlenmenin olup olmadığı konusunda açıklama yapmaya zorladı. Başbakan böyle bir örgütlenmenin olduğunu, olayı önemsemeyerek kabul etti. Savunma Bakanlığı’nda konuyla ilgili bir açıklama hazırlanırken, RTL televizyonunda Gladio ile ilgili yapılan bir 
programda Alman Gladyo’su içinde eski” Waffen SS” artıklarının olduğu haberinin yayınlanması tansiyonu yükseltti ve Hükümet sözcüsü Hans Klein (CDU) yaptığı açıklamada Almanya’daki örgütlenmenin, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, aşırı sağ örgütlerden devşirme gizli bir komando veya gerilla birliği olmadığını ancak ne olduğunu da “devlet sırrı” olduğu 
için açıklayamayacağını söyledi. Federal Almanya’da seçimlere gidilmekteydi ve muhalefetteki SPD ve Yeşiller olayın üstüne gittiler. SPD’nin parlamentoda milli savunma konularında uzmanı olan Hermann Scheer bu grubu “Ku Klux Klan”a benzetti, halka ve muhalefete karşı 
operasyonlar düzenlediğini söyledi. SPD, Parlamento’nun ve hükümetin kontrolü dışında askeri bir örgütlenmenin ve anayasaya karşı olduğu için, olaya Cumhuriyet Baş Savcısı’nın (General Bundesanvalt) el koyması gerektiğini söyledi. 

Yine SPD’nin, istihbarat kuruluşunu kontrol eden komisyonun üyesi olan Wilfried Penner, “NATO’nun gizli bir ağının varlığını hiç duymadığını…. Ve bu kamunun önünde tartışılması gerektiğini….” söyledi. Yine aynı komisyonun üyesi olan Burkhard Hirsch (FDP) “ … son derece endişe ettiğini, bir şey bu kadar yıl gizli tutulmuşsa, uzun yıllara dayanan deneyimlerime inanın, kokuşmuş bazı şeyleri saklamaktadır ….” dedi. SPD sıralarından konuyla 
ilgi araştırma açılması isteklerine karşı, hükümetteki CDU, bu konunun senelerce hükümette olan SPD’nin de bildiği bir konu olduğunu hatırlattı ve konu, Yeşiller’in üyesinin bulunmadığı “Parlamentariche Kontrollkomission - PKK”un 22 Kasım 1990 kapalı oturumunda görüşüldü. 

Bu kısaca anlattığım gelişme gazetelere geçen, bilinen politik süreç,. Peki buraya nasıl gelindi? 

1990 yılında yazılan, yukarıda sözünü ettiğimiz, Federal Almanya Hükümeti’nin raporu, stay-behind ordusunun NATO ülkelerinde, İkinci Dünya Harbi’nin hemen bitiminde başladığını söyler. Harbin sonunda İşgal altındaki Almanya’da tam bir karmaşa hüküm sürüyordu. ABD, İngiltere, Fransa olası bir Kızıl ordu saldırısına karşı, büyük bir gizlilik içinde, askeri bir gücü hazırlamayı düşündüler. Aynı yıl RTL (Almanca yayınında) televi-
zyonunun programında bu gücün elemanlarının eski Waffen SS ’lerden oluştuğunu öğrenmek Alman kamu oyunu şoke etti. Yine bu yıllarda açıklanan bir bilgide bu kararın ABD Genelkurmayının “Overall Strategie Concept” başlıklı bir belgesi üzerine hazırlandığı belli oluyordu. ABD, İngiliz ve Fransız işgal bölgesinde yürütülen çalışmalarda amaçlanan, en kısa 
zamanda, politik duruşlarına bakmaksızın, anti-komünist inanışları temel olarak alınan, silah ve patlayıcı kullanabilen eski Nazilerin gizli bir ordu (stay-behind) çatısı altında derlenmesi idi. 

İlginç olan, ABD, Pentagon’un oluşturduğu ”Counter Intelligengence Corps - CIC” ile Nazileri Nurmberg (Savaş suçluları) Mahkemesi’nde yargılamaya hazırlanırken , öte yandan bunları CIA eliyle gizli bir ordu çatısı altında toplamaya başlıyordu. Bu proje ilk kez 1986 yılında, Allan Ryan’ın hazırladığı, 600 sayfalık ABD Adalet Bakanlığı’nın bir raporunda ortaya çıktı. Raporun açıklanması ile ilgili yapılan basın toplantısında ABD adalet Bakanlığı sözcüsü, Barbie’nin Alman stay-behind ordusunun kuruluşuna aktif olarak katıldığını kabul etti. Bu raporda, 1986 yılında CIC’nin savaşın bitiminden hemen sonra eski SS subaylarının, aralarında Lyon Kasabı olarak bilinen Klaus Barbie’nin ve SS Oberstrumführer Hans Otto’nun olduğu Nazilerin, yine Klaus Barbie’nin örgütlemesiyle bu gizli ordu çatısı altında 
toplandığı ve cezalandırılmaktan kurtuldukları açıklanıyordu. Yani Alman stay-behind ordusunun çekirdeğinin kuruluşu Barbie’nin çabalarıyla oluştu. Barbie, Almanya’nın aşırı sağcı Bund Deutscher Jugent’in (BDJ) kuruluşunda aktif rol aldı. Daha sonra Nazilerin kaçışı, Vatikan’ın da yardımıyla oluşturulan gizli bir ağ ile, Arjantin’e yönlendirildi. 
Adalet bakanlığın açıklamasında, Müttefiklerin aranan hiçbir Nazi suçlusuna görev vermediğini de söylüyordu. Daha sonra yapılan araştırmalar ve açıklamalar bu sözlerin doğru olmadığını ortaya çıkardı. ABD’nin kadrosuna aldığı en önemli isimlerden bir diğeri de Reinhard Gehlen’di Alain Guérin yazdığı biyografiye “Le Général Gris” ismini vermişti. Alman Federal Haber Alma Teşkilatı’nı (Bundesnachrichtendienst - BND) kuran General Gehlen ile ilgili şu hikaye anlatılırdı; “…. 1968 yılı Haziran ayında, Washington’a gitmek için Bonn havaalanında bekleyen Franz Josef Strauss’a gazeteciler Amerika’dan U – 2 alıp almayacağını sorarlar. Dönemin güçlü dışişleri Bakanı Starauss – Niye alalım? Bizim Gehlen çok daha becerikli. Dahası da yakalanmıyor !... diye cevap verir. General Gehlen ismi Türkiye için de 
önemlidir. Başta ünlü MİT başkanı Fuat Doğu olmak üzere pek çok Türk istihbaratçısı Gehlen tarafından yetiştirilmiş ve Alman istihbaratı Türkiye istihbaratı üzerinde etkin olmuştur. 

1990 yılında Gladyo skandalı patlak verdiğinde, ismi açıklanmayan bir eski NATO istihbarat sorumlusu General Gehlen’in Alman Stay-behind ordusunun kurucusu olduğunu ve NATO’nun, CIA başkanı olan General Frank Wisner’in Alman Haber Alma Teşkilatını tamamen kendine bağlı, bir parçası haline getirdiğini açıkladı. Bunu Federal Almanya Başbakanı 
Kondrad Adenauer’in de bildiği ve Başkan Truman ile Adenauer arasında 1955 yılında yapılmış yazılı anlaşmalar olduğu açığa çıktı. 

Daha sonra gazetelerde Stay-behind ordusunun aşırı sağcı Technischer Dienst ve Bund Deutscher Jugent içinde CIA’ın kontrolünde ve maddi desteği ile örgütlendiği bilgileri yayınlandı. 29 Ekim 1952 tarihli Der Spiegel, Almanya’da görülen örgütlenmelerin Fransa, Belçika, Hollanda, Luxemburg, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi başka “Batı Avrupa” ülkelerinde de  olduğu nu  vurguluyordu. Haftalık dergi, Fransa’da bu gizli ordunun Sosyal Demokrat İçişleri bakanı Jules Moch’un bilgisi dahilinde 1948 yılında kurulduğunu da yazıyordu. 

Bu haber patlaması, Der Spiegel’in anlattığına göre, 9 Eylül 1952 günü Eski bir SS subayı olan Hans Otto’nun Frankfurt adi suçlar polisine giderek, kendi isteğiyle yaptığı açıklamalarla başlamıştı. Eski SS subayı verdiği ifadede, “…. politik bir direniş örgütünün üyesi olduğunu, olası bir Sovyet işgali halinde sabotaj eylemleri yapacaklarını, köprüleri bombalayacaklarını 
…. “, “ … belli üyelerin ideolojik eğitime tabi tutulduklarını …”, “…. ABD, Rus ve Alman ya-
pısı silahları kullanmayı öğrendiklerini … “, “ … askeri eğitim aldıklarını, askeri taktikleri öğrendiklerini … “, “ …. bu kişilerde pek çoğunun eski Alman hava ve kara ordusu, Waffen SS mensubu olduklarını … “, “ … örgüte maddi desteğin Sterling Garwood isimli bir ABD vatandaşı tarafından sağlandığını … “, ” … olası bir Sovyet işgalini beklerken, iç politikada 
potansiyel bir tehlike olarak gördükleri KPD (Kommunistische Partei Deutschland) ve SPD’yi (Sozialdemıkratische Partei Deutschland) hedef aldıklarını …. “ anlatmıştı. Eski bir SS subayı olan Hans Otto’nun itiraflarından sonra geniş bir polis araştırılması başlatıldı. Stay Behind gizli ordu kuruluşunun yaklaşık olarak 17 bin kişilik bir üyeye sahip BDJ (Bund Deutscher Jugend) ve TD (Technischer Dienst) çatısı altında toplandıkları, Oden-wald Ormanları kıyısındaki Waldmichelbach kasabasının yakınlarında ve ABD askeri üssü Grafenwöhr’da eğitim gördükleri, “Wamiba” kot isimli bir yerdeki gizli atış poligonu olduğu, sorguya çekme yöntemleri öğretildiği, bu kuruluşlar ile CIA arasındaki para akışını Paul Lüth isimli bir Alman vatandaşının yönettiği ortaya çıktı. Yukarıda ismi geçen ABD vatandaşı Sterling Garwood bu kamplara sık sık gelmekte ve eğitim verenler arasında görülmekteydi. 

Ortaya çıkan bu gerçekler görünüşte ABD – Federal Almanya ilişkilerini gerdi. Konrad Adenauer bütün bu olaylardan haberi olmadığını söyledi. ABD Büyükelçisi Donnelly bu girişimlerin Kore Savaşı süresinde oluşturulduğunu ve daha sonra terk edildiğini söyledi. 
Olay Hessen eyaletinde patlak vermiş olmasına rağmen, federal düzeyde olduğu da ortaya çıktığından bütün Almanya’yı sarstı. Hessen eyaletinin, olayların açıklık kazanması için beklediği destek Başkent Bonn’dan gelmedi. Tam aksine iktidardaki CDU (Christlich Demokratische Union Deutschlands) ABD yetkililerle müzakerelerle başlayarak olayı ört bas etmeye, araştırma ları durdurmaya çalışıyordu. Karlsruhe Anayasa Mahkemesi, bütün Federal Almanya halkını şaşırtan, 30 Eylül 1952 tarihinde aldığı bir kararla “sanıkların değişik ABD ajanslarının emri ile kuruldukları gerekçesiyle”, Frankfurt polisi tarafından tutuklanan ve sorguya çekilen bütün TD üyelerinin serbest bırakılmasına karar verdi. Hessen Eyaleti Başbakanı August Zinn, “ …. Yüce mahkemenin ABD kontrolünde ve kararın kabul edilemez …. “ olduğunu söyledi, olayı Federal Parlamento’ya taşımaya karar verdi. İlk defa basın, Alman ve yabancı kamu oyu resmen, Parlamentoda eski Nazilerin içinde olduğu, ABD tarafından finanse edilip yönetilen stay-behind isimli kuruluşu öğrendi. Parlamento’da yaptığı konuşmada Zinn, “ …. bu konuyu kapatması için başbakan Adenauer ve ABD yüksek Komi-
seri Reeber tarafından baskıya uğradığını …. “ “ … ve polisin ortaya çıkardığı bütün olayların ve bu işin 30 yıldan bu yana sürdüğünü, “TD yöneticilerinin değişik Federal Almanya politikacılarıyla ilgili suikast planları hazırladıklarını itiraf ettiklerini”, “…. ABD’den aldıkları yıllık yardımın 50 000 DM’ı bulduğunu… “ polis bulgularına dayanarak anlattı. 

1981 yılında emekli olan, CIA’da otuz yıl çalışmış,Thomas Polgar, Almanya’da CIA sorumlusu olduğu yıllarda (1950 – 70), böyle bir örgüt olduğunu ve söylenenlerin gerçek olduğunu 1990 yılında kabul etti. 1990 yılında Dieter von Glahn “ …. stay-behind kuruluşunun sadece Hessen esyaletinde değil öteki eyaletlerde de bulunduğunu ve görevlerinin “Gladyo” ile aynı, Almanya’nın milli istihbarat kuruluşu olan Bundesamt für Verfassungsschutz – BfV’un da bu kuruluştan ve çalışmalarından haberdar olduğunu …. “ söyleyecekti. (131) 

General Gehlen ve başında olduğu “Organisasyon Gehlen” bu çalkantılar dan, kuruluşun is-mini değiştirip, “Bundesnachrichtendienst - BND” adı altında fire vermeden çıkacak çalışmalarına devam edecekti. Willy Brandt’ın başbakan yardımcısı olduğu dönemde Başbakanlığın hazırlatığı “Rapport Merckel” günümüzde hala açıklanmamıştır. 
1955 yılında Federal Almanya’nın NATO üyesi olmasından sonra NATO’nun Almanya’daki gizli ordusu staybehind, NATO içindeki “Allied Coordination Committee”ye entegre edildi ve resmi, gizli bir kuruluş halini aldı. AEG, Bosch, Siemens, Daimler gibi kuruluşlar da bu sistem içinde yerlerini aldılar. 

Bütün soğuk harp boyunca Almanya ikiye bölünmüştü. Federal Almanya adına gizli savaşı CIA’ya bağlı Bundesnachrichtendienst – BND, Demokratik Almanya (DDR) adına KGB’ye (Komitet Gossoudarstvennoï Bezopasnosti – Devletin Güvenliği için Komite) bağlı, “Stasi” diye anılan, “Ministerium für Staatssicherheit. – MfS” yürüttüler. BND, CIA ve MI6 (Military Intelligence [section] 6), tarafında “kevgir” olarak görüldü. Duvarın yıkılmasından sonra “Stasi”nin açıklanan belgelerinden, bu kuruluşun stay-behind’i yakından takip ettiği ve ayrıntılı bilgi sahibi olduğu anlaşıldı. 

Stasi belgeleri erişilebilir olduktan sonra, Telefon dinleme çalışmalarını yürüten III. Bölüm’ün yöneticisi General Horst Männchen’in yazdığı 3.08.1984 tarihli rapora ulaşıldı. Raporunda General, kendi hükümetine, stay-behind ile ilgili ayrıntılı bilgi vermekteydi. General Männchen 6 Kasım 1984 tarihli bir başka raporunda stay-behind kuvvetlerinin üyeleri 
üzerine ayrıntılı bilgi verilirken, arasında kadınların da bulunduğunu bu kuruluşun, Varşova Paktı kuvvetleri için bir tehlike olduğunu ve bu ağın tamamen deşifre edilmesinin zorunlu olduğunu söylüyordu. Daha sonra yazılan bir raporda da, bu ağın BND tarafından, NATO’nun kontrolünde eğitildiğini ve silahlandırıldığı ekliyordu. Aynı bilgilerin KGB’ye gittiği tartışmasız olarak düşünebilirdi. 

Stay-behind konusunda en büyük skandal, BND’in Münih’teki merkezinde, stay-behind ile ilgili IV. Bölümünde çalışan sekreter Heinrun Hofer’in Stasi için çalıştığı ortaya çıktığı zaman patladı. Soruşturmalar sonu, BND’nin müdür yardımcısı Joachim Krase’nin de Stasi için çalıştığı anlaşıldı. Duvarın yıkılmasından sonra erişilen Stasi dokümanlarından KGB ve Stasi teşkilat  larının başından bu yana NATO’nun stay-behind gizli ordusundan ve çalışmalarından haberdar olduğu anlaşıldı. Federal Almanya hükümeti değişik defalar bu ağın dağıtıldığını ve silah depolarının kaldırıldığı söylemiş olsalar da, değişik tarihlerde tesadüfler sonu cephaneliklere ortaya çıktı. Bunlardan en önemlisi 26 Ekim 1981’de Lüneburg yakınlarındaki Ülsen kasabasındaki, ormancıların buldukları cephanelikti. Araştırmalar sonu 
ulaşılan Heinz Lembke, polise daha başka 33 cephanelik gösterdi. 
Gazeteci Harbart, yaptığı araştırmalarda, polisten gelen bilgilere dayanarak, 29. Eylül 1980 günü Münih’te Oktoberfest sırasında patlayan, 13 ölüm 200 yaralıya sebep olan bombanın, Lembke aracılığıyla, temelinde BND/NATO’ nun olan depolardan temin edildiği iddiasında bulundu. Bu iddia yalanlanmadı veya konuyla ilgili haberi yayınlayan gazeteci aleyhinde bir 
soruşturulma açılmadı. 
Araştırmaları sürdüren polis, bombayı “Wehrsportgruppe   Hoffmann” üyesi 21 yaşındaki Gundof Köhler’in koyduğunu söyledi. Dikkati çeken, bombanın 
çok uzmanlık isteyen bir mekanizmasının olduğu ve Köhler’in böyle bir beceriye sahip olmadığıydı. Konuyla ilgili olarak hazırlanan nihai raporda Lembke’nin “…. Anayasa düzenini tehdit eden bir davranışı olmadığına, ….. faaliyetlerinin sosyal düzeni bozmaya yönelik olmadığına ….. “ karar verildi. 

1996 yılında Süddeutsche Zeitung’ta bu geçmiş olayla ilgili çıkan bir yazıda o dönemde, olayın arkasında olduğu söylenen aşırı sağcı kuruluşla ilgili hiçbir soruşturma yapılmamıştı. Köhler’in bu olayın gerçek faili olduğu da kesin değildi. Yeşiller, olayı Parlamentoya taşımış ve konunun PKK’nın (Parlamentariche Kontrollkomission) gizli oturumunda görüşüldüğünü savunmuştu. Sorumlular, Almanya’da stay-behind gizli ordusunun 
varlığını, NATO’nun çatısı altında uluslararası bir ağın varlığını ret ettiler. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen Yeşiller çok kızgındılar. Federal Almanya’nın NATO’ya girişi sırasında yapılan anlaşmaları sordular. Yine dişe dokunan hiçbir cevap alamadılar. Almanya seçimlere gidiyordu. Yerleşik partiler bir şekliyle kendilerine de dokunacak bu konuyu kapatmayı tercih ettiler. Başbakanlığın hazırladığı dört sayfalık bir raporla konuyu ne zaman tekrar açılacağı bilinmez şekilde gömdüler . 

Federal Almanya’daki, NATO’nun gizli ordusu stay-behind’i anlatırken, Türkiye ile benzerlikler devamlı dikkatimi çekti. Gizli Ordu, başka NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi çalışmalarını hem orduyla hemde Milli İstihbarat, aşırı sağcı ve sahte solcu kuruluşlarıyla yürütmeyi tercih etmişti. Bu tercihte Türk istihbaratının şekillenmesinde etkin rolü olan General Gelen’in rolü olmuştu. Tabii, Türkiye’de Ordunun Milli istihbarat kuruluşunu son yıllara kadar kontrolünde tutmuş olması da Türkiye’ye özgü bir durumdu. Türk İstihbarat teşkilatının başlangıcı ordu mensupları ile oldu. 1927 yılında “Milli Emniyet Hizmeti” ile başlayan ve bugün MİT’le devam eden süreçte 1927 – 1992 (Sönmez Köksal’a kadar) yılları arasında kuruşun başında bir asker bulundu ve kadrolarda ağırlık askerler oldu. 1957 – 1960, 1961 – 1962 yılları arasında kuruluşun başına bir sivil geldi. (132) 

1990’dan 2006’ya kadar adeta unutulan Gehlen org. New York Times’da (133), Michael R. Gordon imzasıyla, 27 Şubat 2006’ta yayımlanan Irak savaşındaki istihbarat savaşına ilişkin bir raporla kendini tekrar bize gösterdi. Rapor Irak savaşı öncesi gelişmeler kadar savaşı temellendiren istihbarat mücadelesine ilişkin de çok ilginç kimi gerçekleri su üzerine 
çıkartıyordu. Rapor, 18 Aralık 2002 yılında Saddam Hüseyin liderliğinde toplanan Irak savaş konseyindeki tartışmalar dahil olmak üzere Irak savaş planının bir kopyasının Amerikan Genel kurmayına sızdırılması işini Bağdat’taki Alman istihbarat ajanlarının gerçekleştirdiğini açıkça belirtiyordu. İşin daha garibi Alman ajanlar işlerini bitirdikten sonra sığındıkları yerin de Fransız istihbaratının üssü olan Fransız Büyükelçiliği oluşuydu. Kuşkusuz resmi görüşü Irak’taki savaşa karşıtlık olarak ortaya çıkan ve Fransız meslektaşı Chirac’la birlikte alenen Amerika’ya karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde tavır alan Alman Hükümeti 
“chancellor”ü Gerard Schröder’in kendi istihbarat örgütünün (eski deyişle Gehler org) içişlerine karışma yetkisinin olup olmadığı düşünülebilirdi. Dünyada kendi istihbarat örgütünün yaptıklarından habersiz pek çok Başbakan ve Hükümet olduğu veya Başkan’ların bile kendi istihbarat örgütlerince kurban edilebildiği düşünülürse, bu gelişmeyi de sürpriz saymamak gerekirdi. Fakat rapor tam tersini söylüyordu. Schroder ve Başkurmayı Frank-Walter Steinmeier -ki daha sonra Merkel liderliğindeki hükümette Dışişleri Bakanı’nın operasyondan bütünüyle haberdar olduğunu 2. raporla ısrarla ortaya koyuyordu. (134) 

Bu arada listede Yeşillerin lideri, Schroder’in Dişişleri Bakanı Fischer’in de olduğunu not edelim. Gariplikler burada da bitmiyordu. Alman ajanlar Amerikalı meslektaşlarına Bağdat’taki askeri ve polis hedeflerinin karakteri ve konuşlanmaları kadar moral durumu da aktardıkları ve daha ilginci Sinagogların ve “Torah rolls”(Tevrat metinleri)nin bulundukları 
siteleri bile bildirdikleri raporun ortaya koyduğu birkaç gerçekten biriydi. Herhalde Gehlerorg’un varlığının doğası gereği olsa gerek ki, Amerikan Genelkurmayının hazırladığı Irak savaşı ile ilgili ortaya konan tavırlar perspektifinde hazırlanan bir “uluslar listesi”nde Almanya “noncoalition but cooperating”  (koalisyon dışı fakat işbirliği yapıcı) bir statüde listelenmişti. 
Bu arada Suudi Arabistan ve Mısır’ın “silent partners”(sessiz partnerler) olarak listede yer aldığını da hatırlatalım. (Mısır kendi hava sahasını Amerikalılara açıp Süveyş Kanalı’nında Amerikan gemilerince kullanımına müsaade etmiş. Suudiler ise Delta Force ve Amerikan Özel kuvvetleri’nin Arar’daki özel bir üsten Irak içine operasyon düzenlemesine müsaade 
etmişti. Resmi Suudi açıklaması ise, bölgeyi sel felaketinden kurtulanlar için bir sığınma alanı olarak designate ediyordu. 

Tabii ki bu raporda Türkiye eksik olsaydı resim tamamlanamazdı. Awacs radar uçakları ve Patriot misil baterilerinin Türkiye’ye gönderilmesi hararetli bir şekilde NATO’da tartışması sürerken, ilk etapta bu plana karşı çıkan ülke de tuhaf bir şekilde Almanya olmuştu. Fakat Irak’a Kuzey’den bir cephe açma kaygısıyla Türkiye’yi ikna etmeye çalışan A.B.D. Almanları bir şekilde hem de çabucak ikna etmiş, dahası Almanlar misil baterilerinin gönderilme sinde de aktif bir rol oynamıştı. Gehler org.’un Amerikan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Irak ayağında görev yapan üç değerli üyesi Amerikan Üstün Hizmet Madalyası (American Meri-torious Service Medals) ile ödüllendirildi. (135) 

Bir başka örnekte Rusya’dan verelim. 9 Aralık 2007 Cuma günü Rusya'da Kuzey Avrupa gaz boru hattının ilk bölümünün başlangıç noktasında içten bir tören yapıldı. Törene katılan Alman ve Rus yetkililerin çoğu Almanya tarafında projenin güvenliği ile ilgilenen kurumun Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değildi. 

BND, 2. Dünya savaşından sonra eski Wehrmacht istihbarat görevlisi Reinhard Gehlen'in Amerikan gözetimim altında oluşturduğu "Gehlen Organizasyonu" (OG) ismi ile bilinen oluşum temelinde 1956 yılının Nisan ayında kuruldu. Batı blokundaki diğer istihbarat organizasyonlarına benzer biçimde BND de geleneksel olarak teknik istihbarata önem verdi ve bu 
alanda etkileyici başarılar kazandı. Aynı dönemde ajan (Humınt-insana dayalı istihbarat) kullanımı ile alakalı her alanda Doğu Alman rakiplerine –STASİ- karşı kaybediyordu. Ajan kullanımındaki zayıflık bütün servis çalışmalarını etkiliyordu. Gehlen tarafından kurulan örgütün aralarında Berlin krizi ve Berlin duvarının inşası (1961),Sovyet lideri Kruşçev'in yöne-
timden uzaklaştırılması (1964), orta menzilli Sovyet SS-20 balistik füzelerinin Avrupa'ya konuşlandırılması (1974), İran'da Şah'ın devrilmesi (1979), Afganistan'a Sovyet müdahalesi (1979), Sovyetler birliğinin çöküşü ve Almanya'nın yeniden birleşmesi (1991) gibi 20. yy ın ikinci yarısındaki önemli uluslararası olayların çoğunu önceden öngöremediği söylenebilir. 
Yinede 1968 İlkbaharında Gehlen, istifasından kısa bir süre önce, Sovyet ordusunun Çekosla-vakya'yı işgal etme olasılığına ilişkin uyarıda bulunmuştu. 

20. YÜZYILIN SONU 

1994 yılında Almanya Anayasa Mahkemesi, Alman Silahlı Kuvvetlerinin NATO’nun “alan dışı” kabul edilen coğrafyalarda görev üstlenmesinin önünü açmıştı. Birleşmeye kadar Silahlı Kuvvetlerini merkezinde BM’nin yer aldığı görevlere gönderen Almanya, birleşmeden sonra BM’nin onay vermediği Kosova’daki çatışmaları durdurmak için buraya asker gönderme kararı almıştı. Ve Birinci Körfez Savaşında, ABD merkezli çok uluslu güce katılmıştı. Almanya, bugün itibarıyla, başta Afganistan olmak üzere, birçok ülkede, BM ve/veya NATO kararları uyarınca veya ortak bir mutabakat çerçevesinde oluşturulmuş çok uluslu güç içinde yer almaktadır. Almanya, 2005 yılı verileri ile GSYİH’sının % 1.5’i oranında bir kaynağı askeri har-
camalarında kullanmaktadır. İlk bakışta, bu oran küçük gözükse de, Almanya’nın GSYİH’sı Dünyanın en büyükleri arasında yer aldığı için, askeri harcamalara çok ciddi kaynak ayırdığı ortadadır. Diğer yandan Almanya/ Kaiserslautern yakınlarındaki Ramstein Havaalanı ABD’nin kendi toprakları dışında bulundurduğu en büyük askeri varlık olup; ABD’nin, onaylanmış 
NATO planları kapsamında, Almanya/Büchel‘de de Nükleer silah bulundur duğu kabul edilmektedir. (136) 

Uluslararası politikada 1990’lı yılların başı denildiği zaman genelde ilk akla gelen, Sovyetlerin çöküşüdür. Oysa aynı süreç içinde, üstelik eş zamanlı sayılabilecek, aralarında bağ bulunan bir başka olay daha vardır. O da, Berlin Duvarının yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesidir. Önce Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetlerin çöküşü daha sonra gerçekleşmiştir. 

Olaylara meydana geliş sırasına göre bakarak, Berlin Duvarının yıkılmasının ve iki Almanya’nın birleşmesinin, Sovyetlerin çöküşünün somut, belirgin ve ciddi bir işareti olduğunu söylemek mümkündür. Doğu Almanya ile Batı Almanya, 3 Ekim 1990’da birleşmişlerdir. Bu birleşmeden fazla söz edilmemesi, Alman diplomasisinin kendine özgü işleyişi ve tercihleri ile açıklanabileceği gibi, Alman Dış Politikasının orta ve uzun vadeli hede-
fleri bağlamında uluslararası kamuoyu nezdinde fazla ön planda olmayı öngörmeyen bilinçli bir tercihin sonucu olarak da alınabilir. Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, galip devletler tarafından ikiye bölünmüş ve bu durum Ekim 1990’a kadar devam etmiştir. Bölünme ile ortaya çıkan Batı Almanya, Batı Bloku ve Doğu Almanya da, Doğu Bloku içinde yer almıştır. Bölünmeye rağmen, her iki Almanya da Soğuk Savaş yıllarında kendi blokları içinde öne çıkan, önemli ve güçlü üyeler olmuşlardır. Bunun içindir ki, ayrı ayrı kendi bloklarına ciddi güç katan bu iki Almanya’nın birleşmesi, başlangıçta ciddi bir endişeye yol açmış ve tepkiyle karşılanmıştır. Söz konusu endişenin ve tepkilerin, iki güçlü Alman Devletinin birleşmesinin ve bu birleşmenin doğuracağı sinerjinin “birleşik” Almanya’ya sağlayacağı güçten ileri geldiğini söylemek mümkündür. “Birleşik” Almanya ile ilgili endişeler ve tepkiler, AB’nin ve NATO’nun genişleme süreçleri ile eş zamanlı olmuştur ve bu durum bir tesadüf olmaktan uzak görülmektedir. Çünkü iki Almanya’nın birleşmesinden endişe duyan ve bu nedenle birleşmeye karşı çıkan Avrupa ülkelerinin, AB’ye ve NATO’ya üye yapılmak suretiyle, ikna edilmiş oldukları ve birleşmenin önünün bu suretle açılmış olduğu 
düşünülmektedir. Doğu Almanya ile Batı Almanya 3 Ekim 1990 tarihinde birleşmişler ancak, bu birleşme nedeniyle yeni bir anayasa yapma yoluna gitmemişlerdir. “Batı” Almanya’nın 23 Mayıs 1949 tarihli anayasası, 03 Ekim 1990 tarihinden sonra, “birleşik” Federal Almanya’nın anayasası olarak, yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Bu, “Alman” olmanın birleştirici 
etkisine işaret eden ve Almanya’nın geleceğine ilişkin değerlendirmede dikkate alınması gereken önemli bir husus olarak görülmektedir. (137) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***