ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2
ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir.
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken,
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi,
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD,
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek,
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir.
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır.
ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel
ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve
güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik
ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler.
Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri
aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece
ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine
giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin
tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama
kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç
potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş
aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir
oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış
baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya
getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek,
kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir.
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası
ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi
için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD
öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu
düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup
etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle
görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla
bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin
karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal
devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu
aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2
Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika
merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik
Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa
ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir
bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika
Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu
yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni
kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın
başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan
İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri
Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını
gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu
kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir
politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki
hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile
beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra
ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur.
Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha
bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona
erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a
karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri
örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı
ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı,
soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine
girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci
imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile
Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır.
Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD,
dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere
ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin
ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük
ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci
yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan
ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük
ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 Böylece ABD
hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu
Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum,
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri
Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden
yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı.
ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve
yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin
dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve
Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir
otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz
kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın
merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi
altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında
kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen
süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini
görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı
adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için
hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde
yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal
değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir
kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve
buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir.
Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin
yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya
bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme
gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin,
dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında
yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk
ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek
için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal
yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde
yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile
Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan
etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde
etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa
kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu
ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin
üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu
tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan
Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin
Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması
gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine
gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine
bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve
Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da
üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir.
Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak
başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak
Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye
göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve
yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip
olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper
gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin
merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen
gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya
bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır,
aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin var olduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar.
Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit
edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü,
ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem
taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni
dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak
zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde
yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya
çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***