29 Ocak 2015 Perşembe

TÜRKİYE MADAGASKAR GİBİ BİR AFRİKA ÜLKESİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR..



TÜRKİYE  MADAGASKAR  GİBİ  BİR AFRİKA ÜLKESİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR..



Erol Manisalı
Türkiye Madagaskar gibi
bir Afrika ülkesine
dönüştürülüyor


TÜRKSOLU: Avrupa Kıskacında Kıbrıs isimli kitabınız için güncel siyasi gelişmelere ışık tutan bir çalışma diyebilir miyiz?
Batı tek kutuplu dünyada Türkiye’yi içine almak istemiyor
EROL MANİSALI: Kitapta herşeyden önce bir dünya tahlilinden yola çıkılıyor. Dünyanın iki kutupluluktan tek kutupluluğa geçmesi aşamasında, Batı’nın Türkiye’ye yeni bakış açısını ve yaklaşımını ele almadan Batı’nın Kıbrıs politikalarını da anlayamayız. Bu yeni dönemin Brüksel, Ankara, Lefkoşe ilişkilerini nasıl etkilediğini inceledim.
Esas belirleyici olan gerçek şudur. Batı bu yeni dönemde Türkiye’yi hiçbir şekilde içine almak istemiyor, alamaz da zaten. Batı Türkiye’yi tek yanlı olarak, bir sömürge olarak kendine bağlamak istiyor. Bu yüzden Kıbrıs’tan başlayarak, Ege, Güneydoğu, Ermenistan’ın topraklarının genişletilmesi gibi konularda, elde etmek istediği değişikliklerin Türkiye’ye dayatılmasının Batı’nın Türkiye politikasının belirleyici özelliği olduğunun tahlilini bu kitapta yaptım. Aslında bunu görmek çok basit. Sadece Avrupa Parlamentosu’nun 1993’ten başlayarak aldığı kararlara bakarsak Kıbrıs, Ege, Ermeni Soykırımı tasarıları, Güneydoğu, Fener Patrikhanesi gibi konularda alınan kararlara bakıldığında, bu kararların yalnız Kıbrıs politikasıyla ilgili olmadığı, Batı’nın ve Avrupa’nın Türkiye üzerindeki yeniden sömürgeleştirme ve bölme planlarıyla doğrudan doğruya ilişkisi olduğu görülür. Dolayısıyla Batı’nın emperyalist planlarından bağımsız olarak Kıbrıs incelenemez ve son gelişmelere ışık tutulamaz. Zaten son ABD-İngiliz koalisyonunun Irak işgali sırasında Türkiye politikasına bu planların nasıl yansıdığını gördük. Aralarında çeşitli çelişkiler bulunan Brüksel ve Vaşington’un Türkiye konusunda nasıl birleştiklerini ve Türk askerinin Kuzey Irak’a Türkiye’nin ulusal çıkarları çerçevesinde müdahelesini engellediğini hep birlikte gördük. Soğuk Savaş sonrasında Batı bir bütün olarak Türkiye’yi dışlama siyasetini benimsediği için hem Amerika hem de Avrupa Kıbrıs konusunda ve diğer konularda Türkiye’ye karşı ortak bir politika yürütüyor. Tüm bu gerçekler görülmeden Kıbrıs konusunda doğru bir analiz yapılamaz.
TÜRKSOLU: Bu çerçevede Kıbrıs için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Kıbrıs’ta ne olacağı Sevr sürecini etkileyecektir
EROL MANİSALI: Bundan sonra ne olur? Kıbrıs’ta ne olacağı Ankara hükümetlerinin Batı’da planlanan ve Türkiye’yi sömürge haline getirmeye çalışan politikalara karşı nasıl tavır alacağına bağlı. Eğer büyük sermaye egemenliğinde kurulan göstermelik demokratik yönetimler devam ederse Türkiye’nin bölünmesi ve sömürgeleştirilmesi planları daha da ilerleyecektir. Bu sadece Kıbrıs konusunda değil Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı diğer konularda da geçerlidir. Türkiye Irak ilişkileri, Türkiye Ortadoğu ilişkileri, Türkiye’nin Kıbrıs Ege politikası, Patrikhane meselesi, misyonerler meselesi ve tüm diğer politikalarda bu işbirlikçi yönetimler altında Türkiye’nin aleyhine gelişmeler artacaktır. Kısacası Türkiye Lozan’dan Sevr’e doğru giden Batı’nın dayattığı yeniden yapılandırma sürecinde direnç gösterecek midir göstermiyecek midir?
Burada tabii şu soruyu sormak gerekir? Hangi Türkiye? 70 milyonu temsil eden Kuvayı Milliye çizgisi mi esas alınacak yoksa işbirlikçi azınlığın siyasi egemenliği mi? İslam ağırlıklı bir rejim için Batı’yla işbirliği yapan siyasi çizgi mi Türkiye’nin kaderini belirleyecek yoksa 70 milyonun ulusal çıkarları mı? Türkiye’yi bölmek isteyen ve Batı’ya angaje bazı etnik politikalar mı egemen olacak yoksa milli birlik politikası mı? Bu sorulara verilen yanıt 70 milyonun ulusal çıkarlarının savunulabilmesi ve Batı’nın dayatmalarına karşı Türkiye’nin direnebilmesi için milli bir politika oluşturmak isteyenlerin lehine olmalı.
TÜRKSOLU: Türkiye ve Kıbrıs’ı Batı kıskacından kurtarabilmek için alternatif dış politika açılımları ne olabilir?
Batı’ya bağımlı Türkiye dayatmalara karşı koyamaz
EROL MANİSALI: Çıkış yolu ne olabilir diye sorduğumuz zaman dönüp doğuya ve       kendi komşumuz olan bölge ülkelerine bakmamız gerekir. Son birkaç yıldır bu çıkış yolunu sürekli dile getiriyorum. Türkiye’nin bugün temel sorunu Batı’yla olan tek yanlı bağımlılığıdır. Türkiye Batı’yla olan tek yanlı bağımlılığı içinde, Batı’dan gelen dayatmalara karşı koyamaz. Bu nedenle Asya’daki yeni oluşumlar ve bölge ülkeleriyle işbirliği perspektifi içinde Türkiye yeni politika arayışlarına girmelidir. Aksi takdirde Türkiye için ancak Batı’nın tek yanlı taleplerini karşılama olanağı vardır. Bu şartlar altında Türkiye’nin ayakta durması, direnç göstermesi, Batı’nın emperyalist talepleri karşısında direnebilmesi olanaksızdır. Türkiye önümüzdeki yıllarda ya Asya’daki yeni oluşumla ve bölge ülkeleriyle işbirliği yaparak Batı’nın dayatmalarını dengeleme politikası içine girecektir veya Batı’ya tek yanlı bağlanarak Batı’nın sömürgesi olacaktır.
TÜRKSOLU: Kıbrıs’taki son güncel gelişmeler, KKTC ve Türkiye’nin yeni açılımları       Avrupa kıskacının daha da daralması ve Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki devlet politikasının aşınması olarak nitelendirilebilir mi?
Kıbrıs’taki son gelişmeler Türkiye’nin devlet politikasını çürütmek içindir
EROL MANİSALI: Kıbrıs’taki son operasyonlar aslında Türkiye’nin Kıbrıs’taki devlet politikasının çürütülmesi amacına yöneliktir. Türkiye’nin devlet politikası neydi? Güneyde Rumlar’ın AB’yle dolayısıyla Yunanistan’la entegrasyonu durumunda, kuzeyin de Türkiye Cumhuriyeti’ne entegre edilmesiydi. Bugün bu devlet politikasının ortadan kaldırılıp, çürütülmesi için yapılan şudur: Hayır Kuzey Kıbrıs Anadolu’ya ve Türkiye’ye entegre edilmeyecektir, güneye, Rum tarafına bir azınlık olarak entegre edilecektir. Bu son açılımların başka hiçbir anlamı yoktur.
Son olaylar bir korsan serbestliği içinde gerçekleşmektedir. Oturup iki taraf KKTC ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi anlaşıp, karşılıklı geçişler serbest bırakılsın şeklinde bir sonuca varmamışlardır. Denktaş’ın bu konudaki önerisi Rumlar tarafından reddedilmiştir. Biz sizi tanımıyoruz, biz sizi kaale almıyoruz, böyle bir anlaşmayı reddediyoruz denmiştir. Ancak bizim vatandaşlarımız sizin tarafa geçerse, orayı zaten Avrupa toprağı saydığımız için vatandaşlarımıza birşey demeyiz diyorlar. Bunun tek bir ifadesi vardır. Bu bir korsan serbestliğidir. Üzerinde iki tarafın anlaştığı bir serbestlik değildir bu. İki tarafın karşılıklı tanımayla anlaştığı bir serbestlik olsaydı ben bu son gelişmeleri desteklerdim. Ama böyle olmadığı, korsan olduğu için karşıyım.
Son olarak yeni bir gelişme daha yaşadık. Rum tarafından Türkiye’ye girişlere Türkiye izin verdi. Bir kere herşeyden önce dış politika ilişkiler karşılıklılık esasına göre ilerler. Rumlar KKTC’yi tanımazken, Yunanistan KKTC’yi tanımazken, bizim onları tanımamız demek, tek yanlı yapılanmayı ve dayatmaları koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen kabul etmesi yani 70 milyonluk Türkiye’nin bir sömürge konumuna getirilmesi demektir. Siz bizi tanımıyorsunuz ama siz elinizi kolunuzu sallayarak bizim tarafa geçebilirsiniz demektir. Uluslararası ilişkiler bakımından bunun ne siyasi bir mantığı vardır, ne kültürel, ne sosyal ne de iktisadi bir mantığı vardır. Bunu bugün komşuluk ve uygarlık olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Bu yaşananların dostlukla hiçbir ilişkisi yoktur. Eğer karşılıklılık esasına göre son politikalar yürütülmüş olsaydı, bu son gelişmeleri çok iyi diye nitelendirebilirdik, ancak diğer taraf seni tanımadan senin bu tür açılımlarda bulunman, senin bir sömürge olarak sömürgecilere serbest giriş hakkı tanımandan başka birşey değildir.
Türkiye’nin devlet politikası şu anda Kuzey Kıbrıs’la Türkiye arasında ekonomik alandan başlayarak bir entegrasyonu gerektirmektedir. Ancak son yaşananlar tam tersi. Kuzey Kıbrıs güneye ekonomik entegrasyon yoluna sokulmuştur. Artık tüccarlar Rumlarla işbirliği yapacak. Bir takım korsan ekonomik ilişkiler ağı kurulacak. Orada artık Türk yatırımları ve Türkiye’nin ekonomik varlığı kalmayacak. Bu yaşanan tersine entegrasyondan başka birşey değildir.
TÜRKSOLU: Türkiye ve Kıbrıs üzerindeki AB kıskacı daraltılıyorken, AKP hükümeti AB yolunda yeni taviz paketleri hazırlıyor. Aynı anda Orgenaral Kılınç üzerinden yürütülen ordu ve MGK tartışması alevlendiriliyor. Burada bir eşgüdümden bahsedebilir miyiz?
EROL MANİSALI: Ben bir akademisyen olarak tüm bu yaşananları Türkiye’nin tek       yanlı bağlanma sürecinin bir devamı olarak görüyorum. Karşılıklılık ilişkisi tamamen ortadan kaldırılıyor ve Türkiye AB’nin her konuda tek yanlı olarak müdahale edebileceği bir ülke olma yolunda ilerliyor. Türkiye Somali, Madagaskar gibi bir Afrika ülkesine dönüştürülüyor.






ZAVALLI,






ZAVALLI,



Yekta Güngör Özden


Zavallı,  Sözde Avrupalı


Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB raportörü Hollandalı Arie Oostlander’in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. Bu ilk değil. Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk’ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu’nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, antlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. “Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları” sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez ama işbirlikçi durumuna düşer.
Türkiye’nin atılımı Avrupalıyı kıskandırıyor
Türkiye’nin her alanda gerçekleştirdiği atılım bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk Mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer’in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Geraudy’nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler’in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eşbaşkanı D. J. Bendit’le Huntington’un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp islamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk Ulusu’dur.. Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi’dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçiriImiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa’yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye’ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır.
Doyumsuz Avrupa Atatürk’ün yaptıklarını görmezden gelmektedir
İşgal günlerinde 339 tekke, 19 tarikat bulunan İstanbul, dünya kenti olarak Türkiye’nin simgelerinden biri kılınmıştır. Üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikah son bulmuş, gerçekleştirilen devrimlerle Türkiye, 1930’ların dünyada sayılı on cumhuriyetinden biri olmuştur. Tito, küçük kültürleri bağımsız kılarak Yugoslavya’yı tutacağını sanmakla aldanmış, Atatürk ulusallaştırarak kazanmıştır. Atatürk ilkeleri, marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları Isviçre’den 40 yıl önce vermiş, Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgaların, cinayetleri, Stalin’i, Hitler’i, Peten’i, Salazar’ı, Franko’yu, Mussolini’yi, Yunan cuntasını, Makarios’u, EOKA’yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye’ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye’nin Birleşmiş, Milletler Üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk’ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB’ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır.
Kapitülasyonlar Avrupalının ham hayalidir
Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupalının ham hayali olarak sırıtmaktadır. 1536’da Fransa ile başlayıp 1569’da genişletilen kapitülasyonları 1583’de İngilizler’in “serbest ticaret izni alması, 1829’da ABD ile 1838’de İngiltere ile ticaret Anlaşması imzalanması izlemiştir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları, yabancı dayatmasıyla yenilik görüntüsü altında yeni ayrıcalıkların, büyük ödünlerin verilmesidir. 1876 Berlin Anlaşması ile iyiden iyiye Avrupa’nın koruması altına giren Osmanlı İmparatorluğu 1881’de Muharrem Kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’nin esiri olmuştur. Günümüzde olumsuz sonuçları acı ve üzüntüyle izlenen 1963 Ankara Anlaşması, 24 Ocak 1980 kararları, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması, 1999 Helsinki koşulları, 2000 Katılım Ortaklığı Belgesi, 2001 Ulusal Program AB’nin Türkiye’yi kıskaca alma, kuşatma, çevirme, uydu yapma kanıtlarıdır. Çok Yanlı Yatırım Anlaşması (MAI)’ndan sonra tahkimle başlayan, özelleştirmelerle devletin sosyal niteliğini bozan gelişmeler de bu dizidedir. Atatürk ise 1934’de Balkan Paktı’nı, 1937’de Sadabat Paktı’nı gerçekleştirmiştir.
İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye’nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos’un 12.1.1934’de Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteren ve Oslo’daki yetkili komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür Bilim Komisyonu (UNESCO)’nun ilki 1963’de, ikincisi 27.11.1978’de “Atatürk’ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına” ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır. Doğunun batısında, batının doğusunda ilk demokratik devlet. İlk kez dinle siyaseti, siyasetle askerliği ayıran, dostluklara önem veren, aydınlanma devrimleriyle toplum yapısını değiştirip geleceği kurtaran Atatürk’tür. Aykırılıklar, çelişkiler, bozukluklar, olumsuzluklar Atatürkçülük’ten değil yöneticilerden kaynaklanan kötülüklerdir. Çarpıklık, siyasal alanın sayrılığındandır. Avrupa’nın kendi çirkinliğini yansıtan yakışıksız suçlamalarına, bahanelerine ve karalamalarına iktidarın sessiz kalması destekçisi şeriatçı kesimin sevinç çığlıkları atması düşündürücüdür. Yazıklar olsun!

Not: Günlük bir gazetenin kısaltarak yayınladığı yazının tam metni





BÖLÜCÜ VE YIKICILARA.,



BÖLÜCÜ  VE YIKICILARA.,



Yekta Güngör Özden


Ulusal dayanışmayla karşı koyacağız,

Ulusumuzu derinden düşündürüp kaygı duyuran yüksek öğrenim kurumlarındaki anlamsız ve sakıncalı kavgaları üzüntü ve endişeyle izliyoruz. Geleceğimizin güvencesi gençlerimizin, bilimsel donanımlar kazanarak insanlık ve yurttaşlık bilinçlerini güçlendirip yararlı hizmetlere hazırlanacak yerde uygar tartışmayı, özgür düşünceyi gözardı ederek birbirine kıyacak biçimde düşmanca ayrılmalarını, öğrenim-eğitimin barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını kana bulamalarını her yönden tehlikeli buluyoruz. Gençlerimizin siyasetle ilgilenmelerinin verdiği mutluluklar, katılık, bağımlılık ve saplantılarla gölgelenmemeli, kavgalarla kararmamalıdır.
Varlık nedenleri, yaşam felsefesi olan Atatürk ilkeleriyle Atatürkçülere saldırıyı beceri sayan, medyanın kimi köşelerine kurulmuş, kimlikleri, kişilikleri, düşkünlükleri bilinen yeşil sermaye destekçisi, laiklik karşıtı, patron buyruğundaki kimi yazarcıkların kışkırtmalarına kapılmak asla bağışlanamaz. Şeriatçılarla bölücülerin, günümüz iktidarının tutumuna, iktidara ayak uyduran yöneticilere ve emirlerindeki güçlere güvenerek kalkıştığı saldırılar, üstelik Atatürk Türkiyesinde Atatürk fotoğraflarına katlanamama hastalığı, köktendinci girişimleri, kadrolaşmaları, hukuk ve anayasa tanımazlığı, yağmacılığı gelişme sayan, silahlı kuvvetlere sataşan, yazdıkları anlaşılmayan, okuduğunu anlamayan, iktidar ve körükörüne AB, ABD, IMF şakşakçısı medya tetikçilerinin, dönek ve sapkınların ortak niteliğidir. Bölücü ve yıkıcılarla, yeni mandacılarla kolkola sürdürülen kötülüklere ulusal dayanışmayla karşı konulacaktır. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü niteliğini kimse yıkamayacaktır.
Gençlerimizi, Atatürkçü doğrultuda birleşmeye, özveride bulunan ailelerini üzmemeye, aileleriyle yükseköğretim yöneticilerini etkin önlem almaya, kolluk güçlerini yansız davranmaya çağırıyor, sorumluların bir an önce etkin yaptırımlarla durdurulmasını öneriyoruz.

GERÇEK KURTULUŞ İÇİN..,




GERÇEK KURTULUŞ İÇİN..,



Yekta Güngör Özden










23 Nisan özgür, bağımsız ve gönençli bir ulus olarak yaşamanın altın anahtarı Ulusal Egemenlik ilkesini simgeleyen, temelde Türk Ulusunun yönetimini kendi eline aldığını dünyaya duyuran Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mustafa Kemal’in önderliğinde açılışının 83. yıldönümüdür. Ulusumuza kutlu olsun.
Ulusun yazgısını kendi özgür istenciyle belirlemesi, her yaptığını sürekli olarak denetleyeceği, her işlem ve tutumundan sorumlu tutacağı hükûmet düzenini gerektirdiği için, bu yönetim altında ulusun bağımsızlık, özgürlük, birlik ve gönencinin gerçek güvence altında olacağı doğru bir düşüncedir.
Mustafa Kemal, “Ulusun yazgısını yine ulusun azim ve kararı belirleyecektir!” ilkesini bayrak yaptığı için, o zamana değin anlamsız savaşlarla tükenmenin eşiğine getirilmiş olan Türk Ulusu’na “Bu savaş benim savaşımdır.” diye benimseterek Bağımsızlık Savaşına yöneltebilmiştir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın zaferle tamamlanışını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne müjdelerken, “Ulusun geleceğini doğrudan doğruya üzerine alarak umutsuzluk yerine umut, dağınıklık yerine düzen, duraksama yerine kararlılık ve inanç koyup yokluktan koskoca bir varlık çıkardığını, bu Anadolu zaferinin, tarihte bir ulus tarafından tam olarak benimsenen ulusal egemenlik düşüncesinin ne denli büyük ve dinç bir güç olduğunun en güzel örneği olarak kalacağını” belirtmiştir.
Ulusal egemenlik ilkesine doğru anlamı vermek
Atatürk, yalnız askerî zaferin değil, gerçek kurtuluşun, yani bir daha “kurtulmak”     zorunluluğuna düşmemenin güvenceye alınabilmesi için ulusal egemenlik düzeninin doğru anlaşılıp dürüstlükle uygulanmasının yaşamsal önemini de vurgulamıştır. Özellikle ulusal egemenlik düzeninin devlet yönetimi yanında, eğitim, aile, ekonomi, felsefe, ahlâk, sanat, dil, yazı, giyim ve kuşam gibi tüm kamusal yaşam alanlarının da dinsel ve dinsel olmayan her türlü baskıcı bağdan özgürleşmesini zorunlu kıldığını görmüş ve bize bağımsız, özgür ve çağdaş bir ulus olarak yaşama olanağını sağlayan devrimleri gerçekleştirmiştir.
Atatürk, ulusal egemenlik ilkesine doğru anlam veren ve ona dürüstlükle bağlı kalan düşünce ve eylem yapısıyla, bu yaşam ilkesine yapılacak açık ya da dolaylı     her türlü saldırı girişimini Türk ulusunun yaşamına yönelik bir suikast, Türk Ulusu’nun yüreğine gönderilmiş zehirli hançer saymıştır. Başta lâiklik olmak üzere devlet ve öteki toplumsal kurumlar alanında gerçekleşen devrimler, ulusal egemenlik ilkesini saldırılardan korumaya yönelik anayasal kurumlar ve önlemlerdir. Ancak, ulus egemenliğine dayalı lâik devlet ve toplum düzenini suikastlar karşısında koruyup kollamakla görevli anayasal kurumların ödevlerini yerine getirememesi durumunda, yani halkımızın bilgece deyimiyle tuz koktuğunda, her yurttaşın baskı yönetimine karşı direnme hakkının doğacağını belirtmiştir. Yüce Atatürk bu konuda şunları söylüyor: “Kuşku yok ki ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında elde ettiği yaşam ilkesi olan ulusal egemenlik ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim; bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!”
Ulusal egemenlik ilkesi kamu yönetimi tarafından çiğneniyor
Derin acılar içinde görüyoruz ki, Büyük Atatürk’ün her şeyin üzerinde tutulup, her türlü özveri gösterilerek korunması gerektiğini belirttiği ulusal egemenlik ilkesi, devlet ve toplum yaşamımızda uzun yıllardanberi adım adım, değişik oyunlar ve çirkin yöntemlerle işlemez kılınmaktadır.
Ulusal egemenlik ilkesinin baş uygulayıcısı olması gereken kamu yönetimi, partizanlık yoluyla hukukun üstünlüğünü ve yasalara saygıyı yok ederek, yurttaşlar arasında eşitliği bozarak, kamu kaynaklarının yolsuzluk ve hırsızlıkla soyulmasına ortam hazırlayarak, tarikat okulları ve benzeri yollarla eğitim birliği ilkesini yıkıp ulusal birliği dinamitleyerek ulusal egemenlik düzenini yıkmanın baş etkeni durumuna getirilmiş bulunmaktadır. Yine ulusal egemenlik ilkesi gereğince gönenç devleti ilkesinin hizmetinde ekonomik kalkınmanın etkin aracı olması gereken kamu yönetimi iç ve dış sömürücü çevrelerin dayatması ile, bu görevinden uzaklaştırılmış, bunun sonucu olarak işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış, eğitim, sanat ve meslekten yoksun bırakılan nüfusun ulusumuz içindeki oranı artmış, ulusal dayanışma ortamı bozulmuş, ulusal egemenlik düzeni için en önemli destek olan demokrasi kültürüne sahip yurttaş desteği zayıflatılmıştır.
Bir yandan da devlet yönetiminden eğitime, ekonomiden kadın haklarına, sanat ve felsefeden giyim kuşama varıncaya değin her alanda lâiklik ilkesi baltalanmakta, ulusumuzu uyuşturup kötürüm kılmak üzere, demokrasi düşmanı, ortaçağ artığı karanlık mikrop yuvası tarikatlar, kamu kaynaklarıyla özellikle desteklenip semirtilmekte, yurt içinde ve dışındaki kamusal kurumların etkinliklerine çağrılmaları öngörülmektedir. Demokrasinin olmazsa olmaz gereği olan lâiklik ise “din karşıtlığı” imiş gibi sunularak gerçekler ters-yüz edilmekte, ulusal bilinç köreltilmek istenmektedir.
Bu ortamda uluslararası meşrû hak ve yararlarımız da sahipsiz ve savunmasız kalmış bulunmaktadır. Ulusal kalkınmamızı engelleyecek, kaynaklarımızı sömürecek, ulusal birlik ve yurt bütünlüğümüzü dinamitleyecek koşullar öne süren, hattâ tümüyle demokrasinin gerekleri ve Cumhuriyetimizin temeli olan Atatürk ilke ve kurumlarına saldırarak bunlardan uzaklaşmamızı dayatan AB’ne, küçük bir sömürgen azlığın çıkarı için, ülkemiz ve ulusumuz peşkeş çekilerek sığıntı gibi sokulmak istenmektedir.
Özetle, ulusumuz iç ve dış sömürgenlerin elbirliği ile bir yandan Arap ülkelerinin düşkün durumuna sürüklenmekte, öte yandan sömürgeci Batı’nın Anadolu’yu bin     yıl önceki gibi bir Roma-Yunan eyaletine dönüştürme hevesi uyandırılmaktadır.
Başkanlık sistemi kişisel diktaya yol açar
Sevgili ulusumuz, bu kötülüklerin tümünün de baş nedeni, ulusal egemenlik yani     ulusa karşı sorumlu yönetim ilkesinin siyasal partiler eliyle ortadan kaldırılarak bir görüntüye indirgenmiş olmasıdır. Siyasal partilerin iç yapısı demokratik olmaktan çıkarılarak, milletvekili adaylarının büyük bölümünün parti başkanları ve yandaşlarınca belirlenmekte olmasıdır. Şimdi de, partilerin bu yapısından yararlanılarak “başkanlık düzeni” getirilmek ve ulusal egemenlik ilkesini yıkma çabaları daha ileri boyutlara ulaştırılmak çoğunluk diktasından kişisel diktaya geçilecek bir yolun açılması istenmektedir.
Demokraside “Dördüncü Erk” olması gereken kitle iletişim araçlarının da çok büyük bir bölümü, partizan yönetimin ve uluslararası sömürü ortamının sağladığı     haksız kazançlarla beslendiğinden güdümlü yayın yapmakta, ulusumuzu gerçeklerden habersiz kılmakta, çoğu kez de yanlış yönlendirmektedir. Atatürk’ün Erzurum Kongresi’nde yakındığı gibi “Ülkemizin her yanında çok miktarda yabancı parası ve yabancı propagandası dolaşmakta”, ulusal birliğimiz içerden yıkılmaya çalışılmaktadır. Bunların sonucu olarak başarısızlık bir yana, cinayet ve hırsızlık gibi yasa-dışı eylemlerinin bile hesabını vermemenin yolunu bulmuş bir siyasetçi takımı ülkemizde at oynatmaktadır. Bunun, ulusal egemenlik düzeni olmadığı açıktır. Bu sakat durum yüzünden Türk Ulusu’nun sesi kısılmış, hakları dile getirilemez olmuştur.
Komşumuz Irak halkının başına gelen yıkımlar, “Ulusal egemenlik” ilkesini anlayamayan ve uygulayamayan bunca müslüman halkların, yurtlarını da onurlarını da yabancı saldırısından ve onlarla işbirliği yapan yerli baskıcılardan kurtaramadıklarını gözler önüne sermiştir. Böylece Atatürk’ün ulusal egemenlik düzenini doğru anlayıp dürüstlükle uygulamayı neden bağımsız ve onurlu yaşamanın zorunlu gereği saydığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu ilkeye her türlü saldırının baskıcı yönetim getireceği, baskıcı yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı bulunduğu uyarısını yapmış olmasının anlam ve önemi ortaya çıkmaktadır.
83. yıldönümünde Ulusal Egemenlik Bayramı’nın ulusumuza kutlu olmasını diliyor, bu ilkeyi ulusumuza kazandıran Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve bu yolda O’nunla birlikte uğraş veren ulus büyüklerini saygı ve bağlılık duygularıyla anıyor, ulusal egemenlik ilkesinin aykırılıklardan ve saldırılardan korunması yolunda her tülü özveriyle mücadeleyi sürdüreceğimize bir kez daha söz veriyoruz.





DUMLUPINAR



DUMLUPINAR



Behçet Kemal Çağlar




Ey mazlum Asya’nın
Esir milletleri
Beklemeyin gelmeyecek peygamberi
Kurbanlık koyunlar
Gibi akın akın
Boynu bükük yürümeyi
bırakın
Avrupa merkezlerinin
Kanlı, Engin
Mezbahasına!...
Ey birer birer
Kurtuluş yolunu arayan
Esir milletler
Nerde ve nasıl olursanız olunuz
Kurtuluş yolunuz
Bir Dumlupınar’dan geçer
Ey kurdukları yapının
temelleri çatırdayan
Yolunu kaybedip arayan
Esir sahipleri!
Sonu geldi artık
alınteri ticaretinin
Şimdi artık kısılan sesinize karşı
Gürlüyor milyonların marşı:
Dumlupınar, Dumlupınar....
Artık ne tevekkül ne sükun
Hız, heyecan
İstiklale varacağız,
İstiklale varacağız!...



Behçet Kemal Çağlar