1 Ağustos 2016 Pazartesi

ULUSLAR ARASI EKONOMİK DÜZENİN TEMELLERİ VE GÜNÜMÜZ İLE BENZERLİKLERİ



ULUSLAR ARASI EKONOMİK DÜZENİN TEMELLERİ VE GÜNÜMÜZ İLE BENZERLİKLERİ 



Prof. Dr. Hasan KÖNİ 
Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi 





















Özet: 

Uluslararası ilişkilerin ekonomi politiği devlet öncesi yapılanmalardan, modern devlet yapılanmalarına kadar her dönemde önem arz etmiştir. Orta Çağ’da 
yaşanan savaşların yerini, ekonomik temelli çatışmalar almıştır. Her ne kadar tarihten günümüze değişse de güvenlik ve ekonomi uluslararası politikanın temel kavramları arasında yer almaktadır. 19. Yüzyılda ortaya çıkan ekonomik bölge ve imparatorluklar, I. Dünya Savaşından sonra şekil değiştirmiştir. İngiltere I. Dünya Savaşından sonra stratejik hâkimiyetini kaybetmiştir. İngiltere’nin güç kaybından sonra ABD dünyanın yeni hâkimi olarak ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşından sonra askeri siyasi yapıların yerini ticaret devletleri almıştır. Bu yeni ortamda ABD hegemonyası iyice hissedilirken Avrupa’nın yeniden yapılandırılması söz konusu olmuştur. Yeni dönem Dünya Bankası, IMF gibi kurumların dünyayı düzenlediği liberal bir dönem olarak başlamıştır. Ancak ABD, SSCB karşısında sadece liberal ekonomi ile varlık gösteremeyeceğini anlamıştır. Bundan dolayı ABD merkantilist dönemin askeri önlemlerle ekonomik çıkar koruma davranışını sergilemiştir. Bu durum CIA ve NATO’nun yapılandırılmasını beraberinde getirmiştir. 1970’lerde petrol arzı ile ortaya çıkan ekonomik bunalım uluslararası ekonomik-politik sistemin 
yeniden yapılandırılması gerektirmiştir. Bütün bu olaylar uluslararası ilişkilerde mühendisliğin mümkün olmadığını göstermiştir. 

Anahtar Kelimeler: Ekonomi Politik, Uluslararası İlişkiler, Dış İlişkiler Konseyi, ABD Merkez Bankası, Avrupa Birliği, Marshall Planı, OPEC 


Giriş 

Merkantilist ekonomi ve daha sonra gelişen liberal ekonominin köklerinde ekonomik güvenlik kaygısının yattığı anlaşılmaktadır. Ekonomi tarihinde bir alandan mal alan veya bu alana mal satan, dukalık, krallık, sonraları devletlerin ticari faaliyet gösterdikleri alanlara hâkim olmak için askeri güç gönderdikleri görülmektedir. 
Amaç kaynakları korumak ve kaynak elde edilen alanları himaye altına almak olmuştur. Bir yazar, bu gelişmeleri askeri-siyasi sistemle sonradan gelişen 
ticaret devleti arasındaki gelişmeyi tanımlayarak açıklamaktadır. Bu yazara göre, ulus devletlerden ve imparatorluklardan oluşan uluslararası sistemde toprak ürünlerinin ve insan gücünün önemli olduğu dönemde ülkeler yaşamsal güvenliklerini sağlamak için fetihlere girişmişler kıtalar keşfetmişler ve insanları köle olarak kullanarak ürün fazlası elde etmişlerdir. Güvenlik geniş ordulardan, topraktan elde edilen ranttan gelmektedir.1 Genişlemenin sonuna gelindiğinde özellikle Avrupa merkezli güçler hegemonya için uzun süren savaşlara girmişlerdir. Denizlere açılanlar Hollanda yüzyılını, keşifler yapanlar İspanya yüzyılını yaratmışlar onları daha üstün güçlere sahip olan İngilizler izlemiş, 19. yüzyıl İngiliz yüzyılı ve nihayet 20. yüzyıl Amerikan yüzyılı olmuştur. Büyük güçler kendilerine yeni alanlar açmak için savaşmışlardır. I. Dünya Savaşı Rusya’nın, Osmanlı İmparatorluğunun, Avusturya-Macaristan’ın, Alman imparatorluğunun çökmesine neden olmuştur. Ancak, I.Dünya Savaşı büyük güçlerin sömürge topraklarının elden çıkmasına sebep olmuştur.2 

Bir süre daha orduları güçlü olan devletler yıpranmalarına karşın uluslararası alanda ekonomik gelirleri toplayan devletler olmuşlardır. 
II. Dünya Savaşı hegemonik güçlerin ekonomilerini derinden sarsmıştır. Savaşı kazananlar Almanya ve Japonya’yı ekonomik ve askeri açıdan aşağı tutmaya çalışmışlardır. 

Bu dönem daha önce var olan liberal ekonominin uluslararası alanda başatlık kazanabileceği bir dönem olarak algılanmıştır. Artık ticaret devleti tanımı 
uluslararası ilişkilerde yer alma, ileri çıkma dönemine girmiştir. Bu yaklaşımın köklerinde endüstri devrimi yatmaktadır. Endüstri devrimi ile birlikte güç ile toprak arasındaki bağ kırılmıştır. Yeni topraklar elde etmeden ve savaşa girmeden ekonomik güç kazanmak ve ekonomik güvenliği sağlamak mümkün olmuştur. 
Toplumu endüstri için hareketlendirerek yeni güç kaynakları yaratılabilmektedir. Endüstrileşme sonucu elde edilen ürünün uluslararası alanda barışçı bir biçimde 
dağılmasını sağlamak artık devletlerin yeni uğraşı olmuştur. Artan talep endüstrinin genişlemesine ve çalışmasına yol açacaktır, gelirler mali gücü arttıracaktır. Askeri-Siyasal yapının yerini artık ticaret devletleri almalıdır.3 II. Dünya Savaşının temel etkisi, ülkelerin toprakları daraldığı ve yeni ülkeler bağımsızlıklarını kazandıkları için daha geniş bir karşılıklı bağımlılığın-ilk başlarda gelişmiş ülkeler arasında- doğmasına neden olmuştur. Ortaya çıkan ve çıkmaya devam edecek gibi gözüken devletler yüzünden dünyada devletlerin yalnızca kendi başlarına ekonomik güvenliklerini sağlamaları yeterli olmayacaktır. Gelişmek ve yaşayabilmek için diğer devletlere gereksinme duyacaklardır. Ticaret sistemi ilişkilerin korunması ve uluslararası ticaret için gereklidir. II. Dünya Savaşı sırasında ortaya konan Amerikan liberal ekonomik düşüncesi bu yönde olmuştur. 

I-Amerikan Hegemonyası ve Avrupa Birliği 

Ekonomik olarak çöken Avrupa’ya savaş üretimiyle yükselen Amerika II. Dünya Savaşından sonra yeni hegemon güç olarak ortaya çıkmıştır. Yeni hegemonun 
artık uluslararası ticareti ve ekonomiyi kendi çıkarına göre toparlaması gerekmektedir. Bu nedenle ulusal ve uluslararası alt yapının yeniden inşası gereklidir. 
Hegemon’un karşısında Sovyetler Birliği vardır. İki kutuplu dünyada yeni müttefiklere, yeni alanlara gereksinme vardır. Bu nedenle Almanya ve Japonya affedilerek Batılı ülkeler kampına katılacaklardır. 19. yüzyılın başat aktörü olan İngiliz İmparatorluğu ve Amerika nasılsa aynı çıkarları temsil eden merkez bankaları ve özel bankaların hissedarları tarafından denetim altında tutulmaktadır. Pasifikte ekonomik olarak savaşa girmek zorunda kalan Japonya daha harekete geçmeden önce Rockefeller, Carnegie ve Ford’un kurdurup parasal olarak desteklediği Amerikan Dış İlişkiler Konseyi sekreteri Carroll Quigley, daha 1941 yılında Amerika’nın savaşa gireceğini belirtmiştir. Amerikan finansını yöneten elitlerin Amerikan dış politikasında etkin olmaları 1913 yılında Amerika’da Federal Rezerv’in yani Amerikan türü bir Merkez Bankasının kurulmasından sonra olmuştur.4 

Amerika’nın uluslararası ekonomik ajandasını gerçekleştirmek üzere Dış İlişkiler Konseyi 1919’da kurulmuş ve günümüze kadar devam eden ünlü “Dış Politika”(Foreign Affairs) dergisini yayınlamaya başlamıştır. 

Dış İlişkiler Konseyinin uluslararasıcı görüşleri özellikle 1940’lardan sonra, asker akademi, siyaset, medya ve iş çevrelerinin elitleri tarafından paylaşılmıştır. 1930’lara kadar endüstriyel bir ulus olma çabası içinde olan ve Avrupa işlerine karışmadan yalnızcılık politikasını tercih eden Amerika halkı görüşleri uluslararası bankacılık ve işletme çıkarlarıyla 1940’lar sonrası örtüşmeye başlamıştır. 

Savaş başlayınca Rockefeller grubu “Savaş ve Barış Araştırmalarını” (War and Peace Studies) başlatmıştır. Bu araştırmacılar Amerikan Dışişleri ile birlikte çalışma yapmışlardır. Rockefeller düşüncesinin temsilcisi İngiliz ekonomist olan John Maynard Keynes olmuştur. Adam Smith’in liberal ekonomik görüşlerine Keynes’in katkısı liberalizmin çöküşü demek olan pazardaki “görülmez el” yerine devletin ekonomide daha önemli bir rol oynaması olmuştur. Keynes’le birlikte siyasal ekonomi yapısı belirginlik kazanmıştır. Marksist görüşe göre kapitalist toplumda devlet sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için mali ve ekonomik kriz devlet tarafından önlenmekte ve işçilere yeni iş sahaları açılmaktadır. Bu durumda uluslararası ekonomik düzen serbest piyasalardan oluşacak ancak devlet içerde iş alanını ve enflasyonu denetlemek için müdahale edecektir. Keynes’in ekonomik teorisi Bretton Woods’taki gelişmelerin temelini oluşturmuştur. Dışarıda devlet katkılı liberalizm içerde devlet müdahalesi. Bu sistem 1970’lere kadar işlemeye muktedir olacaktır. 

1-Avrupa Ekonomik Topluğunun ortaya çıkışı 

1945 yılında savaş bittiğinde Amerika’nın ekonomik durumu şöyle özetlenmektedir: silah üretiminin ve satışların durması, kiralama ve ödünç verme yasasının durması bu durumda dış satım yarı yarıya azalmıştır. İki milyon askerin geri dönüşü ve dönenlere iş bulma zorunluluğu, savaş sırasında çıkarılan ve tüketime narh getiren yasanın kaldırılmasıyla tüketim mallarında fiyatların artışı. Gelirlerin gerilemesi sonucu ortaya çıkan grevler sonunda 1947 yılında çıkan Taft-Harley Yasasıyla grev hakkına kısıtlamalar getirilmesi. 

Öte yandan savaşın durmasıyla birlikte tüketim malı alacak olan ülkelerin yani Amerika’nın uluslararası piyasalardaki rakiplerinin tamamen çökmüş olmaları karşısında Amerika yeni piyasaları canlandırma kararı almıştır. Burada önemli olan kararı kimlerin aldığıdır. 

Uluslararası piyasaları canlandırma fikri öncelikle Rockefeller, Carnegie ve Ford gruplarının önerisi olmuştur. Rockefeller grubunun (Bilderberg) sekreterliğini 
yapan Joseph Ratinger tarafından1946 yılında İngiliz Kraliyet Enstitüsünde yaptığı bir konuşmasında Avrupa’nın federal bir birlik yaratmaya gereksinimi olduğunu ve Avrupa devletlerinin egemenliklerinin bir kısmını bu kuruluşa devretmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bir kısım Avrupa devletleri Almanya’nın yeniden dirilmesinden korkarken bu sözleri ancak bir Amerikalı söyleyebilecek tir.5 Zaten, Avrupa kömür ve çelik birliği planı Robert Schuman’ın eline Amerikalı sponsorlar tarafından teslim edildiği gibi Avrupa Ekonomik Topluluğu kurucularından Jean Monnet’de Dış İlişkiler Konseyi ile yakından çalışmış bir kimsedir. Belçikalı asiller ve hükümet üyeleri zaten Amerikalı banker ve devlet adamlarının gölgeleri olmuşlardır. Avrupa Ekonomik topluluğunun kuruluşunda önemli bir rol oynayan diğer bir kişi adı daha sonra tanınmış ekonomistler arasında geçen Charles Kindleberger’dir. Kindleberger İngiltere’de ticari ataşe olarak bulunduğu sırada Amerika adına Avrupa Birliğinin kurulması için yoğun çaba göstermiştir. Kindleberger’in siyasal ekonomiye en büyük katkısı uluslararası ekonominin dengesinin sağlanması için bir devletin lider rolünü oynaması gerektiğini ileri sürmesi olmuştur.6 

Avrupa Ekonomik Topluğunun kuruluşunun önemli konuşmalarından biri İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill tarafından 1946 yılında Zürih Üniversitesinde yapılmış, Churchill Avrupa’da filizlenen ulusalcı hislerin uyanmasına karşı birleşmiş bir Avrupa fikrini ortaya atmıştır. 

Bir yandan Avrupa Birliği için çalışmalar yapılırken öte yandan uluslararası ekonomiyi düzenleyecek örgütlerin kurulmasına girişilmiştir. Likidite sıkıntısının 
bankaları ne hale getirdiği iyi bilindiği için önce Uluslararası Para Fonu kurulmuştur (IMF). IMF’yi Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) izlemiştir. Dünya Ticaretini yaymak ve kolaylaştırmak için Gümrük ve Tarifeler Birliği (GATT) ve bu günkü adıyla Dünya ticaret örgütü ortaya çıkmıştır. 1945 yılında yapılan Birleşmiş Milletler kurucu görüşmelerinde Amerikan Başkanı Roosevelt serbest ticareti düzenleyecek bir örgütün kurulmasının gerekliliğini dile getirmiştir. 
Havana’da 1947 yılında yapılan toplantılarda Uluslararası bir ticaret örgütü kurulamayınca yirmi üç ülke aralarında anlaşma yaparak örgüt dışı bir yapı 
oluşturmuşlardır. Bu devletlerin yaptıkları anlaşmalara göre değişik sorumlulukları ve hakları var olmuştur.7 1996’da Dünya Ticaret örgütü adını alan bu yapı bugün bir uluslar arası örgüt niteliğindedir ve uluslar arası ticaretin hukukunu oluşturan kuralları meydana çıkarmış, devletlerle özel hukuk kişileri arasındaki uyuşmazlıklar için tahkim mahkemelerini yaratmıştır. Artık uluslararası serbest ticaretin hukuku vardır kurallarına uymayan küçük ülkeler sert bir biçimde cezalandırılmaktadır. 

Sovyetler Birliği ile çekişmeye giren yeni hegemon yalnızca ticaret devleti moduyla yaşanmayacağını ve merkantilist dönemin bir hatırası olarak uluslararası ekonominin korunması için asker desteği gereğini, Latin Amerika’ya yayılırken, doğru bir biçimde öğrenmiştir. Yeni Başkan Harry Truman 1947 yılında Ulusal 

Güvenlik Yasası ile Savunma Bakanlığının yapısını yeniden şekillendirmiş, OrtakKurmay Başkanları grubunu kurmuş eski OSS bu sefer Merkezi Haber Alma Örgütü (CİA) olarak yeniden yapılandırılmış, Ulusal Güvenlik Konseyi kurulmuş ve Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Dış İşleri Bakanının dışında Başkanın ayrıca danışmanlığını yapmaya başlamıştır. CİA’nin üst kademe yöneticileri Wall Street’teki finans merkezinin avukatlarından seçilmiş ve hepsinin Dış Politika Konseyi üyesi olmasına dikkat edilmiştir. CİA Başkanları ilk yirmi sene New York’taki mali ve hukuki çevrelerden atanmışlardır. İmparatorluk için ulusal güvenlik devletinin yapılanması böylece tamamlanmıştır.8 Dış İlişkiler Konseyi araştırmacıları General George Marshall’a Amerikan ekonomisini Avrupa’yla birlikte kalkındıracak olan Marshall planını sunmuşlar ve NATO’nun kuruluşunu belirlemişlerdir. 

Rockefeller, bugün New York’ta bulunan Birleşmiş Milletler Binasının arazisini satın alarak kendi devletine hediye etmiştir. Marshall planı Amerika ve Avrupa’da büyük gürültü koparmıştır. Plan bir yandan mal, hizmet ve mali yardımların Amerika’dan alınmasını öngörürken öte yandan yardımı alacak olan ülkelerin mutlaka parlamenter demokrasiye geçmelerini öngörmüştür. Böylece Amerika yoğun bir biçimde yardım alan devletlerin içişlerine karışmış olmaktadır. Amerikan senatörlerinden bir kısım daha önce Türkiye ve Yunanistan’a yardım etmek için ilan edilmiş bulunan Truman doktrinin ortadan kalkıp kalkmadığını sormuşlardır. Ruslar zaten demokratik olduklarını ileri sürerek bu planı Amerikalıların tahmin ettiği gibi reddetmişler, bu şekilde Amerika’yı büyük bir yükten kurtarırken, on altı devlet bu planı memnuniyetle kabul etmiştir. Planın iç siyasete karışan yüzü Fransa ve İtalya’daki sol hükümetlerin gelişip yerleşmelerini önlemek için planlanmıştır.9 
Bir yazara göre Marshall planı iki kutuplu dünyada karşı kutba karşı önceleri kan yerine parayla karşı çıkmasıdır. Bu parayla yaratılan Batı Alman kalkınma mucizesi Oder-Neisse çizgisinin öte yanında kalan komünist gürültüleri bastırmıştır.10 Avrupa bütünleşmesini sağlayan yapılanmalardan biri Amerikan yardımlarının Avrupa içi ticareti canlandırması olmuştur. Amerikalıların ikinci adımı Avrupa’da ticaret hadleri konusundaki mali ve para politikalarını düzenlemek olmuştur. Planı Paris’te Rockefellerin villasına yerleşmiş olan Ford’un araba üretimi yüksek yöneticisi Paul Hoffman olmuştur. Marsahll plana göre Amerika 1948–1951 içinde Avrupa’ya 12,5 milyar dolar para aktarmıştır. 

Amerika’nın Batı Avrupalıların temel endüstrilerine yaptığı yardım ve yatırımlarla zenginleşen Avrupa’da Almanya’nın genişleme korkusu ortadan kalkmış ve 
ticaret devletinin genişlemeden başarılı olabileceği ispat edilmiştir. Korkusu geçen 

Fransa ile ekonomileri düzelen diğer Avrupa devletleri artık Amerika’nın öngördüğü federal yapının öncüsü olarak artık bir pazar kurabileceklerdir. Bu hususta Avrupa Federalist hareketini 1950–60 yılları arasında Amerikan istihbarat topluluğu yoğun bir biçimde desteklemiştir.11 Amerika’nın desteklediği ikinci husus İngiltere’nin Avrupa Topluluğunun bir parçası olmasıdır. Ancak bu husus De Gaulle iktidardan düşünceye kadar başarılı olamamıştır. 

2-Otuz Muhteşem Yıl 

Bazı yazarlar 1943–1973 yılları arasını otuz muhteşem yıl olarak değerlendirmişlerdir.12 II. Dünya Savaşının sonunda 1970’lere kadar uluslar arası ticaret devletlerin genişlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Öncelikle uluslararası dış ticaret olağanüstü büyümüştür. Büyüme dünya GSMH’nın iki misli kadardır.13 Endüstriyel ülkelerde bu güçlü büyüme, talebin artması ve yaşam seviyesinin yükselmesine bağlı gözükmektedir. Yatırımların artması, yüksek üretim gücüne sahip olan işletmelerin yoğunlaşması, yeni üretim tekniklerinin ortaya çıkması ve gelişmiş bir verimlilik büyümenin motorları olmuştur. Yeniliklerin kısa zamanda uygulanmaya konulması klasik endüstrilerin yanında otomobil endüstrisinin hızlı yükselişi, sentetik iplikler, plastik mallar, elektronik aletler ve elektronik tüketim malları (televizyon hi-fi bağlantıları) satışlarının gelişmesi üçüncü endüstri devrimi olarak kabul görmüştür. Bu gelişme içinde askeri endüstri masraflarından kendilerini arındırmış olan Japonya ve Almanya dış satımları ile uluslar arası pazarda en başarılı ülkeler haline gelmişler 1950–70 yılları arasındaki büyümeleri 10% civarındaolmuştur. Bu büyüme OCDE (Avrupa İşbirliği ve Ekonomik Kalkınma Örgütü) 
ülkelerinin büyümesinin iki misli olmuştur. 

Mutlu günlerin, tüketim toplumunun kaygıları 1960’lardan itibaren başlamıştır. Olaya siyasal açıdan bakarsak 1945’lerden sonra Asya’daki bağımsızlık hareketleri bu alanda sömürgeleri bulunan Fransa, İngiltere ve Hollanda’nın sömürgelerini kaybetmelerine yol açmıştır. Artık hammaddeleri paralarıyla satın 
almak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde Çin’in devrimi tamamlayarak bir güç olarak ortaya çıkışı ve sosyalist bloğun Asya’da gelişme göstermesi Batının gelişme yılarına ilk darbeleri vurmaya başlamıştır. 1960 yılında ilk defa dünya piyasalarında altının fiyatı resmi fiyatının beş dolar üstüne çıkmıştır. IMF’in büyük ülkeleri; ABD, Kanada, Federal Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda ve Belçika ülkelerinin merkez bankaları 1961 yılında bir dolar havuzu yaratarak paralarının bu madene resmi kurdan çevrilmesini sağlamaya çalışmışlardır. İkinci buhran 1967 yılında İngiltere’nin mali ve ekonomik sorunlar nedeniyle sterlin’de 14,3 civarında bir devalüasyona gitmesiyle 1967 yılında ortaya çıkmıştır. Domino teorisine göre Asya ülkelerinden birinin komünist rejime dönüşmesinin bütün ülkelerin Asya’da düşmesine neden olacağı inancını getirdiği için Vietnamlıların ulusal kurtuluş mücadelesini karşısında yenilen Fransa’nın yerini dolduran Amerika Çin ve Sovyetlerin desteğini alan Vietnam karşısında zor duruma düşmüştür. 

Latin Amerika’daki askeri müdahalelerinde başarılı olan Amerika deniz aşırı savaşlarda başarılı olmayacağını ve destek olarak kullanması gereken ülkelere ve ön hatlarda kendisi için savaşacak olan müttefiklere sahip olması gerektiğini anlayacaktır. Gene 2000’li yılların sonlarına doğru Irak ve Afganistan savaş harcamaları sonrasında görüldüğü gibi Amerika’nın askeri müdahalesi sonucu 1958–1971 yılları arasında bütçe açığı birikerek 60 milyar dolara ulaşmıştır. Bu arada Çin’den başlayarak Amerika’ya ve Amerika’dan Avrupa’ya sıçrayan ayaklanmaları ve öğrenci hareketleri unutulmamalıdır. 

Sosyal ayaklanmalar, bütçe açıkları döviz olarak elde dolar tutan ülkelerde endişeye yol açmış ve bu ülkelerin merkez bankaları ve özel bankalar Bretton 
Woods sistemi el verdiği için dolarlarını altına çevirmeye başlamışlardır. Amerikan Federal Rezerv’de (Fort Knox) bulunan kıymetli maden stoku 23 milyarlık bir değerden 1968 yılında 10 milyara düşmüştür. 1968 yılında Amerikan Başkanı Lydon Johnson kısmen doların altına çevrilmesini kısmen durdurmuştur. Bu gelişmeyle birlikte iki ayrı altın pazarı ortaya çıkmıştır. Bir tarafta merkez bankalarının kurlarına uygun olarak onsu 35 dolar olan bir piyasa öte taraftan özel alımların dolarla yapıldığı serbest Pazar piyasası.1971’de Amerika’nın ödemeler dengesinin bozulması karşısında Amerikan Başkanı Richard Nixon 15 Ağustos 1971 yılında doların altına çevrilmesine son vermiştir. Amerikan parası artık piyasalara göre dalgalanmaya bırakılmıştır. Bu tarihi karar 1944’de Bretton Woods’ta ortaya konan sistemin temellerinden birini geçersiz kılmıştır. Amerika düzenli bir kredi verici olarak kaldığı sürece dünya düzenli bir para sisteminden faydalanmıştır. Batının bu zor durumunda yeni kurtarıcı gene Bilderberg çevrelerinin önemli ismi Henry Kissenger olmuştur. Kissinger, Amerikan başkanına sürekli olarak yalan zafer raporları gönderen generalleri bir kenara iterek Vietnam Savaşı çözmek için Çin’le pazarlığa girişmiş ve Başkan Nixon daha önce tanımadıkları kıt’a Çin’ini ziyaret eden ilk Amerikan Başkanı olmuştur. Kissinger’in Amerika’nın klasik diplomasinden ay-rılarak öne çıkardığı yumuşama (detente) politikası Amerika’yı gevşetip rahatlatacaktır.
14 Bu rahatlamadan sonra Amerika uluslararası para sistemine yeni bir verme çabalarına tekrar girişecektir. 1972–1975 yılları arasında yapılan zirve toplantıları bir daha paraların altına dönüşüne yol açıcı bir sonuca ulaşmayacaktır. 1976 yılında Jamayka’nın Kingston şehrinde yapılan zirvede altının para ile ilgisi sona erecek ve IMF elinde bulunan 4650 ton altını piyasaya geri verecektir. IMF için altının yerini alacak bir para ölçüsü sistemi yaratılacaktır. 

Sonuç: 

Uluslararası sistem mühendisliğinin mümkün olamadığı günümüzde olduğu kadar geçmiş olaylarla da ispat edilmiş bir olgudur. Kissinger’in yumuşama politikası ile sosyalist bloku sakinleştiren ve ekonomik yayılma işlemlerine devam eden Amerika hiç ummadığı bir uluslar arası olayla karşılaşarak ekonomik alanda yeni uğraşlara girmek zorunda kalmıştır. 

Yom Kippour savaşı adı verilen 1973 Arap–İsrail savaşından sonra Petrol Üreten Üyeler Örgütü(OPEC), İsrail’e yakınlık gösteren Hollanda, Amerika ve Japonya’ya petrol ambargosu uygulama kararı almıştır. 16 Ekim 1973’de Kuveyt’te petrol fiyatları 70% artmıştır. OPEC üyeleri ikinci toplantılarını 22 Aralıkta İran’ın Tahran kentinde yaparak petrol fiyatını 130% arttırma kararı almışlardır. Referans olarak kabul edilen Suudi Arabistan petrolünün fiyatı Ekim 1973 yılında varil başına 3 dolardan 22 Aralık 1973’de 11.65 dolara çıkmıştır. OPEC ülkeleri fiyatları 1978 yılına kadar üç defa daha arttıracaklardır. Petrol şoku Batı ekonomilerini yavaşlatıp, az gelişmiş ülkelerde sosyal patlamalara neden olurken İran’da Şah rejiminin çökmesiyle 1979 yılında ikinci bir petrol şoku yaşanmıştır.15 OPEC ülkelerinin değişik başkentlerde yaptığı toplantılar sonucu 1980 yılında petrolün varili 36 dolar olmuştur. 

Dünya 1983 yılına kadar ekonomik buhran içine girmiş ve ancak 1980 ortalarında bu krizden çıkma olanağına kavuşulmuştur. 1970–1980 yıları arasında yaşanan krizler Amerika ve Batı Avrupa’yı vurduğundan çok fazla Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya’yı vurmuş, bu bölgeler ülkelerinin çoğunda askeri darbelerin yolunu açmıştır.16 

Batının ikinci yükselişi 1991’de Sovyetler Birliğinin resmen çökmesi sonucu olmuştur. Bu dönemdeki Amerikan düşüncesi Francis Fukuyama’nın “Tarihin 
Sonu” adlı kitabında yansımasını bulmuştur. Komünizm çöktüğüne göre artık sınıf çatışmaları ve bloklar arası savaşlar olmayacaktır tezi, bir müddet uluslararası alanda kabul görmüştür. Gorbaçev, Amerikan askeri çevrelerini ve askeri–endüstriyel yapısını korkutan en sözleri sarf etmiştir”. Batıyı ekonomik olarak kurtaran üç gelişme olmuştur. Bunlardan birincisi aslında dünya toplumunun Amerikanlaşması demek olan küreselleşme; ikincisi, askeri endüstriyel yapıyı tekrar harekete geçirecek, ancak konvansiyonel savaş yerine çatışmaları ülke içine yöneltecek olan Samuel Huntigton’un 1993’de “kültür savaşları” tezinin ortaya atılması olmuştur. 
Huntington’a göre medeniyette kırılma hattı Batıyla İslam arasındaydı bu iki medeniyet arasındaki ilişki daima çatışma olmuştu ve çatışma olacaktı.17 Kültür savaşlarının başlangıcı olarak Irak-İran çatışmasını ve o dönemde Batının Irak’ın arkasında durmasını, İran’ı Irak’a dövdürdükten sonra Körfez savaşıyla birlikte 
Amerika’nın Irak’ı işgali olarak ileri sürebiliriz. 

Birçok yazarın belirttiği gibi bu günkü Ortadoğu’da gözlediğimiz demokratikleşme hareketlerini Batılılar 1980 sonlarından itibaren desteklemeye başlamışlardır. Bir yazara göre 1991 Körfez krizi ve Doğu Avrupa’da demokrasinin doğuşu ve gelişmesi ve Amerika’nın başat oluşu ile üçüncü dünya ülkelerinde siyasal değişim kaçınılmaz olacaktır.18 Liberal demokratik değerlerin başat olduğu ve Pazar kapitalizminin hukuksal kuralarını beraberinde taşıyarak yayıldığı bir dönemde, aynı yazarın değişiyle tiranlara ve diktatörlere artık rahat yüzü yoktu ve Batı demokratikleşmeyi, hükümetleriyle, uluslar arası şirketleriyle, uluslararası yardım kuruluşları ile ve kalkınma uzmanları ile destekliyordu.19 Üçüncü önemli gelişme ise Çin’in 1990’ların ortasından başlayarak Amerika’nın rakibi olarak ortaya çıkmasıdır. Gittikçe artan enerji fiyatlarıÇin ve Amerikan ekonomik rekabetinde önemli bir oynayacaktır. Öte yandan enerji alanlarına sahip olan ve üretkenliği artan Asya ekonomilerinin tahmin edilenin dışında bir hızla geliştikleri görülecektir. Amerika bir yanda konvansiyonel silah üretebilmesi için yeni bir rakip bulmanın mutluğunu yaşarken üretimiyle başa çıkmaya çalıştığı Çin ekonomisinin getirdiği rekabetin hüzünlerini yaşamaya başlamıştır.20 Batılı ülkelerin Avrupalı olan kısmı bu gelişmeyi olgunluklar karşılayıp, İngiltere Başbakanın söylediği gibi Çin ve Rusya ile işbirliği çabasına girme gerekliliği gösterirken, uluslar arası alanda başat rol oynamaya alışmış olan, özellikle Amerikan sağı, hızla silahlanmaya milyarlar ayırmaktadır.21 

Günümüzde Amerika’yı sarsan olayların başında Samuel Huntington’un öngördüğü İslam ülkeleriyle savaş gelmektedir. Bir yan enerji kaynaklara ulaşma çabaları, öte yandan güçlü İsrail lobisinin isteklerini yerine getirme zorunluluğu karşısında İslam ülkeleri ile çatışırken 11 Eylül 2001’de Amerika kendi içinde bir saldırıya uğramış peşinden isteksiz müttefiklerini sürükleyerek Irak ve Afganistan’a müdahale etmiş ve yalnızca Irak’ta sosyal giderler dahil olmak üzere üç trilyon dolar harcamak durumunda kalmıştır.22 Bu masraflara Amerika’nın Afganistan’da yaptığı masraflar ve dünya üzerindeki bine yakın üsse harcanan paralar dahil değildir. 

Amerika’nın Ortadoğu ülkelerine, Latin Amerika ve Afrika’ya sattığı silahların parası bu masrafları karşılayamamış ve 2008 yılında Wall Street’e başlayan 
çöküş bütün dünyayı etkilemiştir. Hegemon yöneticinin çökmesiyle birlikte kısa bir süre içinde Avrupa Birliğinin zayıf ekonomileri çökmeye başlamışlardır. Fransız stratejistler yaptıkları bir araştırmada yeni jeopolitik ve ekonomik dengelerin Batılı ülkelerin savunma ve ekonomik güvenlik politikaları üzerinde önemli etkileri olduğunu belirterek yakın gelecekte Avrupasız bir dünya doğru gidilip gidilmediğini sorgulamaktadırlar.23 

Günümüzde Avrupalıların aldığı devlet çapındaki mali önlemlerin, kemer kısmaların dünyadaki yapısal değişimler nedeniyle, kendileri açısından 
başarılı olup olmayacağı şimdiden bilinememektedir. Ortadoğu’yu nasıl bir son beklediği gene bilinemeyenler arasındadır. Amerika ve Çin ekonomilerinin 
birbirlerini tamamlamalarından medet umarak ileride herhangi bir savaşın çıkmayacağını iddia edenler görüşlerinin doğru veya yanlış çıkacağının anlaşılması için zamana gereksinme vardır. 

Kaynakça;

1- Richard Rosecrance, The Rise of Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World, Basic Boks,New York, 1986, ss.111-135. 
2- Batılı ülkelerin sordukları en önemli soru, özellikle sömürge imparatorlukları nın çöküşünden sonra, nasıl olup da bunca zahmet ve çabayla kurulan bu imparatorlukların yirmi beş yıl gibi kısa bir sürede çökmeleri olmuştur. Acaba Batılılar tarafından sömürgecilere öğretilen kurtuluşçu liberal düşüncelerin rolü ne kadardır? 

Değişik konjonktürlere rağmen Ortadoğu’da, Asya’da ve nihayet Afrika’da yanı sonuçlara ulaşılmıştır. Olivier Grenouilleau, Une Histoire Forcement Mondiale”, in Histoire, LaFin Des empires Coloniaux: De Jefferson a Mandela. 
3- Rosecrance.,a.g.e.,s.139. 
4- Amerikan Federal Rezerv’i 1907 yılında Amerika’da meydana gelen finansal panikten sonra halkın ve bankaların denetleyici bir sisteme olan ihtiyaçlarından sonra fikir olarak gelişmiş ve !.Dünya Savaşına para toplamak için çıkarılan gelir vergisi yasasıyla birlikte 193 yılında kurulmuştur. Bankalar bu dönemde geniş krediler vererek halkı borçlandırmış ve elde ettikleri faizlerden büyük paralar elde etmişlerdir. Bu büyük paraların sahipleri Rockefeller, kayınpederi J.P.Morgan, Avrupa’da daha önce Rothchild’i temsil eden Warburg’lar Rockefeller’e ait olan Georgia’daki Jeykyll adasında toplanarak Merkez bankası 
gücünde olan, Devletten gücünü alan özel bankalardan ve onların büyük stokçuları tarafından yönetilen ve özel denetimde olan bir bankadır. Bankalar kartelinden oluşan Federal Rezerv faiz hadlerini ve pazarları düzenlemektedir. Bkz.:Wikipedia, Federal Reserve maddesi. 
5- Amerika’nın birden bire Almanya’ya ilgi göstermesi ve İngiltere,Fransa’nın işgal ettiği bölgelerle birlikte Batı Almanya’yı canlandırmasının nedeni Amerikan istihbaratı ile Hıristiyanlığın temsilcisi papa arasında yapılan gizli bir görüşmede Papa’nın Rusya’nın Almanya’yı bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilhak etmek istediğini bildirmesidir. Bkz.:Trevor Barnhes,”The Secret Cold War:The CİA and American Foreign Policy in Europe,1946-1956 “, Part I, The Historical Journal, No.24, ss.401-402. 
6- Kindleberger’e göre ekonomik depresyonların uzun geniş ve derin sürmelerinin nedeni uluslar arası liderliğin olmamasıdır. 
Kindleberger’in bu düşüncesine Amerikan halkının kendisini istisnai bir halk olarak gören düşüncesi eklenirse Amerikalıların ekonomi siyasetlerinin temellerini anlamak mümkün olacaktır.Kindleberger için bkz.:Jonathan Kirsher et all.,”Crossing Disciplines and Charting New Paths:The İnfluence of Charles Kindleberger on İnternational Relations”,Mershon 
İnternational Studies Review,Cilt 41,No.2,Kasım 1997,s334. 
7- Michel Rainelli, l’Organisation Mondiale Du, Reperes, No.193, Edit. Decouvertes, Paris, 2004, s.18-19. 
8 Daniel Yergin, Shattered Peace: The Origins of the Cold War and the National Security State, Boston, Houghton Mifflin,
1978.;Robert B.Zevin “An interpretation of American İmperialism”, Journal of Economic History, 1972 Mart, Cilt 32,ss316-360. Günümüzde Obama’dan seçimi almaya çalışan Cumhuriyetçilerin gurusu sayılan muhafazakar yazar Robert Kagan;. hiçbir güç Amerikalıların etkilediği gibi dünyası etkileyememiştir çünkü hiçbir ulus Amerikalılar paylaştığı onlara özel kaliteler karmaşasını paylaşmamıştır veya paylaşamamıştır…bu önemli kaliteler coğrafi konumu, kapitalist ekonomik sistemi, hükümetinin demokratik yapısı, büyük askeri gücüdür” demektedir. bkz.: Robert Kagan, The World America Made, Alfred A. Knopf, New York, 2012, s.9. 
9- Thomas Graham Patterson, The Economic Cold War:American Business and Economic Foreign Policy, California Berkley Pres, 1968. 
10- Diane B.Kunz, “Marsahll Plan Commerative Section: The Marshall Plan Reconsidered: A Complex Motives”, Foreign Affairs, Haziran 1997. 
11- Bu konudaki belge OSS’in başı General William Donovan’ın 26 Temmuzda Avrupa’daki memurlarına yazdığı memorandumdur. Bkz.: Ambrose Evans-Pritchard, “Euro-Federalist Financed by US Spy Chiefs”, The Teleraph, Haziran 19, 2001: www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/1356047/Euro-federalist-financed-by-us-spy-chiefs-html. 
12- Jean Fourastie, Les Trente Glorieuse. Pluriel, Le Livre de Poche, Paris, 1980. 
13- Michelle Rainelli, Le Commerce İnternational, Reperes, La Decouverte, Paris, 2003, s.13. 
14- Stefano, Guzzini, Realism in İnternational Relations and İnternational Political Economy, Routledge, New York, 1998, ss. 98-99. 
15- Bir yazara göre 1979 İran devrimi Amerika’nın Ortadoğu politikası için önemli bir başarısızlık olmuştur. Carter doktrini 
bu döneme damgasını vuran bir siyasal boyut getirmiştir. Bu doktrine göre İran Körfezi bölgesine dışardan müdahale eden 
bir güç Amerika’nın yaşamsal çıkarlarını tehdit edeceği için dünyanın herhangi bir bölgesinde nükleer bir cevapla karşı 
karşıya kalması mümkündür. bkz.: Gabriel Kolko, The Age Of War. The United States Confronts the World, Lynne Rienner 
Publ., Boulder, Colorado, 2006, ss.48-49. 
16- 1973 Savaşı sonrasındaki petrol şokunu anlatan bir yazar “… Arapların ambargosu sonucu az gelişmiş ülkelerde gelirleri düşen, beslenemeyen Asya ve Afrika’da ölen insan sayısı milyonları aşmıştır.” demektedir. bkz.: Paul Johson, Modern Times; The World From the Twenties to the Nineties, Harber Collins, New York,1991, s.669. Aynı yazar Keynes ekonomisinde  “stagflasyon”(enflasyonla gelen durgunluk) öngörülmediği için ambargonun ekonomik sonuçlarının ilk başta anlaşılamadığı ancak, endüstriyel ülkelerin 1974-75 yılları arasında 10-12 fiyat artışıyla birlikte sıfır veya eksi büyüme yaşadıklarını aktarmaktadır. 
Bu dönemde 1980’ne kadar Amerika ve Batı Avrupa’da işsiz sayısı 25 milyon kadar olmuş. Bkz.: Paul Johnson, ibid., 
17- Samuel Huntington,””Clash of Civilizations”,Yaz 1993,ss.22-49.Huntington daha sonra bu makalesini bir kitaba çevirmiştir. 
18- Beverley Milton-Edwards, Contemporary Politics in the Middle East, Polity Press, Madlen MA, 2000, s.148. 
19- Beverly Milton –Edwards., age., s.148. 
20- Bir yazar Asya’nın yükselişi konusunda şunu söylüyor: “Eğer bir ülkenin üretkenliği ve ekonomisi diğerlerinden hıphızlı 
büyüyor ise, demek ki, güç dengeleri ondan yana kayacak…Bana göre,yeni yüzyılımızın en önemli siyasi olgusunu Asya’nın, 
özellikle de Çin’in yükselişinin yanı sıra, Batı’nın özellikle de en büyük iki birleşeni olan Avrupa ve ABD’nin göreceli güç 
kaybını-tartışmak için tek yoldur… “Paul Kennedy,” Asya’nın Yükselişi İniş Çıkışlarla Dolu; Güç, Doğuya Kayıyor.” Turquie 
Diplomatique, 15 Eylül-15 Ekim 2010, Sayı 20, s.42. 
21- Rachel Maddow, “How America’s Security-İndustrial Complex Went İnsane”, Alternet.org, 3 Nisan 2012. 
22- Ospeh stiglitz ve Linda J. Bilmes, The Three Trillion Dolar War; The True Cost of the Iraq Conflict,, W.W. Norton & 
Company, New York, 2008. 
23- Philippe Esper,Christian Boissieu,Pierre Delvolve,Christophe Jaffrelot,Un Monde Sans Europe,Fayard,Paris,2011,s.40 


****


EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ BÖLÜM 2



EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ  BÖLÜM 2




Yeni Yazı Dillerinin Öncülleri 

En yaygın alfabe olarak Arap alfabesinin kullanıldığı bin yıla yakın dönemde Türkçe çok geniş bir alana yayılmış, gerek bu coğrafi genişleme, gerek farklı kültürel çevrelerle olan ilişkilerin sonucu olarak kendi içinde alabildiğine çeşitlenmiş, uzak bölgelerdeki yerel konuşma biçimleri birbiriyle bağı olmadan gelişmelerini sürdürmüştür. Konuşulduğu alanı genişleten her dil, yeni dillerin de çekirdeğini içinde taşır. Bu Türkçe için de geçerlidir. 

Türk dünyasında yeni yazı dilleri 18. yüzyılda filizlenmeye başlar. Bunlardan birisi Türkmencedir. Türkmen dilini yazı diline dönüştüren Mahdumkulu 18. 
yüzyılda yaşar. Türk dünyasının başka bir bölgesinde Kazan’da Abdülkayyum Nasıri, 19. yüzyılın ortalarında eserlerini Tatarca yazarak Tatar yazı dilinin ortaya çıkışına öncülük eder. Orta Asya’da Abay Kunanbayev ve eğitimci Ibıray Altınsarın 

Rus ve Batı edebiyatı klasiklerini Kazakçaya çevirerek bu yazı dilinin temellerini atar. Çağataycanın geçerli olduğu alanda bu gelişmeler olurken, Osmanlıcanın 
hüküm sürdüğü bölgede de benzer süreçler görülür. Azeri dramaturgu, ömrünün önemli bir kısmını dil reformu çabalarına hasretmiş olan Mirza Fethali Ahundzade, 19. yüzyılın başında komedilerini Azerbaycan Türkçesiyle kaleme alarak bu yazı dilinin kurucusu olur. 

Çağdaş Türk yazı dillerinin ortaya çıktığı yirminci yüzyıla gelindiğinde büyük yazı dilleri yerlerini yavaş yavaş yerel konuşma biçimlerine bırakmaya başlamıştı. 
Yakut, Çuvaş, Karay ve Doğu Türkistan’da Yeni Uygur yazı dilleri mevcuttu. Çağataycanın geçerli olduğu alanda Türkmen, Tatar, Kazak ve Özbek, Osmalıcanın geçerli olduğu alanda da Azerbaycan Türkçesinin yeni yazı dilleri olarak temelleri işaret edildiği gibi daha önceden atılmıştı. Uzun yıllardır kullanılagelen ve bugünkü anlamda bir standarttan söz edilemese de belli yazım alışkanlıklarına sahip olan yazım ve yazı dili ile konuşulan varyantlar arasında zaten bir uçurum ortaya çıkmıştı. Eğitimin bir kesime özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkarılıp geniş kitlelere yayılması ihtiyacı da ister istemez alfabe konusunu gündeme getirecekti. Zaten var olan kimi dilsel farkların SSCB içinde öne çıkarılmasıyla, geçerliliği az yerel konuşma varyantları yazı dili haline getirilmiştir. Birbirine çok yakın olan Kırgızca, Karakalpakça ve Nogaycanın ayrı yazı dilleri yapılması bunun bir örneğidir. Sesçil Latin alfabesi de Arap harflerinin örttüğü söyleyiş farklarının yazıya yansıtılmasına yardımcı olmuştur. 1980’den sonra Tofaca (eski Karagasça) ile Yakutçanın diyalekti olan Dolgancanın yazı dili olmasıyla, yazı dili olan Türk dillerinin sayısı yirmiyi 
geçmiştir. 

Yirminci Yüzyıldaki Büyük Değişmeler 

Türkçenin tarihinde en önemli gelişmeler yirminci yüzyılda yaşanmıştır. Yirminci yüzyıl Türk dili açısından büyük değişimlerin, geri çekilmelerin ve yeniden 
yayılmaların, azınlık dili olmanın ve bağımsızlık kazanmanın, statü kaybının ve statü kazanmanın, tekrar tekrar alfabe değişiklerinin bir arada yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Osmanlıca ve Çağatayca gibi iki büyük yazı dili bu yüzyılda yerlerini bir daha geri gelmemek üzere yerel konuşma dillerine dayanan yeni yazı dillerine bırakmıştır. Çağataycanın geçerli olduğu bölgede birbirinden uzak varyantların standart dillere temel alınması, alfabe değişiklikleri, yazımda aynı ses için farklı işaretlerin kullanılması veya aynı işaretin farklı ses değerlerine sahip olması gibi nedenlerle birbirinden uzaklaştı. Yine yazı dillerine dayanan eğitim organizasyonu üst dil durumundaki Rusça ile rekabet edecek donanıma sahip değildi. Yeni dillerin kendilerini kabul ettirmesi, bir dilden beklenen işlevleri yerine getirmesi de sanıldığı kadar kolay olmadı. Her şeyden önce bazılarının konuşur sayısı sınırlı idi. Bu küçük gruplar için eğitimi baştan sona organize etmek mümkün değildi. Osmanlıcanın mirasçısı olan Türkçe ise söz türetme ögelerinin yüzyıllarca ihmal edilmesi nedeniyle zorlu süreçlerden geçti. Öyle ki Hint-Avrupa benzeri bir dil yaratma çabaları yanında Türkçedeki yabancı olduğu düşünülen 


bütün ögeleri dilden atma ile dünyanın bütün dillerinin Türkçeden türediği, dolayısıyla Türkçede yabancı öge diye bir şeyin olamayacağı gibi birbirine tamamen zıt görüşler kısa sayılabilecek bir süre içine sığdırıldı. Yine de bütün bu tartışmaların sonucunda Türkçe eski dönemlerle karşılaştırılamayacak kadar sade bir dil olma, özleşme başarısı gösterdi. 

Yine bu yüzyılda Türk dilleri asında yüzyıllarca var olan ilişkiler kesintiye uğramış, Doğu Bloku sınırları içinde kalan Türk dilleri ile Türkiye Türkçesi arasındaki ilişkiler büyük oranda kopmuştur. Bu dönemde bilimde, sanatta ortaya çıkan terim ihtiyacı karşılanırken Doğu Bloku sınırları içindeki Türk dilleri Rusça üzerinden ve Rusça söyleyişle, Türkiye Türkçesi de doğrudan Fransızca söyleyişle Batı dillerinden kelime almıştır. Böylece ilgi çekici bir biçimde batı dillerinden alınan ortak bir söz dağarcığı ortaya çıkmıştır. Bu diller bir yerde eski Arapça ve Farsçanın işlevlerini üstlenmişlerdir, ancak aynı kökene giden kelimelerin söylenişleri, alınma kanalı nedeniyle farklı olmuştur: fonetika – fonetik, üniversitet – üniversite, demokrasiya – demokrasi vb. 

Yüzyılın sonuna doğru yine dil açısından çok ilgi çekici bir gelişme olmuş, Sovyetler Birliği dağılmış, ortaya Türk dillerini devlet dili olarak benimseyen bağımsız ülkeler çıkmıştır. Bu yeni devletlerin topraklarında neredeyse azınlığa düşmüş Türk dilleri tekrar güç kazanmıştır. Bağımsızlığın ilk yıllarında görülen virgül Türk dillerinin yazımında kullanılacak Latin temelli ortak bir alfabe geliştirme çabalarının siyasi irade olmadığı için iflas etmiş olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Ancak bu defa başka, ilgi çekici bir araç devreye girmiş ve Türkiye Türkçesinin kendiliğinden baskın konuma gelmesini sağlamıştır. Teknolojideki gelişmeler sonucu Türkiye Türkçesi sadece Türk dilli topluluklar arasında değil, dünyanın her yerinde ulaşılırolmuştur. Özellikle son yıllarda televizyon dizilerinin Türkçenin yaygınlaşmasında veya Türkçeye olan ilgide büyük pay sahibi olduğunu söyleyebiliriz. İlgi o kadar büyüktür ki Türkiye’nin gerek doğusunda gerek batısında dizi oyuncuları kahraman gibi karşılanmaktadır. 
Ayrıca Türkiye’nin Türk işadamlarının artan önemine paralel olarak Türkçeye karşı olan ilgi de hiçbir zaman olmadığı kadar artmıştır. 

Latin Alfabesi 

Latin harfleri Türkçenin yazımında ilk olarak 14. yüzyılın başında, aşağı Volga bölgesinde Kuman (Kıpçak) Türkleri arasında Hristiyanlığı yaymaya çalışan Fransiskan misyonerlerce kullanılır. Bunlar Türkçe öğrenerek dini metinleri Kıpçak Türkçesine çevirmişler ve bunları Latin harfli Codex Cumanicus adı verilen, dil tarihi bakımından büyük öneme sahip bir kitapta toplamışlardı. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Türkçesi döneminde de Latin harfleriyle yazılmış, yine dil tarihi açısından çok önemli epeyce metin vardır. Filippo Argenti’nin İstanbul’daki yabancı tüccarlar için 1533’te hazırladığı Türkçe kılavuz kitaptan itibaren sözlük, gramer kitabı, konuşma kılavuzu gibi Türk dili araştırmaları açısından büyük öneme sahip pek çok eser hazırlanmıştır (bu eserlerle ilgili 1990’a kadar olan çalışmalar hakkında bk. Hazai 1990). 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da Latince, İtalyanca, Fransızca, Almanca ve İngilizce yazılmış Türkçe gramer, konuşma kitabı ve sözlüklerin sayısı giderek artmış, bunlardaki Türkçe sözcükler Latin harfleriyle ve farklı transkripsiyon sistemleriyle tanıtılmıştır. 

Latin alfabesinin Türkçe için kullanımı asıl 20. yüzyıldaki alfabe değişimiyle gerçekleşir. 19. yüzyılda eğitimi geniş halk kesimlerine yayma ve burada kullanılabilecek sade bir dil geliştirme çabalarına, aynı zamanda yazı reformu tartışmaları eşlik eder. Arap alfabesini daha kullanışlı hale getirme çabaları veya Latin alfabesine geçme yönünde görüşler tartışmalarda rekabet halindedir. Başlarda Arap harflerinin kullanılmaya devam edilmesi ya da Arap harflerinde düzenleme yapılması da öneriler arasındaydı. Başka bir bağlamda ayrıntılı olarak değerlendirildiği için (Demir 2010) üzerinde durulmayacak olan bu çabalar, 1 Kasım 1928 tarihinde Latin harflerinin kabulüyle sonuçlanır. Bundan önceki dönemde dil ve alfabe tartışmalarına katılanlar sadece Osmanlı aydınları değildir. Türk dünyasında doğu kesiminde Ekim 1917 devriminden sonra Sovyetlerde ortaya çıkan özgürleşme ortamında yerel konuşma biçimlerine dayanan yeni Türk yazı dilleri ortaya çıkar. Bu dillerin yazımında başlarda Arap harfleri kullanılır. Ancak 1926’da Bakü’de toplanan SSCB I. Türkoloji Kongresi, SSCB’de konuşulan bütün Türk dillerinin Latin alfabesi ile yazılması kararı alınır; “ Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi (Yanalif) ” Adıyla yeni bir alfabe hazırlanır. Okuryazar oranı yüksek olan Kazan Tatarları arasında olduğu gibi Latin harflerine karşı direniş gösterilse de karar kısa bir sürede uygulamaya konulur. Latin harflerinin Eski Sovyetler Birliği içindeki Türk yazı dilleri için kullanılma süresi birkaç yıllık farklarla şöyledir: 

Azerice 1925-1939; 
Karaçay-Balkarca 1927-1939; 
Tatarca 1927-1939; 
Altayca: 1928-1938; 
Kazakça 1929-1940; 
Kumukça 1928-1938; 
Türkmence: 1929-1940; 
Hakasça 1929-1939; 
Kırgızca 1928-1940; 
Kırım Tatarcası 1929-1938; 
Başkurtça 1930-1940; 
Tuvaca 1930-1943; 
Yeni Uygurca 1930-1947; 
Gagavuzca 1932-1957. 

Hemen hemen aynı dönemde, 1 Kasım 1928’de Türkiye’de de Latin harflerine geçildi. Bulgaristan Türkleri, Türkiye’deki yazı devriminden sonra, yeni yazıyı Türkiye dışında kabul eden ilk Türk topluluğu olmuştur. 1935’ten sonra Bulgar Türkleri arasında Arap harflerine dönüş başlamış ise de bugün Latin alfabesi 
kullanılmaktadır. 

1928’den sonra Latin harflerini kesintisiz kullanabilen yalnız Türkiye Türkleri olmuştur. Sovyetler birliği içinde 1940 civarında Kiril alfabesine geçilmiş, yalnızca Ermeni ve Gürcü alfabeleri kullanımda kalmıştır. 

Alfabe değişikliği pratik ve pedagojik olmanın yanında toplumsal ve kültürel boyutları da olan bir konuydu ve bu dönemde uluslararası ulaşımda, demir yollarında, posta ve telgrafta Latin harfleri kullanılıyordu. 

Kiril Alfabesi ve Latin Alfabesi Rekabeti 

Sovyetler birliğinde başlarda dillere karşı gösterilen hoşgörü kaybolur. Yeni politika aradaki anlaşılırlığı azaltmaya dönüktür. Bu nedenle Latin Alfabesi 1938 yılından itibaren Kiril alfabesiyle değiştirilmeye başlanır. Kiril alfabesi Müslüman Volga Bulgarlarının torunları olan Çuvaşlar arasında 18. yüzyılın başlarında Hristiyanlığı yaymak için giden Rus misyonerlerince kullanılmıştı. Çuvaşça için Kiril harfleri temelinde 1769, 1871 ve 1938 yıllarında olmak üzere üç kez alfabe düzenlenmişti. Yine Kuzey Sibirya’daki Sahacanın Kiril harfleriyle yazılmasına 17. yüzyılda başlanmış, Kiril harfli ilk Yakut alfabesi 1819’da, ikincisi de 1851’de düzenlenmişti. 20. yüzyıldan önce Kiril harfleriyle yazılmaya başlanan üç Türk dili daha vardı: Altayca 1845-1928, Şorca 1885-1930 ve Gagavuzca 1895-1932 ( Ayrıntılar için bk. Yılmaz 2009 ). 

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Türk dünyasında alfabe değişikliği konusu yeniden gündeme gelmiş, farklı öneriler ileri sürülmüştür. Latin harfleri 
temelinde ortak bir yazı dili geliştirme yönünde bir takım çabalar olmuştur, çeşitli toplantılar yapılmış, hatta 34 harfli ortak bir Türk alfabesi bile geliştirilmiştir (bk. Yılmaz 2009). 20. yüzyılın başındaki Latin harflerine geçme tartışmalarında olduğu gibi, yüzyılın sonundaki tartışmalarda da asıl sorun, seçimin siyasi tercihlerin bir uzantısı, son kararın da yine bir tercihe bağlı olmasıdır. Alfabe değişikliği her şeyden önce büyük bir mali yük getirmekte ve bu durum ekonomileri büyük ölçüde Rusya’ya bağımlı olan Türk cumhuriyetleri nde alfabe değişikliğine ciddi bir direniş oluşturmaktadır. Değişikliğe karşı direncin bir başka gerekçesi olarak dadeğişikliğin son elli yılda yazılmış eserleri topluma unutturma tehlikesidir. Üstelik bu son elli yıl Türk cumhuriyetlerinde yazılı kültürün en üst düzeye ulaştığı dönemdir. 


Yeni Türk Cumhuriyetlerinden Azerbaycan 1 Ağustos 2001’de Latin harflerine geçmiştir; Türkmenistan 12 Nisan 1993’te Latin harflerine geçiş kararı almış ancak uygulama 1 Ocak 2000’de gerçekleşmiştir. Gagavuzlar 13 Mayıs 1993’te, Kırım Tatarları 31 Temmuz 1993’te, Karakalpaklar ise 26 Şubat 1994’te Latin harflerinegeçme kararı almıştır. Özbekistan 2 Eylül 1993’te ilk kararı almış fakat uygulama 2005’te başlayacağı halde süre 2010’a kadar uzatılmıştır. Tataristan 1999’da Latin alfabesine geçmeyi kabul etmiştir. Buna göre Tatar alfabe yasası 1 Eylül 2001’de yürürlüğe girecek ve 1 Eylül 2011’de tamamen Latin alfabesine geçilecekti (Tataristan’daki tartışmaların ayrıntısı için bk. Şahin 2003). Ancak 2002’de devlet duması Rusya Federasyonu içinde Kiril dışında alfabe kullanılamayacağı yönünde karar almıştır. Bu nedenle Tataristan’da veya Rusya sınırlarındaki Türk toplulukları arasında Latin alfabesinin kullanımını yasal engeller durduğu sürece beklememek gerekir. 

Bağımsız Türk cumhuriyetlerinden yalnız Kazakistan ve Kırgızistan Latin harflerine geçmeyi kabul etmemiştir. Bu cumhuriyetlerde Rus nüfus yüksektir ve Rusça ikinci resmi dil olarak anayasada yer almakta, sosyal yaşamda aktif olarak kullanılmaktadır. Kırgızistan 1993’te Ankara’da yapılan toplantıda Latin harflerine geçeceğine dair imza atmışsa da bugüne kadar ciddi bir girişimde bulunmamıştır. 

Yine de Kazakistan’da devlet başkanı Nursultan Nazarbayev’in, 2006 yılında Latin esaslı Kazak alfabesine geçiş için altı ay içinde hazırlık yapılması gerektiğine dair bir talimatı olmuştur. Ayrıca 11.-15 Haziran 2007’de Türk Dil Kurumunda Kazakistan’ın Latin harflerine geçişi ile ilgili bir toplantı yapılmış ve gelişmeler değerlendirilmiştir. 


Buraya kadar özetlenen alfabe zenginliğine rağmen, okuryazarlığın ta Tanzimat dönemine kadar belli zümrelere has bir ayrıcalık olduğunu, yaygın bir okuryazarlığın ancak 20. yüzyılda görülmeye başladığını da belirtmek gerekir. 

Alfabe birliği sağlama konusunda son durum için ise, ortak bir alfabe geliştirme çabasının başarılı olamadığını, Kiril alfabesindeki sorunların Latin kökenli alfabeye aktarıldığını belirtmekte yarar vardır. Türkiye Türkçesine en yakın olan Azerbaycan alfabesinde bile, yazılı anlaşmayı daha da kolaylaştıracak işaretler tercih edilmemiştir. 

Türkçenin En Güçlü Çağı 

Dil meraklılarının, dil zaptiyelerinin yanında zaman “dil uzmanları”nın da değirmenine su taşıdığı yaygın bir görüşe göre Türkçe hızla kirlenmekte, bozulmakta ve yok olmaktadır. Bu görüş, Türkçenin en güçlü dönemi yaşadığı, Türk dünyasında dünyanın en saygın ödülü olan Nobel’in Türkçeyle yapılan bir sanata, edebiyata verildiği bir dönemde ileri sürülmektedir. Kirlenmeyi, bozulmayı, yok olmayı belgelemek için ileri sürülen görüşler arasında batı dillerinden, özellikle İngilizceden alınan yeni kelimeler; yerel konuşma biçimlerinin kullanılması, söyleyiş kusurları, üslup zaafları, özellikle televizyondaki dil oyunları, farklı nesillerin dili kendine özgü kullanışları, internetteki yeni dil biçimleri gibi birbirinden bağımsız değerlendirilmesi gereken yığınla gerekçe ileri sürülür. Özellikle televizyonlarda reytingi yüksek dizilerdeki farklı dil biçimlerine olan ve kanallar arasındaki rekabetçe körüklenen tepki bazen öyle boyutlara ulaşır ki dilde yaratıcılığı da yok edecek bir hal alır. Dilbilimsel açıdan hiçbir temeli olmayan bu yaklaşımlarda dil-bilimin en temel bulgusu dilin değişken ve üretken olduğu gerçeği göz ardı edilir. 

Türkçe bozulma, yozlaşma, kirlenme gibi absürd anlayışlar bir tarafa tarihindeki en güçlü dönemini yaşamaktadır (bk. Demir 2003). Bunu belgelemek için 
elimizde yeterince ölçüt vardır. Her şeyden önce Türk dillerini anadili olarak konuşanların sayısı tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yüksektir. Dillerin yok 
olma tehlikesiyle karşı karşıya olmalarının tek nedeni az konuşura sahip olmaları olmamakla birlikte konuşur sayısı az olan dillerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya 
oldukları dil ölümüyle ilgili çalışmalarda genel geçer bir bilgidir. Ancak konuşur sayısı göz önüne getirilince Türkçenin bazı kollarının yok olma tehlikesi 
taşıdığı, hatta bilinen zamanlarda yok oldukları söylenebilir, ancak Türkçenin geneli için böyle bir durumun söz konusu edilemeyeceği ortadadır. 

Dil ölümünün en önemli nedeni işlev kaybıdır. Türkçe Osmanlı döneminde edebiyat dili, halkın konuştuğu dil ve devlet dili olmakla birlikte eğitim dili değildi. Devlet dili olarak kullanılan Türkçe halk dilinden kopuk, ancak özel bir eğitimle üstesinden gelinen ayrı bir üsluptu. Bir standart dil ve bu standart dili destekleyecek, ihtiyaca göre düzenlemeler yapacak bir kurum da yoktu. Eğitimde Türkçe ilk olarak batılı anlamda yeni okulların açılmasıyla 1793 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Daha 1827’de kurulan tıbbiyede Türkçe ders malzemesi, ders verecek öğretim elemanı olmadığı için 1870 yılına kadar Fransızca eğitim dili olmuştur. 

Yine 19. yüzyılda ortaya çıkan eğitimi halka yayma isteklerini karşılayacak bir standart Türkçe de yoktu. Ancak 20. yüzyılın başından itibaren halkın eğitiminde de kullanılabilecek sade bir dil gelişmeye başlamıştır. Bugün ise Türkçe eğitimin her alanında kullanılmaktadır. Bu alanda İngilizce ile büyük bir rekabet içindedir, ancak bu, yine de Türkçenin baskın durumda olduğu gerçeğini değiştirmez. Buradaki rekabet, daha önceki yüzyıllarda Arapça ve Farsça ile olan rekabetle kıyas edilemez. Sözü fazla uzatmadan Türkçenin bir dilden beklenen konuşma dili, devlet dili, eğitim dili, edebiyat dili, ticaret dili, eğlence dili, ibadet 
dili gibi her tür işlevi bugün yerine getirdiğini tereddütsüzce söyleyebiliriz. Bu alanlardan eğitimde, ticarette, eğlence alanında İngilizce başta olmak üzere batı 
dilleriyle, dini ihtiyaçlar alanında ise Arapça ile rekabet halindedir. Ama yine de genel olarak Türkçe tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü durumdadır. Bu güçlü olma durumu sadece Türkiye Türkçesi için değil kardeş diller için, özelikle Türk Cumhuriyetlerinde konuşulan diller için de geçerlidir. Yeni Türk Cumhuriyetlerinde Türkçe, Rusça ile rekabet etmekte ise de bağımsız devletlerin kendi ana dillerini öne çıkarmak için çabaladıkları da gerçektir. Konuşurlarının her tür ihtiyacını karşılayan Türkçe için bu açıdan da bir tehlike söz konusu edilemez, aksine Türkçe bu alanda da tarihinin en güçlü dönemini yaşamaktadır. 

Konuşulduğu alana bakacak olursak da Türkçenin tarihin en geniş sınırlarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bilinen ilk büyük Türk yazıtları bugünkü Moğolistan sınırları içindedir. Türkçe Moğol istilasını takip eden sürede büyük bir genişleme göstermiştir. Moğol istilası, kurulan büyük imparatorluklar da Türkçenin sınırlarında büyük bir genişlemeye neden olmuştur. Ancak Osmanlı döneminde en uç nokta Balkanlar iken daha sonra burada bir geri çekilme görüşmüş, ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında Batıya giden Türk işçi göçü sonucunda Türkçenin sınırları daha da batıya kaymıştır. Elbette her bölgede Türkçe o bölgede konuşulan başka dillerle rekabet içindedir ve Türkçede bölgelere özgü değişmeler söz konusudur. Ancak bu durum yine de konuşulduğu alan bakımından da Türkçe tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar geniş bir alana yayılmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Yirmi yıl önce beş yeni bağımsız Türk dilli devletin ortaya çıkması ve kendi dillerine sahip çıkması da göz ardı edilmemelidir. Türkçenin tarihinin en güçlü dönemini yaşadığını gösteren, yukarıdakiler kadar önemli olmayan, ama yine de küçümsenmeyecek bir gerçek daha vardır: Türkçe bugün kurumsal desteğe sahiptir. Türkçe daha önceki dönemlerde Enderun gibi özel eğitim verilen yerleri bir kenara bırakırsak hiçbir kurumsal desteğe sahip değildi. Öyle ki Osmanlı döneminde, yüzyıllarca Türkçenin konu edildiği neredeyse tek eser yazılmamıştır. Bergamalı Kadrî’nin 1530’da yazdığı Müyessiretü’l-Ulum’dan sonra bir Türk dil bilgisi için 1949 yılını beklemek gerekecektir. Oysa 20. yüzyılda 


Üniversiteler bünyesinde Türkçenin araştırıldığı pek çok birim açılmıştır. Bugün Türkçeyle ilgili konuların araştırılmadığı bir yüksek eğitim kurumu yoktur. Bazılarında birden fazla birim doğrudan Türk diliyle ilgilenmektedir. Ayrıca Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Radyo ve Televizyonlar gibi kurum ve kuruluşlar da standart Türkçenin kurallarının belirlenmesi, Türkçenin yaygınlaşması gibi hususlarda önemli katkılarda bulunmaktadır. Türk diline karşı olan ilgi sadece Türkiye Türkçesiyle sınırlı değildir, bugün Türk Üniversitelerinde Türk dillerinin neredeyse hepsini araştırmaya çalışan akademisyenler vardır. Son yirmi yılda Türk dillerini konu alan çalışmalarda muazzam bir artış olmuştur. 

Ortak Dil Mümkün mü? 

Bütün bunlara rağmen tek bir Türk dili, bir aralar popüler olan ifadesiyle söyleyecek olursak “ortak Türkçe” gelişeceğini beklemek gerçekçi değildir. Türkçe daha bilinen en eski dönemlerinde kendi içinde varyantlaşmalara sahipti (Róna-Tas, Berta 2011: 1111). Yazılı belgelerin artmasına, coğrafyanın genişlemesine paralel olarak Türkçenin kendi içindeki çeşitliliği de artmıştır. Yazı dilleri zaman zaman ortak değerlerden beslense de yine de farklı gelişmiştir. Bu durum dilbilimin temel bulgularıyla da örtüşmektedir. Geniş alana yayılan diller aynı zamanda yeni dillere de kaynaklık ederler, bu Türkçe için de böyle olmuştur. Oğuzcadan, Çağataycadan yeni diller ortaya çıkmıştır. Ayrıca doğal diller belli bir dönemde farklı amaçlarla kullanılan bir varyantlar yığını olduğu gibi, sürekli olarak bir değişim içindedir. Bu değişme Türkçe için de geçerlidir. 

Ortak bir dil oluşturmanın önünde başka engeller de vardır. Prensip olarak ortak bir yazı dili geliştirmek mümkündür. Nitekim tarihte İbranice gibi yok 
olmuş bir dilin yeniden diriltilerek devlet dili haline getirildiğinin örneği vardır. Ancak dil aynı zamanda konuşurları için sembolik değere sahiptir. Hiç kimse kendi dilinden kolayca vazgeçmek istemez. Farklı Türk dillerini konuşanların bazılarının kendi varyantlarından vazgeçerek bütün alanlarda başka bir varyantı kullanacağını beklemek için, bağımsız Türk Cumhuriyetleri arasında ortak bir alfabe geliştirme çabasının bile başarılı olamadığı göz önüne getirilirse, bir neden yoktur. 

Dil, özellikle yazı dilinin nasıl olacağı, aynı zamanda siyasi bir konudur ve sanıldığı gibi doğru-yanlışla ilgili değildir. Karar vericilerin Türkiye’de 1990’lı yıllarda beklendiği gibi Türkiye Türkçesini benimseme veya örnek alma çabası içinde olmadıkları aradan geçen sürede görülmüştür. Günümüzde ortak bir Türk dili yaratma yönünde bir talep de bunu sağlayabilecek bir siyasi irade de söz konusu değildir. 

Türk dillerinin kendi aralarındaki karşılıklı anlaşılırlık oranı da çok değişkendir. Prensip olarak birbirine yakın olanlar veya aynı tarihi gruptan gelenler arasındakarşılıklı anlaşılırlık oranı daha yüksektir. Örnek olarak Türkiye Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi arasındaki karşılıklı anlaşılırlık Türkiye Türkçesi ile Özbekçe arasındakinden daha yüksektir. Buna karşılık Özbekçe ile Uygurca arasındaki anlaşılırlık da Türkiye Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi arasında olduğu gibi yüksektir. 
Ancak bütün olarak bakıldığında, yapılan pek çok ortak toplantıda da yakından görüldüğü üzere günlük ihtiyaçlarda anlaşmanın olduğu durumlarda bile 
bir aracı dile ihtiyaç duyulmaktadır. 

Uzun vadede karşılıklı olarak birbirini anlamaya çalışmak, ortak yönleri güçlendirmek, farklılıkları görmek ve birbirine yaklaşmasını zamana bırakmak önemli görünmektedir. Buradaki diller rekabetinde dil dışı etkenlerin belirleyici olacağını söylemek gerekir. Eğer bir ülke, örneğin Türkiye, ekonomik ve siyasi olarak güç kazanırsa dili de buna paralel olarak güç kazanacak, Türkçe konuşanlar arasında ortak iletişim aracı olma yönünde büyük avantajlar yakalayacaktır. Şu anda bu avantaja sahip durumdadır. 

İleriye Dönük Öngörüler 

Sovyetlerin dağılmasıyla Türk dünyasına karşı Türkiye’de var olan ve bir kısmı gerçek bilgiden çok romantik duygulara dayanan ilgiyi sınama ve gerçek bir zemine oturtma fırsatı ortaya çıkmıştır. Yeni Türk Cumhuriyetleri ile uzun süre tek bağımsız Türk Cumhuriyeti olan Türkiye arasındaki çeşitli seviyedeki görüşmeler aynı zamanda dil hakkında o zamana kadar olan karşılıklı anlaşılırlık tartışmasını da sınama imkanı vermiştir. Yine aradan geçen zamanda ortak değerlerin neler olduğu yönünde de daha gerçekçi bir bilgi birikimi ortaya çıkmıştır. 

Dilsel ve kültürel ögeleri öne çıkarma çabasının siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmekten farklı olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Türk dilleri aynı kökten türemiş olmakla birlikte Türk dünyasının büyük bir kısmının ortak bir tarihi geçmişinin olmadığı gibi akraba ülkeler arasında da sorunların ortaya çıkabileceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 

İleriye dönük öngörülerde bulunmak gerekirse Türk dilleri tarihinde Çince, başta Farsça olmak üzere İran dilleri, Arapça gibi dillerle eğitim, devlet yönetimi 
gibi alanlarda büyük bir rekabet içinde olmuş, Türk dillerin de arasında bulunduğu çok dilli ortamlarda konuşulmuştur. 

Türkiye Türkçesi Tanzimat’tan sonra güç kazanan batılılaşmaya paralel olarak başta Fransızca olmak üzere Batı dilleriyle, özellikle eğitim alanında ciddi bir çekişme içinde bulunmuştur. İkinci dünya savaşının en önemli galibinin dili olan İngilizce 1950’li yıllardan sonra Türkiye’de Fransızcanın yeri almıştır. Türkiye 
Türkçesinin bugün Almanca, Fransızca, İtalyanca gibi Batı dilleri ile de bir rekabeti vardır, ancak bunlar İngilizce kadar ciddi bir rakip olarak görülemez. Buna karşılık İngilizce şu anda başka pek çok ülkede olduğu gibi bilim ve eğlence hayatının dili olarak çok güçlü durumdadır. Türkçe konusunda duyarlı olduğunu ileri süren aileler çocuklarına İngilizce eğitim verdirme imkanı bulmaları durumunda bunu tercih etmektedirler. Bu tercihin İngilizce eğitimle iş hayatında daha rekabet edebilir duruma gelme, bilgi kaynaklarına daha kolay ulaşabilme gibi avantajları olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Bu nedenle popüler dilcilikte olduğu gibi, bunun eğitim açısından büyük bir felaket olduğunu düşünmüyorum. Ancak Türkçeyi geri plana itecek dil politikaları uygulanması durumunda, Türkçenin eğitim alanında geri plana düşebileceği gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. 

Türk Dünyasının diğer bölgelerinde, bağımsızlıklarını kazanmış Cumhuriyetlerde de Rusça hala çok önemli bir rol oynamaktadır. Ayrıca Farsça, Çince gibi 
diller de Türkçenin pek çok kolunun konuşulduğu bölgede baskın dil durumundadır. Bazı Türk dillerinin ise yazısı yoktur. Eğitimde kullanılmadıkları için yerel konuşma dili olmanın dışında bir desteğe de sahip değillerdir. 

Günümüz Türk dünyasının kendi içindeki çok ciddi bir sorunu da ülkeler içinde farklı dillerin rekabet halinde olmasıdır. Türkçenin, Türk dili tarihi açısından 
çok önemli olan pek çok kolu, yukarıda işaret edildiği gibi, konuşuldukları bölgelerde azınlık dili durumundadır, bir kısmı ise yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yine 20 yıl önce bağımsızlıklarını kazanan Türk dilli devletlerde ülkede geçerli dili konuşanların genel nüfusa oranı da yeni yeni baskın duruma gelmektedir. 


Günümüzde Türk dilleri arasındaki iletişimin ve karşılıklı anlaşılırlığın veya anlama isteğinin de sanılandan daha zayıf olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türk dillerinin kendi aralarındaki rekabette, hiç şüphesiz uzun zaman bağımsız tek Türk dili olan, en fazla yazılı metne, en fazla konuşura, en yaygın geçerlilik alanına, en güçlü edebi geleneğe sahip Türkiye Türkçesinin bir adım önde olduğu, hatta zaman zaman ortak iletişim aracı olarak kullanıldığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 

Türkçenin konuşulduğu bölgelerde uzun vadede ne gibi değişiklikler olabilir? Doğrusu bu konuda söylenecek pek çok şey spekülasyondan öteye geçmeyecektir. 

Ancak bazı ülkelerde Türk dilli halkların kalabalık nüfusu göz önüne getirilince, yaşam alanlarının daralması durumunda sakin kalmayacaklarını beklemek yanıltıcı olmayacaktır. 

Kaynaklar ;


Akalın, Şükrü Haluk (2009), “Turk Dili: Dünya Dili”, Türk Dili, Mart 2009, C: XCVII, S: 687, s. 195-204. AWLD = 
http://www.unesco.org/culture/languages-atlas/ 

Demir, Nurettin (2003), “Popüler Dil Tartışmalarına Dil İlişkileri Açısından Bakış”,Cumhuriyetimizin 80. Yılında Türkçemiz, Ankara. ATO. 37-44. 

Demir, Nurettin (2006), “Türkiye’de Dil-Lehçe-Şive-Ağız Tartışmaları”, Türkiye’de Dil Tartışmaları, Derleyenler: Astrid Menz, Christoph Schroeder, İstanbul:
Bilgi Üniversitesi Yayınları. 119-146. 

Demir, Nurettin (2010). “1923-1938 Arasında Türk Dili”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü, Atatürk Dönemi 1920-1938, Ed. Osman Horata vd., Cilt 2., 
Ankara: AKM: 871-896. 

Dirim, İnci , Pete Auer (2004), Türkisch sprechen nicht nur die Türken. Über die Unschärfebeziehung zwischen Sprache und Ethnie in Deutschland, Berlin – New 
York: Walter de Gruyter. 

Doerfer, Gerhard (1969), “İran’daki Türk Dilleri”, TDAY-Belleten 1969: 1-11. 

Doerfer, Gerhard (1977), “Das Khorasantürkische”. TDAY-Belleten 1977: 127

205. Doerfer, Gerhard (1998), “Turkic Languages of Iran”, The Turkic Languages,eds. Lars Johanson/Éva Ágnes Csató, London: Routledge, 273-282. 

Dolatkhah, Sohrab (2010), “The Kashkay People, Past and Present”, bilig 53: 103-114. 

Hazai, Georg (1990), “Die Denkmäler des Osmanisch-Türkeitürkischen in nicht-arabischen-Schrift”, Handbuch der Türkischen Sprachwissenschaft, Georg 

Hazai (Hrg.). Budapest: Akadémiai Kiadó. 63-73. 

Johanson, Lars (2001), “Türk Dünyasının Sınırları: Türk Topluluklarının Gelişmesinde Bağlayıcı ve Ayırıcı Unsurlar”, Çev. Nurettin Demir, Türkbilig 2001/2, 
168-177. 

Johanson, Lars (2006), “Türk Dili”, Türk Edebiyatı Tarihi, I. c., Ed. Talat Halman vd. Ankara: Kültür Bakanlığı. 62-80. 

Johanson, Lars (2007a), Türkçe Dil İlişkilerinde Yapısal Etkenler, Çev. Nurettin Demir. Ankara: Türk Dil Kurumu. 

Johanson, Lars (2007b), “Türk dilleri. Bir aile portresi”, Edebiyat ve Dil Yazıları, Mustafa İsen’e Armağan. Haz. Ayşenur İslam Külahlıoğlu, Süer Eker, Ankara: 
Grafiker. 319-326. 

Johanson, Lars (2009), Türk Dili Haritası Üzerinde Keşifler, 3. Baskı, Çev. Nurettin Demir, Emine Yılmaz, Ankara: Grafiker. 

Johanson, Lars (2010), “The hig and low sprits of Transeurasian language studies”. Transeurasian verbal morphology in a comparative perspective: genealogy, contact, 
chance, Eds. Lars Johanson, Martine Robbeets. Wiesbaden: Harrassowitz. 

Kleinmichel, Siegrid (2006), “Ali Şir Nevayi ve Osmanlı Şairleri”, Türk Edebiyatı Tarihi, I. c., Ed. Talat Halman vd. Ankara: Kültür Bakanlığı. 683-691. 

Lewis, Bernard (1984), Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2. Baskı, çev. Metin Kıratlı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay. 

Menz, Astrid (1999), Gagausische Syntax, Eine Studie zum kontaktinduzierten Sprachwandel, Wiesbaden: Harrassowitz. 

Menz, Astrid (2003), “Slav Dillerinin Gagavuzcaya Etkisi”, bilig 24/2003: 23 45. Róna–Tas, András; Árpád Berta (2011). West old Turkic. Turkic Loanwords in 
Hungarian. Wiesbaden: Harrassowitz. 

Schönig, Claus (1997-1998), “A new attempt to classify the Turkic languages 1-3”, Turkic Languages I-1, 1997: 118-161; I-2, 1997: 262-277; II-1, 1998: 130
151. 
Schönig, Claus (1998), “Bemerkungen zum Fu-yü-Kirgisischen”, Bahşı Ögdisi, Klaus Röhrborn Armağanı, Haz. Jens Peter Laut, Mehmet Ölmez,Freiburg-İstanbul: 
Simurg. 

Şahin, Erdal (2003). “Kazan Tatar Türklerinin Latin Alfabesi Mücadelesi”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi 199: 42-45.) 

Tekin, Talat (1990), “A New Classification of the Chuvash-Turkic Languages”, Erdem 5, Ocak 1989 (13): 129-139. 

Tekin, Talat (2004). Irk Bitig Eski Uygurca Bir Fal Kitabı. Ankara: Öncü Kitap. 

Yılmaz, Emine (2009). “Türkçe ve Yazı”, Türk Dili Yazılı Sözlü Anlatım. Ed. Nurettin Demir, Emine Yılmaz: Ankara: Nobel. 


EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ: 
GENEL DEĞERLENDİRME VE BEKLENTİLER 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR 
Dr. Nermin YAZICI 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR* / Dr. Nermin YAZICI** 



****