25 Mart 2016 Cuma

YOLSUZLUK VE YOLSUZLUĞUN VERGİ YAPISI ÜZERİNE ETKİLERİ BÖLÜM 1




 YOLSUZLUK VE YOLSUZLUĞUN VERGİ YAPISI ÜZERİNE ETKİLERİ  BÖLÜM 1


YOLSUZLUK VE YOLSUZLUĞUN VERGİ YAPISI ÜZERİNE ETKİLERİ 



* Filiz GİRAY 
* Yrd. Doç.Dr., Uludag Üniversitesi Iktisadi ve Idari Bilimler Fakültesi, Maliye Bölümü. 

I.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 

Özet 

Yeni bir fenomen olmayan yolsuzluga, son yillarda artan bir ilgi sözkonusudur. Farkli tanimlari yapilan yolsuzluk, en yaygin ve basit sekliyle özel çikar için kamu gücünün suistimal edilmesi olarak tanimlanabilir. Bu Dünya Bankasinin kullandigi bir tanimdir. Özellikle 1990’li yillardan sonra tüm gelismis-gelismekte olan ülkelerin yolsuzluga daha fazla önem vermelerinin çesitli nedenleri 
bulunmakta dir.Yolsuzluk tek bir faktörle açiklanamayacak kadar karmasik bir yapiya sahiptir. Bu karmasik yapiyi açiklamak üzere gelistirilen, yolsuzlugu tesvik edici faktörler iki ana baslikta toplanabilir. Bunlar; dogrudan faktörler (hukuki düzenlemeler ve izinler, vergileme yapisi, harcama kararlari, piyasa fiyatinin altinda mal ve hizmet sunumu gibi) ve dolayli faktörlerdir (bürokrasinin niteligi, kamu sektörü ücret düzeyi, ceza sistemi gibi). Yolsuzlugun birtakim ekonomik, mali, sosyal ve siyasal etkileri vardir. Ayrica yolsuzluk düzeyinin gelismekte olan ülkelerde, gelismis ülkelere göre daha yüksek oldugu görülmektedir. Bu alanda yapilan çesitli arastirmalar, vergi yapisinin yolsuzluga neden olan bir faktör oldugunu göstermektedirler. Ayni zamanda vergileme alaninda yolsuzluk da vergi gelirlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Yüksek yolsuzluk düzeyine sahip ülkelerde tahsil edilen vergilerin GSYIH içindeki payi (diger faktörler veri iken) daha düsük olmaktadir. Bu çalismada Türkiye’de yolsuzluk ve vergi yapisi arasindaki iliskisiyi göstermeye yardimci olan bir ampirik çalismaya ve yolsuzluga karsi alinmasi gereken temel önlemlere yer verilmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Yolsuzluk, Vergi Kaçakçiligi, Saydamlik, Vergi Yapisi. 



Abstract 

Corruption hasn’t a new phenomenon, but in recent years It has attracted increasing attention. Corruption which has been defined in many different ways, that is the abuse of public power for private benefit. This is the definition used by the World Bank. Especially in the decade of the 1990s, the fact that corruption has attracted a great deal of attention in developed -developing countries has based on many reasons. Corruption has so a complex structure that it hasn’t been explained only one factor. The improved factors that promote for corruption of explaining this complex strucutre can gather two main titles: Direct factors (regulations in law and authorizations, tax structure, spending decisions, provision for goods and services at below market prices etc.) and indirect factors (Quality of the bureaucracy, level of public sector wages, penalty system etc.) Also, corruption includes many economic, financial, social and politics effects. It is showed that corruption level is higher in developing countries than developed countries. In this area, various invetigations on curruption are showed that tax structure is one of factor to be causing corruption. 
At the same time, it has been indicated that tax revenue are influenced negatively by the level of corruption in taxation. Countries with high level of corruption have lower collection of tax revenue in relation to GDP (given other factors). This paper presents relationship between corruption and tax structure as empirical study for Turkey. In addition, given main measures against corruption have taken place in this paper. Corruption and Effects on Tax Structure 

Keywords: Corruption, Tax Evasion, Transparency, Tax Structure. 

GİRİŞ 

Günümüzde yolsuzluk gelismis ve gelismekte olan tüm ülkelerin baslica sorundur. Düzeyi ülkeler arasinda degismekle birlikte, bu konuda çesitli ülke gruplari itibariyle yapilan arastirmalarda yolsuzlugun artmakta oldugu gözlenmistir. 

Yolsuzluk hakkindaki görüslerde 1990’li yillarda degisme olmustur. Yolsuzlugun karar almayi kolaylastirma, bürokrasiyi azaltma, ücret düzeyini düsük tutma 
gibi olumlu etkiler yaratarak büyümeyi tesvik edecegi öngörülmekteydi. Hatta bazi gözlemciler, Güneydogu Asya ülkelerinin ekonomik yönden basarilarinda yolsuzlugun bu olumlu etkilerinin katkisi oldugunu belirtmislerdir. Ancak 1997-1998 krizinden sonra bu görüs degismistir (Tanzi, 1998:2). Yapilan ampirik çalismalar da yolsuzlugun büyüme üzerinde olumsuz etkiler yarattigini göstermistir. 

Yolsuzluga neden olan çesitli faktörler bulunmakla birlikte bu faktörler içinde vergi yapisi, yolsuzluga dogrudan neden olan önemli bir faktördür. Nitekim yolsuzlugun en yaygin oldugu alanlarin basinda vergilerle ilgili birimler gelmektedir (Dimov, 2003: 287). Bir ülkedeki yolsuzluk durumunu saglikli bir sekilde degerlendirebilmek için, yolsuzluk ve vergi arasindaki iliskiyi bilmeyi gerektirir. Diger taraftan bu alanda gerçeklestirilen yolsuzluk ise, vergiler üzerinde, kamu maliyesi dengesini bozacak düzeyde olumsuz etkiler yaratir. Bu etkiler hem vergi yükünün dagilimi hem de vergi gelirleri üzerinde görülmektedir. Iki bölümden olusan bu çalismanin birinci bölümünde, tüm ülkeler için önemli olan yolsuzluk sorununu genis bir perspektiften degerlendirme olanagi saglamak üzere yolsuzluk kavrami, yolsuzluga etki eden faktörler, yolsuzlugun ekonomik, mali, sosyal, siyasal etkileri ve ülkeler itibariyle boyutlari anlatilmaktadir. Bu genel açiklamalar hangi nedenden kaynaklanirsa kaynaklansin, genis bir etki alanina sahip yolsuzlugu daha iyi degerlendirmeyi saglayacaktir. Çünkü yolsuzluk tek faktörle açiklanamayacak kadar karmasik ve etki alani genis olan bir kavramdir. Ikinci bölümde spesifik olarak vergi yapisi, yolsuzluk iliskisi açiklandiktan sonra, ülkemiz açisindan bu alandaki ampirik çalismalarda en yaygin olarak kullanilan degiskenler (çesitli vergilerin GSYIH içindeki payi, vergi denetmeleri sayisi gibi) esas alinarak yolsuzluk ve vergi yapisi arasindaki korelasyonu gösteren bir ampirik çalisma yapilmaktadir. Olanagi saglamak üzere yolsuzluk kavrami, yolsuzluga etki eden faktörler, yolsuzlugun ekonomik, mali, sosyal, siyasal etkileri ve ülkeler itibariyle boyutlari anlatilmaktadir. Bu genel açiklamalar hangi nedenden kaynaklanirsa kaynaklansin, genis bir etki alanina sahip yolsuzlugu daha iyi degerlendirmeyi saglayacaktir. Çünkü yolsuzluk tek faktör ile açiklanamayacak kadar karmasik ve etki alani genis olan bir kavramdir. Ikinci bölümde spesifik olarak vergi yapisi, yolsuzluk iliskisi açiklandiktan sonra, ülkemiz açisindan bu alandaki ampirik çalismalarda en yaygin olarak kullanilan degiskenler (çesitli vergilerin GSYIH içindeki payi, vergi denetmeleri sayisi gibi) esas alinarak yolsuzluk ve vergi yapisi arasindaki korelasyonu gösteren bir ampirik çalisma yapilmaktadir. 

I. YOLSUZLUK KAVRAMI VE KAPSAMI 

Yolsuzluk kavraminin farkli tanimlari yapilmistir. Yapilan tanimlarda üzerinde durulan temel unsurlar arasinda; mal ve hizmet sunan birimler ile bunlari talep edenler arasindaki iliski, kamu kurumlarinin ve yetkilerinin yanlis kullanimi, yasalarin ihlali, kamusal yararla uyumsuzluk ve kamu çikarlarinin zedelenmesi sayilabilir. Mal ve hizmet sunanlar belirli prensiplere dayali yükümlülükler kabul eden kisilerdir. Bunlar belirlenen prensiplere bagli hizmet sunmak durumundadirlar. Bu prensiplerden ayrilmalar olursa yolsuzluk sözkonusu olacaktir (Carvajal, 1999: 337). 

Aikin yolsuzlugu, kamu görevinin ihlalini içerecek bir faaliyet veya kisisel para, güç ve prestij karsiliginda yüksek ahlâki standartlardan ayrilma faaliyeti olarak 
tanimlamistir. Böyle bir tanimlamaya göre yolsuzluk, illegal olabilecegi gibi kanunlari ihlal etmeksizin ahlâki standartlardan ayrilmalar seklinde de gerçeklesebilir. 

Örnegin zenginler için vergi tesvikleri saglayan yasalar koyan kanun koyucu (yapilan faaliyet yasal olmasina ragmen), bu tanima göre yolsuzluk yapmis sayilir. Çünkü kamu çikarlarindan fedakârlik yapilmistir (Carvajal, 1999: 337). 

Mc Mullan ise yolsuzlugu; bir kamu görevlisi herhangi bir faaliyeti yapma veya yapmamayla görevlendirildiginde, görevlinin bunlari yapmamasi/yapmasi veya geçerli nedenlere dayandirmadan ihlal ettigi görevini keyfiyetle yasal kilmaya çalismasi, bu fiilleri karsiliginda para veya parasal degerleri kabul etmesi seklinde tanimlamistir (McMullan, 1961: 183-184). 

En yaygin ve basit olarak yapilan tanimlamaya göre yolsuzluk, özel çikarlar için kamu gücünün suistimalidir. Bu tanim Dünya Bankasinin kullandigi tanimdir. Kamu gücünün suistimali, bir bireyin sahsi çikar saglamasi ile sinirli degildir. Ayni zamanda bireyin partisi, sosyal grubu, arkadaslari, ailesi ve yakinlarina da çikar saglamasini içermektedir. 

Genel olarak yolsuzluk kavrami rüsvet, iltimas, irtikap, ihtilas, kaçakçilik, görev ve yetkinin suistimali gibi yasa disi ve ahlak disi sayilabilecek, haksiz rekabet ve haksiz kazanca yol açan tüm islem ve eylemleri içermektedir (Cingi: 1994: 3). 


Bu tanimlara dayanilarak yolsuzlugun özel sektör faaliyetleri için var olmadigi sonucunu çikarmak dogru olmaz. Yolsuzluk özellikle büyük çapli girisimlerde satin alma, kiralama islemlerinde ve devlet tarafindan düzenlenen özel faaliyetlerde görülebilir (Tanzi, 1998: 8). Ancak bu çalismada sadece kamu kesimindeki yolsuzluk incelenmektedir. 
Bu tanimlara dayanilarak yolsuzlugun özel sektör faaliyetleri için var olmadigi sonucunu çikarmak dogru olmaz. Yolsuzluk özellikle büyük çapli girisimlerde satin alma, kiralama islemlerinde ve devlet tarafindan düzenlenen özel faaliyetlerde görülebilir (Tanzi, 1998: 8). Ancak bu çalismada sadece kamu kesimindeki yolsuzluk incelenmektedir. 

Yolsuzlugun genisligini belirleyen üç faktör bulunmaktadir. Bunlar; görevlilerin tekel gücü (T), karar alma yetkisi (K) ve hesap verme sorumlulugudur (H). Tekel gücü ve karar alma yetkisi arttikça yolsuzluk da o oranda artar. Tersine hesap verme sorumlulugu yükseldikçe yolsuzluk azalir. Bu durum formül ile su seklide gösterilebilir (Dye-Stapenhurst, 1998: 5): 

Y=T+ K-H 

Tüm yolsuzluk faaliyetleri rüsvet ile sonuçlanmayabilir. Yolsuzluk daha genis kapsamlidir. Örnegin hasta oldugunu ileri süren bir kamu çalisaninin tatile gitmesi, kisisel amaç için kamu görevinin suistimal edilmesi bir tür yolsuzluktur. Dolayisiyla rüsvet olmasa bile, bir yolsuzluk fiili sözkonusu olabilmektedir (Tanzi, 1998: 8). 

Yukarida yapilan açiklamalara dayanarak yolsuzlugun temel nitelikleri söyle 
siralanabilir (Carvajal, 1999: 339, Tanzi, 1998: 9-10): 

1) Yolsuzluk özel çikarlar için görevlerin veya sorumluluklarin ihlal edilmesi, 

2) Bir partiye dogrudan veya dolayli olarak hizmet etme yükümlülügü, 

3) Maliyeti düsürme veya kisisel faydayi artirma, 

4) Öngörü ve keyfiyetten ileri gelebilir. 

Yolsuzluk çogu zaman çikar saglama ve hediye gibi kavramlarla karistirilabilmektedir. Ancak yolsuzluk bunlardan farklidir. Yolsuzluk çikar saglamanin belirli bir sekli olarak düsünülebilir. Tipki çikar saglamanin diger türlerinde oldugu gibi yolsuzluk, bireyin kendi avantaji için politikalari etkilemesi ve piyasanin görünmez elinden kurtulmasinin bir yolunu göstermektedir. Geleneksel çikar saglama teorisine uygun olarak yolsuzluk, kamu karar alicilari tarafindan gerçeklestirilen tercihli bir islem sekli olarak görülebilir. Lobilerle karsilastirildiginda yolsuzluk yaygin olarak çikar saglamanin daha monopolistik sekli olarak kabul edilebilmektedir. 

Ancak yolsuzlugun alternatif çikar saglama sekillerinden farkliligini açiklama konusunda görüs ayriliklari bulunmaktadir. Bir yaklasima göre, yolsuzluk kanunilik kriterine göre çikar saglamanin diger sekillerinden ayrilabilir. Jain tarafindan gelistirilen bir diger yaklasimise, yolsuzlugu çikar saglamanin diger türlerinden ayirirken saydamlik kriterini baz almaktadir. Nitekim saydamlik açisindan degerlendirildiginde yolsuzlukta örnegin rekabetin görülmesi zor iken, çikar saglamaya çalisanlar arasindaki rekabet, kamu tarafindan gözlenmeye açiktir. Kamu için bir faaliyetin saydamligi, sözkonusu faaliyetin yasal olup olmadigini veya yolsuzluk sayilip sayilmayacagini degerlendirmede önemli pratik bir göstergedir (Lambsdorff, 2002: 104-105, 121). asal olup olmadigini veya yolsuzluk sayilip sayilmayacagini degerlendirmede önemli pratik bir göstergedir (Lambsdorff, 2002: 104-105, 121). 

Yolsuzlukta görülen rüsvet ödemesi, hediyeden farklidir. Birçok durumda rüsvet hediye olarak gizlenebilir. Rüsvette bir karsilik varken hediye de yoktur (Tanzi, 1998: 9). 

Gelismis-gelismekte olan ülkeler, büyük-küçük piyasaya yönelik olan veya olmayan tüm alanlarda var olan yolsuzluk yeni bir olgu degildir. Çok eski tarihlere dayanmaktadir. Ancak 1990’lardan sonra yolsuzluk daha büyük bir dikkat çekmistir. Bu konunun geçmise göre daha fazla gündem olusturmasiyla ilgili bazi argumanlar ileri sürülmektedir. Bunlar söyle özetlenebilir (Tanzi, 1998: 4-6): 

1) Soguk savasin sona ermesi ve bazi ülkelerdeki (Zaire gibi) politikacilarin, politik yolsuzlugu ihmal eden politik iki yüzlülüge son vermesi. Geçmiste daha yaygin bir sekilde politikacilarin yolsuzluklara daha fazla göz yumma egilimleri sözkonusu idi. Bu durum birçok yolsuzlugun kamuoyu tarafindan bilinmesini engellemistir. 

2) Merkezi planli ekonomilerde yolsuzluga odaklasmama egilimi vardir. Bu egilim büyük bir olasilikla bilgi eksikliginden veya konu hakkinda konusulmasinin istenmemesinden kaynaklanmaktaydi. 

3) Son yillarda demokratik yönetimlerin, serbest ve aktif medyali ülkelerin sayisindaki artis, yolsuzluk tartismalarinin artik bir tabu olmadigi bir çevre yaratmistir. Rusya gibi bazi ülkelerde medya, bu yeni olusan serbestlige ziyadesiyle cevap vermistir. 

4) Globallesme sayesinde yolsuzlugun yaygin oldugu ülkeler ile olmadigi ülkeler arasinda iliskiler artmistir. Bu durum yolsuzluga olan uluslararasi ilgiyi yükseltmektedir. 

5) Birçok ülkede anti-yolsuzluk hareketlerini olusturmada ve yolsuzluk sorununu kamuya açmada Uluslararasi Saydamlik Örgütü (Transparency International) gibi sivil toplum örgütlerinin artan rolü olmustur. Ayrica son yillarda çesitli uluslararasi mali kurumlar1 ve diger uluslararasi organizasyonlarin anti-yolsuzluk hareketlerinde aktif bir role üstlendikleri gözlenmektedir. Yine yolsuzluk konusunda yapilan çesitli ampirik çalismalar, bu sorun hakkindaki bilince önemli katki saglamistir. 

6) Alinan ekonomik kararlarin daha fazla güven ortamini gerektirmesi ve etkinligi saglamanin gereginin daha fazla önem kazanmasi sonucu, yolsuzluga katkida bulunan etmenlere daha fazla dikkat eden bir çevre yaratmistir. 

7) ABD’nin özellikle bazi uluslararasi kurumlari etkilemede önemli rol oynamasi. 

A. YOLSUZLUGA NEDEN OLAN FAKTÖRLER 


1 IMF, Asya Kalkinma Bankasi, Inter-Amerikan Kalkinma Bankasi, OECD ve Dünya Bankasi. 


Yolsuzluk tek bir faktörle açiklanamayacak kadar karmasik bir kavramdir. 
Yolsuzluga neden olan birçok faktör bulunmaktadir. Bu faktörler zengin ülkelere oranla, fakir ülkelerde ve geçis ekonomilerinde daha fazla oldugundan bu ülkelerde yolsuzluk daha yaygindir. 
Yolsuzluk tek bir faktörle açiklanamayacak kadar karmasik bir kavramdir. 
Yolsuzluga neden olan birçok faktör bulunmaktadir. Bu faktörler zengin ülkelere oranla, fakir ülkelerde ve geçis ekonomilerinde daha fazla oldugundan bu ülkelerde yolsuzluk daha yaygindir. 

Yolsuzluga neden olan faktörler, etki dereceleri ve mahiyetleri itibariyle dogrudan ve dolayli faktörler seklinde iki gruba ayrilabilirler. 

1. Dogrudan Faktörler 

Yolsuzluga neden olan dogrudan faktörler; hukuki düzenlemeler ve izinler, vergileme yapisi, harcama kararlari, piyasa fiyatinin altinda mal ve hizmet sunumu, ihtiyari kararlar, partilerin finansmani, seçim sistemi ve yönetim sorunlarindan olusmaktadir. 

I. Hukuki Düzenleme ve Izinler: 

Devletin bazi kurallar koyma, düzenmeler yapma, belirli faaliyetlerin yapilmasi için izin verme gibi görevleri bulunmaktadir. Bu hukuki düzenleme ve izinlerin varligi, faaliyetleri kontrol etme veya izin verme konumunda olan kamu görevlilerine bir monopol gücü verir. Diger bir ifadeyle hukuki düzenlemelerde saydamlik ilkesine uyulmamasi ve iznin sadece belirli bir makam veya bireyden alinabilmesi, bürokratlara rüsvet edinmek için iyi bir firsat ve büyük bir güç verir. Ilgili kamu görevlileri izin vermeyebilir veya bir karari aylarca bekletebilirler. Yine bu hukuki düzenlemeler, kamukurumlariyla temasta bulunmak ve izin almak için vatandaslar tarafindan önemli ölçüde zaman harcanmasini gerektirir. Farkli ülkelerde (özellikle gelismekte olan ülkelerde) yapilan arastirmalar, genellikle küçük girisimcilerin zamanlarinin büyük bir kismini bürokrasiye harcadiklarini göstermektedir. Girisimciler bu zaman kaybini rüsvet ödemeleri ile azaltilabilmektedirler. 

II . Vergileme Yapisi: ,

Vergileme yapisi yolsuzlugu etkileyen bir baska temel faktördür. Yolsuzluga zemin hazirlayan kamu alanlarindan birini, vergiler özellikle de vergilerin tahsili ve hesaplanmasi süreçleri olusturmaktadir. Vergi matrahindaki erozyon ülkeler için zarar verici olmaktadir. Birçok gelismekte olan ülkede vergilerin yarisi veya daha fazlasi, yolsuzluk ve vergi kaçakçiligindan dolayi tahsil edilememektedir. Yetersiz vergi gelirleri ise, birçok gelismekte olan ülkenin karsilastigi büyüme sorunlarinin kaynagi olarak düsünülmektedir (Fjeldstad and Tungodden, 2001: 2). 

III . Harcama Kararlari: 

Yolsuzluk kamu kaynaklarinin, isi en iyi yapabilecek girisimciler yerine kaynaklari temin etme yetenegi fazla olan kisilere verilmesine neden olur. Böylece 
yolsuzluk kamu harcamalarinin kompozisyonunu etkileyebilir (Del Monte and Papagni, 2001: 2). Örnegin yatirim harcamalari seklindeki harcamalarda bir yolsuzluk, yatirimlarin hem büyüklügünü hem de kompozisyonunu bozabilir. Kamu yatirim projelerinin seçiminde yapilan bir yolsuzluk, bu harcama türünün verimliligini düsürecek, faydamaliyet analizleri gibi yatirim seçimindeki objektif kriterden uzaklasilmasina neden olacaktir. Seçiminde yapilan bir yolsuzluk, bu harcama türünün verimliligini düsürecek, faydamaliyet analizleri gibi yatirim seçimindeki objektif kriterden uzaklasilmasina neden olacaktir. 

Yine yolsuzlugun gizlilik gerektirmesi yatirimlarin yönünü etkiler. Gizlilik talebi, bir ülkenin yatirimlarini saglik, egitim gibi en yüksek degerli projelerden, savunma ve altyapi gibi potansiyel olarak yararli projelere kaydirabilir. 

Yolsuzluk, mal ve hizmet akimi seklindeki cari harcamalari da etkiler. “Ek bütçe hesaplari” birçok ülkede yaygindir. Bu uygulama politik ve idari kontrolleri düsürebilir. 

IV. Piyasa Fiyatinin Altinda Mal ve Hizmet Sunumu: 

Birçok ülkede devlet piyasa fiyatindan daha düsük olarak mal, hizmet ve kaynak sunmaktadir. 

Bunlar; 

i) Döviz, 

ii) Kredi, 

iii) Elektrik, su vb., 

iv) Kamu lojmanlari, 

v) Bazi vesikali mallar, 

vi) Egitim ve saglik kurumlarina giris, vii) Kamusal yerlere giris vb.’den oluşmaktadir. 

Bunlar yolsuzluk için bir zemin olusturabilirler. 

Asiri talep sözkonusu oldugunda, sinirli arzi dagitmak için kararlar kamu yöneticileri tarafindan alinir. Bu mallari talep edenler, daha fazla edinmek için rüsvet ödemeye istekli olabilirler. 
Bu durum sekil:1’de gösterilmektedir. Daha önce belirtilen nitelikteki mal ve hizmetler içinfiyat dikeyeksende, talep yatayeksendeyer almaktadir. OA, mevcut mal ve hizmet arz miktaridir. DD’ talep egrisidir. Denge fiyat AP olmaktadir. Bu noktada talep edilen miktar OA kadardir. Bununla birlikte fiyat hükümet tarafindan AP’ olarak belirlenmistir. Bu fiyatta AA’ ‘ ne esit asiri bir talep var. Bu asiri talep tayin bedeli ve kullananlar tarafindan rüsvet tekliflerini veya bu programlari yönetenler tarafindan rüsvet taleplerini getirir (Tanzi, 1998: 13-14). 


Sekil: 1 

V. Ihtiyari  Kararlar: 

Bazi kamu idareleri önemli kararlarda keyfi hareket edebilirler. Böyle durumlarda politik yolsuzluk önemli bir rol oynayabilmektedir. Yolsuzluklara yol açan 
bu tür karar alanlarinin en önemlileri sunlardir: azi kamu idareleri önemli kararlarda keyfi hareket edebilirler. 
Böyle durumlarda politik yolsuzluk önemli bir rol oynayabilmektedir. Yolsuzluklara yol açan bu tür karar alanlarinin en önemlileri sunlardir: 

1) Vergi tesvikleri konusundaki kararlar. 

2) Kamu arazilerinin kullanimiyla ilgili kararlar. 

3) Devletin sahip oldugu toprak ve ormanlarin kullanimiyla ilgili kararlar. 

4) Belirli yabanci yatirimlara izin verme ve monopol gücü olan bazi yatirimcilara öncelik saglama kararlari. 

5) Dogal kaynak çikarma hakkini da içeren, kamu sektörü varliklarinin satislariyla ilgili kararlar. 

6) Kamu tesebbüslerinin özellestirilmesi kararlari. 

7) Belirli ihracat, ithalat veya ulusal faaliyetlere monopol gücü saglama kararlari. 

VI . PartilerinFinansmani veSeçim Sistemi: 

Siyasi partiler gerçeklestirecekleri faaliyetleri için yeterli kamu gelirine sahip olmadiklari zaman, fon yaratmak üzere kamu idaresi üzerinde önemli baskilar 
olusturabilirler. 

Seçim sistemi ile yolsuzluk düzeyi arasindaki iliski ülkelere göre farklilik göstermektedir. Söyle ki; bu iliskinin orta gelirli ülkelerde güçlü, seçim sistemleri ne olursa olsun fakir ülkelerde yüksek ve zengin ülkelerde düsük oldugu görülmektedir. Orta gelirli ülkelerde seçim kurallari, yolsuzlugu düsürmede ve kurumlarin iyi sekillenmesinde önemli rol oynar. Bu nedenle bu ülkelerde seçim sistemi ile yolsuzluk arasinda güçlü bir korelasyon bulunmaktadir (Panizza: 2003: 319). 

VII . Yönetim Sorunlari: 


Kurumlarini kontrol edemeyen zayif yönetimlerde yüksek yolsuzluk düzeyi sözkonusu olur (Shleifer and Vishny, 1993: 599). Çesitli yönetim sorunlari olan 
ülkelerde yolsuzluk daha yaygin olmaktadir. Örnegin Rusya, Pakistan, Kenya gibi ülkelerde bu açidan yolsuzluk büyük dikkat konusudur (Tanzi, 2003:2). Ehrlich, 
yolsuzlugu biraz politik sermaye gerektiren bir ekonomik faaliyet olarak nitelendirmistir (Del Monte and Papagni, 2001: 2). 

Siyasi istikrarsizlik, yolsuzluk için tesvik saglayabilir veya firsatlari artirabilir. Uzun süre devam eden demokrasilerde yolsuzlugun önemli ölçüde düstügü görülmüstür. 
Nitekim 1950’lerden beri devamli olarak demokrasi ile yönetilen ülkelerde yolsuzlugun daha az oldugu saptanmistir. Kesintisiz demokrasinin 45 yillik uygulandigi ülkelerde yapilan tahminlerde 10 puanlik bir ölçek üzerinden, yolsuzlugun yaklasik olarak 1.5 puan düstügü sonucuna ulasilmistir. Örnegin 1950’den beri kesintisiz demokrasi deneyimine sahip Portekiz’de yapilan tahminlere göre, bu ülkedeki yolsuzlugun (1998’e kadar) 

Almanya’dan açikça daha az oldugu görülmektedir (Treisman, 2000: 408, 433-436). Bununla birlikte yolsuzluga maliyet unsuru açisindan bakildiginda, hem diktatörlük hem de demokratik yönetimlerde yolsuzlugun maliyeti aynidir (Bardhan, 1997: 1327). lmanya’dan açikça daha az oldugu görülmektedir (Treisman, 2000: 408, 433-436). 
Bununla birlikte yolsuzluga maliyet unsuru açisindan bakildiginda, hem diktatörlük hem de demokratik yönetimlerde yolsuzlugun maliyeti aynidir (Bardhan, 1997: 1327). 

b. Dolayli Faktörler 

Yolsuzluga neden olan dolayli faktörler ; bürokrasinin niteligi, kamu sektöründeki ücret düzeyi, ceza sistemi, kurumsal denetim, kurallar, yasalar ve 
yöntemlerde saydamlik, liderlik ve kültürel faktörler, ekonomik kararlar ve sosyal çevreden olusmaktadir (Tanzi, 1998: 16-20): 

i. Bürokrasinin Niteligi: 

Bürokrasinin niteligi ülkeler arasinda büyük ölçüde degisim göstermektedir. Bürokrasinin yogun olmasi yolsuzlugu artirir. 

ii. Kamu Sektörü Ücret Düzeyi: 

Ücret düzeyinin yolsuzluk üzerinde etkileri konusunda üç farkli görüs bulunmaktadir: 

- Ücret düzeyinin yolsuzluk derecesini belirlemede önemli bir faktör oldugu görüsünü ileri sürenler olmustur. Bu durum sekil yardimiyla açiklanmaktadir. Sekil:2’de CC’ yolsuzluk ve ücret düzeyi arasindaki iliskiyi temsil etmektedir. Ücret düzeyi ne kadar yüksek olursa, yolsuzluk o kadar düsük olmaktadir. OR’nin, bir kamu çalisaninin kabul edilebilir bir yasam standardinda, kendisinin ve ailesinin gereksinim duydugu minimum ücret düzeyini temsil ettigi varsayilmaktadir. OA miktarindaki yolsuzluk ihtiyaçtan ileri gelir iken, OA’nin ilerisinin daha fazla tüketim yapma isteginden dogan yolsuzlugu temsil ettigi varsayilmaktadir. 

Bu görüs dogrultusunda son yillarda bazi ülkeler (Arjantin, Peru gibi) gümrük ve vergi idaresi gibi belirli alanlarda istihdam edilen kamu çalisanlarinin maas düzeylerini artirarak yolsuzlugu azaltmaya çalistiklari gözlenmektedir. 

Ücret Düzeyi    Yolsuzluk 

Sekil: 2 

-Bazi arastirmacilar kamu ücret politikasinin yolsuzluk üzerinde bir etkiye sahip oldugunu kabul etmekle birlikte, bu etkinin öneminin tartismali oldugunu 
belirtmektedirler. Bunu savunanlar, “etkin ücretlerin” kamuda daha az bir rol oynadigini ifade edilmektedirler. Bu görüs dogrultusunda, yolsuzluktan vazgeçmek için getirilecek yüksek düzeyde ücret artislarinin, asiri maliyet külfeti getirebilecegi yorumu yapilmaktadir. Yolsuzlugu ortadan kaldirmak için alternatif olarak, örnegin oldukça yüksek düzeyde cezalarin getirilmesi gibi önlemlere basvurmanin, maliyetli ücret artislarini gerekli kilmayabilecegi görüsü öne sürülmüstür (Rijckeghem and Weder, 1997: 4-5). 

-Tella ve Schargrodsky, yolsuzlukla mücadelede, kamu kesimindeki ücretlerin arttirilmasi düsüncesinin teorik olarak kalacagi belirtmislerdir. Gerekçe olarak, kisi için yüksek gelir saglayan bir isi kaybetme riskinin varliginda, kisinin bir rüsveti kabul etme olasiginin daha düsük olabilecegi görüsünü ileri sürmektedirler. Bu yazarlar, yüksek ücretlerin yolsuzlugu azaltacagi hipotezinin ülkeler arasinda karsilastirmaya dayanan ampirik çalismalarla, büyük ölçüde çürütüldügünü belirtmektedirler. Yolsuzlugu belirleyen birçok degisken oldugu bunlarin da dikkate alinmasi gerektigi ileri sürülmektedir. Bunlardan biri örnegin denetimin yoklugudur. Eger denetim yok ise, memurlar aldiklari ücretlere bakmaksizin yolsuzluk yapma egiliminde olacaklardir. Tersine yogun bir denetim var ise, memurlar, ücretler düsük olsa bile dürüst olmayi tercih edeceklerdir (Tella and Schargrodsky, 2003: 289). 

III . Ceza Sistemi: 

Yolsuzluk zayif bir yargi sistemi ve ilimli bir cezalandirmanin mevcudiyeti gibi yapisal durumlardan dolayi yayginlasabilir (Wane, 2003: 2). Bir ülkedeki mevcut ceza sistemi, ülkedeki yolsuzlugun derecesini belirlemede önemli bir faktördür. Teorik olarak da diger faktörler sabitken (ceteris paribus), agir cezalarin yolsuzlugu azaltabildigi veya en azindan yolsuzluk faaliyetlerinin sayisini düsürebildigi söylenebilir.Yolsuzlugun yaygin oldugu bir çevrede, optimal ceza çok yüksek olabilir. Bazi ülkelerde yolsuzluk için ölüm cezalari bile verilmektedir (Rijckeghem and Weder, 1997: 24). 

Günümüzde yolsuzlugun yayginligina ragmen, uygulamada nispi olarak çok az 
kisi bu suçtan cezalandirilmaktadir. Hatta birkaç ülke disinda tüm ülkelerde kanunlarda yazili cezalar ile uygulamada yer alan cezalar (çesitli teblig, yönetmeliklerle) arasinda büyük bir fark oldugu görülmektedir. Genel olarak uygulamada yer alan cezalar, yasalardakinden daha ilimli olmaktadirlar. Ayrica yolsuzluk nedeniyle cezalandirilmadan önce takip edilen idari prosedür yavas ve hantaldir. Nitekim yolsuzlugun yaygin oldugu Afrika ülkelerinde etkin bir cezalandirma sisteminin yoklugu, devam eden yolsuzlugun merkezi bir nedeni olarak görülmektedir. Örnegin Fas’da yapilan bir arastirmada yolsuzlugun temel nedeni olarak, bireylerin % 80’ni ve sirketlerin % 95’i etkin cezalandirma nin yoklugunu göstermislerdir (Wolkers, 2003: 270). 
Önce takip edilen idari prosedür yavas ve hantaldir. Nitekim yolsuzlugun yaygin oldugu Afrika ülkelerinde etkin bir cezalandirma sisteminin yoklugu, devam eden yolsuzlugun merkezi bir nedeni olarak görülmektedir. Örnegin Fas’da yapilan bir arastirmada yolsuzlugun temel nedeni olarak, bireylerin % 80’ni ve sirketlerin % 95’i etkin cezalandirmanin yoklugunu göstermislerdir (Wolkers, 2003: 270). 

IV. Denetim: 

Yolsuzlugu ortaya çikarma ve cezalandirmada denetim önemli bir belirleyicidir. Bir yolsuzluk faaliyetini ortaya çikarma olasiligi, büyük ölçüde yönetim içindeki 
tesviklere ve denetim sisteminin etkinligine baglidir. Denetim iç (kurumsal) ve dis denetim seklinde olmaktadir. Iç denetimde dürüst ve etkin danismanlar, iyi egitimli görevliler ve etik davranis ve açik kurallar yolsuzluklarin kesfedilmesini veya tesvik edilmemesini saglarlar. Asiri ve/veya yetersiz saydam düzenleme ve prosedür, iç denetimi zayiflatabilir. 

Singapur, Hong-Kong, Uganda ve Arjantin gibi ülkelerde anti-yolsuzluk komisyonlari veya yolsuzluklar raporunu takipten sorumlu ofisler olusturulmus tur. Ancak belirtmek gerekir ki, ofislerin etkinliginin derecesi politik kurumlardan bagimsiz, bol kaynak ve yeterli miktarda personele sahip olmalarina baglidir. 

Temel dis denetim araci olan toplum, cezalandirma için baski yapma ve yolsuzlugu ihbar etmede önemli bir rol oynayabilir. Iyi bilgilendirilmis vatandaslarin ve serbest bir basinin, yolsuzluk üzerinde birtakim sinirlayici etkileri olabilir (Rijckeghem and Weder, 1997: 22-23). 

V. Kurallar,Yasalar ve Yöntemlerde Saydamlik: 

Mali saydamlik, hükumetin yapisi ve görevleri, maliye politikasi hedefleri, kamu sektörü hesapları ve bunlarin mali görünümü hakkinda kamuya açik olma seklinde tanımlanmakta dir (Uluslararasi Mali Standartlar, 2002: 75). Diger bir ifade ile kamu mali yönetiminde saydamlik; kamu kesimi faaliyetlerinin yapi ve fonksiyonlarinin, maliye politikasinin temel hedeflerinin, kamu kesimi hesaplarinin ve mali alanda gelecege yönelik beklentilerin kamuya açikligidir (Karakas, 2000: 19). 

Mali saydamlik, 1990’larin ikinci yarisindan sonra, çok daha fazla önem kazanmistir. Hükümetler, daha fazla saydam olmaya tesvik edilmistir. Basta yolsuzluk olmak üzere birçok soruna daha radikal ve etkin yaklasimlar daha fazla saydamlikla saglayabilir (Potter, 2002:1,3). Çünkü saydamliktan yoksunluk, yolsuzluk için genis bir zemin yaratir. Gizlilik, kamu memurlarina kendileri için rant yaratma ve kamusal düsünceyi sekillendirmede önemli bir araçtir (Stiglitz, 2002: 354). 

Uluslararasi Saydamlik Örgütü (Transparency International), herhangi bir ülkede kapsamli bir mali saydamligin olmamasini yolsuzluk sorununu kilit göstergesi olarak görmektedir (Potter, 2002: 4). Mali saydamlik hükümetlerin hesap verebilirligini güçlendirebilir. 

VII . Liderlik ve Kültürel Faktörler: 

Yolsuzluga neden olan bir diger faktör, liderlerin tutumlari ve gösterdikleri örnek olma meziyetleridir. Basta bulunan politik liderlerin, akrabalari, arkadaslari veya 
politik yandaslarinin olasi yolsuzluklarina göz yummalari toplum için dogru örnek olusturmaz. Sonuçta toplumda yolsuzluk artar. Yine bir bürokratik elitizm kültürünün varligi, yolsuzluk üretenler ile toplumun geri kalanlari ve kamu görevlileri için bir ayrima yol açabilir (Rijckeghem and Weder, 1997: 26). 

Kamu görevlilerinin iyi egitim düzeyine sahip olmalari, yolsuzlugu düsürücü bir faktörü olabilir. Nitekim nüfusun daha egitimli ve “kamu” ile “özel” kesim arasinda normatif ayrimin daha açik oldugu, ekonomik olarak daha gelismis ülkelerde yolsuzluk daha düsük olacaktir. 

Yolsuzluk dini geleneklerle de baglantilidir. Örnegin yolsuzluk orani, protestan gelenekli ülkelerde daha düsük olabilmektedir. Yapilan bir arastirmada yüksek protestan oranina sahip Irlanda’da yolsuzluk orani, diger Avrupa ülkelerinden hemen hemen bir puan daha düsüktür (10 puanlik ölçekte). Yine etnik olarak daha fazla bölünmüs ülkelerde yolsuzluk daha büyük ve yaygin olabilmektedir (Treisman, 2000: 405, 406, 427). 

Fisman ve Gatti yaptiklari çalismalarinda, daha yüksek oranda mali merkeziyetçilikten uzaklasan (adem-i merkeziyetçi) ülkelerde, yolsuzlugun daha düsük olabilecegi sonucuna ulasmislardir. Yine Huther ve Shah da yolsuzluk ve merkeziyetçi olmama arasinda negatif bir iliski oldugunu belirtmektedirler. Merkeziyetçi olmama ve yolsuzluk arasindaki iliski belirlenir iken dört faktöre önem verilmistir. Bunlar; 

i) Yargilar arasi rekabet, 

ii) Denetim ve dogrudan sorumluluk, 

iii) Karar alma gücünün dagilmasi, 

iv) Bürokratlarin niteliginden olusmaktadirlar. 

Ancak belirtmek gerekir ki, Huther ve Shah sadece merkeziyetçilikten uzaklasma ve yolsuzluk arasinda kosulsuz karsilikli korelasyona bakmaktadirlar. 
Oysa her iki degiskenle yüksek oranda korelasyona sahip olabilecek birçok baska faktör bulunmaktadir (Fisman and Gatti, 2002: 325-328). 

VIII . Ekonomik Kararlar: 

Devletler ekonomiye ne kadar fazla müdahale ederlerse, düzenlemeler ve kaynak dagiliminda ihtiyari uygulamalara zemin yaratilmasi olasiligi da o kadar fazla olur. Döviz kontrolleri kadar, mal ve hizmet sunmada devlet monopollerinin varligi bürokratlara kitligin yarattigi ranti elde etme gücü verir. Ayrica ekonomideki rekabetin derecesi ve sanayi politikalari, yolsuzluk üzerinde önemli bir etkiye sahiptirler (Rijckeghem and Weder, 1997: 25). 

IX . Sosyal Çevre: 

Sosyal çevre yolsuzluga yönelik bireysel tutumlar üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Bireylerin yolsuzluga karsi tutumlari, onlarin kamu idareleri ile olan iliskileri kadar birbirleriyle olan etkilesimin derecesine de baglidir. Diger faktörler sabitken (ceteris paribus), nispi olarak yolsuzluga daha az karsi çikan insanlarin bulundugu bölgelerde yasayan bireyler, yolsuzluga karsi daha iliman ve daha affedici olacaklardir. Bu durum sosyal etkilerin isigindaki teorik model öngörüleriyle de teyit edilmektedir. Örnegin yolsuzluk ne kadar yaygin olursa, yolsuzluk için bireysel tesvik o kadar yüksek olacaktir. Çünkü cezalandirmadan kurtulmak kadar, yolsuzluk yapabilecek devlet görevlilerini bulmak da o kadar kolay olacaktir (Gatti, Paternostro and Rigolini, 2003: 3, 7). aribus), nispi olarak yolsuzluga daha az karsi çikan insanlarin bulundugu bölgelerde yasayan bireyler, yolsuzluga karsi daha iliman ve daha affedici olacaklardir. Bu durum sosyal etkilerin isigindaki teorik model öngörüleriyle de teyit edilmektedir. Örnegin yolsuzluk ne kadar yaygin olursa, yolsuzluk için bireysel tesvik o kadar yüksek olacaktir. Çünkü cezalandirmadan kurtulmak kadar, yolsuzluk yapabilecek devlet görevlilerini bulmak da o kadar kolay olacaktir (Gatti, Paternostro and Rigolini, 2003: 3, 7). 

2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM  EDECEKTİR..


...

24 Mart 2016 Perşembe

30 Ekim 1918’de Neler Oldu?


30 Ekim 1918’de Neler Oldu?





Metin Kale


31 Ekim 2015


30 Ekim 1918’de Neler Oldu?
“Yolunda yürüyen yolcu, yalnız ufkunu değil, ufkun ötesini de görebilmelidir” Atatürk
Limni adasının Mondros Limanında demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918’de Bahriye nazırı Rauf Bey ve Amiral Carlthorpe arasında Birinci Dünya savaşını bitiren bir ateşkes anlaşması ( Mütareke ) imzalanır. 31 Ekim gece yarısından sonra yürürlüğe giren bu anlaşma aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun tam teslimi niteliğindeydi. Bu teslimiyeti ilk gören ve meş’um bir anlaşma olduğunu söyleyen de seçkin insan Atatürk’tür.
Ertesi gece, yani 1 / 2 Kasım 1918’de İttihatçı liderler ülkeyi terk ettiler. Enver Paşa durumu, kardeşi Nuri Paşa’ya “ Artık oyun bitmiştir” sözleriyle özetlemiştir. .
Teslim anlaşmasını imzalayan Rauf Bey 2 Kasım’da İstanbul’a dönüşünde gazetecilere “devletimizin bağımsızlığı, saltanatımızın hakları tamamen kurtarılmıştır… İstanbul’umuza tek bir düşman askeri çıkmayacak... Hiçbir Yunan askeri İstanbul ya da İzmir’e girmeyecektir ” diye savunmaya çalıştı. Rauf Bey, Amiral Carlthorpe’un Yunan savaş gemilerinin İstanbul’a girmeyeceğine dair verdiği kuru sözü içeren mektubuna güvenmekteydi. Yunanistan’a karşı elde edilen bu ( sözde ) garanti, İstanbul basını tarafından da bir başarıymış gibi alkışlanır. Durum böyle sunulurken, Mütareke’nin ne olduğunu, arkasındaki bağımlılık süreçlerini bilinçle gören ve kavrayan sadece Atatürk olmuştur.
O Meş’um Maddeler Nelerdi?
25 Maddeden oluşan Mütareke metninde özellikle, Türk ordusunun derhal terhis edilmesini öngören 5. Madde,
Müttefiklerin kendi güvenlikleri açısından gerekli gördüklerinde, Türkiye’nin herhangi bir stratejik yerini işgal etmelerine olanak sağlayan meşhur 7. Madde ve
Toros tünellerinin işgalini içeren 10. Madde ile Altı vilayet  ( Vilayet-i Sitte ) olarak bilinen Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ ve Sivas’ta karışıklık çıkarsa buraların işgaline olanak tanıyan 24. Madde dikkati çekmekteydi.
“Savaş müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, istiklal savaşımız şimdi başlıyor!”
Mondros’un imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Atatürk, Halep’ten Adana’ya gelerek Liman von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devralmıştır. Devir teslim töreni sırasında Mustafa Kemal Paşa’ya,  bir ara Von Sanders, “Bizim için her şey bitti!” deyince Atatürk, Alman generalin gözlerinin içine bakarak, “Savaş müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, istiklal savaşımız şimdi başlıyor!” demiştir.
Atatürk ile Fahrettin Altay Adana’da
Atatürk, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığını, Sadrazam ve Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın 31 Ekim 1918 tarihli telgrafıyla öğrenmiş ve antlaşmanın metnini ise 3 Kasım 1918’de görmüştür. O gece yanında (3 Kasım gecesi)  Albay Fahrettin Altay ile Ali Fuat Paşa da bulunmaktaydı. Adana’da Musul Palas Otelinin loş bir odasındadırlar.  Albay Fahrettin Altay: “-Paşam şimdi ne olacak? Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” deyince, Mustafa Kemal Paşa, Mütareke koşullarını (Fahrettin Beyin yanında tekrar gözden geçirdikten sonra) “ Bu olmamalıydı, ama olan olmuştur. Her ne kadar Mütareke ahkamı bildirilmişse de, bunda müphemiyetler vardır –açıklığa kavuşmamış-Çok açıkça anlaşılmaktadır ki, İtilaf devletleri elimizdeki sınırların bugünkü şeklini de zorlayacaklardır. Ben buna karşı ordularıma ateş emrini vermiş bulunuyorum. Yalnız tahminim odur ki, İstanbul buna karşı çıkacak ve bizi tam bir teslimiyete itecektir. Ondan sonra ne olacaktır? Bunu kabul etmek nasıl mümkün olabilecektir? Sanıyorum ki, bizim için çok yollar olacaktır. Benim böyle bir vaziyet karşısında hareketsiz kalmam mümkün değildir (…) Anadolu’yu işgal edecekler ama buna izin vermeyeceğim” demiştir. Fahrettin Altay’ın anılarından anlıyoruz ki, “Adana’dan ayrılmadan bir şey yapmaya karar vermiş ve merkez olarak da o gün Ankara’yı seçmiştir bile. Biz buna hayret ediyorduk.”

Atatürk o gece orada 25 maddelik bu antlaşmayı incelediğinde şunları düşünür: “Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.”

Sadece O Gördü
Dünya savaşının sonunda Osmanlı İmparatorluğuyla beraber Almanya ve Bulgaristan da mağlup oldukları halde, sadece Türkiye işgale uğramıştı. Bunun bir emperyalist saldırı olduğu gerçeğini gören sadece Atatürk’tür. O, kahramanlar neslinin, emperyalistler arasında bir o yana, bir bu yana savrulmadan ayakta duran yegane örneğini oluşturmaktaydı. Çünkü “bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” diyen o seçkin insan, Mondros’un tuzaklarla dolu ve Anadolu’yu parçalamaya yönelik olduğunu , metni görür görmez anlamıştı. 3 Kasım gecesi orada bulunan sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy da Mondros için “ Hiç kimse, Mustafa Kemal kadar tam zamanında, yıkımın yakınlığını ve hatta başlamış olduğunu görememiştir” diye ifade eder. Atatürk’ün gördüğü şey, dünya savaşının Osmanlılar için ne felaketler getireceği, Mondros’la beraber kurulan tuzakları ve bunların hepsinin emperyalizmin yansımaları olduğu idi. Mondros Mütarekesi üzerine,  düşüncelerini, Ali Fuat Paşa’ya “Mondros basit bir silah bırakışması değil, tam bir teslimiyettir. (…) Bundan sonra, millet kendi haklarını kendisi arayacak ve koruyacaktır” şeklinde açıklamaktaydı.
Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra Osmanlı Hükümeti, bütün komutanlara bu antlaşma konusundaki görüşlerini sorar, “Bu mütareke reddedilsin” diyen tek komutan Mustafa Kemal Paşa’dır. Atatürk dışında Mondros Ateşkes Antlaşması’na açıkça tepki göstereler de oldu. Bunlar Irak cephesi komutanı Ali Ihsan (Sabis) Paşa ile Kafkas cephesi komutanı Yakup Şevki Paşa’dır.
İstanbul Hükümetini Uyaran Atatürk
Atatürk olağanüstü bir sorumluluk duygusu ve derin tarih bilinciyle hükümeti uyarmaya çalışır. Daha İstanbul’a gelmeden çok önce Sadrazam ve Harbiye nazırı Ahmet İzzet Paşa’ya Halep ve Adana’dan çektiği birçok telgrafla tehlikenin büyüklüğünü, tek tek sıralıyor, çeşitli bahanelerle ülkenin işgal ve istilalara uğramak üzere olduğunu işaret ederek, tedbirler öneriyordu.
Saray ve Hükümetin derdi ise, sadece İstanbul’un işgal edilmemesi ve Yunan savaş gemilerinin Boğaz’a girmemesiyle sınırlıydı.
5 Kasım’da Halep’ten Sadrazam’a çektiği telgrafta tehlikeye işaret ederek: “İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak ihtiraslarının önüne geçmeye olanak kalmayacaktır ” diyordu.
Anadolu’nun savunulması için İskenderun Limanı ve Toros tünellerinin çok önemli olduğunu görmektedir ve karaya asker çıkarmak isteyen İngilizler için, hükümeti 6 Kasım’da çektiği telgrafta: “ İngilizlerin aldatıcı tavırlarını, tekliflerini ve hareketlerini İngilizlerden çok haklı ve nazik bulan ve bunlara karşı nazik davranmamızı isteyen emirlerinizi yerine getirmeye yaratılışım elverişli değildir. Bunları yapmaktansa kumandayı bırakmaya hazırım. İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile olursa olsun asker çıkarmaya teşebbüs edecek olan İngilizlere ateşle karşı konulmasını emrettim.” diyordu.
Hükümet ( Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ) ise Atatürk’ün bu tutumunun “Devlet siyasetine ve ülke yararına kesinlikle aykırı” olduğunu ileri sürüyordu. 8 Kasım’da yine Adana’dan “ İngilizlerin tekliflerine boyun eğilecek olursa bunun sonu gelmez ve hatta hükümet üyelerimizin kendileri tarafından seçilmesini de isteyebilirler  ” diye uyarmaya devam etti.
Mustafa Kemal Paşa Haydarpaşa’da
Sonunda hükümetle ters düşen Mustafa Kemal Paşa,  Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı kaldırılarak İstanbul’a çağrıldı. Anadolu’yu tamamen parçalayacak olan bir planı uygulamaya sokmak amacıyla 13 Kasım 1918 günü 55 parçalık Müttefik donanması İstanbul’a girdi. Aynı gün ( yani 13 Kasım günü ) tarihin bir cilvesi olarak, “ Silahın yüksek şerefini korumasını bilen ” Mustafa Kemal Paşa, Adana’dan İstanbul’a “ uzun ve felaketli dört savaş yılının kanlı boğuşmalarından, yenilgiye uğramadan çıkan tek Türk komutanı ” olarak dönmektedir.
Haydarpaşa garında kendisini karşılayan dostu ve yakın arkadaşı Dr. Rasim Ferit Talay’a ““ Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim. Ne yapıp yapıp Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” diyordu. Haydarpaşa’dan karşıya Kartal adlı bir motorla düşman donanması arasından geçerken zarif dudaklarından “ Geldikleri gibi giderler” cümlesi dökülür. Bunun üzerine  “ Size nasip olacak. Siz bunları kovacaksınız Paşam ” diyen Cevat Abbas’a, dönerek hafifçe tebessüm eder ve bir süre düşüncelere daldıktan sonra, “bakalım” der.
İstanbul’a gelişini “ Son değil, yeni bir başlangıç ” olarak gören Atatürk Mondros’u, kaybedilmiş bir savaşın sadece askeri ve diplomatik bir sonucu olarak değil, geri kalmışlığın ve bağımlılık sürecinin ürünü olarak niteliyordu. İşte bunun içindir ki, Mondros Osmanlı devleti için bir son iken, Türkiye Cumhuriyeti için de bir başlangıçtır. Bu nedenledir ki, Adana’da Liman Paşa’ya “ Savaş Müttefikler için bitmiş olabilir, ancak bizi ilgilendiren savaş, şimdi başlıyor ” diyebiliyordu.
Mütarekede Vahdettin ve Damat Ferit’in Acınası Tutumları

Atatürk, Mondros’tan “ bu meş’um – uğursuz - mütareke ”  diye söz eder ve Mütareke ile yalnız mağlup bir devletin değil, Türk ulusu ile beraber Türk tarihinin de cezalandırılmak istendiğini anlatmaya çalışırken, sadece kendi tahtını düşünen Vahdettin ise “ Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, hemen kabul edelim. İngiltere’nin bize dost politikası değişmemiştir. İngilizlerin hoşgörüsünü daha sonra sağlarız ” sözleriyle teslimiyeti baştan benimsemişti.
Vahdettin’in eniştesi Sadrazam Damat Ferit ise Osmanlı Meclisinde yaptığı konuşmada  “ Mağlupların mütareke ve barış yapılırken galibin arzusuna boyun eğmesi, dünya kadar eski bir insanlık yasasıdır” diye Sarayın teslimiyetine uygun bir çizgi izliyordu.
Vahdettin, Daily Mail muhabirine 24 Kasım günü verdiği demeçte
“ İngiliz ulusuna karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” sözleriyle işbirlikçilikte ve teslimiyette sınır tanımadığını gösterir.
Vahdettin’in bu tutumu İngilizleri bile şaşkına çevirir. Bunun üzerine David Walder şunları yazar  “ Osmanlı devleti İngiltere’ye tamamen boyun eğmiş ve İngiltere’den resmen manda talep etmektedir. Yenik Türkler o derece işbirlikçiydiler ki, bundan dolayı işgal güçleri bile güç durumda kalıyorlardı. ”
General Milne Londra’ya çektiği telgrafta “ Vahdettin İngilizlerin Türkiye’de idareyi oldukça hızla ellerine almalarını istiyor” diyordu
Türkleri küçük düşürmeye devam eden İngilizler, bir taraftan da Müslüman sömürgeleri olan Mısır ve Hindistan’a  “ Türklerin en ağır cezalarla nasıl cezalandırıldıklarını göstermek ” istemektedirler. En sonunda Vahdettin, Damat Ferit’i, Amiral Carlthorpe’a gönderir ve Osmanlı devletinin İngiltere’ye tamamen boyun eğdiğini ve İngiltere’den resmen manda isteğinde bulunur.
“Yolunda yürüyen yolcu, yalnız ufkunu değil, ufkun ötesini de görebilmelidir”
Mondros koşulları, Sevr’e giden yolun taşlarını döşemeye yani Türkiye’yi bölüp parçalamaya, Türk ulusunu ortadan kaldırarak ta Asya’nın bozkırlarına göndermeye yönelikti. İşte bu tehlikeyi ve tehlikenin büyüklüğünü hem de o meş’um günlerde, herkesin yılgınlığa düştüğü ve teslimi düşündüğü günlerde, tek başına teslimiyeti reddeden Atatürk’tür. Çünkü O, olağanüstü tarih bilincine sahip bir eylem adamıydı. Bir nutkunda şunları söyler: “ Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendisi adına ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve önemli bir gayret sarfediyor. Çünkü savunduğu, bütün mazlum milletlerin davasıdır. Türkiye, var olan tarih kitaplarının gereklerini değil, tarihin gerçek gereklerini takip edecektir.” Tarih kitaplarının gereklerini değil, tarihin gerçek gereklerini izlemek, bir tarih bilincini göstermeye yeter sanırım.
Atatürk  “Yolunda yürüyen yolcu, yalnız ufkunu değil, ufkun ötesini de görebilmelidir” derken, bunları anlatmak ister gibidir. Mondros’u kabul etmediği gibi, Sevr’i de yırtıp atan Atatürk, Lozan ve Cumhuriyet ile Türk ulusuna Anadolu’yu ebedi yurt olarak bırakmıştır. Aziz ruhu ve hatırasına ve eserine bağlılığımız ebedidir.
Prof. Dr. Metin Kale


...

18 MART ÇANAKKALE DENİZ MUHAREBELERİ VE MR. CHURCHİLL


18 MART ÇANAKKALE DENİZ MUHAREBELERİ  VE MR. CHURCHİLL




Mr. Churchill


















18 Mart Çanakkale Deniz Muharebeleri ve Mr. Churchill

Galip Baysan - 17 Mart 2012

1914 yılında savaşın başladığı günlerde Türkiye’deki Deniz Kuvvetlerini geliştirmek amacıyla davet edilen ve Türk Deniz kuvvetlerini yönlendiren  İngiliz Amirali Limpus komutasındaki heyetin verdiği raporlarla gelişen siyasi olayları, özellikle Türk-Yunan ve Türk-Rus ilişkilerini yakından izleyen Churchill, şahsi olarak diğer pek çok İngiliz politikacısı gibi,Osmanlı Devletinin ne Ege ve Doğu Akdeniz, ne de Karadeniz’de bir varlık göstermesini istemiyordu. Hatta savaş sonu ne olursa olsun Osmanlı topraklarındaki kazançlar öne sürülerek tarafsız Balkan ülkeleri ve İtalya’nın tarafsızlığını bozabileceği hesabını yapıyordu. 

  Esasen savaşta en ağır yükü Ruslara taşıtmak istedikleri için Rusya’nın Türk Boğazları üzerindeki tarihi hâkimiyet isteğine olumlu yanıt vermişlerdi. Şimdi de sıra tarafsız ülkelerde idi. Bu nedenle Türklerin dost veya düşman tarafta değil de tarafsız kalmasını ve hiçbir şeye karışmadan kaderine razı bir şekilde beklemesini arzu ediyorlardı. 
   Avrupa’nın siyasi havası bozulmaya başlayınca 27 Temmuz günü kabine toplantısında teslim edilmek üzere olan iki geminin Türklere verilmemesini, bu gemilerin Alman Donanmasına katılacağını bildiğini, bunun önlenmesi için tek çarenin bu gemilere el koymak olduğunu öne sürdü ve başardı.
   Berlin bu iki gemi olayından yararlanmakta gecikmedi. Birinci Dünya Savaşının başlamasının arifesinde Akdeniz’de, hem Avusturya Donanmasını üstün İngiliz ve Fransız Donanması karşısında Adriyatik Denizinde yalnız bırakmama, güç ve moral verme ve aynı zamanda da, İtalyanları etkileyerek kendi yanlarına çekme amacıyla 1912 yılında gönderilen iki güçlü Alman gemisi vardı. Zamanının en güçlü savaş gemilerinden Göben (1911’de denize indirildi. 23.000 tonluk, azami sürati 29 mil, boyu 186 m. ve mürettebatı 1031 kişi,10 tane 28 cm.lik, 12 tane 15cm.lik,12 tane de 8,8 cm.lik topa sahip) ,yardımcısı Breslav da (1911 tarihinde denize indirilmiş,4550 ton hacimde, azami hızı 27,6 mil,136 m. uzunluğunda, personel sayısı 373 kişidir. Silahları: 10 ad.10,5 luk top ve 2 torpil kovanıdır). (1)  Deniz Bakanı Winston Churchill bu iki gemiyi savaş başlar başlamaz yok edip hem Ak denizde kesin bir hâkimiyet ve hem de savaşacak askerler için büyük bir moral kazandırmayı düşlüyordu. Başbakan Asquit’in ifadesiyle “ Göben Churchill’in ağzını sulandırıyordu” (2)

   Ak denizdeki İngiliz Donanması savaş başlar başlamaz bu iki gemiyi saf dışı etmek için büyük bir heves ve hazırlık içindeydiler. 4 Ağustos günü İngiltere Almanya’ya savaş ilan ettiği zaman Mesina’da kömür ikmali yapan gemiler birden kayboldular. 
   Güçlü İngiliz ve Fransız donanması bütün aramalara rağmen bu gemileri yakalayamadılar ve her iki gemi 10 Ağustos günü Çanakkale Boğazını savunan Türk tahkimatının karşısına geldiler. Türkler, Almanya ile yaptıkları anlaşma gereği, bu iki geminin Boğazdan geçmesine izin verdiler. Bununla da kalmadılar, İngiltere’nin parası ödenmesine rağmen teslim etmeyerek el koyduğu ve kendi donanmasına kattığı iki gemi yerine, Alman hükümetinin bu iki gemiyi Türklere sattığı belirtilerek iki gemiyi Yavuz Sultan Selim ve Midilli adları ile Türk Donanmasına dâhil ettiler. Bu arada Churchill’in Türk gemilerine karşı düşmanca davranışı Amiral Limpus heyetinin varlığını gereksiz kıldı ve 5 Ağustos günü Amiral Donanma Komutanlığından alındı ve kendilerine Türkiye’de kalmak isterlerse Deniz Kuvvetleri Komutanlığında çalışmaya devam edebilecekleri bildirildi. 16 Ağustos günü Göben ve Breslav birliğinin komutanı Amiral Suchon, İngiliz amiralin yerine Donanma Komutanlığına atandı. Amiral Suchon karargâhını Haliçte sahile bağlı Korkuvado Yatında kurdu. (3) 

  Bu iki geminin göz göre göre kaçırılması, Churchill ve İngiliz Donanmasının prestijine indirilmiş büyük bir darbe olarak algılandı. Bu iki geminin kaybı sonradan İngiltere ve müttefiklerine büyük dertler açacak, Karadeniz’de Rus deniz hâkimiyetine son verdiği gibi 29 Ekimde Karadeniz’de Rus limanları Odesa, Sivastapol ve Teodosya’yı bombalayınca Türkiye bir emrivaki ile Almanların safında savaşa katılacaktır. Bu skandal sonrasında Churchill bakanlıkta kaldı. İngiliz Akdeniz Filo Komutana Amiral Milne 18 Ağustos günü emekli edildi. Fakat yardımcısı Amiral Troubridge Harp Divanına verildi. Kasım ayında yargılama sonucu suçsuz bulunmasına rağmen bir daha kendisine filo komutanlığı görevi verilmedi.(4)

   Churchill bu gelişmeler karşısında o kadar kızmıştı ki, Başbakan Asquit onun “17 Ağustos günü Kabine toplantısında,  o bilinen havası ile, Çanakkale boğazına gönderilecek bir filo ile Marmara’ya girip Göben ve Breslav gemilerini batırmayı teklif ettiğini ancak Savaş Bakanı ve Hindistan Bakanının Türklere karşı yapılacak böyle bir hareketin mahzurlu olacağını söyleyerek karşı çıktılarını”  belirtmektedir. (5) 

   Gelişen siyasi durumdan yararlanmak isteyen Yunan Başbakanı Venizelos 19 Ağustos günü Yunanistan’ın bütün Deniz ve Kara gücünü İngiltere’nin emrine vermeğe hazır olduğunu bildirdi. Dışişleri Bakanı Edward Grey bu teklifi reddetti.(6) Ama Churchill hala Boğazlara yapılacak bir saldırının cazibesi altındaydı. 1 Eylülde kurmay heyetine Boğazlara zamanı gelince bir harekât yapmak için gerekli planlamanın yapılmasını emretti, ayni zamanda Boğaz çıkışındaki İngiliz Filo Komutanına Yavuz ve Midillinin çıkışını önleme emri verdi. Bir Türk torpido gemisi 27 Eylül günü Boğazdan çıkınca İngiliz gemileri geçişine izin vermedi. Bu düşmanca ve tahrik edici davranıştan büyük rahatsızlık duyan Türk Komuta Heyeti Boğazın uluslar arası trafiğe kapatıldığını ilan etti ve Boğazı mayınlamaya başladı. Bilindiği gibi Boğazlar Rusya için buzlarla kapanmayan tek ihracat yolu idi ve Rusya ihracat ürünlerinin %50’sini bu yolla gönderebiliyordu. Boğazlar kapanınca yüzlerce Rus gemisi Marmara’da kapalı kaldı ve daha sonra da Rusya’ya döndüler. Bu Churchill’in Türklere ve kendi müttefiklerine karşı yaptığı bir başka ölümcül hata oldu. Bu nedenle de Venizelos’un teklifinden yararlanmak istedi.

   31 Ağustos günü Türklere karşı yeni bir Balkan Birliği oluşturma amacıyla Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan Devlet liderlerine İttifak Devletlerine katılmaları için birer özel mektup gönderdi. Dış İşleri Bakanı Edward Grey’e gönderdiği bir başka mektupla, “Hıristiyan Balkan Devletlerinin müşterek bir harekâtına karşı artık Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının kendilerine ilgilendiremeyeceği” konusunda uyardı.(7)  

2 Eylül günü Türkiye’ye karşı yapılması muhtemel bir müşterek harekât için Yunan temsilcileri ile özel görüşmelere başladı. Tarafsız Balkan devletlerini ve İtalya’yı kendi yanlarına almak için Türkiye’yi dilim dilim parçalayıp bu ülkelerin önüne atmak gereğine inanan Churchill ve bazı politikacılar Türkiye’nin karşı tarafta olmasını arzu eden bir tutum içindeydiler.(8)

Avrupa cephesinde savaş durağan bir hal almıştı. Rus Cephesinde General Hindenburg çok usta manevralarla Tanenberg ve Masurian Gölü çevresinde iki Rus Ordusunu ard arda mağlup edince, savaşta Rusya’nın büyük insan gücüne güvenen İngiliz ve Fransızlarda rahatsızlık başlamıştı. Eğer mühimmat ve malzeme sıkıntısı çeken Rus Orduları yardım alamazlarsa Rus Cephesi çökebilirdi. Bu durum tek cephede savaşacak Almanya karşısındaki İngiliz ve Fransızları bir felaketle baş başa bırakabilirdi.(9)  

1915 yılının ilk günlerinde Kafkasya’da saldırıya geçen Türk Ordusunun muharebeleri sürpriz bir şekilde gelişiyordu. Bu durumda Türklerin dikkatini dağıtmak için bir harekât yapılmasını isteyen Rus Komutanlığının mektubu alınınca, Churchill yeniden harekete geçti. Bu sefer Savaş Bakanı Lord Kitchener de aynı görüşü benimsiyordu. 9 Kasım günü yapılan bir görüşme sırasında esasen Lloyd George’un teklif ettiği Selanik, Sir John Maxwell’in teklif ettiği İskenderun bölgelerine çıkarma yapma teklifleri kabul görmemiş, Yunanlıların teklifi de Rusların itirazı nedeni ile reddedilmişti. Sonunda Churchill’in Çanakkale Boğazına saldırma teklifi ayakta kalmıştı.(10) 

   3 Ocak günü, Savaş Konseyinin yaptığı toplantı sırasında Çhurchill bütün ustalığını kullanarak sadece yaşlı savaş gemileri ile Boğazın geçilebileceği konusunda herkesi ikna etti. Tıpkı 100 sene evvel olduğu gibi Boğazı geçen gemiler İstanbul önüne gelince panik başlayacak, bir hükümet darbesi sonucu iktidar değişecek, hem Türkler savaştan çekilecek, Rusya’ya yardım imkanı sağlanacak ve savaştan çekilmesi önlenecek, hem de tarafsız Balkan ülkeleri ve İtalya’nın birliğe katılması sağlanabilecekti.(11) Bu nedenle Boğazların kaybı, aynı zamanda Avrupa’daki savaşın da sonunu getirebilecek bir değer taşıyordu. Böyle bir harekâtın yapılıp yapılamayacağı bölgedeki komutan Amiral Sackwill Carden’e sorulduğunda, o safha safha üstün ateş gücünden yararlanmak suretiyle yapılabilir cevabını verince Savaş Konseyinin bütün tereddüdü giderildi ve ateş gücünü arttırmak için Donanmanın en büyük ve güçlü gemisi “Queen Elizabeth” de bu kampanyaya dâhil edildi.(12)

   Winston Churchill’i sadece deniz silahlarının Türk kıyı topçusunun menzili dışındaki muhtelif mesafelerden yapacağı atışlarla, her metrekareyi ateşle döve döve Boğazı geçebileceğine inandıran bilgiler nelerdi. Tabii en önemli bilgiler iki seneye yakın Türk Deniz Kuvvetlerini elinde tutan Amiral Limpus ve heyetinden alınmıştı. Churchill ve İngiliz Denizcileri Boğaz tahkimatlarını, silahların, cephane ve malzemelerin durumunu çok iyi biliyorlardı. Bulgaristan ve Romanya tarafsızlığını korumak için Almanya’dan yardım konvoyunun geçişine henüz izin vermemişlerdi. Silahların menzilini de hesaplamışlar, Türk topçusuna yakalanmadan hangi hedefleri nasıl vuracaklarını da tespit etmişlerdi.
Churchill ve İngilizleri en çok tahrik eden 100 yıl önce Napolyon Savaşları sırasında İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Duckwood’un inanılmaz macerası olmuştu. O günlerde Amiral Duckwood’un İstanbul seferi Deniz Harp Okulunda Korvet Kaptanı Bogarth tarafından okutuluyordu. Duckwood 8 savaş gemisi, 2 Firkateyn, 2 kalyondan müteşekkil bir filo ile 19 Şubat 1807 günü Çanakkale Boğazından girmiş, Nara açıklarında küçük bir Türk filosunu tahrip ederek Marmara’ya geçmiş, 20 Şubat günü İstanbul önüne gelmiş, Napolyonun Elçisi General Sebastiyani’nin kovulması ve Türk Donanmasının teslimini talep etmişti. İsteklere olumlu yanıt vermeyen Osmanlı Devleti görüşmeleri uzatırken kıyıda savunma tedbirlerini arttırdı. Sonuç alamayacağını anlayan Duckwood 1 Mart’da Çanakkale’ye doğru döndü. 3 Mart günü Boğazdan çıkarken sert bir dirençle karşılaştı. 29 ölü ve 138 yaralı zayiat verirken bütün gemileri ağır hasara uğradı.(13) 

   Türk kaynaklarına göre Duckwood bir öğle namazı vaktinde Boğaz girişine geldi ve kıyıdakiler onun dost bir filo olduğunu ve İstanbul’u ziyarete geldiğini düşünerek ateş açmamışlar. Duckwood Marmara’da beklerken işlerin çıkmaza girdiğini görünce geri kaçmak istedi ama rüzgâr olmadığı için beklemek zorunda kaldı ve rüzgâr yelkenlerini şişirince de Çanakkale’ye doğru hızla uzaklaştı. Gerçekleri duymak istemeyen İngilizler bu konuda gösterdiği cesaret ve beceri nedeni ile Duckwood’a ne kadar hayranlık duyuyorlarsa, İngiliz Donanmasını Boğaz önünde görünce Boğazı savunan askerlerin korkup kaçacaklarına da o kadar inanıyorlardı. Churchill o muazzam donanma ve ateşine karşı Türk askerinin yine bir şey yapamayacağını ve büyük bir ihtimalle korkup kaçacaklarını zannediyordu. Böylece efsanevi Amiral Duckwood’un başaramadığını başarmış biri olarak tarihe geçmiş olacaktı.

Bir akşam Başbakan Asquıt’in evindeki bir akşam yemeğinde, Başbakanın kızı Violet Asquıt,  Lord Kitchenerle sohbet ederken “ Çanakkale ile ilgili kazanılacak zaferin onurunun tamamen Winston Churchill’e ait olacağını” söyledi. Onun Amiral Fisher ve diğer muhaliflerin baskılarına karşı nasıl büyük bir güven ve cesaretle sorumluluğu üzerine aldığından bahsedince, Savaş Bakanı “ Tamamen öyle değil, ben de başından beri bu harekâtı destekliyorum” cevabını vermişti.(14)
   Amiral Carden planlandığı gibi 19 Şubat’tan itibaren Boğaz girişindeki mevzileri bombalamağa başladı. Emrinde 14 İngiliz ve 4 Fransız Muharebe gemisi, 35 kadar mayın temizleyici ve yeteri kadar yardımcı gemi toplanmıştı. Bombardımana katılan gemiler Türk toplarının menzili dışında kaldığı için hasara uğramadan rahatça görevlerini yapıyorlardı. 25 Şubatta gemiler Boğaz girişini bombalamaya devam ettiler ve bu bombardımanlar 16 Mart gününe kadar tekrarlandı. O gün Filo Komutanlığında çok önemli bir gelişme oldu. Ağır baskı ve stres sonucu Amiral Carden rahatsızlandı ve görevinden alındı. Aslında Churchill bu görevi baştan itibaren Türkiye’deki İngiliz Misyonu komutanı Amiral Limpus’a vermeği düşünüyordu. Çünkü o Boğaz savunmasının bütün inceliklerine hâkimdi. Ancak böyle bir görevlendirmenin uluslar arası nezaket kuralları ve dürüstlükle bağdaşmayacağı düşünülerek vazgeçilmiş (15) ve komutanlığa Amiral Carden atanmıştı. Hiç vakit kaybedilmeden görev yardımcısı Amiral de Robeck’e verildi. Churchill kendisine fazla gecikmemesini tavsiye edince iki gün sonra asıl saldırının bağlıyacağını belirtti.

Saldırı 18 Mart günü başladı.Sabahın ilk saatlerinden itibaren Boğaza giren 18 savaş gemisi altışarlı üç hat halinde yerlerini aldılar ve 11.30 dan itibaren her tarafa mermiler yağdıran devasa bir ateş ve çelik grubu olarak ilerlemeye başladılar. Ellerindeki cephanenin sınırlı oluşu ve menzil sınırlaması gibi nedenlerle Türk tarafı 12’den sonra ciddi olarak karşılık vermeğe başladı. Akşama kadar 6 saate yakın bir muharebeden sonra. Amiral de Robeck saat 17 civarında donanmasına geri çekilmeyi emretti. Saldırı sırasında 3 savaş gemisi batmış, 3savaş gemisi  çok ağır yaralanmış, dört gemi de ağır hasar görmüş ve  Toplam 800 denizci ölmüştü. Türklerin kaybı ise 8 top,40 ölü ve 70 yaralı olarak tespit edilmişti.(16)

  Winston Churchill ve Lord Kitchener’in en büyük endişesi ikinci saldırının geciktirilme ihtimali idi.  Her ikisi de Türklerin savunma gücünün tükendiğine, cephane stoklarının %80 inin harcanması nedeni ile savunma gücünün kalmadığına inanıyorlardı.(17)  
Fakat 18 Mart günündeki saldırı sırasında Türkler öylesine soğukkanlı ve güçlü bir direnç göstermişlerdi ki, savaşanlar bir daha aynı şartlarda Boğaza girmeye istekli görünmediler. 22 Mart günü Amiral de Robeck’in Sancak gemisi Queen Elizabeth’de, bölgeye yeni komutan olarak atanan General Hamilton ve üst rütbeli general ve amirallerin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda durum detaylı olarak görüşüldü ve bundan sonra sadece deniz kuvveti ile değil kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte yapacağı müşterek bir harekâtla saldırının yenilenebileceği kararı alındı ve bu karar teklifi Savaş Konseyine sunuldu.

  Deniz Bakanlığında Churchill Çanakkale’ye yeni takviyeler göndermek için büyük gayret sarf ediyor, bölgeye gönderilecek, her gemi, her subay, her asker ve her mermi için olağanüstü bir uğraş veriyordu. Onun bu kadar ısrarlı olmasını anlamakta güçlük çeken yaşlı Amiral Fisher, bir gün ona gönderdiği bit yazının altına şu notu düşecekti: “ Sen Çanakkale ile kafayı yemişsin, başka bir şey düşünemiyorsun. Allah kahretsin şu Çanakkale’yi, orası bizim mezarımız olacak.” (18) Deniz saldırısı bir daha tekrarlanmadı ve alınan karar gereği İngiliz, Fransız ve Koloni ülkeler askerleri 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Gelibolu Yarımadasına muhtelif kıyılardan çıkarak Çanakkale Muharebesinde, Kara Harekâtı olarak yeni bir safha başlattılar.

   Bundan sonra her geçen günde Amiral Fisher ile Churchill arasındaki ilişkiler gittikçe bozuldu, nihayet 15 Mayıs günü Churchill Fisherin istifa dilekçesini masasında buldu. Yıllar süren yakın ilişkilerini başından beri yakından izlediğimiz bu ikilinin ayrılması Churchill’i çok üzdü. Ama onu daha çok üzecek başka gelişmelerde olmuştu. Hemen hemen bütün ülke onun aleyhine dönmüş, Churchill’e karşı cephe almışlardı. Boğaz saldırısı ile çok büyük bir hayranlık ve şöhret kazanacağına inanan Deniz Bakanı, cepheden gelen ağır zayiat haberlerinin sonucunda ölüm ve kayıplardan sorumlu tutulmağa başlandı. Mayıs sonlarına doğru, Churchill Deniz Bakanlığından ayrılmağa zorlandı. Ancak istifasına rağmen onun Savaş Konseyi üyeliğine devam etmesi istendi. Kasım ayında Savaş Konseyi yenilendi ve onun devre dışı bırakılması Chuchillde hayal kırıklığı yarattı.

   Bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir savaşçı olarak ülkesine hizmet etmek isteyen Churchill müracaatı üzerine Fransız Cephesine gönderildi. Kendi arzusu en az bir Tugaya komuta etmekti. Ancak Londra’dan gelen emirde onun taburdan büyük hiçbir birliğe komuta etmemesi istendiğinden,  Churchill’e binbaşı rütbesi ile bir tabur komutanlığı görevi verildi. Bir ay kadar cephede kalan Churchill, mevzilerde yaşamanın bütün zorluklarını gördü, sıkıntıları arkadaşları ile paylaştı. Daha sonra Albaylığa terfi ettirilerek 6ncı Kraliyet İskoç Fusilier birliği komutanlığına atandı. Altı ay daha bu görevle cephede kalan Churchill, cepheden ayrılarak Londra’ya döndü ve milletvekili olarak görevine devam etmek için Parlamentoda yerini aldı ve siyasi yaşamına yeniden başladı.(19)

DİPNOTLAR:

(1) İsmail Kayabalı-Cemender Arslanoğlu: Çanakkale Zaferi 1915,s.39 (Ankara–1975)
(2) Violet Benham Carter: Winston Churchill As I Know Him s.320–321 (London–1966)
(3) İ.Kayabalı-C.Arslanoğlu: s.38–39
(4) David Walder: The Chanak Affairs,27–28 ( Hunchinson of London–1969)
(5) David Fromkin: A Peace The End All Peace, s.65–66 ( Avan Boks, New York–1963)
(6) Binbaşı Demaz: Çanakkale Seferi, s.12 (İstanbul Askeri Matbaası–1930)
(7) David Fromkin: s.74–75
(8) Aynı Eser s.74
(9) Joseph Murray: Gallipoli As I Saw It, s.11 ( London–1965)
(10) Elizabeth Monroe: British Moments In The Middle East 1914–1956,s.27–28 (London–1963)
(11) Philip. J.Haythornthwhite, Gallipoli–1915 Frontal Assault On Turkey, s. 8–9 (London–1991)
(12) Aynı Eser, s.9
(13) Bnb. Demaz, s.14
(14) David fromkin, s. 135–136
(15) C.F. Aspinal-Oglander: Çanakkale Cilt–1,s.14; Alan Moorehead: Gallipoli, s.76–77(London–1956)
(16) Birinci Dünya Harbinde Türk harbi, V cilt, Çanakkale Cephesi harekâtı, Inci Kitap, s.211–212 (Ankara–1993)
(17) Tim Swifte. Gallipoli The Incredible Campaign, s.29-30 (Australia,Sidney-1985)
(18) Violet Benham: s.378
(19) Quentin Reynolds: Winston Churchill, s.90–93 ( Random House New York–1963)  


Dr. M. Galip Baysan


...