Galip Baysan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Galip Baysan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2016 Perşembe

18 MART ÇANAKKALE DENİZ MUHAREBELERİ VE MR. CHURCHİLL


18 MART ÇANAKKALE DENİZ MUHAREBELERİ  VE MR. CHURCHİLL




Mr. Churchill


















18 Mart Çanakkale Deniz Muharebeleri ve Mr. Churchill

Galip Baysan - 17 Mart 2012

1914 yılında savaşın başladığı günlerde Türkiye’deki Deniz Kuvvetlerini geliştirmek amacıyla davet edilen ve Türk Deniz kuvvetlerini yönlendiren  İngiliz Amirali Limpus komutasındaki heyetin verdiği raporlarla gelişen siyasi olayları, özellikle Türk-Yunan ve Türk-Rus ilişkilerini yakından izleyen Churchill, şahsi olarak diğer pek çok İngiliz politikacısı gibi,Osmanlı Devletinin ne Ege ve Doğu Akdeniz, ne de Karadeniz’de bir varlık göstermesini istemiyordu. Hatta savaş sonu ne olursa olsun Osmanlı topraklarındaki kazançlar öne sürülerek tarafsız Balkan ülkeleri ve İtalya’nın tarafsızlığını bozabileceği hesabını yapıyordu. 

  Esasen savaşta en ağır yükü Ruslara taşıtmak istedikleri için Rusya’nın Türk Boğazları üzerindeki tarihi hâkimiyet isteğine olumlu yanıt vermişlerdi. Şimdi de sıra tarafsız ülkelerde idi. Bu nedenle Türklerin dost veya düşman tarafta değil de tarafsız kalmasını ve hiçbir şeye karışmadan kaderine razı bir şekilde beklemesini arzu ediyorlardı. 
   Avrupa’nın siyasi havası bozulmaya başlayınca 27 Temmuz günü kabine toplantısında teslim edilmek üzere olan iki geminin Türklere verilmemesini, bu gemilerin Alman Donanmasına katılacağını bildiğini, bunun önlenmesi için tek çarenin bu gemilere el koymak olduğunu öne sürdü ve başardı.
   Berlin bu iki gemi olayından yararlanmakta gecikmedi. Birinci Dünya Savaşının başlamasının arifesinde Akdeniz’de, hem Avusturya Donanmasını üstün İngiliz ve Fransız Donanması karşısında Adriyatik Denizinde yalnız bırakmama, güç ve moral verme ve aynı zamanda da, İtalyanları etkileyerek kendi yanlarına çekme amacıyla 1912 yılında gönderilen iki güçlü Alman gemisi vardı. Zamanının en güçlü savaş gemilerinden Göben (1911’de denize indirildi. 23.000 tonluk, azami sürati 29 mil, boyu 186 m. ve mürettebatı 1031 kişi,10 tane 28 cm.lik, 12 tane 15cm.lik,12 tane de 8,8 cm.lik topa sahip) ,yardımcısı Breslav da (1911 tarihinde denize indirilmiş,4550 ton hacimde, azami hızı 27,6 mil,136 m. uzunluğunda, personel sayısı 373 kişidir. Silahları: 10 ad.10,5 luk top ve 2 torpil kovanıdır). (1)  Deniz Bakanı Winston Churchill bu iki gemiyi savaş başlar başlamaz yok edip hem Ak denizde kesin bir hâkimiyet ve hem de savaşacak askerler için büyük bir moral kazandırmayı düşlüyordu. Başbakan Asquit’in ifadesiyle “ Göben Churchill’in ağzını sulandırıyordu” (2)

   Ak denizdeki İngiliz Donanması savaş başlar başlamaz bu iki gemiyi saf dışı etmek için büyük bir heves ve hazırlık içindeydiler. 4 Ağustos günü İngiltere Almanya’ya savaş ilan ettiği zaman Mesina’da kömür ikmali yapan gemiler birden kayboldular. 
   Güçlü İngiliz ve Fransız donanması bütün aramalara rağmen bu gemileri yakalayamadılar ve her iki gemi 10 Ağustos günü Çanakkale Boğazını savunan Türk tahkimatının karşısına geldiler. Türkler, Almanya ile yaptıkları anlaşma gereği, bu iki geminin Boğazdan geçmesine izin verdiler. Bununla da kalmadılar, İngiltere’nin parası ödenmesine rağmen teslim etmeyerek el koyduğu ve kendi donanmasına kattığı iki gemi yerine, Alman hükümetinin bu iki gemiyi Türklere sattığı belirtilerek iki gemiyi Yavuz Sultan Selim ve Midilli adları ile Türk Donanmasına dâhil ettiler. Bu arada Churchill’in Türk gemilerine karşı düşmanca davranışı Amiral Limpus heyetinin varlığını gereksiz kıldı ve 5 Ağustos günü Amiral Donanma Komutanlığından alındı ve kendilerine Türkiye’de kalmak isterlerse Deniz Kuvvetleri Komutanlığında çalışmaya devam edebilecekleri bildirildi. 16 Ağustos günü Göben ve Breslav birliğinin komutanı Amiral Suchon, İngiliz amiralin yerine Donanma Komutanlığına atandı. Amiral Suchon karargâhını Haliçte sahile bağlı Korkuvado Yatında kurdu. (3) 

  Bu iki geminin göz göre göre kaçırılması, Churchill ve İngiliz Donanmasının prestijine indirilmiş büyük bir darbe olarak algılandı. Bu iki geminin kaybı sonradan İngiltere ve müttefiklerine büyük dertler açacak, Karadeniz’de Rus deniz hâkimiyetine son verdiği gibi 29 Ekimde Karadeniz’de Rus limanları Odesa, Sivastapol ve Teodosya’yı bombalayınca Türkiye bir emrivaki ile Almanların safında savaşa katılacaktır. Bu skandal sonrasında Churchill bakanlıkta kaldı. İngiliz Akdeniz Filo Komutana Amiral Milne 18 Ağustos günü emekli edildi. Fakat yardımcısı Amiral Troubridge Harp Divanına verildi. Kasım ayında yargılama sonucu suçsuz bulunmasına rağmen bir daha kendisine filo komutanlığı görevi verilmedi.(4)

   Churchill bu gelişmeler karşısında o kadar kızmıştı ki, Başbakan Asquit onun “17 Ağustos günü Kabine toplantısında,  o bilinen havası ile, Çanakkale boğazına gönderilecek bir filo ile Marmara’ya girip Göben ve Breslav gemilerini batırmayı teklif ettiğini ancak Savaş Bakanı ve Hindistan Bakanının Türklere karşı yapılacak böyle bir hareketin mahzurlu olacağını söyleyerek karşı çıktılarını”  belirtmektedir. (5) 

   Gelişen siyasi durumdan yararlanmak isteyen Yunan Başbakanı Venizelos 19 Ağustos günü Yunanistan’ın bütün Deniz ve Kara gücünü İngiltere’nin emrine vermeğe hazır olduğunu bildirdi. Dışişleri Bakanı Edward Grey bu teklifi reddetti.(6) Ama Churchill hala Boğazlara yapılacak bir saldırının cazibesi altındaydı. 1 Eylülde kurmay heyetine Boğazlara zamanı gelince bir harekât yapmak için gerekli planlamanın yapılmasını emretti, ayni zamanda Boğaz çıkışındaki İngiliz Filo Komutanına Yavuz ve Midillinin çıkışını önleme emri verdi. Bir Türk torpido gemisi 27 Eylül günü Boğazdan çıkınca İngiliz gemileri geçişine izin vermedi. Bu düşmanca ve tahrik edici davranıştan büyük rahatsızlık duyan Türk Komuta Heyeti Boğazın uluslar arası trafiğe kapatıldığını ilan etti ve Boğazı mayınlamaya başladı. Bilindiği gibi Boğazlar Rusya için buzlarla kapanmayan tek ihracat yolu idi ve Rusya ihracat ürünlerinin %50’sini bu yolla gönderebiliyordu. Boğazlar kapanınca yüzlerce Rus gemisi Marmara’da kapalı kaldı ve daha sonra da Rusya’ya döndüler. Bu Churchill’in Türklere ve kendi müttefiklerine karşı yaptığı bir başka ölümcül hata oldu. Bu nedenle de Venizelos’un teklifinden yararlanmak istedi.

   31 Ağustos günü Türklere karşı yeni bir Balkan Birliği oluşturma amacıyla Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan Devlet liderlerine İttifak Devletlerine katılmaları için birer özel mektup gönderdi. Dış İşleri Bakanı Edward Grey’e gönderdiği bir başka mektupla, “Hıristiyan Balkan Devletlerinin müşterek bir harekâtına karşı artık Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının kendilerine ilgilendiremeyeceği” konusunda uyardı.(7)  

2 Eylül günü Türkiye’ye karşı yapılması muhtemel bir müşterek harekât için Yunan temsilcileri ile özel görüşmelere başladı. Tarafsız Balkan devletlerini ve İtalya’yı kendi yanlarına almak için Türkiye’yi dilim dilim parçalayıp bu ülkelerin önüne atmak gereğine inanan Churchill ve bazı politikacılar Türkiye’nin karşı tarafta olmasını arzu eden bir tutum içindeydiler.(8)

Avrupa cephesinde savaş durağan bir hal almıştı. Rus Cephesinde General Hindenburg çok usta manevralarla Tanenberg ve Masurian Gölü çevresinde iki Rus Ordusunu ard arda mağlup edince, savaşta Rusya’nın büyük insan gücüne güvenen İngiliz ve Fransızlarda rahatsızlık başlamıştı. Eğer mühimmat ve malzeme sıkıntısı çeken Rus Orduları yardım alamazlarsa Rus Cephesi çökebilirdi. Bu durum tek cephede savaşacak Almanya karşısındaki İngiliz ve Fransızları bir felaketle baş başa bırakabilirdi.(9)  

1915 yılının ilk günlerinde Kafkasya’da saldırıya geçen Türk Ordusunun muharebeleri sürpriz bir şekilde gelişiyordu. Bu durumda Türklerin dikkatini dağıtmak için bir harekât yapılmasını isteyen Rus Komutanlığının mektubu alınınca, Churchill yeniden harekete geçti. Bu sefer Savaş Bakanı Lord Kitchener de aynı görüşü benimsiyordu. 9 Kasım günü yapılan bir görüşme sırasında esasen Lloyd George’un teklif ettiği Selanik, Sir John Maxwell’in teklif ettiği İskenderun bölgelerine çıkarma yapma teklifleri kabul görmemiş, Yunanlıların teklifi de Rusların itirazı nedeni ile reddedilmişti. Sonunda Churchill’in Çanakkale Boğazına saldırma teklifi ayakta kalmıştı.(10) 

   3 Ocak günü, Savaş Konseyinin yaptığı toplantı sırasında Çhurchill bütün ustalığını kullanarak sadece yaşlı savaş gemileri ile Boğazın geçilebileceği konusunda herkesi ikna etti. Tıpkı 100 sene evvel olduğu gibi Boğazı geçen gemiler İstanbul önüne gelince panik başlayacak, bir hükümet darbesi sonucu iktidar değişecek, hem Türkler savaştan çekilecek, Rusya’ya yardım imkanı sağlanacak ve savaştan çekilmesi önlenecek, hem de tarafsız Balkan ülkeleri ve İtalya’nın birliğe katılması sağlanabilecekti.(11) Bu nedenle Boğazların kaybı, aynı zamanda Avrupa’daki savaşın da sonunu getirebilecek bir değer taşıyordu. Böyle bir harekâtın yapılıp yapılamayacağı bölgedeki komutan Amiral Sackwill Carden’e sorulduğunda, o safha safha üstün ateş gücünden yararlanmak suretiyle yapılabilir cevabını verince Savaş Konseyinin bütün tereddüdü giderildi ve ateş gücünü arttırmak için Donanmanın en büyük ve güçlü gemisi “Queen Elizabeth” de bu kampanyaya dâhil edildi.(12)

   Winston Churchill’i sadece deniz silahlarının Türk kıyı topçusunun menzili dışındaki muhtelif mesafelerden yapacağı atışlarla, her metrekareyi ateşle döve döve Boğazı geçebileceğine inandıran bilgiler nelerdi. Tabii en önemli bilgiler iki seneye yakın Türk Deniz Kuvvetlerini elinde tutan Amiral Limpus ve heyetinden alınmıştı. Churchill ve İngiliz Denizcileri Boğaz tahkimatlarını, silahların, cephane ve malzemelerin durumunu çok iyi biliyorlardı. Bulgaristan ve Romanya tarafsızlığını korumak için Almanya’dan yardım konvoyunun geçişine henüz izin vermemişlerdi. Silahların menzilini de hesaplamışlar, Türk topçusuna yakalanmadan hangi hedefleri nasıl vuracaklarını da tespit etmişlerdi.
Churchill ve İngilizleri en çok tahrik eden 100 yıl önce Napolyon Savaşları sırasında İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Duckwood’un inanılmaz macerası olmuştu. O günlerde Amiral Duckwood’un İstanbul seferi Deniz Harp Okulunda Korvet Kaptanı Bogarth tarafından okutuluyordu. Duckwood 8 savaş gemisi, 2 Firkateyn, 2 kalyondan müteşekkil bir filo ile 19 Şubat 1807 günü Çanakkale Boğazından girmiş, Nara açıklarında küçük bir Türk filosunu tahrip ederek Marmara’ya geçmiş, 20 Şubat günü İstanbul önüne gelmiş, Napolyonun Elçisi General Sebastiyani’nin kovulması ve Türk Donanmasının teslimini talep etmişti. İsteklere olumlu yanıt vermeyen Osmanlı Devleti görüşmeleri uzatırken kıyıda savunma tedbirlerini arttırdı. Sonuç alamayacağını anlayan Duckwood 1 Mart’da Çanakkale’ye doğru döndü. 3 Mart günü Boğazdan çıkarken sert bir dirençle karşılaştı. 29 ölü ve 138 yaralı zayiat verirken bütün gemileri ağır hasara uğradı.(13) 

   Türk kaynaklarına göre Duckwood bir öğle namazı vaktinde Boğaz girişine geldi ve kıyıdakiler onun dost bir filo olduğunu ve İstanbul’u ziyarete geldiğini düşünerek ateş açmamışlar. Duckwood Marmara’da beklerken işlerin çıkmaza girdiğini görünce geri kaçmak istedi ama rüzgâr olmadığı için beklemek zorunda kaldı ve rüzgâr yelkenlerini şişirince de Çanakkale’ye doğru hızla uzaklaştı. Gerçekleri duymak istemeyen İngilizler bu konuda gösterdiği cesaret ve beceri nedeni ile Duckwood’a ne kadar hayranlık duyuyorlarsa, İngiliz Donanmasını Boğaz önünde görünce Boğazı savunan askerlerin korkup kaçacaklarına da o kadar inanıyorlardı. Churchill o muazzam donanma ve ateşine karşı Türk askerinin yine bir şey yapamayacağını ve büyük bir ihtimalle korkup kaçacaklarını zannediyordu. Böylece efsanevi Amiral Duckwood’un başaramadığını başarmış biri olarak tarihe geçmiş olacaktı.

Bir akşam Başbakan Asquıt’in evindeki bir akşam yemeğinde, Başbakanın kızı Violet Asquıt,  Lord Kitchenerle sohbet ederken “ Çanakkale ile ilgili kazanılacak zaferin onurunun tamamen Winston Churchill’e ait olacağını” söyledi. Onun Amiral Fisher ve diğer muhaliflerin baskılarına karşı nasıl büyük bir güven ve cesaretle sorumluluğu üzerine aldığından bahsedince, Savaş Bakanı “ Tamamen öyle değil, ben de başından beri bu harekâtı destekliyorum” cevabını vermişti.(14)
   Amiral Carden planlandığı gibi 19 Şubat’tan itibaren Boğaz girişindeki mevzileri bombalamağa başladı. Emrinde 14 İngiliz ve 4 Fransız Muharebe gemisi, 35 kadar mayın temizleyici ve yeteri kadar yardımcı gemi toplanmıştı. Bombardımana katılan gemiler Türk toplarının menzili dışında kaldığı için hasara uğramadan rahatça görevlerini yapıyorlardı. 25 Şubatta gemiler Boğaz girişini bombalamaya devam ettiler ve bu bombardımanlar 16 Mart gününe kadar tekrarlandı. O gün Filo Komutanlığında çok önemli bir gelişme oldu. Ağır baskı ve stres sonucu Amiral Carden rahatsızlandı ve görevinden alındı. Aslında Churchill bu görevi baştan itibaren Türkiye’deki İngiliz Misyonu komutanı Amiral Limpus’a vermeği düşünüyordu. Çünkü o Boğaz savunmasının bütün inceliklerine hâkimdi. Ancak böyle bir görevlendirmenin uluslar arası nezaket kuralları ve dürüstlükle bağdaşmayacağı düşünülerek vazgeçilmiş (15) ve komutanlığa Amiral Carden atanmıştı. Hiç vakit kaybedilmeden görev yardımcısı Amiral de Robeck’e verildi. Churchill kendisine fazla gecikmemesini tavsiye edince iki gün sonra asıl saldırının bağlıyacağını belirtti.

Saldırı 18 Mart günü başladı.Sabahın ilk saatlerinden itibaren Boğaza giren 18 savaş gemisi altışarlı üç hat halinde yerlerini aldılar ve 11.30 dan itibaren her tarafa mermiler yağdıran devasa bir ateş ve çelik grubu olarak ilerlemeye başladılar. Ellerindeki cephanenin sınırlı oluşu ve menzil sınırlaması gibi nedenlerle Türk tarafı 12’den sonra ciddi olarak karşılık vermeğe başladı. Akşama kadar 6 saate yakın bir muharebeden sonra. Amiral de Robeck saat 17 civarında donanmasına geri çekilmeyi emretti. Saldırı sırasında 3 savaş gemisi batmış, 3savaş gemisi  çok ağır yaralanmış, dört gemi de ağır hasar görmüş ve  Toplam 800 denizci ölmüştü. Türklerin kaybı ise 8 top,40 ölü ve 70 yaralı olarak tespit edilmişti.(16)

  Winston Churchill ve Lord Kitchener’in en büyük endişesi ikinci saldırının geciktirilme ihtimali idi.  Her ikisi de Türklerin savunma gücünün tükendiğine, cephane stoklarının %80 inin harcanması nedeni ile savunma gücünün kalmadığına inanıyorlardı.(17)  
Fakat 18 Mart günündeki saldırı sırasında Türkler öylesine soğukkanlı ve güçlü bir direnç göstermişlerdi ki, savaşanlar bir daha aynı şartlarda Boğaza girmeye istekli görünmediler. 22 Mart günü Amiral de Robeck’in Sancak gemisi Queen Elizabeth’de, bölgeye yeni komutan olarak atanan General Hamilton ve üst rütbeli general ve amirallerin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda durum detaylı olarak görüşüldü ve bundan sonra sadece deniz kuvveti ile değil kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte yapacağı müşterek bir harekâtla saldırının yenilenebileceği kararı alındı ve bu karar teklifi Savaş Konseyine sunuldu.

  Deniz Bakanlığında Churchill Çanakkale’ye yeni takviyeler göndermek için büyük gayret sarf ediyor, bölgeye gönderilecek, her gemi, her subay, her asker ve her mermi için olağanüstü bir uğraş veriyordu. Onun bu kadar ısrarlı olmasını anlamakta güçlük çeken yaşlı Amiral Fisher, bir gün ona gönderdiği bit yazının altına şu notu düşecekti: “ Sen Çanakkale ile kafayı yemişsin, başka bir şey düşünemiyorsun. Allah kahretsin şu Çanakkale’yi, orası bizim mezarımız olacak.” (18) Deniz saldırısı bir daha tekrarlanmadı ve alınan karar gereği İngiliz, Fransız ve Koloni ülkeler askerleri 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Gelibolu Yarımadasına muhtelif kıyılardan çıkarak Çanakkale Muharebesinde, Kara Harekâtı olarak yeni bir safha başlattılar.

   Bundan sonra her geçen günde Amiral Fisher ile Churchill arasındaki ilişkiler gittikçe bozuldu, nihayet 15 Mayıs günü Churchill Fisherin istifa dilekçesini masasında buldu. Yıllar süren yakın ilişkilerini başından beri yakından izlediğimiz bu ikilinin ayrılması Churchill’i çok üzdü. Ama onu daha çok üzecek başka gelişmelerde olmuştu. Hemen hemen bütün ülke onun aleyhine dönmüş, Churchill’e karşı cephe almışlardı. Boğaz saldırısı ile çok büyük bir hayranlık ve şöhret kazanacağına inanan Deniz Bakanı, cepheden gelen ağır zayiat haberlerinin sonucunda ölüm ve kayıplardan sorumlu tutulmağa başlandı. Mayıs sonlarına doğru, Churchill Deniz Bakanlığından ayrılmağa zorlandı. Ancak istifasına rağmen onun Savaş Konseyi üyeliğine devam etmesi istendi. Kasım ayında Savaş Konseyi yenilendi ve onun devre dışı bırakılması Chuchillde hayal kırıklığı yarattı.

   Bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir savaşçı olarak ülkesine hizmet etmek isteyen Churchill müracaatı üzerine Fransız Cephesine gönderildi. Kendi arzusu en az bir Tugaya komuta etmekti. Ancak Londra’dan gelen emirde onun taburdan büyük hiçbir birliğe komuta etmemesi istendiğinden,  Churchill’e binbaşı rütbesi ile bir tabur komutanlığı görevi verildi. Bir ay kadar cephede kalan Churchill, mevzilerde yaşamanın bütün zorluklarını gördü, sıkıntıları arkadaşları ile paylaştı. Daha sonra Albaylığa terfi ettirilerek 6ncı Kraliyet İskoç Fusilier birliği komutanlığına atandı. Altı ay daha bu görevle cephede kalan Churchill, cepheden ayrılarak Londra’ya döndü ve milletvekili olarak görevine devam etmek için Parlamentoda yerini aldı ve siyasi yaşamına yeniden başladı.(19)

DİPNOTLAR:

(1) İsmail Kayabalı-Cemender Arslanoğlu: Çanakkale Zaferi 1915,s.39 (Ankara–1975)
(2) Violet Benham Carter: Winston Churchill As I Know Him s.320–321 (London–1966)
(3) İ.Kayabalı-C.Arslanoğlu: s.38–39
(4) David Walder: The Chanak Affairs,27–28 ( Hunchinson of London–1969)
(5) David Fromkin: A Peace The End All Peace, s.65–66 ( Avan Boks, New York–1963)
(6) Binbaşı Demaz: Çanakkale Seferi, s.12 (İstanbul Askeri Matbaası–1930)
(7) David Fromkin: s.74–75
(8) Aynı Eser s.74
(9) Joseph Murray: Gallipoli As I Saw It, s.11 ( London–1965)
(10) Elizabeth Monroe: British Moments In The Middle East 1914–1956,s.27–28 (London–1963)
(11) Philip. J.Haythornthwhite, Gallipoli–1915 Frontal Assault On Turkey, s. 8–9 (London–1991)
(12) Aynı Eser, s.9
(13) Bnb. Demaz, s.14
(14) David fromkin, s. 135–136
(15) C.F. Aspinal-Oglander: Çanakkale Cilt–1,s.14; Alan Moorehead: Gallipoli, s.76–77(London–1956)
(16) Birinci Dünya Harbinde Türk harbi, V cilt, Çanakkale Cephesi harekâtı, Inci Kitap, s.211–212 (Ankara–1993)
(17) Tim Swifte. Gallipoli The Incredible Campaign, s.29-30 (Australia,Sidney-1985)
(18) Violet Benham: s.378
(19) Quentin Reynolds: Winston Churchill, s.90–93 ( Random House New York–1963)  


Dr. M. Galip Baysan


...

3 Mayıs 2015 Pazar

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU



CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU



CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU









Galip Baysan, 


CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU
 Kurtuluştan sonra, 11 yıllık savaş döneminde ana bacı ve evlat özlemi çekmiş, onlara daha mutlu ve özgür bir yaşam sağlamak için mücadele vermiş olan Ordu mensuplarını, ülkedeki kadınların durumu fazlası ile rahatsız ediyordu. Durumlarının hemen düzeltilmesini gönülden istiyor, kadınların siyasal ve sosyal yaşama tıpkı erkekler gibi eşit şartlarda katılmasını arzu ediyorlardı.
Ancak bu konu Türk halkı için hem çok yeni, hem de hassas bir konuydu. Yanlış yorumlar yapılmasına, ölüme kadar giden çatışmalara sebebiyet verebilir, bu konuda katı davranışlar Türk insanını manevi açıdan yaralayabilirdi. Bu konuda en önemli görev Ordu mensuplarına ve Başkent çevresindeki bürokratlara düşüyordu. Ülkenin her yanına dağılmış bulunan askeri mahfeller (Ordu evlerinin başlangıç hali), kadınlar ve erkeklerin senenin, daha sonra ayın, haftanın belirli günlerinde kaç-göç olmadan ailece bir araya geldiği, günün imkânları ölçüsünde eğlendiği şehrin sosyal kültür merkezleri haline gelmiştir.
Bölgeler, alışkanlıklar ve tahriklerle yıllarca bu toplantıları yadırgamıştır. Subay-astsubay eşleri, kızları, kardeşleri için akla gelmeyecek iftiralar üretilmesine rağmen askerler bu konuda ısrarla yürümüşler ve asla taviz vermemişlerdir. Bugün, yaşları altmışın üzerinde bulunan asker çocukları, çocukluk günlerine ait anılar arasında dans bilmeden piste çıkan annelerinin, babalarının ayaklarına basarak nasıl dans ettikleri hikâyelerini asla unutamazlar. Ordu evlerinin bulundukları yörenin sosyal kültür merkezi olma özelliği 2000’li yıllara kadar, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında aynen devam etmekteydi.
Türkiye’de Atatürk’ün kadın hakları konusundaki mücadelesi, dev boyutları olan bir olaydır. Günümüzde alelade görünen, nezaket eseri kabul edilen birçok olay, 1920’lerde bir facia nedeniydi. Sadece bu konu bile demokrasi-insan hakları bakımından ne kadar büyük mesafelerin aşıldığını göstermek için yeterlidir. Bu nedenle, incelememizde o dönemle ilgili bazı anılara yer vermek istiyoruz.

 “İlk balo Türk Ocağında verilmiştir. O zaman Türk Ocağı, eski Ankara’da, Şengül hamamı yanındaki eski bir Ermeni Mektebi binasında çalışıyordu. O güne ait hatıralar, balo gecesi bu harap binasının salonuna, duvar diplerine sandalyeler dizilmiş, herkesin suspus sıralanıp oturduğu, sessiz, hareketsiz, hatta kadınsız bir toplantı gibi gösterir. Gazi’nin, Orman Çiftliğinin istasyon binası yapılınca orada verdiği balo daha hoş sahneler gösterir. Burası küçük, iki katlı bir binadır. Balo bu binada verilecekti. Şehirden 5-6 km ilerdeki bu istasyona Gazi, davetlilerini birkaç Tren vagonunda götürür, çünkü hem muntazam yol yoktur, hem yeteri kadar otomobil bulunamaz. Davet sahibi misafirlerini trende, kompartımanları dolaşarak selamlar. Ama galiba hepsi hepsi üç kadın vardır. Yakup Kadri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Ruşen Eşref’in hanımları. Gazi onların kompartımana gelince Leman Yakup Kadri hemen atılır:
Paşam, bu inkılabın kurbanları yalnız biz miyiz? Hani yaver beylerin, mebus beylerin, vekil beylerin hanımları?

Evet yaver Beylerin, mebus ve vekil beylerin hanımları yoktur. Balo salonunda da bazı hoş sahneler geçer.

Ortalıkta kadın görünsün diye, o zamanki Ankara’nın Fresko Barından getirilen birkaç artisti görünce, bu sefer de “inkilabın üç kurbanı biz miyiz” diye çıkışan hanımlar salonu terketmek isterler. Misafir artistler hemen oradan uzaklaştırılır.(1)
Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi. Parola, ileride hiç bir gerilemeye imkân vermeyecek kadar, kadına her meslekte yer vermekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat her şey olmalı, üniversitede erkeklerle beraber okumalı, seçimlerde oy vermeli, taassup şaşırıp kalmalıydı”.(2)
İlk Kadın Hukukçumuz, Ağaoğlu Ahmet Beyin kızı Süreyya Ağaoğlu’nun anıları çok ilginç bilgiler vermektedir:
 “Adliye Vekâletinde Melahat ile birlikte staja başladım. Öğle yemekleri bizim için bir problem olmuştu. Ne yapacağımız bilemez, peynir, ekmekle karın doyururduk. Zira o devirde Ankara’da “İstanbul Lokantası” adlı restorandan başka yemek yenilecek yer yoktu ve bütün mebuslar oraya giderlerdi. Tabii lokantanın hiç hanım müşterisi yoktu. Bir gün, babamdan izin alarak, Melahat ile o lokantaya gitti, ufak bir bölümde oturup yemeğimizi yedik. Herkes hayret içinde idi: iki genç kız tek başlarına lokantada yemek yiyordu. Bizi tanıdıkları için haber babama ulaşmıştı. Babam eve gelince “Başbakan Rauf Bey, Süreyya ile bir hanım arkadaşının lokantada yemek yediğini ve herkesin bundan bahsettiğini söyledi. Birde kütüphaneye giden bir hanım varmış, onun hakkında da dedikodu yapılıyormuş. Bundan sonra öğle yemeklerinde bana gelin” dedi.
Rauf Bey, kütüphanede çalışması yüzünden dillere düşen hanımın kendi kız kardeşi olduğunu sonradan öğrendi. Bu olaydan birkaç gün sonra tesadüfen Atatürk, Latife Hanım ile bize geldi. Bana çalışma hayatından memnun olup olmadığımı sordu. Bende bu hadiseyi anlattım. Onun beni tasvip etmesini beklerken o:

Babanın da, Rauf Bey’in de hakları var, dedi.

Ertesi gün Vekalette çalışırken, Adliye Vekili Necati Bey telaşla içeri girdi:
Sürayya hazır ol, Paşa gelip seni yemeğe götürecekmiş. Ben ve bütün arkadaşlar şaşırdık. Dışarı çıkınca Atatürk’ün gri bir açık otomobilde Siirt Milletvekili Mahmut Bey ve yaveri Muzaffer Bey’le oturduğunu gördüm. Bana:
Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor, dedi. Otomobili İstanbul Lokantası önünde durdurdu. Bozüyük Mebusu Salih Bey’i dışarı çağıttı. Tabii bütün mebuslar lokantadan fırladılar. Biraz onlarla konuştu. Sonra yüksek sesle:
Ben bugün Süreyya’yı bize götürüyorum, yarın lokantada yiyecek, dedi.
Evlerine gidince de Latife Hanım:
-    Akşam Paşa bu lokanta meselesine çok kızdı, gerekeni yapacağını söyledi, dedi.
Ertesi gün, bizim bu lokanta hikâyesini duyan bazı hanımlar, bu arada eski Bahriye Vekili İhsan Bey’in (Topçu) eşi Nuriye Hanım, Hamdullah Suphi Bey’in hanımı da öğle yemeğine restorana gelmişlerdi. Biz de bu hadiseden sonra rahatça dışarıda yemek yiyebildik.” (3)
Bir ülkenin başkentinde, bir genç kadının lokantada yemek yemesi, yalnız başına kütüphaneye gitmesi bile ahlaksızlık telakki ediliyor ve bunun düzeltilmesi için o ülkenin Devlet Başkanı ve eşinin doğrudan müdahalesi gerekiyordu. Atatürk bu konuda da taviz vermemiş ve kendisinden beklenen davranışları göstermişse de, bu davranışlar karşı tarafın anlayışı ölçüsünde olumlu-olumsuz yorumlamalar yapılmasına sebebiyet vermiştir. Hatta bir gün, yakın arkadaşı akrabası Fuat Bulca’nın evine misafir gittiğinde “Hanımefendi nerede?” diye kibarca sorduğu zaman, arkadaşının birden elini tabancasına attığı nakledilmektedir.(4)
Bazen emirle, bazen düşerek, bazen eller ceplere giderek, bazen de nezaketle. İşte, Türkiye Cumhuriyetinin başkentinde, bütün dünya için normal bir yaşam tarzı olan kadınlı-erkekli sosyal toplantılar böyle başladı. Merkezde M. Kemal Paşa’nın yürüttüğü önderlik görevi taşrada tamamen Orduya düşüyor gibiydi. Askerler arzu ettikleri nispette çevredeki sivil aydınları ve bürokratları da aralarına aldılar.
 (Aralarında on yılı aşkın bir süre beraber olduğum) Batı Ordularından ne İngiliz, ne Fransız, ne Alman, ne de Amerikan Ordusunun böyle bir görevi hiç bir zaman olmamıştır. Onlar bu gibi sosyal konularda daima çevreden alıcı olmuş, verici olmamışlardır. Oysa Türk Ordusu tam tersi bir şekilde “verici-öğretici” olmak zorunda idi, alternatifi yoktu.
Türkiye’de kadın hakları konusunda kısa bir süre içinde büyük gelişmeler elde edilmişse, bunda özellikle Anadolu’nun en ücra köşelerinde görev yapan subay ve astsubay eşleri ve çocukları ile yine onlar gibi ve hatta daha çok fedakârlıklarla büyük bir yalnızlık içinde görev yapma cesaretini üstlenmiş olan “bayan öğretmenlerimizin büyük payı vardır.(5)   Türk kadınının uyanmasında hem örnek olmuşlar, hem de adım adım oya işler gibi işleyerek Anadolu kadınını harekete geçirmişlerdir. Günümüz Türk Kadınları, Osmanlı dönemi ile ilgili bu gerçekleri çok iyi bilmeli ve aynı günlere dönüp dönmeme konusundaki kararını ve kararlılığını oyları ile belli etmelidirler.  

DİPNOTLAR:
(1)  Şevket Süreyya Aydemir:Tek Adam 3, s.261-262 
(2) Falih Rıfkı Atay : Çankaya, s.411-412
(3) Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti, s.41, 42 (İstanbul-1984)
(4) Tek Adam 3, s.261-262
(5) Bknz. Yahya Akyüz, Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri (Doğan Basımevi-1972); Nermin Erdentuğ, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Eğitim ve Kültür Münasebetleri, s.62-95 (Kültür Bak. Ankara-1981); M. Galip Baysan: Milli Mücadele Dönemi ve Sonrasında Atatürk ve Demokrasi, s.28-44 (Ankara-1997)


..

Perinçek Yanlız Bırakılmamalı





Perinçek Yanlız Bırakılmamalı

 





Dr. M. Galip BAYSAN
mgbaysan@kemalistler.org
Tarih: 15-01-2015 14:25


Yıllar önce bu başlık altında yazdığımız yazıyı hatırlayan varmı? Bilemem ama olayın üzerinden 10 seneye yakın bir süre geçtiği için belki hatırlanmayabilir. Bu nedenle biraz özet bilgi vermemiz yararlı olabilir.
Lozan Mahkemesi,  hafızam beni yanıltmıyorsa 2006 yılı8nın Mart ayında Diaspora Ermenilerinin şikayeti üzerine açılan bir dava sonucu Perinçeği 90 gün hapis karşılığında, her gün için 100 frank hesap edilerek 9.000 İsviçre frangına mahkûm etmiş ve cezayı 2 yıl tecil etmişti. Perinçek’e ayrıca 3.000 frank para cezası verilmiş, ülkedeki Ermeni Cemaatine sembolik olarak 1.000 ve davayı açan Sarkis Şahinyan isimli Ermeniye de 10.000 frank ödenmesi istenmişti. Perinçek bu bu karara İsviçre Federal Mahkemesine müracaat ederek itiraz etmişti. Federal Mahkemenin bu kararı onaylaması ile Ermeni Toplumu lehinde verilen karar kesinlik kazanmış oldu. Mahkeme kararında” Pek çok tarihçinin, Avrupa Parlementosunun ve pek çok ülke Meclisinin Ermeni iddialarını kabul etmiş olmasını” gerekçe göstermişti.
Perinçek bu haksızlığa boyun eğmemiş ve büyük bir cesaretle ve güvenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat etmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İsviçre Hükümetine Karşı Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili davada Perinçek, daha doğrusu Türk Halkı lehinde karar verince Ermeni Diasporası durmamış ve bir karşı dava ile konuyu günümüze taşımış oldu. İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği karar; Tehcir olayının 100ncü yılına yaklaştığımız şu günlerde Türk tarafının elini son derecede güçlendirmiştir. Bu ayın sonunda görülecek dava işte bu davanın Ermeni versiyonudur.
 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde kazanılan dava sonucu nedeniyle, şu anda bütün kararları ulusumuzca tartışılan bir mahkemenin verdiği bir kararla yurt dışına çıkış yasağı bulunan Doğu Perinceğe ulusça büyük saygı duymalı ve şükranlarımızı sunmalıyız. Perinceği hiç tanımayan bir vatandaş olarak belirttiğimiz bu görüşler Ermeni Meselesi konusunda yıllarca süren araştırmalar yapmış ve 50 yıldır yakından ilgilenmiş ve hatta Ermeni dostu bile sayılabilecek bir Türk vatandaşı olarak samimi görüşlerimizdir.
 Perinceğin Ermeni Diyasporasının itirazı ve talepleri ile dava yeniden ele alınarak yenilenen bu davada bulunması veya bulunmaması sonucu ve kararı şüphesiz büyük ölçüde etkileyecektir.
  Bu dava öyle böyle alelade bir dava değildir. Bu dava Osmanlı Yönetimini baştan aşağı karalayan bir davadır. Günümüz yöneticileri ne sadece inkâr ne de “bu işi İttihatçılar yaptı, bizler sorumlu tutulamayız” anlayışı ile sıyrılamazlar. Bu iş işte böyle mahkemelerde ve uluslar arası arenada yüz yüze görüşerek ve hesaplaşarak çözülmelidir.
İddia açıktır: “Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk yöneticileri tarafından dinsel güdü kaynaklı ve bilinçli olarak soykırıma uğratılmış ve 1,5 milyon Ermeni kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden yok edilmiştir.” Buna karşılık Türk tarafı olayı “savaş sırasında İsyan eden bir bölge ve halkın bölgeden tahliyesinin sağlanması için alınan mecburi savunma tedbiri” olarak göstermek istemektedir. Yani bir taraf kendi halinde yaşayan, masum bir halkın sırf farklı dinden olması nedeni ile kasıtlı olarak katledildiğini savunurken, diğer taraf Ermeni yurttaşların savaş sırasında isyan ederek düşmanla işbirliği yaptığını bu nedenle cezalandırılmaları gerektiğini ve cezalandırıldıklarını savunmaktadır.

Ermeniler ve onları destekleyen dış güçler 100 yıla yakın uğraşmalarına ve savaş sonunda 4 yılı aşkın Osmanlı Devletinin en gizli arşivlerini ellerinde bulundurmalarına rağmen soykırım yapıldığını gösteren hiçbir belge bulamamışlar ve bu nedenle büyük iddialarla Malta’da topladıkları liderleri serbest bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı. Eldeki bütün belgeler soykırım yapıldığını değil ama soykırım yapılmadığını gösteriyordu.

Ermeni cinayetleri sonucu yapılan yargılamalarda bile Soykırım iddiaları belgelenemediği için siyasi kararlarla sonuçlanmış ve caniler hafif cezalarla hatta Talat Paşa davasında olduğu gibi cezasız bırakılmışlardı.
Ay sonundaki duruşma bu nedenle Türk Halkı için hayati önemi haizdir. Bu davanın Perinçekle alakası sınırlıdır. Burada yargılanan Türk Halkı ve Türk Halkının savaşta kendisini savunma hakkıdır. Perinçek bu davanın kilit adamıdır. O gün, o duruşmada bütün dünyaya karşı hiç korkmadan, çekinmeden dimdik durmalı ve kendi sözleri ile “Soykırım iddialarının emperyalist bir yalan” olduğunu ısrarla belirtmelidir.
Onun mahkeme kararı ile yurt dışına çıkışının engellenmesine gelince; Bu konuda mahkeme kararı karşısında Hükümetin bir şey yapamayacağı veya mahkemenin Perinçeğin kaçabileceği iddiası gülünç kalmaktadır. Son günlerde öyle inanılmaz davalar ve sonuçları ile karşılaştık ki, Türk Ulusunun yüksek menfaatini ilgilendiren böyle bir davaya bir siyasi parti liderinin desteklenmemesi çok büyük siyasi hata olacaktır.
Perincek gönderilmez ve dava aleyhimize sonuçlanırsa Ermeniler ve bütün Hristiyan Batı dünyası Müslüman ve zalim Türklere karşı büyük bir hukuki zafer kazanacak ve soykırım iddialarının cezalandırma kanunları birbirini takip edecektir. Yöneticilerimiz danışmanlarının dikkatini bu konu üzerinde yoğunlaştırmalarını ve hukukçuların kişi yerine uluslarının menfaatlerine göre hareket etmelerini bekleriz.
Son bir not: Perinçek bu davaya katılamazsa, bu, ülkemizdeki siyasi ve hukuki baskıların ne boyutta olduğunu bütün dünyaya hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde gösterecektir.


ÖZEL  NOTUM; 
TÜRKİYE  CUMHURİYETİ DEVLETİ  NİN  ULUSLAR ARASI CAMİADA  BİR SAYGINLIGI VAR DI  İLİŞKİLİ VE ALAKALI OLMAYAN HER  GİRİŞİM DEVLETE ZARAR  VERİR  DEVLETİ YÖNETMEKLE MÜKELLEF SİYASİ İKTİDARIN ORGANLARI VARKEN  KİŞİSEL  GİRİŞİMLER FAYDADAN  COK ZARAR GETİRİR  ERMENİ MESELESİ Nİ  DOĞU PERİNCEK ÜZERİNDEN  ÇÖZÜME  GÖTÜRMEK EN BÜYÜK HATADIR..

..

1 Mayıs 2015 Cuma

Kadınların Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesi



Kadınların Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesi 



Galip Baysan
Pazartesi, Mart 09, 2015

Bu gün birisi çıkıp da bana “Size göre günümüz Türk ve İslam Dünyasının en büyük ve en önemli sorunu nedir?” diye sorsa vereceğim cevap öncelikle      “ Kadınlar ve Kadın Hak ve özgürlükleri” olacaktır. Ve ne yazıktır ki Türk ve İslam Dünyasında bu konunun önemini anlamış pek az insan mevcuttur. Bu ülkelerde kadın deyince akla hemen 90-60-90 rakamlarının kadını gelir. Oysa kadın denince ilk anda akla Anneler gelmelidir, çünkü her kadın bir anne veya anne adayıdır. Bu nedenle toplumda daima saygın bir yere, saygın bir değere sahip olmalıdır. 
Atatürk’ün bütün karşı çıkışları ve engelleri bertaraf ederek bir anda kadınlarımıza verdiği hak ve özgürlükleri elde etmek için Dünya kadınları yüz yıllarca uğraşmış ve çok büyük mücadeleler vermişlerdir. 8 Mart Dünya kadınlar gününü kutlarken ülkemizde ve bütün medeni âlemde bu kadınların mücadelelerinin en azından hatırlanmasının gerekli olduğuna inanıyoruz.  
 Dinde Reform Hareketinin ve Protestan Mezhebinin ünlü lideri Martin Luther “ Evlilik kutsanmış değil, dünyevi bir iştir” sözleri ile evlilik anlayışına yeni bir yorum getirmiştir. Martin Luther de masa başı sohbetlerinde “ Kadın evde oturmalıdır” sözleri ile klasik çizginin dışına çıkmamıştır.(1) Ondan bir şeyler bekleyen kadınlar hayal kırıklığı yaşamışlardır.
Rönesans’la birlikte büyük bir özgürlük akımı oluşmuşken, kadınla erkeğin arasında daha fazla eşitlik olabileceği düşünülüyordu. Ancak yine kadın hak ve özgürlükleri konusunda ciddi bir atılım yapılamadı ve Fransız İhtilaline kadar hiçbir gelişme olmadı.
Kadınlar 1789 yılında başlatılan ihtilal hareketi içinde aktif roller üstlendiler. Mevcut yasalar gereği oy verme hakları yoktu ve devrimci örgütlerin çoğuna kadın oldukları için kabul edilmiyorlardı. Önlerine çekilen bu kalın setleri aşmak için kadınlar kendi örgütlerini kurdular. Paris’te ve 30 kadarı taşrada kurulmuş olan “ Devrimci, Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü” böyle kurulmuştu.(2)

Bayan Concordet’in   çıkışından sonra erkek çocukların, kız çocuklar karşısındaki miras öncelikleri kaldırılıp, bu alanda eşitlik ilkesi benimsendi. 1792’de yasalarda boşanma hakkı tanındı. Ancak Cocordet’in giyotinle idam edilmesinden sonra önerileri unutuldu. 
Olympe de Gauges 1791 Eylülünde yayınladığı “Kadın ve Kadın Yurtdaş Hakları Bildirisi”nde isteklerini şöyle belirtmekteydi. “ Haklar bakımından özgür ve erkeklerle eşit doğan kadınlar, erkeklerin toplumda çekip ellerinden aldıkları doğal haklarından yararlanmalıdırlar. Kadınlar bütün haklarını elde etmedikleri sürece Devrim tamamlanmış olmayacaktır. Bildirinin onuncu maddesinde de şu ünlü sözü söyleyecektir. “İdam sehpasına çıkma hakkı olan kadının kürsüye de çıkma hakkı da olmalıdır.”   
    
 Aykırı fikirlerinden dolayı 20 Temmuz 1793’te tutuklandı, 2 Kasımda ölüme mahkûm edildi ve bir gün sonra giyotine gönderildi. Yıllarca peşinde koştuğu kürsüye çıkma hakkı kendisinden esirgenmişti ama sehpaya çıkma hakkı esirgenmedi.(3)
 Onunla birlikte yayınladıkları “Kadınların Hakları” Belgesine imza atan mücadele arkadaşı Rose Lacomb’un kadın hakları konusunda Meclise açtığı savaş da başarısızlıkla sonuçlandı ve Bayan Lacomb’un da başı sehpada giyotinle uçuruldu.(4)
Sehpada can veren kadın savaşçılardan biri de Madam Roland dı (1754–1793). 
1793 yılında diğer arkadaşları gibi o da sehpaya götürülürken söylediği şu sözler yıllarca hafızalardan silinmedi: “ Ey özgürlük senin adına ne cinayetler işleniyor.”
 Erkek devrimcilerin 30 Ekim 1793 yılında hazırladığı bir raporla kadın kulüpleri ve kadınların siyasi haklarını kullanmaları yasaklanmıştır. Yine de kadınların mücadelesi bazı önlemlerin alınmasına imkân sağlamıştır. Medeni hakların tanınması, mirasta eşitlik, gerektiğinde karşılıklı anlaşma ile boşanma bunlar arasındaydı.(5)
Devrimin birçok düşüncesi gibi, eşitlik anlayışı da kısa bir süre sonra hızını kaybetti. Ünlü Talleyrand “ Kız çocukları okullara ancak 8 yaşına kadar kabul edilebilir” derken; Napolyon Bonaparte döneminde yayınlanan “Medeni Kanun” da kadınları yeniden aile reisinin, yani erkeğin egemenliği altına sokacaktı.
 Kadın hakları konusunda en büyük mücadelerden birini bayan Germain vermişti.Ona en yakın insan şüphesiz babası, dönemin ünlü Maliye Bakanı Jacques Necker idi ve her fırsatta “Ben Nekerin kızıyım, ona layık olmaya çalışacağım” diye bundan gururla bahsederdi. Napoleona “Fikir korkağı” dediği duyulunca Napoleon da onun için “Onu ezeceğim, yok edeceğim” demişti. Bu tehditleri duyan Germain aldırmamış ve şu ünlü sözleri söylemişti: “ Haksız bir güce karşı direnmenin temelinde bir tür bedensel zevk yatar.”
 Kadınların oy hakkı ile siyasi haklardan mahrum edilmesini savunan fikirler çoğunluktaydı. Mesela ünlü düşünürler Adam Smith, Hegel, Kant, Rousseau ve Nietche’nin kuramları temelde birçok bakımdan birbirinden farklı olduğu halde, kadınlarla ilgili görüşleri açısından şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyorlardı. Kadınların siyasi statüden yoksun bırakılmalarını; biyolojik doğalarına bağlı ve haklı görüyorlardı. Kadınların ruhsal yapılarının “ Yumuşak, boyun eğici, duygusal, us dışı” olduğunu dile getiriyorlar ve kadınların ev içi ile sınırlı kalmalarını ısrarla vurguluyorlardı.(6)
Haklar konusunda kadınlara açıkça destek veren ilk siyasi liderlerden biri, iktisatçı, filozof John Stuart Mill (1806–1873) olmuştu. 
Jeremy Bentham ve John Stuart Mill kadınların vatandaşlık haklarına sahip olmalarını savunmakta ve “İnsan ırkının bu yarısını, moral açısından erkeklere eşit” saymaktaydılar. J.S.Mill “Kadınların Boyun Eğmişliği”  ( Subjection of Women) başlıklı kitabında, kadınların oy hakkı kazanmalarını, hukuk sistemine dâhil edilmelerini, siyasal, medeni ve toplumsal tüm haklara toplumdaki tüm erkek vatandaşlarla eşit bir şekilde kavuşmalarını bir özgürlükçü talepler dizisi olarak sunmaktadır. O, Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde “ doğuştan tabii haklar” olarak tanımlanan hakların yalnız bir tek cinse  (erkeklere) özgü olamayacağını ileri sürmekte, “ cinsiyet aristokrasisini” şiddetle reddetmekte, erkeklerin hukuk ve siyasal pratikte kadınlar üzerindeki iktidarlarını “Medenileşmiş toplumun sonuncu zorbalığı” olarak nitelemektedir.(7)
  Savaş sonunda Anayasa’da yapılan bir değişiklikle köleliğe son verilip(8), zencilere oy hakkı tanındığı halde bütün mücadelelerine rağmen kadınlar bu haktan yoksun bırakıldılar. Kölelere tanınan haklar annelerden esirgendi. (9)

Elisabeth Candy Stanton ve arkadaşları Newyork’ta yapılan  bir toplantıdan önce büyük bir hamleye daha imza attılar ve 1845 yılında “Kadınların İncilini”  ( Women’s Bible)’ı yayınladılar. Bu kitapta hemen hemen bütün tek tanrılı dinlerde ortak olan Âdem ile Havva öyküsü farklı bir şekilde yorumlanıyordu. Esasta Havanın davranışı Âdemin davranışından daha üstün bir değer taşıyordu. Yasak sadece Âdeme konmuştur ve o her şeyi sessizce izler, araya girmemiş ve eşini soğukkanlılıkla ele vermiştir. Bu kabul edilemez bir davranıştır ve cennetten kovulma olayının esas suçlusu Havva değil âdem’dir. Bu olayı (10) yorumlayanlar açıkça Havaya haksızlık yapmışlardır
1890 yılında kadınlar kendilerine karşı olan tutum ve davranışların ana nedeninin kutsal kitaplar olduğunu görünce, bu konuyu yeniden ele alıp meselenin üstüne gitmeğe karar verdiler ve “İncili gözden geçirme komitesi” ni kurdular. Bunun yanında aynı yıl kurulan “Amerikan Ulusal Kadın Oy Hakkı Derneği” ( National American Women Suffrage Association) ülkenin tümünde kurulan bölgesel örgütleri bir araya getirdi. 1903 yılında bir büyük hamle daha yapılarak “Oy Hakkı Uluslar arası Kadın Birliği” kuruldu. Böylece ABD’de sağlanan güç birliği sayesinde, 1914’den itibaren bir kısım Batı eyaletlerinde, 26.8.1920’den itibaren de bütün ülkede kadınlara oy verme hakkı sağlandı.(11)

DİPNOTLAR:

(1)    Server Tanilli: Fransız Devriminden Portreler, s.229–230 ( İstanbul–1995)
(2)    Necla Arat: Feminizmin ABCsi, s.24–25 (Simavi Yayınları)
(3)    Serpil Çakır: Osmanlı Kadın Hareketi, s.13 (İstanbul–1944) ;S.Tanilli, s.232; N.Bensadon, s.41–42  Serpil Çakır: Osmanlı Kadın Hareketi, s.13 (İstanbul–1944) ;S.Tanilli, s.232;   Ney Bensadon: Başlangıçtan Günümüze Kadın Hakları, s. 41-42  (İletişim Yayınları, İstanbul–1990)
(4)    S.Tanilli, s.232  
(5)    Norgand Kohlhagen: Dünyayı Değiştiren Kadınlar, s.30–31 (İstanbul–1993) 
(6)  N.Arat, s.17
(7)  Aynı Eser, s.20
(8)      “      “   ,s.32
(9)      “      “   ,s.33
(10)   Ney Bensadon: Başlangıçtan Günümüze Kadın Hakları, s.14 ( İletişim Yayınları İstanbul–1990) 
(11)    Aynı Eser, s.53–54 

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/kadinlarin-esitlik-ve-ozgurluk-mucadelesi-galip-baysan.html

.


Bir Asker Mektubu




Bir Asker Mektubu 



Galip Baysan
Cumartesi, Mart 14, 2015


Yüksek rütbeli, eski bir asker arkadaşımın son gelişmelerden, özellikle ülkemizin Suriye , iç ve dış politika sonucu oluşan   olumsuzluklardan fazlası ile etkilenerek gönderdiği mektubu hiçbir ekleme yapmadan bilgilerinize sunmak istiyorum.


“Sayın Beşir Atalay,
8 Nisan 2013 Tarihinde ‘ki “Terörle Mücadele” konulu Sn. Başbakana sunduğum ve 10.04.2013 Tarihinde tarafınızdan cevaplandırılan mektupların  hemen ardından, REYHANLIDA KANLI OLAY MEYDANA GELDİ. Bunun üzerine Amerikalı Senatör  Webster’in  “ Türkiyenin ABD ile Ölümcül Kucaklaşması” Konuşmasını kendi düşüncelerimle birlikte Size 14 Mayıs 13 tarihli mektubumda  sundum. 
Bu mektuplarda; Suriye siyasetimizin, Güney illerimizdeki istihbarat örgütleri  ile bizim MİT faaliyetlerinin, sığınmacılara karşı tutumumuzun  yanlışlıkları ile alınması gereken önlemleri kısaca açıkladım ve Amerikalı tarihçi senatörün Suriye konusunda  Obama ile Erdoğan ve Davutoğlu’nu uyardıklarını belirttim. Bütün bu önerilerin ve olayların  semeresi görülmeyince ve Adana  Hatay bölgelerinde emniyet, savcı güçlerimiz ile Hükümet yetkilileri arasında istenmeyen olayları, yayın basın organlarında görünce, Ayrıca benim İstanbul ve Ankara  gezilerimde Sığınmacıların içler acısı durumlarını gözlemleyince, bunların hepsini 8 Haziran 2014 tarihli mektubumda tekrarlayarak sizlere sundum.
       
Bu mektubumda ben ilkönce sığınmacılara değineceğim. İlk olarak konuya girdiğimde sığınmacı miktarı 115 bin civarlarında idi. Ama Suriye’deki siyaset yanlışlıklarımız bu miktarın artacağını belirledi ve konu üzerine bir vatandaş  olarak eğilmek zorunluluğunu hissettim ve uluslar arası teşkilatları da zorlayarak bu miktarın belirli sayıyı aşmamasını, aksi halde ülkemize sosyal ve ekonomik alanda zararlar vereceğini belirttim. Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız Sığınmacı miktarının iki milyona yaklaştığını, sarf edilen miktarın beş milyar doları aştığını belirtiyorlar ve insani duygularımız sebebiyle bunlara katlandığımızı belirtiyorlar.(insani duygular dışında siyasi hesapların olduğu da söyleniyor, ama ben oy avcılığına inanmıyorum çünkü bu çılgınlık olur.)
        
Sayın Atalay, Bu olaylardaki hükümet yanlışlıkları o kadar fazla ki anlatmakla bitirilemez. Benim insani özellikle acıma duygum yüksektir. Önceleri sığınmacı dilenci çocukları görünce muhakkak bir yardımda bulunuyordum. Bir arkadaşım; 4-5  yaşlarındaki ayakkabısız çocuğunu göstererek, üşüyor bir ayakkabı parası diye yalvaran kadını görünce,  hemen yandaki dükkandan çocuğu giyindiriyor.  3 saat sonra dönüşünde hemen hemen ayni mahalde ayni dilenci ayni çocuk ayakkabısız.,ve çocuk üşüyor ayakkabı yalvarmaları devam ediyor!?  Şimdi ben bir kuruş vermiyorum. Sebep Ayakkabı olayı değil! İktidarımızın yanlışlıkları. Bir bayan tanırım asgari ücretle çalışır. Eşinden ayrılmış ablasının iki çocuğu ve annesi, hepsine bakıyor, Gece kondu mahallesinden gelmek gitmek kolay mı?  Şimdi size sormak istiyorum, sığınmacıya mı, her an işini kaybedebilecek bayana mı acıyıp yardım elimizi uzatalım? Dini ve sosyal öğreti içinde 10/20 lira mı kime vereceğim? Sel yatağında, menfezde yaşayan kadına ne demeli, hangi vicdan buna dayanabiliyor? 
        
Seneler önce Avrupa’da dilenci göremeyince, araştırdım, dilenci yok mu diye? Harpten kalmış sakatlara ve diğer engellilere belediyeler tarafından sabit belirli temiz yerlerde basit eşya satışları yaptırarak,  ya da görme engelliler için fiyatları üzerinde yazılı eşyalar konmuş el arabaları kullanarak, sosyal bünyede uyum ve ferahlık yarattıklarını kıskanarak müşahede etmiştim. 60 yıl sonra, şimdi Sokaklarımız dilenci dolu.
        
Suriyeli toplama araçlarını da gördüm, Hacı Bayram civarından toplanıp kamplara götürülenleri de duydum. Neden önceden tedbir alınmadı? Aslına bakarsanız Suriye’ yi dize getirme siyasetinin ve hırsının bir parçası olarak görülebilinir, ama ters tepti. Bu mu ileri demokrasi, bu mu çağ atlamak?  İşsizlik oranı %11 ‘e yaklaştı deniyor. İşsizlerin bol olduğu ülkeler de cinayetler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, uyumsuzluklar  yani sosyal hayatın her veçhesinde olumsuzluklar fışkırır. Köşkler saraylar yapılıp lüks uçaklar mı alınmalı, işsizliğe çare olacak sanayi ve tarım alanlarına mı  bu meblağlar yönlendirilmelimidir? 
      
(11. .Cumhurbaşkanı A.Gül’ün 3 Günlük Umman gezisinin 40 bin kişilik bir kasaba  ihtiyaçlarını karşılayabileceğini açıklamış   ve Ülkemiz yararına ne faydalar sağladığını sormuştum. Her zaman olduğu gibi cevap yok.) Bu gibi gezilerin amaç ve faydaları halkımıza açıklanmalıdır. Muhalefet ağzı ile konuşmuyorum, ama güncel hakikatler olduğu için işsizlik ve parasızlıktan bunalan  kendi insanlarımızı gördüğüm için bu örnekleri sunuyorum.  Siyaset  Çare bulma sanatı olduğuna göre ve siyasi yanlışlıklar ile hırsların bizi bu bataklığa  sürüklediği düşüncelerinden hareketle, doğruları  ve çareleri de yanlışlıklarını  anlayan siyasi iktidar  bulmalıdır. Güney Doğu illerimizde olaylar oluyor, PKK hüviyet soruyor, haraç  alıyor vergi alıyor, yol kapatıyor, bayrak asıyor, poster sallıyor. 
       Saygıdeğer Atalay bunlar yanlış mı? Size soruyorum, SİYASİ SOSYAL EKONOMİK KOMPOZİSYON içinde, Her alanda güçlümüyüz? Her şey yolunda mı gidiyor? Bu BAŞKANLIK SİSTEMİ, derdimize çare olup yaralarımızı saracak mı? Sığınmacı yanlışımızı doğrultacak mı? Yoksa 17/25 Aralığı söndürmeye unutturmaya mı matuf?
       
Sayın Atalay, EĞRİ CETVELLE DOĞRU ÇİZİLMEZ. Suriyeli muhalif teröristleri eğitip Suriye ordusuna saldırtmak, bir milli dava olarak ortaya konup Demokrasi  prensipleri içinde partiler katmanlarında tartışılıp bu uygulamanın en iyi hareket tarzı olduğu sonucuna varıldı mı? IŞIT Suriye meselesindeki alternatifler içine dâhil edilerek, önceki yanlışlıklara bulaşmadan uygun çözüm tarzlarına erişildi mi? Yoksa emir okyanus ötesinden “ Suriyeli muhalif silahlılar  eğitilsin donatılsın, aksi halde BOP eş başkanlığı kaybolur” biçiminde gelip biz de bunu olumlu mu bulduk? Veya biz Başkanlık rüyalarımızı  hayallerimizi kaybederiz endişesi ile eğit donat taktiğine  mi  takıldık? Nedir bu eğit-donat stratejisi eğer bir egemen ülkeyi bitirme amaçlı ise, bize ne? Önce biz SOSYAL BÜNYEDEKİ EROZYONU DURDURALIM, milli şahlanma başlar, REFAH ve GÜVEN gelir. Bu iki faktör devletlerin varlık sebepleri ve halklarına sunacağı asli görevlerdir.
        
Milli eğitimde her bakan değişmesi yeni programları getirdi her değişiklik bu kuşaklarda endişe ve tepkiler doğurdu. En son 4+4+4 AK Parti yandaşları tarafından da tenkit edilmeye başlandığını görüyor ve duyuyoruz. Milletimize gösterilen reva, olumsuz davranışlar neden? Neden yetkililer diğer partililer ve ilim adamları ile bir araya gelerek, biçimi ile ruhuna  ve Millilik kavramına uyan 5–10 yıllık programlar yapamıyorlar veya yaptırmıyorlar? 12–13 Yıl iktidarda; Milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması, Partiler ve seçim kanunlarının ileri demokrasiye taşınması gibi ilk yıllardaki halkı aydınlatma konuşmalarınızda vaat edilenlerden hiç birisi gün yüzüne çıkmadı.  Cumhurbaşkanı bağırarak konuşmalarında halkın sevgisini kazandı, ama kendisini yıprattı, halen bu durum devam ediyor yazık. Halk beyin gücü yerine bağıranı alkışlıyor. Anayasa uyumsuzluğu doğuyor. Muhalefeti propaganda konuşmalarında tenkit etme yerine onları  konuşup yeni ufuklarda birleştirici faaliyetlerde bulunsa, daha verimli olacağına inanıyorum. Devletteki paralel yapı, Ak Parti ve onun başı tarafından kabullendi ve oluşturuldu. Bu gün ışığı kadar net ve inkâr dilecek durum yok. Bu yanlışlığın bir siyasi cezai yaptırımı olmalı, milletten özür dileme faaliyetleri açık ve endirekt yapılmalıdır. Yoksa halktan 400 milletvekili isteme çağrılarında Paralel yapı kullanılmamalıdır. Bu 400 milletvekili demokrasi ve anayasal seçimler sonrası oluşacak yüce meclisten istenebilinir.
      
Sayın Beşir Atalay, bütün bu olayları size neden yazıyorum. 1. Önceleri Başbakan Yardımcısı olarak, AÇILIM ve BARIŞ süreçlerinin mimarı olarak biliniyorsunuz. ( Ama bu süreçten Muhalefet partileri ile halkımızın ve akil denen yardımcılarınızın bilgisi olmadı. Habur, Oslo, Diyarbakır, İmralı görüşmeleri bir netice vermedi. Halkımız sıkıntılı ve endişeli)
2. Siz bir konuşmanızda; AK Parti içinde 40 kadar kişinin oluşturduğu bir gurubun bulunduğunu, tüm faaliyetler ve siyasi ihtiyaçların bu kurulda değerlendirilip olgunlaştırıldığını ve bundan sonra ilgili makama verildiğini, açıklamıştınız. Kendinizi Gurubun başı olarak belirttiniz. Bu iki sebepten etkili kişi olarak sizi  tanıyorum.
       
Sayın Atalay, Halkımızın üzüntüleri ve boynu eğiklikleri yalnız yukarıda yazdıklarım kadar değil, çok daha fazlasıdır. Son bir söz, İçişleri Bakanına yazdığım gibi Halkın Polisi halk için, Milletin MİT’i millet için kullanılmıyor. Hayal edilen hedeflere yöneltiliyor.  Birlik ve beraberliğimizin sosyal bütünlüğümüz içinde tekrar sağlanması ümidiyle kalpten başarılı çalışmalar dilerim. 
S. Nadir Güven 22.02.15”

     Zaman zaman askerlerin günümüz olayları karşısında ne düşündükleri merak edilir ve bendeniz her fırsatta ülkemizde çoğunlukçu demokratik düzene en bağlı kurumlardan birinin askerler olduğunu söylerim. Zannederim ki Sayın Güven’in yönetimi uyarıcı ve gözlem ve tecrübelerine dayanarak yardımcı olucu mektubu söylediklerimizi teyit etmektedir. Bir başka açıdan şunu söylemek mümkün: galiba bu ülkede hala toplumu bir kişinin değil, bir partinin veya daha genel bir deyimle çoğunluğun yönettiğine inananlar var.

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/bir-asker-mektubu-galip-baysan.html

..

18 Mart Deniz Savaşı ve Sonrası




18 Mart Deniz Savaşı ve Sonrası  



Galip Baysan
Salı, Mart 17, 2015

  
1915 Yılında Churchill ve İngilizleri en çok tahrik eden olay;  100 yıl önce Napolyon Savaşları sırasında İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Duckwood’un inanılmaz macerası olmuştu. O günlerde Amiral Duckwood’un İstanbul seferi Deniz Harp Okulunda Korvet Kaptanı Bogarth tarafından okutuluyordu. Duckwood 8 savaş gemisi, 2 Firkateyn, 2 kalyondan müteşekkil bir filo ile 19 Şubat 1807 günü Çanakkale Boğazından girmiş, Nara açıklarında küçük bir Türk filosunu tahrip ederek Marmara’ya geçmiş, 20 Şubat günü İstanbul önüne gelmiş, Napolyonun Elçisi General Sebastiyani’nin kovulması ve Türk Donanmasının teslimini talep etmişti. İsteklere olumlu yanıt vermeyen Osmanlı Devleti görüşmeleri uzatırken kıyıda savunma tedbirlerini arttırdı. Sonuç alamayacağını anlayan Duckwood 1 Mart’da Çanakkale’ye doğru döndü. 3 Mart günü Boğazdan çıkarken sert bir dirençle karşılaştı. 29 ölü ve 138 yaralı zayiat verirken bütün gemileri ağır hasara uğradı.(1) Türk kaynaklarına göre Duckwood bir öğle namazı vaktinde Boğaz girişine geldi ve kıyıdakiler onun dost bir filo olduğunu ve İstanbulu ziyarete geldiğini düşünerek ateş açmamışlar. Duckwood Marmara’da beklerken işlerin çıkmaza girdiğini görünce geri kaçmak istedi ama rüzgâr olmadığı için beklemek zorunda kaldı ve rüzgâr yelkenlerini şişirince de Çanakkale’ye doğru hızla uzaklaştı. Gerçekleri duymak istemeyen İngilizler bu konuda gösterdiği cesaret ve beceri nedeni ile Duckwood’a ne kadar hayranlık duyuyorlarsa, İngiliz Donanmasını Boğaz önünde görünce Boğazı savunan askerlerin korkup kaçacaklarına da o kadar inanıyorlardı. Churchill o muazzam donanma ve ateşine karşı Türk askerinin yine bir şey yapamayacağını ve büyük bir ihtimalle korkup kaçacaklarını zannediyordu. Böylece efsanevi Amiral Duckwood’un başaramadığını başarmış biri olarak tarihe geçmiş olacaktı.
  
Bir akşam Başbakan Asquıt’in evindeki bir akşam yemeğinde, Başbakanın kızı Violet Asquıt,  Lord Kitchenerle sohbet ederken “ Çanakkale ile ilgili kazanılacak zaferin onurunun tamamen Winston Churchile ait olacağını” söyledi. Onun Amiral Fisher ve diğer muhaliflerin baskılarına karşı nasıl büyük bir güven ve cesaretle sorumluluğu üzerine aldığından bahsedince, Savaş Bakanı “ Tamamen öyle değil, ben de başından beri bu harekâtı destekliyorum” cevabını vermişti.(2)  
Amiral Carden planlandığı gibi 19 Şubat’tan itibaren Boğaz girişindeki mevzileri bombalamağa başladı. Emrinde 14 İngiliz ve 4 Fransız Muharebe gemisi, 35 kadar mayın temizleyici ve yeteri kadar yardımcı gemi toplanmıştı. Bombardımana katılan gemiler Türk toplarının menzili dışında kaldığı için hasara uğramadan rahatça görevlerini yapıyorlardı. 25 Şubatta gemiler Boğaz girişini bombalamaya devam ettiler ve bu bombardımanlar 16 Mart gününe kadar tekrarlandı. O gün Filo Komutanlığında çok önemli bir gelişme oldu. Ağır baskı ve stres sonucu Amiral Carden rahatsızlandı ve görevinden alındı. Aslında Churchill bu görevi baştan itibaren Türkiye’deki İngiliz Misyonu komutanı Amiral Limpus’a vermeği düşünüyordu. Çünkü o Boğaz savunmasının bütün inceliklerine hâkimdi. Ancak böyle bir görevlendirmenin uluslar arası nezaket kuralları ve dürüstlükle bağdaşmayacağı düşünülerek vazgeçilmiş (3) ve komutanlığa Amiral Carden atanmıştı. Hiç vakit kaybedilmeden görev yardımcısı Amiral de Robeck’e verildi. Churchill kendisine fazla gecikmemesini tavsiye edince iki gün sonra asıl saldırının başlayacağını belirtti. 
    
Saldırı 18 Mart günü başladı.Sabahın ilk saatlerinden itibaren Boğaza giren 18 savaş gemisi altışarlı üç hat halinde yerlerini aldılar ve 11.30 dan itibaren her tarafa mermiler yağdıran devasa bir ateş ve çelik grubu olarak ilerlemeye başladılar. Ellerindeki cephanenin sınırlı oluşu ve menzil sınırlaması gibi nedenlerle Türk tarafı 12’den sonra ciddi olarak karşılık vermeğe başladı. Akşama kadar 6 saate yakın bir muharebeden sonra. Amiral de Robeck saat 17 civarında donanmasına geri çekilmeyi emretti. Saldırı sırasında 3 savaş gemisi batmış, 3savaş gemisi çok ağır yaralanmış, dört gemi de ağır hasar görmüş ve Toplam 800 denizci ölmüştü. Türklerin kaybı ise 8 top,40 ölü ve 70 yaralı olarak tespit edilmişti.(4)
    
Winston Churchill ve Lord Kitchener’in en büyük endişesi ikinci saldırının geciktirilme ihtimali idi.  Onlar Türklerin savunma gücünün tükendiğine, cephane stoklarının %80 inin harcanması nedeni ile savunma gücünün kalmadığına inanıyorlardı.(5)  Fakat 18 Mart günündeki saldırı sırasında Türkler öylesine soğukkanlı ve güçlü bir direnç göstermişlerdi ki, savaşanlar bir daha aynı şartlarda Boğaza girmeye istekli görünmediler. 22 Mart günü Amiral de Robeck’in Sancak gemisi Queen Elizabeth’de, bölgeye yeni komutan olarak atanan General Hamilton ve üst rütbeli general ve amirallerin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda durum detaylı olarak görüşüldü ve bundan sonra sadece deniz kuvveti ile değil kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte yapacağı müşterek bir harekâtla saldırının yenilenebileceği kararı alındı ve bu karar teklifi Savaş Konseyine sunuldu. 
     
 Deniz Bakanlığında Churchill Çanakkale’ye yeni takviyeler göndermek için büyük gayret sarf ediyor, bölgeye gönderilecek, her gemi, her subay, her asker ve her mermi için olağanüstü bir uğraş veriyordu. Onun bu kadar ısrarlı olmasını anlamakta güçlük çeken yaşlı Amiral Fisher, bir gün ona gönderdiği bit yazının altına şu notu düşecekti: “ Sen Çanakkale ile kafayı yemişsin, başka bir şey düşünemiyorsun. Allah kahretsin şu Çanakkale’yi, orası bizim mezarımız olacak.” (6) Deniz saldırısı bir daha tekrarlanmadı ve alınan karar gereği İngiliz, Fransız ve Koloni ülkeler askerleri 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Gelibolu Yarımadasına muhtelif kıyılardan çıkarak Çanakkale Muharebesinde, Kara Harekâtı olarak yeni bir safha başlattılar.
    
Bundan sonra her geçen günde Amiral Fisher ile Churchill arasındaki ilişkiler gittikçe bozuldu, nihayet 15 Mayıs günü Churchill Fisherin istifa dilekçesini masasında buldu. Yıllar süren yakın ilişkilerini başından beri yakından izlediğimiz bu ikilinin ayrılması Churchill’i çok üzdü. Ama onu daha çok üzecek başka gelişmelerde olmuştu. Hemen hemen bütün ülke onun aleyhine dönmüş, Churchill’e karşı cephe almışlardı. Boğaz saldırısı ile çok büyük bir hayranlık ve şöhret kazanacağına inanan Deniz Bakanı, cepheden gelen ağır zayiat haberlerinin sonucunda ölüm ve kayıplardan sorumlu tutulmağa başlandı. Mayıs sonlarına doğru, Churchill Deniz Bakanlığından ayrılmağa zorlandı. Ancak istifasına rağmen onun Savaş Konseyi üyeliğine devam etmesi istendi. Kasım ayında Savaş Konseyi yenilendi ve onun devre dışı bırakılması Chuchill de hayal kırıklığı yarattı. 
    
Bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir savaşçı olarak ülkesine hizmet etmek isteyen Churchill müracaatı üzerine Fransız Cephesine gönderildi. Kendi arzusu en az bir Tugaya komuta etmekti. Ancak Londra’dan gelen emirde onun taburdan büyük hiçbir birliğe komuta etmemesi istendiğinden,  Churchill’e binbaşı rütbesi ile bir tabur komutanlığı görevi verildi. Bir ay kadar cephede kalan Churchill, mevzilerde yaşamanın bütün zorluklarını gördü, sıkıntıları arkadaşları ile paylaştı. Daha sonra Albaylığa terfi ettirilerek 6ncı Kraliyet İskoç Fusilier birliği komutanlığına atandı. Altı ay daha bu görevle cephede kalan Churchill, cepheden ayrılarak Londra’ya döndü ve milletvekili olarak görevine devam etmek için Parlamentoda yerini aldı ve siyasi yaşamına yeniden başladı.(7) 
    
Türk tarafına gelince; yurt dışında Ateşemiliter görevindeyken gönüllü olarak cephede görev almak isteyen ve kendisine bir Tümenin komutanlığı verilen genç bir Kurmay subay Yarbay Mustafa Kemal gün geçtikçe muharebeler içinde sivrildi. Bu subay, birkaç kritik gün ve durumda, adeta kendi başına verdiği kararlar ve sağlıklı müdahalelerle savaşın kaderini değiştirmiş Çanakkale Zaferinin mimarı olmuştur.


DİPNOTLAR:

(1)     Binbaşı Demaz: Çanakkale Seferi, s.14 (İstanbul Askeri Matbaası–1930)
(2)    David Fromkin: A Peace The End All Peace, s.135-136 ( Avan Boks, New York–1963)
(3)    C.F. Aspinal-Oglander: Çanakkale Cilt–1,s.14; Alan Moorehead: Gallipoli, s.76–77(London–1956)
(4)    Birinci Dünya Harbinde Türk harbi, V cilt, Çanakkale Cephesi harekatı, Inci Kitap, s.211–212 (Ankara–1993)
(5)    Tim Swifte. Gallipoli The Incredible Campaign, s.29-30 (Australia,Sidney-1985)
(6)    Violet Benham Carter: Winston Churchill As I Know Him s.378 (London–1966)                                     
(7)    Quentin Reynolds: Winston Churchill, s.90–93 ( Random House New York–1963)                                        

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/18-mart-deniz-savasi-ve-sonras-galip-baysan.html

..

17 Nisan 2015 Cuma

Turkish Demokrasi mi? Teşekkürler Almıyoruz Galip Baysan


Turkish Demokrasi mi? Teşekkürler Almıyoruz  


Turkish Demokrasi mi? Teşekkürler Almıyoruz - Galip Baysan

Galip Baysan



Önümüzdeki iki ay içinde Türkiye bize göre tarihinin gelmiş geçmiş en önemli seçimlerinden birini yapacaktır. Geçen 12 yıllık iktidarları süresince ülkemizi tek parti daha doğrusu bir tek kişi mevcut bütün siyasi ve hukuki kuralları alt üst ederek dilediği şekilde ve tıpkı bir sultan gibi ülkeyi yönetmeye çalıştı.Bu da yetmedi yeni bir 4 yıllık yönetimi daha büyük yetkilerle donatarak saltanatının devamı için inanılması zor bir şekilde Anayasayı ve ettiği bütün yeminleri, verdiği bütün sözleri inkar ederek tarafsızlığını çöpe atıyor. Bu olaylara şahit olan başta Yargı organları olmak üzere bütün resmi kurumlar garip bir tutukluk içinde, yasaları kullanma yerini iktidar partisi liderlerini seyrederek ve hatta alkışlayarak destekliyorlar. Böylece 2015 yılında Dünya uzayda koloni kurmaya çalışırken ülkemiz dar bir cepheden Orta Çağın karanlık dünyasına doğru sürükleniyor.
Önümüzdeki seçimde oylama sadece iktidar değişikliği için yapılmayacak. Türk Halkını bekleyen en önemli sorun; iktidarın geçmiş yıllarda olduğu gibi 300-400 Milletvekilliği kazanarak iktidara gelmesi ve Anayasada değişiklik yaparak Başkanlık sistemini kurması ve Laiklik, birlik ve bütünlük istiyen değiştirilemez diye bildiğimiz maddelerinin buharlaştırılmasıdır.
Demokrasi tarihinde tıpkı günümüz iktidar liderleri gibi tek adam ve çoğunluk yönetiminin hangisinin daha mükemmel olduğu konusu yüzyıllarca tartışılmış ve günümüz çağdaş demokrasi anlayışı böyle gelişmiştir.Biz bu gün bu konudaki bilgilerimizi hatırlatmak istiyoruz.
 
 Siyasi düşünce açısından ünlü Yunan düşünürü Sokrat; “Kollektivist” bir sistemi savunurken, Platon: “Isparta aristokrasisini” savunuyordu. Aristo ise en iyi yönetim şekli olarak “Monarşiyi” savunurken, yönetimleri günümüzdeki anlayışa çok yakın bir şekilde şöyle sıralamıştı:
        
“Tek kişinin yönetimi krallık (Monarşi), bunun bozulmuş şekli Tiranlık. Azınlığın genel yararı korumak için kurduğu yönetim Aristokrasi, bunun bozulmuş şekli Oligarşi. Çoğunluğun yasalar çerçevesinde kurduğu yönetim Politeia, bunun bozulmuş şekli de Demokrasi’dir.” (5)

Bu ifadelerden anladığımız kadarı ile ;Eski Yunan’da üç dev ismin (Sokrat, Eflatun ve Aristo) Demokrasiyi tutmamaktaydılar.(6). Demokrasiye karşı olan bir başka isim Alkibiadesti.  Peleponez savaşlarına doğru Alkibiades: “Demokrasiye gelince, çılgınlık olduğu tespit edilmiş birşeyi, tartışmaya ne lüzum var” demişti(7).
      
 Egemenlik olarak adlandırdığımız, devlet yönetimini düzenleyen o büyük Güç”ün tanımını ilk defa ortaya koyan Fransız hukukçusu Jehan Bodin; 1572’de Fransadaki ünlü Saint Barthelemy Katliamı’ndan hemen sonra, 1576’da yayınlanan “Devlet Üzerine Altı Kitap (Six Livres de la Republique) adlı eserinde kralın haklarına temas ederken, Demokrasiye çatmadan geçemiyor ve görüşlerini şu sözlerle dile getiriyordu: (8)
      
“Demokraside egemenlik bir çoğunluğun elindedir. Çoğunluk ise, en iyi durumda bilgisiz, budala ve duygularına kapılan bir güruh olup yıldan yıla değişir.”
       
J. Bodin böylece insanların eşit olmadıklarını ve Demokraside öbür yönetim biçimlerinde olduğundan daha az özgürlük bulunduğunu belirterek, demokrasi fikrini bir yana atmaktadır. Üyeleri arasındaki kavgalar ve kıskançlıklar sonunda kesinlikle ortadan kalkacağına inandığı Aristokratik Devleti de tutmamaktadır. Ona göre düzeni yalnızca Monark ( yani kral) sağlayabilir ve ondan başka kimse bir birlik duygusu yaratamaz(9).
       
J. Bodin, Monarşi savunmasını Tanrıya değil, eşyanın özelliğine dayandırırken, İngiltere’de I. James basılı eserlerinde “Kutsal Hak” kavramını işliyor ve 1598 yılında başladığı kuramcılığında, kralın Tanrının vekili olduğunu ve “Monarşinin Tanı’nınkine en yakın hükümet biçimi” olduğunu ileri sürüyordu(10).
        
Ünlü Voltaire’in de “Aydınlanmış Monarşi”yi desteklediği bilinmektedir. “Demokrasi ancak çok küçük bir ülke için uygun bir şeydir” demekte, eşitliliğe inanmamakta ve herhangi bir Parlamento biçimine tam bir güven beslememektedir.
       
 “Tek bir insanın tiranlığı ile çoğunluğun tiranlığı arasında farklar vardır... Hangi tiranlığın altında yaşamak isterdiniz? Hiç birinin. Fakat eğer ben seçme olanağı bulsam, tek bir insanın tiranlığını çoğunluğun tiranlığına yeğ tutardım. Bir despotun iyi olduğu anlar vardır, ama bir despotlar topluluğunun hiçbir zaman yoktur(11)” 
C.N. Parkinson,
         
Bilindiği gibi Montesquieu İngilizlerin sırrının “Kuvvetler Ayrılığı” prensibi olduğuna inanmıştı. Yasama, Yürütme ve Yargı fonksiyonlarının birbirinden ayrı tutulmasının gerekli olduğuna inanıyordu. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri Kurucuları tarafından adeta putlaştırılmış gibiydi(12).
        
Jan Jack Rousseau, insan mutsuzluklarının en fazla birey ile toplum arasındaki sürtüşme ve çatışmalardan kaynaklandığını düşünüyor ve bu mutsuzlukların çoğundan toplumu sorumlu tutuyordu. “Şayet insanlar kötü ise bu kötü terbiye ve ortam onları bozduğu içindir. Felakete yol açan, bozuk toplumsal düzenlemeler, adaletsiz konular, despot idarelerdir. İnsan tabiatı gereği iyidir. Şayet insan, kötü şartlar tarafından bozulmasaydı, tabii iyiliği ile eşitlik ve adalete dayalı özgür bir toplum kurulabilirdi. Rousseau, yaklaşık iki asır önce yayınlanan iki kitabını da bu düşünceden hareketle yazmıştı. “Emile” şu cümleyle başlıyor: “Tanrı her şeyi iyi yarattı, insanların dokunmasıyla her şey kötüleşti.”, “Toplumsal Sözleşmenin” ilk bölümü de şöyle başlıyor: “İnsan hür doğdu, bugün ise her yerde zincire vurulmuş halde...” (13)
        
Günümüzde “Demokrasi” kelimesi ile ilişkilendirdiğimiz pek çok fikir, Kuzey Amerika, İngiltere, Fransa ve hatta Latin Amerika’da Tom Paine (1737-1809) sayesinde tanınmıştır. Şu sözler onun temel görüşlerini yansıtmaktadır.
       
“Hükümet bir milletin işlerini idare etmekten başka ne olabilir ki? O, bir kimsenin yahut bir ailenin mülkü değildir, tabiatı gereği olamaz da. Tüm topluma aittir. Her ne kadar güç ve hile ile gasp edilmiş ve babadan oğula geçer hale getirilmiş ise de bu gasp, doğruyu değiştirmez. Hâkimiyet, bir şahsın değil, milletindir; uygun bulmadığı hükümeti kaldırıp onun yerine çıkarına, mizacına ve tabiatına uygununu kurmak, bir milletin en tabii ve elinden alınmaz hakkıdır. İnsanların, insanlığa yakışmayan hayali bir şekilde kral ve tebaası diye ayrılması, saray mensuplarının durumuna uysa da ülke çapında geçerli olamaz ve bu ayrım, hükümetlerin kuruluşunun dayandırıldığı ilke tarafından yok edilmektedir. Her vatandaş iktidarın bir üyesidir ve hiçbir şahsi bağımlılığı, itaati kabul edemez, ancak yasalar karşısında boyun eğer... İktidarın veraset yoluyla elde edilmesi sistemi, insan aklına olduğu kadar insan haklarına da aykırıdır; saçma olduğu kadar adaletsizdir. (14)” 
David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, s.130- 131
       
Bütün bu tartışmalara rağmen Demokrasi, özellikle 20nci yy.dan sonra çok gelişmiş ve gelişmek isteyen bütün toplumlar için vazgeçilemez bir tutku halini almıştır. Bize göre de belirtilen bazı mahzurlara rağmen Demokrasi özgür insanlar, erdemli insanlar rejimidir. Bu özgürlük tanımının başına  “Dinsel Özgürlüğü” koymak gerekir. Sandık başına giden özgür birey her türlü maddi, manevi, Irksal ve Dinsel baskıların etkisinde kalmadan kararını ve oyunu vermelidir. O zaman o ülkede sağdan- sola 180 derecelik açı içindeki bütün siyasi görüşler değer bulur ve Cumhuriyet ve Meşrutiyet yönetimleri sınırlı bir görüş içinde kalmaz, Demokratik sistem belirli kesimlerin değil, bütün Ulusun mutlu bir şekilde yaşamasına imkân verecek şekilde gelişebilir. Sözlerimizi ünlü bir siyasi düşünürün Demokrasi konusundaki görüşleri ile noktalamak istiyoruz.
   
“Demokrasi, insan haklarının yazılı anayasalarla teminat altına alınmasından sonra süratli bir gelişme göstermiştir. Yirminci yüzyılın başında hiçbir siyasal ideal, demokrasi ideali kadar sağlam bir biçimde yerleşmiş görünmüyordu .”(15)
       
Bu nedenle diyebiliriz ki 2015 seçimleri, sözde demokrasiden kurtulup özde demokrasiye dönmek için çok büyük bir fırsat olacaktır.

REFERANSLAR:

(1)     Victor Ehrenberg, The Greek State, s.55-58 (Basil BlackwelL Oxford-1060)
(2)    The History of Herodotus s.250 (Translated by George Rawlinson, Volume-One); Heredotos, Heredot Tarihi, s.177-178 (Remzi Kitabevi, Türkçe’si Müntekim Ökmen, Azra Erhat, İstanbul-1983)
(3)     Heredot Tarihi, s.177-178: The History of Herodotus, s.250-251
(4)  Mete Tuncay,Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi,c.1, s.24 (Ankara-1985)
(5) Toktamış  Ateş,Demokrasi,. s.30-31( İstanbul-1976); C.Northcode  Parkinson: Siyasal Düşüncenin Evrimi,s.165-166 (Çev. M. Harmancı, Remzi Kitabevi, İstanbul )
(6)  Eflatun, Devlet-III, s.64 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara-1946)
(7)    A.D. Lindsay, Demokrasinin Esasları, s.2 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara-1973)
(8)     Turhan  Feyzioğlu: Türk Milli Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olan Millet Egemenliği s.3 (TTK Ankara-1987)
(9)  C.N. Parkinson, age. s.77-78
(10)    Voltaire’s Philosophical Dictionary, London-1929
(11)    C.N. Parkinson, age. s.82
(12)    David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, s.107 (Political İdeals, Şule Yayınları, İstanbul-1966)
(13)    Aynı Eser, s.122-123
(14)    Aynı Eser, s.130-131
(15) Edward Mc Nall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler, 1850-1950, s.3 (Ankara-1984)

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/04/turkish-demokrasi-mi-tesekkurler-almiyoruz-galip-baysan.html
..