7 Ağustos 2016 Pazar

2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri


2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri 


Şanlı Bahadır Koç 30 November 2004
ASAM, Amerika Masası, 
Araştırmacı. 
E-posta: sbkoc@avsam.org 
2004 yılı, Türk-Amerikan ilişkileri için 2003’e oranla, görünürde nisbî bir iyileşmenin yaşandığı bir yıl olmuştur. Yapılan karşılıklı ziyaretler ve olumlu açıklamalar üzerine bazı gözlemciler 2003 yılında yaşanan buhran döneminin aşıldığını ve ilişkinin alışılmış rayına oturduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşe göre, ilişkinin temelleri güçlüdür ve başta 1 Mart olayı olmak üzere 2003’te yaşananlar bir tür “kaza” olarak görülmelidir. Ancak bu değerlendirme bir parça eksik, erken, fazla iyimser ve son tahlilde yanıltıcı, hatta tehlikeli olabilir. Henüz Türkiye ile ABD arasındaki güvenlik ilişkisinin yeni parametreleri netleşmiş ve ilişkideki temel sorunlar çözülmüş değildir. İki ülkenin içindeki trendler ile Irak ve İran’da yaşanabilecek gelişmeler dikkate alındığında, ilişkinin geleceği konusunda ihtiyatlı bir kötümserlik daha uygun olabilir. İlişki bir nekahet döneminden geçmektedir. Ama bu dönemin, ufuktaki krizlere karşı ortak bir yaklaşım geliştirmek için yeterince iyi değerlendirildiğini iddia etmek güçtür. Özellikle Irak’ın dağılma sürecine girmesi durumunda, Ankara’da Washington‘a karşı pratik sonuçları da olabilecek bir kandırılmışlık hissi oluşabilir. Bu yazıda Türkiye’nin AB üyeliği, Irak’ın geleceği ve İran’ın nükleer programı çerçevesinde Washington ile Ankara arasındaki ilişkilerin geçen yılı değerlendirilecektir. Ayrıca ikili ilişkilerde 2005 yılı içinde yaşanabilecek gelişmelerle ilgili tahmin ve önerilere de yer verilecektir. 

Genel Değerlendirmeler 


Türk-Amerikan ilişkilerinin 2005’teki seyrini etkileyecek unsurlar arasında öne çıkanlar şunlardır: 
1) 17 Aralık’ta çıkacak AB kararının içeriği, 
2) Irak’ta Ocak ayında yapılması öngörülen seçim sonrasında ülkede oluşacak düzenin “kalitesi”, 
3) İran’ın nükleer programına karşı ABD ve İsrail’in askerî yöntemlere başvurma olasılığı. Bunlara Türk ekonomisinin sağlığı, Türk Hükümetinin istikrarı, Türkiye’de sivil-asker ilişkileri, Türk-İsrail ilişkilerinin daha da kötüleşmesi ihtimali, Türkiye’ye yönelik PKK ve El Kaide terörü gibi faktörler de eklenebilir. 
Son dönemde ilişkideki öngörülebilirliğin ortadan kalktığı dahi iddia edilebilir.[1] Bunun nedenleri şöyle yer almaktadır: 

- 11 Eylül, Bush Yönetimi’nin geçmiş Amerikan politikalarından belli bir kopuşu ifade eden dış politikası[2]; Irak Savaşı’nın uluslar arası sistemde yarattığı tahribat; Transatlantik ilişkilerde yaşanan ve giderek uluslar arası politikanın kalıcı bir unsuru olacağını düşündürten kırılma. 

- ABD’nin Irak harekâtından sonra Türkiye’ye askeri anlamdaki ihtiyacının tamamen değilse de ciddi ölçüde azalmış olması. 

- Irak Savaşı öncesinde başarısızlığa uğrayan pazarlığın iki tarafta da “acı bir tat” bırakması. 

- ABD’nin, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile Türkiye ve Türkmenler arasındaki anlaşmazlıkta Türkiye’yi tatmin edecek bir tavır içinde olmaması ve bu durumun Türkiye’de yarattığı ciddi hayal kırıklığı. 

- ABD’nin Kızey Irak’taki PKK varlığına karşı anlamlı hiçbir önlem almaması, 

- Türk kamuoyunda dünya kamuoyu ile paralel olarak artan Amerikan aleyhtarı duygular[3] ve bunun Türk hükümetinin politikalarını kısmen sınırlaması ve etkilemesi. 

- Türkiye’nin sancılı, uzun ve “iki adım ileri, bir adım geri” de olsa ilerleyecek AB üyeliği yolculuğu[4]

- Türk ordusunda ABD’nin niyetlerine ve güvenilirliğine yönelik önceki dönemlere göre daha yüksek derecede şüpheler bulunması. 

- Türk dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında sivil kanadın rolü artarken askerî kanadın ağırlığının azalma sürecine girmesi. 

- Türk dış politikasında komşularla ticaret gibi ekonomik faktörlerin öneminin artması. 

- Türk ekonomisinin IMF’ye olan bağımlılığının zayıflama ihtimali ve bunun Ankara'yı Washington'un beklentileri dışında davranmakta daha rahat kılabileceği beklentisi. 

Yukarıdaki gelişme ve trendlerin tümü henüz geri çevrilemez değildir. Ancak bunların sürmesi ve kemikleşmesi halinde, ilişkinin alışılmış şekliyle devam edeceği konusunda iddialı olmak güçleşecektir. İlişkilerin eskisi kadar yakın olmasa da istikrarlı bir şekilde devam edebilmesi için, 

 - Daha düzenli ve derin bir danışma mekanizmasının oluşturulması; 

- Ülkelerin birbirlerinden beklentilerinin daha açık şekilde ortaya konması; 

- İlişkinin ekonomik ve siyasî ayaklarının askerî ayağına yakın bir düzeye yükseltilmesi gerekmektedir. 

AB Perspektifi ve Türk Güvenlik Politikasında Güç Kullanımı 


Türkiye’nin AB üyesi olma ihtimali son iki yılda artmış ve muğlak bir temenniden öte ciddi bir beklenti haline gelmiştir. Ancak sürecin kendi kendisini üreten bir doğası olsa da kabul etmek gerekir ki, üyelik hâlâ kesin değildir ve muhtemelen son ana kadar da olmayacaktır. Türkiye içerideki reformlarla elinden geleni yapsa bile “elinde olmayan teknik nedenlerle” ve “müttefikleri mücadeleyi kaybettiği”için” sonuç alamayabilir. Bunun tersini savunan ve AB üyeliğinin kesin olduğunu iddia edenlerin iyimserlikleri, serinkanlı bir analizden çok, bir tür imana dayanıyor olmalıdır. 17 Aralık AB Zirvesi’nden çıkacak kararın Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde önemli bir etkisi olacaktır.AB Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratacak, üyelik perspektifini zorlaştıracak, belirsizleştirecek ya da müzakereleri kabul edilemez kadar ileriye atacak bir karar alırsa, Türkiye’nin AB ve hatta belki de genel olarak Batı karşıtı bir döneme girmesinden endişe edilmektedir. AB üyeliği perspektifi Türk dış politikası için bazı fırsatlar ve sınırlamalar yaratmaktadır. AB Zirvesinden olumsuz bir karar çıkarsa üyelik perspektifinin Ankara’ya ABD ile ilişkilerde yarattığı ilave alan daralabilir. Üyelik perspektifi Türkiye’nin doğu ve güney komşularının gözünde belli bir çekicilik kazanmasına yardım edebilir. AB üyesi olma yolunda ilerleyen bir Türkiye daha dikkatle izlenecek ve itibar görecektir. Bu ülkeler, Türkiye ile iyi geçinmenin orta ve uzun vadeli çıkarlarının gereği olduğuna daha fazla inanacaklardır. 

Ancak üyelik sürecinin, ekonomik konuların öneminin artması, yeni Türk elitinin güvenlik anlayışının eskiye göre daha farklı oluşu, piyasaların askerî krizlere karşı belli bir alerji geliştirmesi gibi başka bazı etkenlerle de birleşerek, Türk dış politikası için bazı sınırlamalar yarattığı da kabul edilmelidir. Ankara bu süreçte -ve bu eğilimler kemikleşirse üye olduktan sonra da dış politika tercihlerini ABD’ninkinden AB üyelerinin eğilimine yaklaştırma ihtiyacı hissedebilecektir. Bunların en önemlisi, askerî güç faktörünün sağladığı avantajların güvenlik politikasının öncelikli bir unsuru olmaktan çıkmasıdır. 

Bunun Türk güvenlik politikaları açısından önemli sonuç ve bedelleri olabilir. Türkiye, Soğuk Savaşın bitiminden ABD’nin Irak’ı işgaline kadarki dönemde askerî olarak Rusya dışındaki tüm komşularından daha güçlü idi. Belki bunun verdiği rahatlığın da etkisiyle güç kullanımı potansiyelini güvenlik politikasında önemli bir yere oturtmuştu. ABD’nin bölgeye gelmesi ve AB sürecinin ilerlemesi ile bu konuda bir değişiklik olabilir. Bu değişimin ilk başta ve en çarpıcı şekilde kendini göstereceği yer de Irak olacaktır. Washington, Türkiye’nin güç kullanımına daha mesafeli oluşundan ve Avrupa pratiğine yaklaşmasından genelde rahatsız olabilecekse de, bu değişimin Irak’a yansımasından ancak memnuniyet duyar. Çünkü AB üyelik perspektifi, Türkiye’nin Irak politikasını münhasıran milli çıkarlar doğrultusunda alacağı kararlarla yürütmesini ve ABD’nin tercih ve uygulamaları için sorun yaratabilecek tutumlara yönelmesini frenleyecektir. Ankara’nın üzerine dikilecek bu “dar cekete” ne ölçüde razı olabileceğini zaman gösterecektir. 

Bush, Türkiye ve AB 


Bush’un seçimleri kazanması ile ABD ile AB arasındaki çatlağın derinleşme ve kalıcı hale gelme ihtimali artmıştır. Çok genel düzeyde, Bush’un kazanmasının Türkiye için dolaylı ve paradoksal bir sonucu, Ankara’nın AB üyelik şansının bir nebze artması olabilir. Zira, ABD-Avrupa rekabeti keskinleşirse AB’nin gözünde Türkiye’nin o hep söylenen jeopolitik önemi bu sefer gerçekten artacaktır. Türkiye’nin üyeliğinin getireceği zorluk, maliyet ve riskler ABD ile rekabete girmiş bir AB’ye daha katlanılabilir ve kabul edilebilir gelebilir. Belli bir ihtiyat payı bırakarak denebilir ki, Türkiye’nin AB üyelik süreci, güvenlik tercihlerinin yanında silah alımlarında da AB’ye belli bir kaymayı beraberinde getirecektir. AB ülkelerinin, AB adayı bir ülkeye resmî ya da gayrıresmi ambargo ya da kısıtlamalar koymaları ihtimali düşüktür. Bu durum ayrıca ABD’nin de Türkiye’ye silah satışlarında Kongre vasıtasıyla koyduğu bazı sınırlamaları gevşetici etki yapabilir[5]. Silah, teçhizat, eğitim, doktrin ve askerî kültür olarak Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne daha yakın olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, orta ve uzun vadede ve daha mütevazi boyutlarda olmak şartıyla, AB ordularıyla olan ilişkilerinin güçlenmesi ve silah alımlarında olduğu kadar kültürel olarak da AB orduları ile olan yakınlığının artması beklenebilir. Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin AB normlarına yaklaşması da bu sürece etki yapacak bir diğer faktördür. Bu süreç, Türkiye’nin AB üyeliğinin salt bir ihtimal olmaktan çıkıp kesinleşmesi ile hızlanabilir. Bu tür bir tespitte bulunmak, mutlaka ABD ve Avrupa arasındaki farkın abartılması ya da bu iki güç arasında Türkiye için amansız bir rekabet olduğu anlamına gelmemelidir. Bu iki gücün arasındaki ilişkilerin “artık eskisi gibi olması” ihtimali düşükse de, topyekün bir kopuşun yaşanması görünebilir bir gelecek için mümkün değildir. 

Büyük meblağlar tutan silah ve yolcu uçağı gibi stratejik dış alımlarda Türkiye’nin tercihlerini kısmen ve yavaş yavaş AB ülkelerine kullanabileceğinin ortaya çıkması Washington’un tahmin ettiği ve kabulleneceği bir şey olabilir. Ama memnun olduğu bir gelişme olmaz. Washington, şimdiye kadar Türkiye’nin AB üyeliğinin “iyi bir şey” olduğu yönündeki söyleminde ısrar etmiştir. Kısa-orta dönemde bu yaklaşım değişmeyecektir. Ancak uygulamada ince ayarlara ihtiyaç duyup duymayacağını zaman içinde göreceğiz. 

Irak 


ABD-Türkiye ilişkilerinde en keskin farklılıkların ortaya çıktığı 2004 yılı içinde de Irak politikaları olmuştur. İki ülkenin kamuoyuna açıkladıkları Irak tasavvurları (demokratik, bütün, barışçı, müreffeh) arasında genel bir benzerlik vardır. Ancak iş ayrıntılara, önceliklere, araçlara ve uygulamaya geldiğinde önemli farklılıklar göze çarpmaktadır. Türkiye’nin ABD’nin Irak politikası ile ilgili eleştirileri[6] kabaca ikiye ayrılabilir: Türkiye’yi doğrudan ilgilendirenler ve dolaylı olarak Ankara’nın çıkar ve hassasiyetlerine uymayanlar. İlk grupta Kuzey Iraklı Kürtlere tanınan hak ve ayrıcalıklar, Kerkük’ün demografik yapısının değiştirilmesine ABD’nin seyirci kalınması, Türkmenlerin hâlâ sayılarının gerektirdiği ölçüde muhatap kabul edilmemeleri, PKK’nın Irak’ta hemen hiçbir kısıtlama ve zorlamaya uğramadan faaliyetlerine devam etmesi[7] sayılabilir. İkinci grupta ise, işgale karşı koyan direnişçilere ve bunun yanında sivil halka karşı uygulanan yöntemler ve yapılan muameleler vardır. Türkiye, Sünnîlerin siyasî sürece bir şekilde dahil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ankara’ya göre diplomatik alanda Irak’ın komşularının ABD’den gelecek bazı olumlu jestler ve açıklamalara ihtiyacı vardır. ABD bu yolla Irak’ın bazı komşularının siyasi süreci torpilleyecek yaklaşımlardan uzak durmasını sağlayabilir. Ankara başta ihaleler, petrol gelirleri ve dış borçlar olmak üzere ekonomik konularda tam şeffaflık sağlanması gerektiğine de işaret etmektedir. Ayrıca Irak’ta uzun dönemli askerî üsler kurulmayacağının ve ülkenin toprak bütünlüğüne saygılı olunacağının ve hatta bunun garantörü olunacağının açıklanmasının isabetli olacağı düşünülmektedir. 

Türkiye’nin Irak’taki Amerikan işgali ile ilgili hassasiyet, rahatsızlık, öneri ve uyarılarının dikkate alındığını düşündürten çok az örnek vardır. Denebilir ki, Washington bunları ancak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Telafer ile ilgili uyarısında olduğu gibi sert ve doğrudan olduğu zaman dikkate almaktadır. Telafer olayı bu rahatsızlıkların bir çoğundan unsurlar taşıyan önemli bir örnektir. Telafer ile ilgili olarak ABD’ye dört temel eleştiride bulunulabilir: 
1) Operasyonun kabul edilemez düzeydeki insanî boyutu. 
2) Bu tür kontrolsüz güç kullanımının Irak’ta Amerika’nın uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve şiddetin daha çok şiddet doğuracağı gerçeği. 
3) Washington’un Irak’ta Türkmenlerin çıkarlarına saygı göstermediği, bu operasyonun Türkmenleri sindirmek ve Kürtlere yeni alanlar açmak amacıyla yapılmış olduğu endişesi. 
4) Belki daha teknik ve ayrıntı gibi gözükse de, operasyonun dayandığı istihbaratın cılız ve sağlıksız olması.[8] 

Burada önemli olan, Türkiye’ye bu operasyondan “uçaklar havalandıktan sonra” haberdar edilmiştir. Burada bir danışmadan çok bir tebliğ söz konusudur ve bu tebliğin düzeyi, zamanlaması ve tonu, ilişkinin geldiği noktayı başka bir çok şeyden daha iyi anlatmaktadır. 

Bu tutum Türk basınında ABD’nin “gizli-kötü niyetleri” hakkında ciddi yorumcular tarafından[9] aşağıdaki spekülasyonların yapılmasına yol açmıştır. Buna göre ABD’nin giriştiği harekat diğer askeri nedenlerin yanında; 

1) Türkiye’nin ikinci gümrük kapısını açma girişimini engellemeye ya da zorlaştırmaya yönelik bir adım olabilir, 
2) Kerkük’te uygulanan ve muhtemelen hızlandırılması planlanan salam politikasının bir provası olabilir, 
3) Türkmenleri sindirmeye ve Türkiye’nin Irak’ın içindeki gelişmelere etkileyemediğini göstermeyi amaçlamış olabilir, 
4) Ankara’ya, Kürtlerin bağımsızlık ilanı ve/veya Kerkük’te demografik yapıyı değiştirmesi konularında müdahaleyi aklından bile geçirmemesi mesajları vermek olabilir. Son dönemde PKK terörünün tırmanması da bu listeye eklenebilir. Ankara’da yaygın olan bir kanaate göre, Kürt-Amerikan ve hatta belki de İsrail tarafının Türkiye’yi Irak’a müdahale edemez hale getirmeye çalıştıkları iddiası şimdilik spekülasyon gibi görünse de tümüyle temelsiz sayılamaz. 

Telafer türü olayların önüne geçmek için iki ülke arasında üst düzeyde danışmalar yapılması gerekliliği Washington’a anlatılmalıdır. Tel Afer’deki askerî harekât sadece Türkmenlerin yaşadığı şehirde gerçekleşmiş ve 100 bin – 100 bin!- kişinin şehri terk etmesine neden olmuştur. Ankara’yı doğrudan ilgilendirdiği açık olan böyle bir harekâtın yapılmadan önce haber vermenin ötesinde üst düzey danışmalar yapılmış olmalıydı. Aksi takdirde hâlâ telaffuz edilen “stratejik ortaklık” gibi kavramlar yanlış olmanın ötesinde acıklı bir içerik kazanabilirler. Yapılan üst düzey ziyaretler Türk-Amerikan ilişkilerini belki “yoğun bakım”dan çıkarmıştır ama tamamen tedavi ettiğini söylemek mümkün değildir. Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklar, 1 Mart olayı, “ Kırmızı Çizgilerin ” aşılması ya da yıpratılması, Süleymaniye krizi, Irak’a asker gönderme tartışmaları ve ABD’nin bu talebini geri alması, Washington’un PKK konusundaki tavrı Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur. Tel Afer olayı, son iki yılda Türk tarafının İncindiği yukarıdaki olaylar listesine yeni bir halka olarak eklenmiştir. 

ABD, Ankara’nın Irak’taki Türkmenlerin hamisi rolünü oynamaya çalışmasından memnun değildir ve bunu Türkiye’nin girişimlerine belli bir ilgisizlik göstererek hissettirmektedir. Ankara, Irak’ta kaos ortamının derinleşmesi halinde Iraklı Kürtlerin bağımsızlık düğmesine basabileceklerinden endişelenmektedir[10]. Bu durumda Türk Hükümeti müdahale yönünde ağır bir kamuoyu baskısı altına girecektir. Hükümetin alacağı karar ne olursa olsun en ağır hasarı Türk-Amerikan ilişkilerinin göreceği kesindir. Bölgede Türkiye’yi hiçe sayan karar ve uygulamaların istisnasız herkese ağır zararlar verebileceğini ABD’nin iş işten geçmeden kavraması tüm Batı dünyasının çıkarınadır. 

Irak’taki ABD ÜsleriABD Irak’ta, beş ya da on sene sonra istihbarat amaçlı veya sembolik olanın ötesinde bir askerî güce ve üs yapısına[11] sahip olacak mı? Washington yeni kuvvet planlarının genel olarak öngördüğü gibi, barış zamanında silah ve teçhizatın depolandığı ve az sayıda askerin bulunduğu ama kriz anında hızla çok büyük askerî bir gücü kabul edebilecek türden üsleri Irak’a yerleştirebilecek mi?[12] Bu konu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Konuyla ilgili olarak geniş fırça darbeleri ile spekülasyon yapmak gerekirse, Irak’ta bu tür bir varlığın bulunması ABD’nin Türkiye’den, başta İncirlik olmak üzere askerî üslerle ilgili talebini azaltabilir. Türkiye yaklaşık son elli yıldır benzer bir gelişmenin ABD’nin gözünde öneminin azalması sonucunu getireceğinden endişelenmiştir. Ama artık belki de bu endişeden sıyrılmak, Washington’un gözünde önemli olmanın mahzurlarının ve bedellerinin farkında olmak ve ABD için önemli olmayı bir saplantı haline getirmekten çıkarmak gerekmektedir. Veya en azından önemli olmanın tek ve en esaslı şartının süpergüce üs vermek olmadığını görmek zorundayız. Bunu söyledikten sonra şu da itiraf edilmelidir ki, ABD özellikle Kuzey Irak’ta uzun dönemli bir üs yapısı kurabilirse, bu durum bölge ile ilgili siyasî tercihlerinde Kürtler lehine ağırlığını artan biçimde koymasını getirebilir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Colin Powell ile önemi kriz anlarında ortaya çıkan samimi bir kişisel ilişki geliştirmişti. Powell’ın itidalli yaklaşımı Irak’ın bölünmesinin önünde önemli bir engel olarak görülebilirdi. Şimdi General gittiğine göre, bu senaryosunun gerçekleşmesi nazari olarak daha kolaylaşmıştır denebilir. 

ABD, İran ve Türkiye 

İran'ın nükleer programı önümüzdeki dönemin en önemli konusu olmaya adaydır. Türkiye’nin bu konunun diplomatik, stratejik ve teknik yönünü çok yakından takip etmesi gerekir. Bu programı askerî önlemlerle durdurma girişiminin bir parçası olması için Türkiye'nin kapısı çalınabilir. Eğer İran’ın nükleer programı diplomatik yollarla kontrol edilemezse, zaten risk almaktan kaçınmayan bir kişiliği olan Bush, radikal seçeneklere yönelebilir. Askeri bir operasyonun düzenlenmesi, giderek fantezi olmaktan çıkıp bir ihtimale, sonra da kesinliğe doğru yol alabilir. 


İran'ın nükleer güç olması halinde Türkiye’nin Rusya’dan sonra bu defa “orta boy” bir nükleer komşu ile yaşamayı öğrenmesi gerekecektir[13]. İran'ın nükleer güce sahip olması Orta Doğu'daki dengelerde önemli olacağı kesin ama şekli belli olmayan etkiler yaratacaktır. Türkiye bu durumda ne yapabilir? Hava kuvvetlerini daha da güçlendirme yolu ile İran'a karşı bir caydırıcılık sağlamanın yeterli olacağını iddia edenler bulunmaktadır. Bu yol, kısmi bir caydırıcı etki yaratsa da, nükleer güce ulaşması İran’ın üçüncü tarafların -özellikle Güney ve Doğu komşularımızın- gözündeki İran'ın etkinlik ve itibarının Türkiye'nin önüne geçirebilecektir. 

Önümüzdeki dönemde Washington’dan Türkiye’ye aşağıdaki yönde telkin ve baskıların gelmesi beklenebilir: 
1) İran’ın nükleer programı karşısında daha net, eleştirel ve hatta suçlayıcı bir pozisyon al. 
2) İran’ın nükleer güç sahibi olması Türkiye’nin güvenliğine yönelik de ciddi bir tehdit yaratacaktır. Hatta, 
3) eğer bu konuda kendisine yeterince yardım etmezsen İran’a karşı Amerikan güvenlik şemsiyesine bel bağlama. 

İran konusunda Türkiye’ye ortak askerî harekât, hava üsleri ya da en azında hava sahasını açması yönünde talepler gelebilir. ABD ve İsrail’in İran’a karşı bir hava harekâtı düzenlemek için başka alternatifleri yok değildir. Ancak İran, Osirak örneğinden ders alarak nükleer programını coğrafî planda dağıttığı, yerin altına ve yerleşim merkezlerine gizlediği, hava savunması Irak’a göre daha güçlü olduğu için Türk hava sahası ve üslerinin kullanılmasını isteyebilirler. 

Washington ayrıca silahlı müdahale ya da en azından inandırıcı bir müdahale tehdidi olmazsa İran’ın nükleer silah sahibi olmasının engellenemeyeceğini iddia edebilir. ABD ve İsrail “tuzu kuru” Avrupalılardan farklı olarak Türkiye’nin İran’ın yanı başında olduğunu ve aynı Avrupalıların nükleer bir İran’la komşu olan Türkiye’yi aralarına almak için ilave bir endişeye kapılacaklarını iddia edebilir[14]. Türkiye bu konuda zor bir kararla karşı karşıya gelebilir. Türkiye ile ABD’nin Irak’tan sonra İran konusunda da ters düşmeleri “stratejik ortak” kavramının telaffuz edilmesini zorlaştıracaktır. 

Diğer Konular 


İlişkinin seyrini ilgilendiren diğer konulara kısaca değinmek gerekirse: 

- 2004 Türkiye’nin,ABD’nin Büyük Orta Doğu projesinin vitrininde yer aldığı bir yıl olmuştur. Ancak Ankara’nın projenin “mutfağında” da yer alması ve bazen belki de baş ahçının hoşuna gitmeyebilecek önerilerde bulunabilmesi de gerekir. 
- İncirlik ve Konya-Karaman üslerinden daha fazla yararlanmak isteyen ABD’nin bu konuda Ankara’ya 2005 yılında daha fazla baskı uygulaması beklenebilir. Washington’un bu konuda "Türklerle eninde sonunda anlaşmayı" umduğu belirtilmektedir[15]
- Füze savunması konusu 11 Eylül’den sonra dünya gündeminden düşmüştü. Ama Pentagon denemeler yapmaya devam etmektedir. Önümüzdeki yıl içinde bu konunun tekrar tartışılmaya başlanması ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerin bu projeye katılmaya davet edilmesi beklenebilir. 
- NATO zirvesi tüm kamu diplomasisi atağına rağmen son tahlilde kaçırılmış bir fırsat olarak görülebilir. Türkiye’nin, kendi tercihlerini zirve gündemine ve kararlara yansıtmada daha atak olması ve salt bir ev sahibi olmanın ötesinde zirveyi entelektüel anlamda sahiplenmesi daha doğru olabilirdi. 
- 2004’te Kıbrıs Türk dış politikasında önemli bir yer tutmuştur. Türk Hükümeti’nin bu dönemdeki olumlu ve esnek tutumundan sonra ABD’nin Ankara’ya artık Kıbrıs konusunda ciddi bir baskı yapmaması gerektiği düşünülmektedir.. Ancak Washington’un önümüzdeki yıl Ankara’ya Güney Kıbrıs’ın tanınması konusunda sıkıştıracağı endişesi vardır. 

Sonuç 

Türkiye belki de son elli yılın en güçlü, aktif ve pervasız Amerikan yönetimi ile karşı karşıyadır. ABD dünyanın tek süper gücüdür ve Türkiye’nin güvenliği ve refahını ilgilendiren bir çok konuda belirleyici konumdadır. Türkiye’nin içinde, çevresinde ve AB ile arasında yaşanan gelişmeler ABD ile ilişkilerin seyrini etkileyecek ve onu son elli yıllık alışkanlıkların dışına itebilecektir. Ama görünebilir bir gelecek için Ankara’nın en dikkatli izleyeceği başkent Washington olmaya devam edecektir. İlişkinin dinamizmini koruması ve yeni koşullara ayak uydurması için, 
1) Yeni kavram, argüman, teknikler üretmek, 
2) Doğru diyalog kanallarını seçmek ve 
3) Geçmiş deneyimleri eleştirel ve çok boyutlu bir analize tâbî tutmak gerekir. 
Amerika ile konuşmanın ve onunla “anlaşmanın” optimal yollarını bulmak diğer her ülke gibi Türk dış politikasının da en önemli konularından biri olacaktır. Ankara’nın Washington’a sesini daha etkili duyurması, “canının yandığı” zamanlarda bunu hızlı ve doğru şekillerde hissettirmesi, buna karşılık atabileceği karşı adımlar olduğunu göstermesi, kamuoyunu arkasına alması ama aynı zamanda onun esiri olmaması, ortak çalışma ve çıkar alanları konusunda “kelime hazinesini” geliştirmesi gerekir. Türkiye ile Washington bazı konularda farklı çıkar, bakış açısı ve önceliklere sahip olabilir. Ama salt iletişim eksikliği ve karşıdakini anlamaya yeterince çaba harcamama sonucunda meydana gelen kaza ve krizlere iki tarafın da tahammülü olmaması gerekir. Washington’a hangi konuda ne zaman ve nasıl şikayet yapılacağı“sanatını” öğrenmemiz gerekmektedir. Washington ile “iş yaparken” değişik kanalları, ısrarlı bir şekilde, doğru teknik ve zamanlama ile kullanmayı bilmek önemlidir. Ankara ayrıca Washington’da kendisine Amerikan devlet kurumları, Kongre, çıkar grupları, medya ve think-tank camiasından “yerel müttefikler” bulmak için kamu diplomasisi alanında kapsamlı, metotlu ve sabırlı bir çalışma içinde olmalıdır. 

[1] Soner Çağaptay, “Where Goes the U.S.-Turkish Relationship?” Middle East Quarterly, Güz 2004, ss. 43-52; Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Bahar 2004, Cilt 10, No: 1, ss. 5-29. 
[2] Tersi bir göüş için bkz. John Lewis Gaddis, “A Grand Strategy of Transformation”, Foreign Policy, Kasım/Aralık 2002. 
[3] German Marshall Fund Poll, Transatlantic Trends 2004, Eylül 2004, ss. 20-24. 
[4] Orta ve uzun vadede sükut-u hayalle sonuçlanma ihtimali de yok değildir. Ama yine de Türkiye dış politikası belki yavaş ama hissedilebilir bir şekilde “AB ortalamasına” doğru meyledebilecektir. 
[5] Bu arada ABD hükümeti Türkiye’nin F-16 savaş uçaklarını modernize etme talebini Kongreye bildirmiştir. Türkiye modernizasyon işlemleri için 3,9 milyar Dolarlık bir paketi harekete geçireceğini ABD hükümetine iletmiştir. İşin ilginç yanı bu gelişmelerin savunma harcamalarında ekonomik ve stratejik nedenlerle indirime gideceği bir dönemde yaşanacak olmasıdır. Türkiye’ye silah satmaya istekli ülkelerin artması elbette olumlu bir gelişmedir ancak AB ülkelerinin şansı ilk etapta daha çok, küçük bütçeli programlarda artabilir. 
[6] Murat Yetkin, “Gül: Irak halkına işgalin biteceği söylenmeli”, Radikal, 23 Kasım 2004. 
[7] PKK konusunda Türkiye’nin ABD’nin önüne koyması gereken öneriler için bkz. Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, İlkbahar 2004, Cilt 10, No 1, ss. 18-20. 
Michael Rubin, ABD’nin PKK’ya karşı harekete geçmemiş olmasını yanlış ve “utanç verici”bulmaktadır. Michael Rubin, “The PKK Factor”, National Review, 5 Ağustos 2004. Rubin PKK’nın varlığı ve eylemlerinden K. Irak’lı Kürt halkının da rahatsız olduğunu, ABD’nin Irak’ta yetkiyi devretmiş olmasına rağmen bu konuda hala sorumlu sayılabileceğini, PKK konusunda bir şey yapmamanın Bush’un ve ABD’nin terörle mücadele konusundaki inandırıcılığına ve 50 yıllık müttefik Türkiye ile ilişkilere zarar verdiğini belirtmektedir. Rubin’e göre bazı ABD’li diplomatlarla Merkez Komutanlığı’ndaki bazı komutanlar bu durumun ciddiyetinin farkında değillerdir. Yazar bu komutanların Türkiye’ye karşı bazı önyargıları olduğunu düşünmektedir. Rubin, Türkiye’nin İran’ın PKK ile mücadele konusunda verdiği sözleri, ABD’nin bu konudaki pasifliği ile karşılaştırdığına dikkat çekmektedir. Rubin ayrıca Süleymaniye olayının Türkiye’de ciddi bir iz bıraktığını, Pentagon istihbaratının PKK’nın bölgedeki yerini bilmediği iddiasının inandırıcı olmadığını, geçtiğimiz Bahar aylarında ulusal güvenlikten sorumlu diğer kurumların bilgisi dışında bölgedeki 101. Hava İndirme Birliği ile PKK arasında yapıldığı iddia edilen görüşmenin terörist örgüte bir çeşit meşruiyet verdiğini, K. Irak’lı Kürtlerin 90’lı yıllarda oynadığı rol ve çevik kuvvete ev sahipliği yapması nedeniyle Türkiye’ye karşı müteşekkir olmaları gerektiğini ve ABD kuvvetlerinin bölgede küçük birimler halinde de olsa bulunmasının, PKK’nın bu bölgede rahat hareket etmesini önleyeceğini belirtmektedir. 
[8] Stevie Fainaru, “Masked Informer Leads U.S. Search For Insurgents”, Washington Post, 15 Eylül 2004. 
[9] Taha Akyol, “'ABD kuşku yaratıyor'”, Milliyet, 15 Eylül 2004; Fikret Bila, “Gül: Kayıtsız Kalamayız”, Milliyet, 15 Eylül 2004. 
[10] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti”, Stratejik Analiz, Nisan 2004, Cilt 4, No.48, ss. 53-59. 
[11] David R. Francis, “US Bases in Iraq: Sticky Politics, Hard Math”, Christian Science Monitor, 30 Eylül 2004. 
[12] ABD’nin Irak’ta barış zamanında 50 bin kişilik bir kuvvet bulundurmasının yıllık giderinin yedi milyar Dolar gibi ABD için kabul edilebilir bir askeri maliyeti olduğu hesaplanmaktadır. Ayrıca, kesin verilmiş bir karar olmasa da mevcut yaklaşık 140 bin kişilik gücün en azından 2007’ye kadar kalacağı düşünülmektedir. 
[13] Ian Lesser, ”Turkey, Iran and Nuclear Risks”, NPEC sitesi, http://www.npec-web.org/projects/Iran/Lesser.pdf, 2004. 
[14] Ian Lesser, s. 16. 
[15] Yasemin Çongar, “ABD'nin Yeni Kuvvet Dağılımı”, Milliyet, 23 Ağustos 2004. 

http://turcopundit.blogspot.com.tr/2004/


****






Bush Yönetimi TÜRKİYE ve Dünya




Bush Yönetimi TÜRKİYE ve Dünya 


Şanlı Bahadır Koç·   21 December 2004
ABD Masası, Araştırmacı. E- posta: 
sbkoc@avsam.org 

“ Dört Yıl Daha ”:
Spotlar

1. İkinci dönem Başkanlıklarda balayı erken biter; medya daha acımasız, Kongre daha az itaatkâr, muhalefet daha fazla bileylenmiş, yabancı hükümetler daha az saygılı ve kadrolar daha az disiplinlidir.

2. Bush Yönetimi’nde, ideolojinin, hakikati görmenin önünde bir engel değil, onu değiştirmek ve şekillendirmek için kullanılan bir levye olduğuna inanılmaktadır. Yeni muhafazakalara göre, realistler Amerikan gücünün başarabileceklerinin tam olarak farkında değillerdir. Onlara göre realistler, “tekerlekleri statükonun kumuna saplanmış”, yaratıcılıkları sınırlı, eski moda insanlardır. Yeni muhafazakârlar, dünyayı ve Amerikan pozisyonunu korumak değil, onu dönüştürmek istemektedir.

3. Değişim olacaksa da, bunun Yönetim’in kendi isteğiyle değil, şartların ve olayların zorlamasıyla olması daha muhtemeldir.

4. Dışişleri, Amerikan Ordusu ve CIA gibi güvenlik bürokrasisinin Bush Yönetimi’ne karşı kısmî “sivil direniş”i gelişebilir.

5. Son dönemde dünyaya büyük endişe veren ve tepki toplayan Amerikan dış politikasını şekillendiren kabaca beş önemli unsurdan bahsedilebilir. Bunlar; Bush’un içgüdüleri, yeni muhafazakârların amaçları ve dünya görüşü, 11 Eylül’ün halk ve elitler üzerinde yarattığı etki, ABD’nin ihtiyaçları ve ABD’nin gücüdür.



Son dönemde dünyaya büyük endişe veren ve tepki toplayan Amerikan dış politikasını şekillendiren kabaca beş önemli unsurdan bahsedilebilir. Bunlar; Bush’un içgüdüleri, yeni muhafazakârların dünya görüşü, 11 Eylül’ün halk ve elitler üzerinde yarattığı etki, ABD’nin ihtiyaçları ve ABD’nin gücüdür. Seçim bu faktörlerde önemli bir değişiklik yaratmamıştır. Dış politikanın tasarlanması ve uygulanması bazı yapısal sınırlar içinde gerçekleşse de, bu süreçte insan faktörünü küçümsememek gerekir. Amerikan dış politikasının önemli pozisyonlarında bulunan kişilerin dünya görüşleri, geçmişleri ve aralarındaki “kimya”, politikanın yönünü ve şeklini belirlemekte bazen çok önemli olabilmektedir. Bu listeye karar alma mekanizmalarının ve Yönetim ile bu kararları uygulayacak bürokrasi arasındaki ilişkinin şeklini de eklemek gerekebilir. Personel tercihleri, Başkan’ın niyetlerini yansıttığı için, izlenecek ya da izlenmesi amaçlanan politika için bazı ipuçları verebilir. Bu yazı, yapısal faktörlerin yanında, dış politika ile ilgili kilit pozisyonlardaki değişiklikleri de dikkate alarak, Bush Yönetimi’nin izleyebileceği muhtemel dış politikanın yönünü analiz etmeye çalışacaktır.

Yeni Bush Yönetimi’nin önünde zorlu bir gündem bulunmaktadır[1]: Terörle mücadele, Irak[2], İran[3], Filistin[4], Afganistan, K. Kore, Büyük Orta Doğu projesi, AB ile ilişkilerin tedavisi, kendi bölgesi dışında da aktif bir görüntü vermeye başlayan Çin’in[5]çevrelenmesi ve otoriter eğilimleri güçlenen Putin’e karşı nasıl bir politika izleneceği gibi zorlu konularda acil, maliyeti yüksek ve riskli bazı kararlar alınması gerekebilir[6]. Seçimden sonra gözlemciler, Bush’un dış politikasında devamlılık ve değişim yönünde işaretler aramaktadır. Değişim olacaksa da, bunun Yönetim’in kendi isteğiyle değil, şartların ve olayların zorlamasıyla olması daha muhtemeldir. Değişimin olup olmayacağını, olacaksa da şeklini, boyutunu ve zamanlamasını belirleyecek etkenler şunlar olabilir: Seçim öncesi verilen sözler ve yapılan açıklamalar; Bush’u destekleyen gruplar ve bunların Yönetim üzerindeki etkisinin şekli; yenilenen – ve yenilenmeyen- kadrolar[7] ile karar alma mekanizmaları; Başkan’ın içgüdüleri, niyeti ve eğilimi; dış faktörlerin dikte ettiği şartlar ve krizler.

İkinci dönem Başkanlıklarda balayı erken biter; medya daha acımasız, Kongre daha az itaatkâr, muhalefet daha fazla bileylenmiş, yabancı hükümetler daha az saygılı ve kadrolar daha az disiplinlidir[8]. Skandallardan sıyrılma çabası ile tarihe geçecek bir şeyler yapma güdüsü bir arada yer alır. Bazı çevrelerde, bir çok yönden (karakter, yöneticilik stili, içgüdü, ideolojik perspektif) babasından çok Reagan’a benzetilen[9] George W. Bush’un, onun gibi ikinci dönemde daha uzlaşmacı politikalar izleyebileceği beklentisi bulunmaktadır.

Ne Bush’un ne de yardımcısı Cheney’nin 2008’de aday olmayacak olmaları Amerikan Yönetimine belli bir rahatlık getirecektir[10]. Bush, halktan aldığına inandığı “siyasî sermayeyi” harcama konusunda çekingen olmayacaktır[11]. Bush, ilk dört yıllık dönemde, Başkanlığın gücü ve sınırları konusunda, belki ancak yaşanarak öğrenilecek bir tecrübe kazanmıştır. Başta Dışişleri olmak üzere, yaptığı yeni atamalarda kendisine doğrudan bağlılığı olan kişileri seçmiştir[12]. Bu nedenle, Başkan’ın politikanın oluşturulması ve uygulanması sürecine daha fazla müdahil olacağı[13] düşünülmektedir. Ancak, bu gelişmenin ilk döneme oranla daha yumuşak politikalar getireceğini düşünmek için, şu an elde yeterince işaret yoktur[14]. Göründüğü kadarıyla, Bush, ilk dönemde izlediği yolun doğruluğundan emindir. Seçim zaferinin de bunu tasdik ve takdis ettiğini düşünmektedir. Bush’un ilk dönemde örneği bolca görülen türden tek taraflı, müdahaleci ve “milliyetçi” uygulamalarının asker, bütçe ve meşruiyet açıklarının[15] elverdiği ölçüde devam etmesi yüksek bir ihtimaldir. Kongre’nin iki kanadındaki Cumhuriyetçi hakimiyeti de, yeni dönemde Bush’un avantajları arasındadır.

Ancak bazı sınırlar, zorluklar ve sorunlar da yok değildir. Amerikan hegemonyasına karşı oluşan global dengeleme eğilimi ikinci dönemde daha belirgin hale gelebilir. ABD’den somut açılımlarla desteklenmiş büyük çaplı bir “cazibe taarruzu” gelmediği takdirde, Amerikan aleyhtarlığı uluslarası sistemin yarı-kalıcı bir unsuru haline gelebilecektir. Ekonomide yaşanabilecek problemler ve Irak’ta kaosun derinleşmesi gibi nedenlerle Bush’un içerideki popülaritesi azalabilir. Doların hızlı ve kontrolsüz değer kaybının Yönetim’in beklediğinden daha olumsuz sonuçları olabilir. Tarihsel olarak, Amerikan Yönetimleri’nin “topal ördek ” haline geldikleri ikinci dönemlerinde Kongre, medya, yabancı başkentler tarafından ciddiye alınması bir ölçüde zorlaşabilir. Tarihin en güçlü Başkan Yardımcısı ve bir tür Başbakan gibi olan olan Cheney’nin sağlığının bozulması Yönetim’in dengesini bozabilir. Hızlı ve büyük çaplı personel değişiklikleri sonucunda Bush Yönetiminin o ünlü iç disiplini zayıflayabilir. Amerikan Başkanlarının ikinci dönemlerinde daha çok görülen skandallardan bir veya daha fazlası patlak verebilir. 2008 seçimleri için Cumhuriyetçi Parti içinde bir köşe kapmaca yaşanabilir. Bush’un performansı ve popülaritesine göre, Cumhuriyetçi Başkan aday adayları ona yakın görünmekten kaçınabilirler. Cumhuriyetçi Parti’nin ılımlı kanadı[16], partiyi, ülkeyi ve dünyayı yanlış yere götürdüğünü düşünerek Bush’un politikalarına karşı bayrak açabilir. Ayrıca, Dışişleri, Amerikan Ordusu ve CIA gibi güvenlik bürokrasisinin Bush Yönetimi’ne karşı yürüttükleri kısmî “sivil direniş” gelişebilir[17].

Yönetim’de Personel Değişikliği 


İlk dönemde Yönetim içinde bir ölçüde fikrî rekabet vardı. Tartışmaları genelde yeni muhafazakârlar kazanıyordu, ama yine de açık sayılabilecek bir tartışma ortamı yaratılmıştı. Diplomasi yolu isteksizce, kısmen ve göstermelik de olsa deneniyordu. Şimdi yönetimin ağırlık merkezinin iyice sağa kaymasıyla bir dengesizlik oluşabilecektir. Bush Yönetimi ne yapacağına karar vermiş ve yapılacak işler listesini problem yaratmadan hayata geçirecek kişiler seçilmiş gibi görünmektedir. Bush Yönetimi’nde, ideolojinin hakikati görmenin önünde bir engel değil, onu değiştirmek ve şekillendirmek için kullanılan bir kaldıraç olduğuna inanılmaktadır[18]. Bush, dış politikasının aksadığını, kaynaklarla amaçlar arasındaki makasın açıldığını ve bu durumun sürdürülemeyeceğini görerek gerekli düzeltmeyi yapacak mı? Yoksa, işlerin büyük ölçüde iyi gittiğine inanarak benzer politikalara devam mı edecek? Seçim öncesinde, yönetimin hata ve başarısızlıkları kabul etmekten kaçınmasının kendi içinde bir mantığı vardı. Ama tekrar seçildikten sonra da, bu kendi kendini eleştirme sürecini atlamanın ciddi bedelleri olabilecektir. Bush’un ikinci dönemde daha yumuşak ve uzlaşmacı politikalar izleyeceğini umanlar personel tercihleri sonucunda hayal kırıklığına uğramıştır. Bush, ekibinde hızlı bir yenilemeye gitmesine rağmen, izleyeceği politikalarda da bu yöne gideceğine dair somut hiçbir işaret vermemiştir. Kabinesinin yarısından fazlasını yenileyen Bush, bu yola, izlenecek politikalara kendi damgasını vurmak, ilk dönemde rahatsız olduğu bazı unsurlardan kurtulmak ve ekibine yeni bir dinamizm getirmek için girmiş olabilir. Bu değişikliklerdeki en önemli kriterin, Başkan’a bağlılık ve yakınlık olduğu görülmektedir. İlk dönemde, Bush’un farklı bakış açılarına sahip bakan ve danışmanları olmasını, fikir ve seçenek açısından bir zenginlik olarak gördüğü belirtiliyordu. Powell’ın gidişi ile, Bush’un duyacağı fikirlerin çeşitliliğinin azalacağı düşünülebilir[19]. Yönetimin “şahinlik katsayısı” artmış ve “ağırlık merkezi” şahinlere doğru daha da kaymıştır. Artık İran ve Kore gibi konular, Yönetim’in en üst düzeylerinde tartışılırken, askerî gücün kullanılması dahil sert yöntemlerin uygulanmasının önünde fren olarak duracak kimse kalmamıştır. İş İdaresi tahsili yapmış olan Bush’un, kabinesinde farklı görüşlerin yer almasından memnun olduğu ve bunun entelektüel bir rekabet yarattığına inandığı belirtiliyordu. Ama Powell’ın gönderilmesi, aslında Beyaz Saray’ın eleştiriye ve farklılığa fazla tahammülü olmadığını ve ikinci dönemde Yönetim içinde fikrî rekabet ve görüş zenginliğinin olmayacağını düşündürtmektedir[20]. Bu gelişmenin sonucu olarak, Bush’un gerçeklerle olan bağlantısı iyice zayıflayabilir.

Rumsfeld 


Bush’un yeni kabinesi ile ilgili kararlarının belki de en önemlisi Rumsfeld’in pozisyonunu koruması olmuştur. Powell’ın ayrılmasına rağmen Rumsfeld’in yerini koruyor olması anlamlıdır. Çünkü bu iki Bakan arasında ters bir simetri olduğu ve ikisinin de aynı anda ayrılacağı yönünde bir beklenti oluşmuştu. Rumsfeld’in kalması, “dere geçerken Savunma Bakanı değiştirilmez” düşüncesinin sonucu olduğu kadar, Başkan’ın Rumsfeld’e duyduğu güvenin de bir göstergesidir. Bush, en çok eleştirilen[21], ayrılacağı yönünde en fazla spekülasyon yapılan, kabinenin en yaşlı (72) bakanı Rumsfeld’i görevde tutarak önemli bir mesaj veriyor olabilir. Rumsfeld’in, enerjisinden bir şey kaybetmiş olmasa da, yaşı bahane gösterilerek emekli edilmemiş olması önemli bir tercihtir. Genelde kabul edilen fikir ve uygulamaların dışına çıkmaktan çekinmeyen Rumsfeld’in düşman kazanmaya yatkın bir kişiliğe sahip olduğu belirtilmektedir. Savunma Bakanı, tarzı ve bazı kararları nedeniyle, sadece Demokratlar, medya ve Avrupa başkentlerinde değil, Kongre’de, kendi partisinde ve Amerikan silahlı kuvvetlerinde de çok sayıda kişinin tepkisini çekmiştir. Rumsfeld, Irak’ta sonradan gücünü kendisinin de kabul etmek zorunda kaldığı direnişi öngöremedi; savaş öncesinde Irak’a yeterince asker göndermedi ve sonra da bu pozisyonunda ısrar etti; savaş sonrasındaki kaosu önlemediği gibi önemsemedi. Ebu Garib skandalının, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak onun yarattığı atmosferin bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Türkiye’de bir çok kişinin yanlış bir şekilde Rumsfeld’i bir parçası saydığı yeni muhafazâkar kesimlerde bile Rumsfeld’e karşı önemli bir tepki bulunmaktadır[22]. Rumsfeld’i karakter ve tarz olarak kendine yakın bulan Bush, Savunma Bakanı’ndan vazgeçmenin yapılan hataların bir itirafı olarak görülmesinden endişelenmiş olabilir.

Bush, güvenliği seçim kampanyasının merkezine koymuştu. Seçimi kazandıktan sonra Savunma Bakanı’nı değiştirmemesi normal karşılanabilir. Rumsfeld’in başlangıçta düşünüldüğü gibi sadece bir yıl mı, yoksa daha uzun süre mi Bakanlıkta kalacağı belli değildir. Rumsfeld ile beraber Paul Wolfowitz ve Douglas Feith’in de görevlerinde kalacakları düşünülmektedir. Böylelikle Savunma Bakanlığı’nın sivil kanadında devamlılık sağlanmış olacaktır. Rumsfeld’in başladığı işlerin çoğunun daha sonuçlanmadığı[23]söylenebilir. Daha hafif ve hızlı bir ordu isteyen Rumsfeld’in bu konudaki çabaları henüz meyve vermeye başlamamıştır.[24] Bush’un, Rumsfeld’in Amerikan silahlı kuvvetlerini köklü bir dönüşümden geçirmek ve modernize etmekle ilgili bu vizyonunu beğendiği bilinmektedir[25]. Rumsfeld, Irak’ta durumun düzeleceğini, silahlı kuvvetlerin dönüşümü projesinin ilerleyeceğini, Dört Yıllık Savunma Planı’na kendi damgasını vuracağını, füze savunmasının bir fantezi olmaktan çıkacağını ve tarihe başarılı bir Savunma Bakanı olarak geçeceğini düşünerek kalmak istemiştir.

Rice 


Condoleezza Rice, Güvenlik Danışmanlığı süresince Başkan Bush ile çok yakın kişisel ilişkiler geliştirmiştir. Bu, yeni görevi için bir artı olarak görülebilir. Ancak Rice “realist” Brent Scowcroft’un talebesi olmasına rağmen, son dört yıl içinde bir ölçüde neo-conlara yanaşmıştır. Ama yine de İran ve K. Kore konusunda diyalog yolunu onlardan daha fazla savundu. Rice’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’ndaki performansı ile ilgili olarak, 11 Eylül öncesinde yapılan terör uyarılarını ciddiye almadığı, departmanlar arası eşgüdüm ve disiplini (“interagency process”)[26] sağlamada başarı gösteremediği ve Pentagon’un şahinlerine hakim olamadığı şeklinde eleştiriler[27] yapılmaktadır. Büyük, köklü ve muhafazakâr bir yapısı olan Dışişleri Bakanlığı bünyesinin Rice’ı kabul edip etmeyeceği tartışılmaktadır. Rice’ın, Cheney ve Rumsfeld’e karşı bir eziklik içinde olduğuna ve istese bile onlara kendini kabul ettiremeyeceğine inananlar çoğunluktadır. Rice’ın Bush’un yakını olması söylediklerinin yabancı başkentlerde daha bir dikkatle dinlenmesini sağlayabilecektir. Öte yandan da, Rice dünyada Başkan’a duyulan tepkiden nasibini alacağı için göreve belli bir yükle başlayacaktır.
Rice, ilk dönemde yeni muhafazakârlarla Powell arasında denge oyu idiyse de, nihaî kararlara bakıldığında tercihini genellikle Cheney’nin liderliğindeki grup için kullandığı söylenebilir. Rice, ilk dönemde, hem işgal ettiği mevkinin merkeziliği, hem Başkan’a yakınlığı sayesinde dış politikada önemli bir “fark” yaratabilecek durumda olmasına rağmen, bunu gerçekleştirememiştir. Rice, şahinlerin çoğundan farklı olarak diplomasinin önemli olduğunu kabul etmektedir. Ama diplomasinin gerektirdiği beceri ve sabra ne denli sahip olduğu tartışmalıdır. Rice Dışişleri Bakanlığı’nı sahiplenecek mi, yoksa geçmişte başka bazı bakanların yaptığı gibi, işleri yanında getirdiği az sayıda danışmanı ile mi götürmeye çalışacaktır?[28] Bazıları ise, Rice’ın daha da ileri giderek, yeni CIA Başkanı Goss’un yapmaya çalıştığı gibi, “binayı” ıslah etmeyi deneyeceğini düşünmektedir. Bu durumda Dışişleri bürokrasisinin önemli bir direnişi olabileceği söylenmektedir. Rice’ın başka bir ortamda Fransa, Almanya ve Rusya için söylediğini Dışişleri Bakanlığı’na uyarlamak gerekirse, yeni Dışişleri Bakanı Amerikan diplomatlarını cezalandıracak mı, onları yok mu sayacak, yoksa affedecek ve kazanmaya mı çalışacak? Kilit görevlerdeki kariyer bürokratlarına yönelik kapsamlı bir temizlik operasyonu başlatırsa, başında olduğu kurum ile çatışma riski ile karşı karşıya gelecektir. Rice, muhtemelen, dört yıl beraber çalışacağı kadroları ilk baştan karşısına almak istemeyecektir.

Rice’ın, Powell’ın yerini almış olmasının önemi, bu ikisi arasındaki bakış açısı farklılığından çok, Başkan’a olan yakınlık dereceleri ile ilgilidir. Rice’ın, eski vekilinin Ulusal Güvenlik Danışmanı olması nedeniyle, Beyaz Saray’daki koordinasyon sürecinde etkin olabileceği de söylenmektedir. Ama başka bir düşünceye göre, Rice, Bush’un hemen yanında değil de Dışişleri Bakanlığı’nda olunca, Başkan ile olan ilişkisi eski yakınlığını koruyamayabilir. Ulusal Güvenlik Danışmanlığı karnesi kırıklarla dolu olan Rice, son dört yıldır Bush’un sırdaşı ve uluslararası ilişkiler konusundaki hocasıydı. Sonuçta bu roller büyük ölçüde kapalı kapılar ardında oynanıyordu. Dışişleri Bakanlığı ise daha çok kameraların önünde oynanan bir roldür. Rice’ın bu nedenle, eski görevinde olduğundan daha açık ve popüler olması gerekecektir[29]. Rice’ın “hocası” realist Scowcroft, ulusal güvenlik danışmanlığından Dışişleri Bakanlığı’na geçişin zor olduğuna dikkat çekmektedir[30] Scowcroft, bu ikisinin oldukça farklı işler olduğunu belirtmektedir. Ona göre, ağırlık ilkinde siyaset belirleme ve koordinasyonda, ikincisinde ise diplomasidededir. Bir Dışişleri Bakanı diplomasinin geleneksel ve “halkla ilişkiler” boyutlarını beraber götürebilmelidir. Acaba Rice bu işi yapmak için yeterince donanımlı mıdır? Ulusal Güvenlik Konseyi gibi personel sayısı 100 civarında olan bir birime tam olarak hakim olamaması çok daha büyük bir kurum olan Dışişleri Bakanlığı’nda ne denli başarılı olabileceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.[31] Amerikan dış politikasında Dışişleri Bakanlığı, giderek merkezi rolünü kaybetmektedir. Bunun Rice ile değişebileceğine inananlar varsa da[32], şahinler Bakanlığın sorununun başında kimin olduğundan bağımsız olduğunu düşünmektedir. Onlara göre, Amerikan Dışişleri, diplomasiyi bir saplantı haline getirmektedir. Diplomatlar, genelde askerî gücün öneminin ve gerekliliğinin farkında değildir. Şahinler ayrıca Bakanlığı, Amerikan çıkarlarının avukatlığını yapmak yerine yabancı ülkelerin Washington’daki lobiciliğini yapmakla eleştirmektedir[33].

Rice-Rumsfeld ilişkisi, Powell ile Rumsfeld’inki kadar değilse de, problemli olmuştu. Rice’ın aslında Savunma Bakanlığı görevini tercih ettiği düşünülüyordu. Rice, Cheney ve yeni muhafazakârlardan gelen telkinlere rağmen[34] yardımcısı olarak John Bolton’u seçmezse işe önemli bir başarıyla başlamış olacaktır[35]. Bu konudaki son kararı muhtemelen Bush verecektir. Ama eğer Rice yardımcısını kendi seçmekte ısrar ederse, Bush’un buna karşı çıkmayacağı düşünülebilir. Ancak bu sefer de, Bolton’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcılığına gelmesi sözkonusu olabilecektir.[36] Rice hakkında umutlu olmak için bazı nedenler de yok değildir: ilk başta kendisinden beklenen, Powell’dan daha sert olmakla beraber, Yönetim’de Cumhuriyetçi Parti’nin “gerçekçi” kanadını temsil etmesiydi[37]. Ama öyle olmadı. Yönetime girdiğinde “realist” olan Rice giderek yeni muhafazakarlara daha yakın bir pozisyona geçmiştir. Rice Yönetim’in geneline hakim olan havaya kendini kaptırmış ya da azınlıkta kalmak istememiş olabilir. 11 Eylül’ün etkisiyle samimi olarak “dava”ya katılmış da olabilir. Rice’ın “neocon” lardan farklı düşündüğü zamanlar olduysa bile, bunu çok az belli etmiştir. Eliot Abrams’ı Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Orta Doğu sorumluluğuna getirmesi muhtemelen yeni muhafazakârların baskısı ile olmuştur. Ancak Irak’ta işler sarpa sarmaya başlayınca, Irak koordinatörlüğünü Pentagon’dan alıp Scowcroft gibi bir başka realist Robert Blackwill’e vermesi dikkat çekiciydi. Yine de Rice’ın son dört yılda kendi damgasını vurduğu bir başarısı olduğunu söylemek zordur[38]. Rusya üzerine akademik kariyer yapan Rice, Orta Doğu konusunda bir uzmanlığı olmamasına rağmen bölgeyi dönüştürme projesini sahiplenmekten kaçınmamıştı[39]. Rice, Dışişleri Bakanı olduktan sonra, İran’a, doğrudan ikili görüşmeler değilse bile, nükleer programından vazgeçmesi için pozitif teşvikler sunacak mı? Yardımcısı Bolton olursa bunun gerçekleşmesi çok çok güç olacaktır.

Bu arada Armitage’ın yeni oluşturulacak istihbarat koordinatörlüğüne geleceği iddiaları bir yana, ufukta Cheney’nin dış politika üzerindeki etkisini kendi sağlığı dışında sınırlayacak bir faktör görünmemektedir. Hadley’in[40] Ulusal Güvenlik Danışmanlığına getirilmesi, yakın olduğu bilinen Cheney’nin kazanç hanesine yazılabilir. John Bolton’un Dışişleri’nde iki numara olması halinde şahinler, Yönetimin dış politikasında iyice hakim konuma geçecekler ve kilit bütün pozisyonları kontrol eder hale geleceklerdir. O noktadan sonra Bush’un sürpriz ılımlı açılımlar yapması teknik olarak zorlaşacaktır. Çünkü politika seçeneklerinin oluşturulması, bunların kâr-maliyet analizlerinin yapılması ve Başkan’a hangi şekilde sunulacağı neredeyse tamamen şahinlerin elinde olacaktır. Bu durumda, Wolfowitz’in 2006 başında Savunma Bakanı olması beklenebilir. Ancak Irak’taki başarısızlığın geri çevrilemez hale gelmesi ve Cumhuriyetçilerin içinden çıkabilecek parti içi muhalifler Wolfowitz’i engelleyebilir.

Bush seçimden sonra, ittifakları güçlendirme ve diplomasiye canlılık getirme konusunda muğlak ifadeler kullanmakla yetinmiş[41] ve henüz bunları somut girişimlerle desteklememiştir. 

  Bush’un Şubat ayında yapacağı Avrupa gezisinde uzattığı “ Zeytin Dalını ” söylemden öteye götürerek somutlaştırması beklenebilir. Kerry seçilseydi Washington ile başta Paris-Berlin olmak üzere AB arasında bir balayı yaşanabilirdi. Ancak Bush’un seçilmesi ile bir yumuşama yaşanması için sözlerden daha fazlası gerekecektir. İlişkide kısa vadede bir ilerleme sağlanmazsa, Bush’un ikinci dönemi, Atlantik ötesi ilişkilerdeki problemin artarak kemikleştiği ve kalıcı hale geldiği bir dönem olabilir. Avrupa’dan bazı sesler ABD ile inatlaşmanın kesilmesi ve dört yıl daha beraber yaşanacak Bush Yönetimi ile anlaşma yollarının aranması gerektiğini savunmaktadır[42]. Ama bunlar hâlâ azınlıktadır ve sayılarının artması Washington’dan bazı jestlerin gelmesini gerektirmektedir. Avrupalıların çoğu ABD ile ilişkilerin kontrolsüz bir şekilde daha da bozulmasından endişe etseler de, “eski güzel günlere dönmek” için çok fazla fedakarlık yapmak niyetinde de değillerdir. The Economist’in de dikkat çektiği gibi, sorunlu konularda çözüme ulaşmanın ve beraber hareket etmenin iki tarafın da çıkarına olması, tarafların mutlaka anlaşacakları anlamına gelmemektedir[43]. Avrupa başkentleri Bush’un yeni ekibini mikroskopik bir analize tabi tutmakta ve sertlik yanlılarının durumlarını koruyup korumadıklarına bakmaktadır. Yeni Bush Yönetimi, Avrupa’ya içerik açısından doyurucu olmasa da, hiç değilse tarz itibarıyla çekici gelecek ve red edilmesi kolay olmayacak bazı açılımlarda bulunabilirse, ilişkinin geleceği konusunda iyimser olmak mümkün olabilir. Ukrayna’daki krizde gösterilen paralel ve muhtemelen danışıklı tutumun diğer konulara da taşınıp taşınamayacağı dikkatle izlenecektir.[44]

Sonuç 

Seçimden hemen sonra yapılan değerlendirmeler belirli ölçüde yanılma riski taşımaktadır. Bir başkanı seçenler ve onun seçilmesine yardım edenler ile dönemin sonunda bundan memnun olanlar her zaman aynı olmayabilir. Özellikle ikinci dönemlerde bu fark daha da artabilir. Bush yeniden seçilmek zorunda değildir. Kongre’de partisinin önemli ama son istihbarat reformu yasasında görüldüğü gibi sorunsuz olmayan bir çoğunluğu vardır. Kilit pozisyonlara kendi istediği isimleri getirmiştir. Başkanlar ikinci dönemlerde tarihe geçmek için daha bir istekli olmaktadır. Amerikan dış politikasının dünyadaki gerçekleri yaratma, etkileme ve değiştirme gücü o kadar fazladır ki, burada sınırlı bir değişim ve tarz yeniliğinin bile dünya siyaseti için önemli sonuçları olabilir. Amerika, başında kim olursa olsun, ne dünyanın en güçlü ülkesi olmaktan, ne de diğer “ölümlü” devletlerin dışında kendine ait bir kategoride bulunmaktan vazgeçmeyecektir. Ama bu hedef Bush’un ilk dönemindeki kadar karışıklık yaratmadan gerçekleştirilebilir.

Şartlar Yönetimin tam olarak istediğini yapmasını engelleyebilir. Bunun en çarpıcı örneğinin İran olacağı düşünülmektedir. ABD’nin ekonomik ve askerî sorunlarının Bush’u sınırlayacağı ve belli oranda değişmeye zorlayacağı söylenebilir. Bu sınırlayıcı unsurların başında para, asker ve meşruiyet açıkları gelmektedir: 
1) Amerika’nın bütçe ve dış ödemeler dengesindeki açıklar, bunun doların değeri üzerinde şimdiden görünen ve Amerikan halkının refahı üzerinde zamanla ortaya çıkabilecek etkisi, 
2) Amerikan Ordusu’nun hemen hemen tüm askerlerinin ya halihazırda belli bölgelerde konuşlanmış olması, ya da buralardan yeni dönmüş olması ve 
3) ABD’nin ve Bush Yönetimi’nin “siyasî meşruiyet açığı”nın bulunması.

İnsanlar, gruplar ve devletler değişebilir, öğrenebilir veya öğrendiklerini unutabilirler. Ama Bush Yönetimi’ni oluşturan kişilerin temel konulardaki (güç kullanımı, ittifaklar ve tek taraflı hareket etmek, uluslararası kurumların ve hukukun önemi, demokratikleşme) görüşlerinde önemli bir değişim olduğunu söylemek mümkün değildir. Bush’un ilk dönemden farklı politikalar izlemesi imkansız değildir. Ama bu noktada söylenebilecek olan, yaptığı personel değişikliklerinin ve verdiği diğer işaretlerin çok azının bu yönde olduğudur. 
[1] Richard Haass, “The World on His Desk”, The Economist, 4 Kasım 2004; Henry Kissinger, “America's Assignment”, Newsweek, 8 Kasım 2004.
[2] Irak, yeni yönetimin önündeki en ivedi konu olacaktır. Seçimlerin ertelenip ertelenmeyeceği, seçimden çıkacak Irak yönetimi ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği, Irak güvenlik güçlerinin eğitimi, Irak’tan çekilmenin şekli ve zamanlaması, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunup korunmayacağı, Şiî egemenliğinde bir Irak’ın kabullenilmesi ve potansiyel Kürt-Türk, Kürt-Arap ve Sünnî-Şiî çatışmalarına nasıl karşılık verileceği gibi konularda alınacak kararlar zorlu değer tercihleri (trade-offs) içerecektir.
[3] Franklin Foer, “Neocon v. Neocon on Iran”, The New Republic, 20 Aralık 2004.
[4] Arafat’in ölümü ve Şaron’un Gazze Planı’nın barış için bir “fırsat penceresi” açmış olabilir. James Baker, barış sürecinin Washington tarafından zorlanması gerektiğini belirtmektedir. James Baker, “Talking Our Way to Peace”, New York Times, 2 Aralık 2004; Martin Indyk, “Actions Speak Louder Than Tours”, New York Times, 6 Aralık 2004. Bu düşünceyi eski tüfeklerden Scowcroft, Brzezinski ve bir ölçüde Kissinger’ın da paylaştığı söylenebilir. Ancak şu aşamada Bush sadece Filistin Yönetimi’nin demokratikleşmesine vurgu yapmakta ve İsrail’e baskı yapacağına dair herhangi bir işaret vermemektedir. Barış sürecini hareketlendirmek her şeyden önce Sharon’u sıkıştırmayı gerektirmektedir. Bush’un Şaron baskı yapmaya eğilimi, gücü ve ihtiyacı olup olmadığı belli değildir. Bush’un kafasında bu yönde fikirler, planlar ve politikalar olduğu şüphelidir. Filistin devletinden bahsederken sadece muğlak bir niyet sözkonusu olabilir. Ya da, daha kötüsü, Bush insanlara duymak istediklerini düşündüğü ama aslında kendisinin inanmadığı bir şeyi söylüyor olabilir. Sharon’un âdil denebilecek türden bir barışa direneceği açık olduğuna göre Washington’un bu direnişe nasıl karşılık vereceğini önceden belirlemesi gerekmektedir
[5] Güney Doğu Asya’da etkinliği artan Çin’in, İran ve bir ölçüde S. Arabistan ile geliştirdiği özel ilişki ve Güney Amerika’da aktifliği dikkat çekicidir. Robin Wright, “Iran's New Alliance With China Could Cost U.S. Leverage”, Washington Post, 17 Kasım 2004; Simon Henderson, “China and the Oil: The Middle East Dimension”, Washington Institute Policy Watch, 15 Eylül 2004.
[6] Bunlara Dolar’ın değer kaybının Amerikan ve dünya ekonomisi açısından yaratacağı sonuçların yönetilmesi, emekli olacak Fed Başkanı Alan Greenspan’ın yerine kimin geleceğinin belirlenmesini, sosyal güvenlik reformu ve vergi düzenlemelerinin Kongre’den geçirilmesi ve bazı Yüksek Mahkeme üyelerinin yenilenmesini de ekleyebiliriz.
[7] Colin Powell ve Richard Armitage istifa etmiştir. Donald Rumsfeld’in en azından bir süre daha görevini koruyacağı anlaşılmaktadır. Condoleezza Rice’ın Dışişleri Bakanlığı’na kaydırılması ile yardımcısı Stephen Hadley Ulusal Güvenlik Danışmanı olmuştur. Ayrıca CIA başkanlığına Cumhuriyetçi milletvekili Porter Goss getirilmiştir.
[8] Beşinci yıl özellikle iç politika açısından çok önemlidir. Halktan alınan yetkinin taze olduğu ikinci dönemlerin başının çok önemli olduğu, beşinci yıldan sonra içerideki gücünün azalmaya başladığı ve ağırlığın daha çok dış politikaya kaymaya başladığı belirtilmektedir. Başkanın Partisi altıncı yıldaki seçimlerde genelde kan kaybetmektedir. Robert E. Gilbert, “Second-term Blues”, Christian Science Monitor, 5 Aralık 2004.
[9] Bill Keller, “Reagan’s Son”, New York Times Magazine, 25 Ocak 2003.
[10] Charles Krauthammer, “Why Bush Has No Fear”, Time, 29 Kasım 2004.
[11] Ancak, Bush’un 2,9 oyluk farkı genelde beklenenden fazla olmakla beraber, bu, ikinci kez seçim kazanan diğer Başkanların yaptığı farktan oldukça az olmuştur: Son dönemde ikinci kez seçilen başkanlardan Clinton yüzde 8,5, Reagan yüzde 18, Nixon yüzde 23 fark atmıştı.
[12] Bu durum iç politika ile ilgili tercihler için de geçerlidir. Jim VandeHei ve Mike Allen, “A Domestic Policy in Sharp Focus - Bush Approach to Be More Disciplined and Aggressive”, Washington Post, 10 Aralık 2004.
[13] David Gergen, “The Power of One”, New York Times, 19 Kasım 2004.
[14] Edward Luttwak, başkanların ikinci dönemlerinde ilk dönemdeki bazı aşırı pozisyonlarından vazgeçerek “ortalamaya” yaklaştıklarına inanmaktadır. Edward Luttwak, “Governing Against Type, New York Times, 28 Kasım 2004. Bu durum için en çarpıcı örneğin Ronald Reagan olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi Reagan ikinci döneminde dış politikada radikal tutumundan vazgeçerek Gorbachev reformlarının yeşermesine fırsat vermişti. Başkan’ın üzerinde, babası, Brent Scowcroft ve James Baker gibi isimlerin etkisinin yavaş yavaş ama belki bir süre sonra net şekilde farkedilecek derecede artmasını bekleyenler bulunmaktadır. Ama daha güvenli tahmin, Bush’un ikinci dönemde en yakın olacağı üç danışmanının Karl Rove, Dick Cheney ve Condoleezza Rice olacağıdır. Bilindiği gibi Bush, 2000 seçimleri öncesi mülayim bir dış politika vadetmesine rağmen seçildikten sonra bunun tersi uygulamalar içinde olmuştur. Bazı gözlemciler şimdi de, beklenen sert politikaların aksine daha ılımlı politikalar izleneceğine inanmaktadır.
[15] Fareed Zakaria, “Writing Prose for a New Term”, Newsweek, 15 Kasım 2004.
[16] David Paul Kuhn, “GOP Moderates Could Rock The Boat”, CBS News, 9 Kasım 2004.
[17] Bush Yönetimi CIA, Dışişleri ve generallerin görevinin Başkan’ın politikalarını uygulamak ve desteklemek olduğuna inanmaktadır. Bu politikaya inanmayanların köstek olmak ve muhalefete malzeme üretmek yerine istifa etmeleri gerektiği belirtilmektedir. İkinci dönemde bürokrasi ile Bush Yönetimi arasındaki mücadele daha da şiddetlenebilir. CIA’deki kariyer bürokratları da esas görevlerinin karar alıcılara en doğru bildikleri şekilde hakikati sunmak olduğuna inanmaktadır. Seçim öncesinde CIA’in Başkan Bush’u zor durumda bırakmak amacıyla bazı bilgileri basına sızdırdığına inanan yeni CIA Yönetimi’nin kurum içinde disiplini sağlamak için özellikle operasyon biriminde ciddi bir temizlik yapması ve gözdağı vermek için “isyanın elebaşıları”nı görevden uzaklaştırması gündemdedir. Kurumu sağ kanattan eleştirenler, CIA’in risk almaktan kaçınan, yaratıcılığı körleşmiş, liberal eğilimli ve Bush karşıtı hantal bir bürokrasi haline geldiği ve kurumu “eski günlerine döndürmek” ve yeni tehditlerle başa çıkabilir hale getirmek için kökünden sarsmak gerektiğini ifade etmektedir. Bu grup, CIA’den yönetime ne yapması ya da ne yapmaması gerektiğini söylemesini değil; önemli konularda taze, faydalı ve gerekli istihbarat sağlamasını istemektedir. Onlara göre CIA bir icra kurumu değil destek birimidir. Çağrıldığında itiraz etmeden gelmeli, istenmediğinde de “gölge etmemelidir”. CIA bürokrasisi ise, istihbaratın siyasî otoriteye karşı belli bir bağımsızlığı olması gerektiğine inanmaktadır. Ayrıca başarısızlığın belli ölçüde istihbaratın doğasında olduğu, herşeyi bilmenin ve öngörmenin mümkün olmadığı belirtilmektedir. Kurumu savunanlar ise, CIA’in başarıları ve başarısızlıklarının doğru teşhis edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bunlara göre CIA beklenmeyen önemli bazı gelişmeleri öngörme konusunda başarısız olmuş olabilir. Kurum, Çin-Sovyet rekabetini, İran devrimini, Sovyetler’in Afganistan’ı işgalini, Sovyetler’in dağılma sürecini öngörememiştir. 90’ların başında Saddam’ın nükleer güç edinmeye ne denli yaklaştığını tespit edememiş, El Kaide tehdidini yeterince vurgulamamış, 11 Eylül’ü tahmin edememiş, Saddam’ın silahları konusunda yanılmıştır. Ama kurumun özellikle açık toplumlarda operasyonel anlamda başarılı olduğu düşünülmektedir. Kurumu savunanlar eksiklikler varsa da neşterin doğru yere vurulması ve sağlıklı organlara zarar verilmemesi gerektiğine inanmaktadır.
[18] Ron Süskind, “Without A Doubt”, New York Times Magazine, 17 Ekim 2004. Yeni muhafazakalara göre, realistler Amerikan gücünün başarabileceklerinin tam olarak farkında değillerdir. Onlara göre realistler, “tekerlekleri statükonun kumuna saplanmış”, yaratıcılıkları sınırlı, eski moda insanlardır. Yeni muhafazakârlar, dünyayı ve Amerikan pozisyonunu korumak değil, onu dönüştürmek istemektedir.
[19] Bakanlık, Powell için parlak kariyerinin daha az başarılı sayfalarından biri olarak görülebilir. Powell son tahlilde başarısız bir Dışişleri Bakanı olmuştur. Zaferleri hep yetersiz, kozmetik ya da geçti. Kendinden önceki Amerikan Dışişleri Bakanları’nın aksine yeterince seyahat etmemiştir. Belki de meydanı -Washington meydanını- tamamen şahinlere bırakmak istememiştir. Powell, siyasî iç güdüleri benzer olan Dışişleri personelinin sevgi ve saygısını kazanmış olmasına rağmen Başkan Bush ile gerekli kimyayı bir türlü sağlayamamıştır. Bush, Powell’a en fazla saygılı bir ilgisizlik göstermiştir. Bakanlığı döneminde Powell, şahinlere karşı iyi tutmayan bir fren olmuştur. Savaş öncesinde BM Güvenlik Konseyi’ne gitmek gibi son tahlilde tarihe küçük bir dipnot olarak geçecek bir-iki başarı dışında, Yönetim’in politikalarının genel istikameti konusunda akılda kalıcı hemen hiçbir başarı elde edememiştir. Bunun yerine Powell, uluslararası arenadaki prestiji ile sertlik yanlıları için bir tür kalkan vazifesi görmüştür. Powell Yönetim’in politikalarının önemli bir kısmına katılmasa bile bağlılığı ön planda tutmuş ve inanmadığı bu politikaları dünya kamuoyuna satma rolünü isteksizce kabullenmiştir. Irak savaşı öncesinde, BM’de yaptığı sunumda olduğu gibi şahinler onu kullanmışlardır. Avrupalılar, ona başlangıçta saygı ve sempati duymuş ama bir süre sonra aslında Powell’ın Bush Yönetimini temsil etmediğini anlamışlar ve saygıları bir tür acımaya dönüşmüştür. Powell seçim öncesinde istifa etseydi, belki seçimin sonucuna bile etki edebilirdi. Ama o hep, bir gün Bush’un kendisini dinleyeceği umudu ile yaşadı. Powell eğer Bush isteseydi görevde bir süre daha kalabilirdi. Powell diplomatları dinliyordu. Etkin bir yöneticilik tarzı vardı. İyi bir problem çözücüydü. Bush tarafından desteklenseydi çok başarılı olabilirdi. Bush Dışişlerine Powell’ın yerine onun kadar ılımlı birini getirmeyerek Yönetimin tek taraflılık katsayısını artırmıştır. Powell’ın, belki de önemli sayılabilecek tek başarısı Çin ile ilişkileri iyi götürmesiydi. Powell’ın üstün diplomatlığı olmasa idi 2001’deki casus uçağı krizi, ilişkide daha fazla hasar yaratabilirdi. Onun yokluğunda, bu ilişkide geçtiğimiz dört yıldan daha fazla sorun beklenebilir.
[20] David Broder, “Tight Little Cabinet”, Washington Post, 15 Aralık 2004.
[21] “Resign, Rumsfeld: Responsibility for Errors and Indiscipline Needs to be Taken at the Top”, The Economist, 6 Mayıs 2004.
[22] William Kristol, “The Secretay of Defense We Have” Washington Post, 15 Aralık 2004 ; Tom Donnely, “Secretary of Stubbornnes: Donald Rumsfeld's Idee Fixe Endangers Success in Iraq.”, Weekly Standard, 15 Eylül 2003.
[23] Richard W. Stevenson ve Thom Shanker, “President is Said to be Keeping Rumsfeld as Defense Secretary”, New York Times, 4 Aralık 2004.
[24] Greg Jaffe, “U.S. Army Rethinks its Future”, Wall Strret Journal, 8 Aralık 2004.
[25] Şanlı Bahadır Koç, “Askerî Alanda Devrim - Askerî Bir Senfoni”, Stratejik Analiz, Ocak 2004, ss.73-79; Greg Jaffe, “U.S. Army Rethinks Its Future”, Wall Street Journal, 8 Aralık 2004.
[26] Alan G. Whittaker, Frederick C. Smith ve Elizabeth McKune, The National Security Policy Process: The National Security Council and Interagency System, Eylül 2004.
[27] Glenn Kessler, “Rice's NSC Tenure Complicates New Post - Failure to Manage Agency Infighting Cited”, Washington Post, 16 Aralık 2004.
[28] Strobe Talbott, NPR, 28 Kasım 2004.
[29] Yasemin Çongar, “Rice ile Ne Değişecek? ”, Milliyet, 22 Aralık 2004.
[30] Brent Scowcroft röportajı, Council on Foreign Relations web sitesi, http://www.cfr.org 8 Aralık 2004.
[31] Michael Hirsh ve Eve Conant, “The World According to Condoleezza Rice”, Newsweek, 29 Kasım 2004.
[32] İyimserler, Rice’ın Dışişleri Bakanlığı’nın marjinalleşme ve demoralize olma sürecini durdurabileceğini ve kurumun tekrar kendine güvenir hale gelmesine katkı yapabileceğini düşünmektedir. Bunun karşılığında, Bakanlığın da dış politikaya yaklaşımını bir parça sağa yaklaştırabileceği hesaplanmaktadır.
[33] Newt Gingrich, “Rogue State Department”, Foreign Policy, Temmuz 2003, ss. 42-48.
[34] Yeni Muhafazakarların Yönetim içinde ve dışındaki dayanışmalarına siyaset biliminden bir bakış için bkz. Janine R. Wedel, “Flex Power - A Capital Way to Gain Clout, Inside and Out”, Washington Post, 12 Aralık 2004.
[35] Sonni Efron, “Washington-Watchers Seek Hint of Rice's Pick for Deputy”, Los Angeles Times, 12 Aralık 2004. Rice’ın yardımcısı olarak Yönetime katılmadan önce Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin başkanlığını yürüten Bolton’un dışında, NATO Büyükelçisi Nicholas Burns, Rice ile beraber bir kitap yazmış olan Philip Zelikow (Germany Unified and Europe Transformed: A Study in Statecraft, Cambridge: Harvard University Press, 1995), baba Bush döneminde Dışişlerinde üç numara olan Scowcroft’un başka bir talebesi Arnold Kanter ve daha önce aynı görevi yürütmüş eski Almanya elçisi Robert M. Kimmitt gibi isimler geçmektedir. Zelikow 2002’de yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesine önemli katkılar yapmıştı. James Mann, Rise of the Vulcans, New York: Viking, 2004, ss. 316-7, 331. Zelikow ayrıca 11 Eylül Komisyonu’nun da Yönetici Sekreterliği’ni yürüttü. Bolton’un bu göreve gelmesi önemli bir işaret olacaktır. Fred Kaplan, “The Bushie Who Could Spoil Condi's Dream Job”, Slate, 19 Kasım 2004. Bolton, Yönetim’in belki de en tek taraflı sesi olarak kabul edilebilir. Dışişleri’nde “Cheney’nin adamı” olarak görülen ve işinin “gözlemek, karşı çıkmak ve gerektiğinde kösteklemek” olduğu belirtilen John Bolton, özellikle K. Kore konusunda diplomasiye tamamen kapalı bir yaklaşım içinde olmuştur. Rice’ın bu yönde gelen baskılara direnerek kendi istediği, tanıdığı ve güvendiği birini seçmesi halinde “köklerine dönmesini” ve yeni muhafazakârlara karşı bir denge olmasını bekleyenler umutlanabilir.
[36] Jim Lobe, “Don't Count Out Realists Yet”, Inter Press Service, 19 Kasım 2004.
[37] Rice’ın Amerikan dış politikasının nasıl olması gerektiğine dair 2000 yılında yazdığı makale için bkz. “Promoting the National Interest”, Foreign Affairs, Ocak/Şubat 2000, ss. 45-62.
[38] Rice’a haksızlık etmemek için şu gerçeğe dikkat çekmekte fayda olabilir: Powell, Rumsfeld, Cheney ve yeni muhafazakarların arkasında önemli Washington destekçileri ve kadrolar vardır. Rice ise Başkan ile çok yakın olmasına rağmen arkasına benzer bir gücü alabilecek durumda ve yaradılışta değildi. Belki de Bush’a çok yakın olduğu için bu tür bağlantılar kurması zor olmuştur. Son sekiz yılını Stanford’da geçirdiği için böyle bir şansı olmamıştır.Washington’daki en önemli kişinin “kulağına” sahiptir. Ama Yönetim içinde ve dışında ittifaklar kurma konusunda başarılı olamamıştır. Buna rağmen, Bush’un seçim kampanyasına aktif olarak katılan Rice’ın 2006’da Cheney’nin yerine Başkan Yardımcısı ve 2008’de başkan adayı olabileceği şeklinde spekülasyonlar yapılmaktadır. Bilindiği gibi ABD’de siyahlar yüzde 90 oranında Demokratlar’a oy vermektedir. Bazıları, Rice’ın rengi, muhafazakârlığı ve kadın olarak erkeklerin hakim olduğu bir dünyada ayakta kalması gibi nedenlerle çekici bir aday haline gelebileceğini düşünmektedir. 

[39] Beyaz Saray Web sitesi http://www.whitehouse.gov/news/releases/2003/08/20030807-1.html
[40] Glenn Kessler, “For New National Security Adviser, a Mixed Record”, Washington Post, 17 Kasım 2004.
[41] Dana Milbank, “President Outlines Foreign Policy”, Washington Post, 2 Aralık 2004.
[42] John Vincour, “Schröder is Rethinking German Role vs. U.S.”, International Herald Tribune, 7 Aralık 2004.
[43] “Changing the Guard”, The Economist, 18 Aralık 2004.
[44] Charles Krauthammer, “Why Only in Ukraine?”, Washington Post, 3 Aralık 2004; Zbigniew Brzezinski, “Imperial Russia, Vassal Ukraine”, Wall Street Journal, 1 Aralık 2004; Fareed Zakaria, “Tag-Teaming the Mullahs”, Newsweek, 6 Aralık 2004. 


http://turcopundit.blogspot.com.tr/2004/

****

1 Ağustos 2016 Pazartesi

BULGARİSTAN’DA ASİMİLASYON KAMPANYASI








BULGARİSTAN’DA ASİMİLASYON KAMPANYASI: 
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK YA DA YÜZLEŞEMEMEK 






















Birgül DEMİRTAŞ 
Doç. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 

Özet: 

Bulgar kimliği Osmanlı karşıtlığı üzerine kurgulanmış ve Osmanlı’ya ilişkin ne varsa olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Bulgaristan’ın Türklere yönelik 
politikasını Bulgar milliyetçiliği kapsamında değerlendirmek gerekmektedir. 19501951’de 150.000 Türk’ün Türkiye’ye göçe zorlanmıştır. 1983 sonlarından itibaren ise Türklerin isimleri Bulgarca isimlerle değiştirilmiş, ibadet etmeleri, geleneksel Türk kıyafetleri giymeleri, halka açık yerlerde Türkçe konuşmaları yasaklanmıştır. 
1989 sonlarında Bulgar lideri Todor Jivkov’un parti içi bir darbeyle devrilmesi sonucu Türklere hakları geri verilmiştir. Ancak bugün hala Milliyetçi Bulgar gruplar bunu sindirebilmiş değillerdir ve Türklere verilen hakların geri alınmasını istemektedirler. 

Ancak Bulgaristan Parlamentosu, 1980’lerde Türklere yönelik asimilasyon politikaları nedeniyle özür dilemiştir. Sözkonusu özür metninin yayınlanması hem Bulgaristan’ın Avrupalı kimliğine yaklaşması açısından hem de yükselişteki milliyetçi parti Ataka’ya karşı bir hareket olmasından ötürü önemlidir. 

Anahtar Kelimeler: Bulgar Milliyetçiliği, Asimilasyon, Hak ve Özgürlükler Hareketi, Ataka, Özür Bildirisi 


Bu çalışmada Bulgaristan Parlamentosu’nun Ocak 2012’de yayınladığı, 1980’lerde Türklere yönelik asimilasyon politikaları nedeniyle özür dilediği metin 
ele alınacaktır. Parlamento’un bu deklarasyonu yayınlanmasının arkasında yatan dinamiklerin neler olduğu ve bu metnin gelecek için nasıl bir anlam ifade ettiği 
ele alınacaktır. 

Bulgaristan’ın azınlık politikalarını, ülkedeki milliyetçilik anlayışından ayrı düşünmek mümkün değildir. Bulgaristan’daki milliyetçilik olgusu diğer Balkan ülkelerindeki milliyetçilik düşüncesiyle benzerlikler taşımaktadır. 

19. yüzyıl tüm Balkan milliyetçiliklerinin inşa edildiği, kurgulandığı bir çağ olma özelliğini taşımaktadır. Kültürel canlanma çağı olarak da adlandırılan bu dönemde diğer Balkan halklarının elitleri gibi Bulgar entelektüelleri de bir Bulgar ulusu inşa etme planını hayata geçirmeye çalışmıştır. Bulgarların geçmişiyle ve Bulgarca’yla ilgili kitaplar bu dönemde yayınlanmıştır. Ortaçağ Bulgar devleti yüceltilerek tarihsel referans noktası olarak gündeme gelmiştir. Uzun 19. yüzyılda tüm Balkan halkları için olduğu gibi Bulgaristan için de tarih adeta yeniden yazılmıştır.1 

Bu dönemde Bulgar milliyetçiliğinin ötekilerinden biri “Osmanlı” olarak inşa edilmiştir. Bir başka deyişle, Bulgar kimliği Osmanlı karşıtlığı üzerine kurgulanmış ve Osmanlı’ya ilişkin ne varsa olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Bulgaristan’ın 1908’de kazandığı bağımsızlığın ardından yaşanan tüm sorunlar Osmanlı’yla bağdaştırılmış, tamamen kapkara bir dönem olarak inşa edilen Osmanlı egemenliğinin ardından, bembeyaz bir Bulgar tarihinin başladığı iddia edilmiştir. 

Bulgaristan’da Türkler 

Bulgaristan’ın Türklere yönelik politikasını az önce anlatılan Bulgar milliyetçiliği kapsamında değerlendirmek gerekmektedir. Buna göre Türkler, o karanlık 
Osmanlı geçmişini hatırlatan bir unsurdur. Aşırı Bulgar milliyetçilerinin argümanına göre de bu kişiler, sonradan Müslümanlığa geçmiş Bulgarlar aslında. Dolayısıyla ne kadar çabuk Hıristiyanlığa ve Bulgarlığa dönerlerse o kadar iyi olacaktır. 

1908’deki bağımsızlığının ardından günümüze kadar olan süreçte Bulgaristan’ın Türklere yönelik politikası zaman içinde kısmi değişiklikler göstermiştir. 
1934’e kadar olan dönemde Türk okulları kısmen özerkliklerini koruyabilmişlerse de, bu tarihten itibaren yüzlerce okul kapatılmış ve 1944’e kadar olan dönemde 
Türk çocuklarının %75’i okula gidememiştir. Kısmen özerk olarak kalan Türk okullarının hepsi 1946’da kamulaştırılmıştır. 

İkinci Dünya Savaşı dönemde ilk yıllarda Türk okullarına karşı kısmen hoşgörülü bir politika izlenmiş olsa da 1960’dan itibaren pekçok bölgede Türkçe eğitime 
son verilmiştir. Sadece tüm nüfusun Türklerden oluştuğu bölgede Türkçe derslerinin devam etmesine izin verilmiş, Türklerin ve Bulgarların karışık yaşadığı bölgelerde ise tüm dersler Bulgarca yapılmaya başlanmıştır. 

Ayrıca 1950-1951’de 150.000 Türk’ün Türkiye’ye göçe zorlandığı belirtilmelidir. 
Bulgaristan ülkedeki Türklerin sayısını azaltabilmek için sistematik olarak belirli aralıklarla göç politikasına başvurmaktdır. 
1983 sonlarından itibaren ise Türklere yönelik yeni bir asimilasyon kampanyasına girişilmiştir. Türklerin isimleri Bulgarca isimlerle değiştirilmiş, ibadet etmeleri, geleneksel Türk kıyafetleri giymeleri, halka açık yerlerde Türkçe konuşmaları yasaklanmıştır. Hatta asimilasyon politikası öyle boyutlara varmıştır ki mezartaşlarındaki Türkçe isimler bile Bulgarca isimlerle değiştirilmiştir.2 

1989 sonlarında Bulgar lideri Todor Jivkov’un parti içi bir darbeyle devrilmesi sonucu yeni bir dönem başlamıştır hem Bulgaristan hem de ülkede yaşayan Türkler için. Bu dönemde Türklere hakları iade edilmiştir. Türkler eski haklarını yeniden kullanma imkanını elde etmişlerdir. Dini ibadetlerini yerine getirmeleri, 
Türkçe konuşmaları serbest bırakılmış, okullarda seçmeli ders olarak Türkçe eğitim tekrar başlatılmıştır. 

Bu süreçte çoğunluğu Türklerden oluşan Hak ve Özgürlükler Hareketi Bulgar siyasetinin anahtar partisi haline gelmiştir. Hükümetlerin kurulmasında ya da görevden alınmasında Meclisteki oylamalar vasıtasıyla önemli bir rol oynuyor hale gelmiştir. Hatta 2001 ve 2005’te kurulan koalisyon hükümetlerine katılmıştır. Böylece iktidara gelme fırsatı yakalamıştır ve Türk kökenli milletvekilleri göreve başlamıştır. 

Türklere 1990’ların başlarında eski haklarının geri verilmesiyle literatürde Bulgaristan etnik modeli adı verilen sistem ortaya çıkmıştır. Bulgaristan etnik modeli kavramı, azınlıkta olan grupların kendi kültürlerini, dilerini ve dinlerini yaşatmasına müsaade etmek, onları sisteme katmak olarak anlaşılmıştır. 

Ama bu dönemde yine de bazı sorunlar yaşanmıştır. Örneğin Bulgaristan’daki milliyetçi gruplar Türklere haklarının geri verilmesini kabullenememiştir. Asimilasyon kampanyasının sona ermesini protesto eden milliyetçi gruplar olmuştur. 

Bulgaristan’da son yıllarda dikkat çeken önemli bir olgu da aşırı milliyetçi parti Ataka’nın yükselişidir. 2005’te kurulmasından bu yana oy oranlarını arttıran Ataka, yaklaşık %10 civarında bir oya sahiptir. Ataka’ya göe Türklere verilen haklar gerialınmalı, Bulgar devlet televizyonundaki Türkçe yayın kaldırılmalı ve Hak ve Özgürlükler Hareketi Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılmalıdır. 

Avrupa ülkelerindeki aşırı sağ partilerin benzerlerinin bugün artık Balkanlarda da görülmesi dikkat çekicidir. Aynı Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Bulgaristan’da da aşırı sağ problemi bulunmaktadır. 

Bu durumun önemli bir tezahürü, Müslümanların dini binalarına yönelik saldırıların son zamanlarda artış göstermesidir. Reuters haber ajansının bildirdiğine göre son yıllarda bu binalara düzenlenen saldırıların sayısı 100’ü aşmaktadır. 

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiser, Thomas Hammamberg de Bulgaristan’ daki insan haklarının durumuyla ilgili olarak hazırladığı raporda son 20 yılda İslam dinin temsil eden binalara ve ibadet yerlerine 110 saldırının olduğunu söylemiş ve hiç bir durumda sorumluların yargı önüne çıkartılmadığından şikayet etmiştir.3 Bu arada Bulgaristan Başmüftülüğü, İslami Kültürel Eğitim Merkezi kurmak istediklerini söylemiş, ancak resmi yetkililerin kendilerine izin vermediklerinin altını çizmiştir. 

Bu arada, son yıllarda Ataka’nın 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili tasarısını Bulgar Meclisi’ne taşıması dikkat çekmektedir. Meclis, 
bu tasarıları bugüne kadar reddetmiştir, ancak Ataka düzenli olarak bu tasarıları Meclis’in gündemine getirmeye devam etmektedir. 

Başka bir sorun Türk azınlığın Türkçe derslerinin seçmeli olarak okutulmasıdır. Azınlık mensupları bu derslerin açılmasının Bulgar yetkililer tarafından pek de 
teşvik edilmediğini belirtmektedir. Tercih edilen, bu derslerin zorunlu ders olarak okutulmasıdır. 

Bu arada, mevcut iktidar partisi Bulgaristan’ın Avrupalı Gelişimi için Vatandaşlar GERB’in lideri Başbakan Boyko Borissov’un partinin muhalefette olduğu 
dönemdeki söylemleri de dikkat çekmiştir. Borissov bu dönemde kendisini Türk hissedenlerin Türkiye’ye göç etmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca Borissov’un 
1980’lerdeki asimilasyon kampanyasıyla ilgili olarak da amacın doğru, ama yöntemin yanlış olduğunu belirtmesi dikkat çekicidir.4 

Şu ana kadar çizdiğimiz tablo Bulgaristan’ın 1980’lerde gerçekleştirilen asimilasyon politikalarıyla pek de yüzleşemediğini açıkça göstermektedir. Jivkov’un görevden alınmasından sonra her ne kadar Türklere eski hakları iade edilse de yaşananların nedeni tartışılmamış ve mağdurların durumları yeterince dikkate alınmamıştır. Geçmişle hesaplaşmamak ya da hesaplaşamamak, Ataka’nın kurulmasıyla aşırı milliyetçiliğin tekrar ortaya çıkmasına yol açmış ve Bulgar siyasetinde Türklere yönelik olarak 1980’lerin politikalarına geri dönülmesine yönelik bir söylem duyulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Bulgaristan bir yandan AB üyeliği sayesinde Avrupalılaşma sürecini yaşarken, bir yandan da geçmişle yüzleşememe ve ekonomik sorunların ortaya çıkardığı aşırı milliyeçilik olgusunu aynı anda yaşamaya başlamıştır. 

Bulgaristan’da Geçmişle Yüzleşme 

Geçmişle yüzleşmek, geçmişteki hataları kabullenmek ve sorumluları bulmaya çalışmak, tüm halklar için zor bir süreçtir. Milliyetçilik sürecinin önemli bir unsuru, geçmişteki başarıların abartılı olarak gündeme getirilmesi ve hafızalarda canlı tutulmaya çalışılması; geçmişteki hataların ise unutturulmaya çalışılmasıdır. Bu durumun az çok tüm dünyadaki ulus devletler için geçerli olduklarını söyleyebiliriz. Geçmişle yüzleşmede yeni br dönemin II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Nazi geçmişiyle hesaplaşmasıyla başladığını söyleyebiliriz. 

Ancak genel olarak bakıldığında geçmişteki hataların kabullenilmesi trajik olaylar yaşandıktan epeyce sonra gerçekleşmekte ve bunu yapanlar da o politikaların 
doğrudan sorumluları değil, daha sonra başa geçen karar alıcılar olmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde geçmişle yüzleşme olgusu eskiyle kıyaslandığında yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Şu örnekleri verebiliriz: 1990’da Doğu Almanya’nın Hitler döneminde işlenen suçlardan dolayı özür dilemesi, 1993’te Rus Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in II. Dünya Savaşı sonrası Sibirya’ya sürgüne gönderilen 600.000 Japon savaş esiri nedeniyle özür dilemesi, yine 1993’te Papa John Paul’ün Katolik kilisesinin Afrika esir ticaretinde oynadığı rol nedeniyle özür dilemesi, yine Katolik Kilisesinin 1992’de Galileo Galilei’yi 1633’te ev hapsinde tuttuğu için özür dilemesi, İngiltere’nin 2007’de esir ticaretinden dolayı özür dilemesi, ABD Senatosu’nun 2009’da kölelikten dolayı özür dilemesi, Sırbistan Parlamentosu’nu Srebrenica’da yaşananlardan dolayı 2010’daözür dilemesi.5 

Bulgaristan’ın durumuna gelince Bulgar gazeteci Julian Popov’un tabiriyle 1980’ler dönemiyle ilgili 22 yıl boyunca “kolektif bir bellek kaybı” (“collective 
amnesia”, Popov) görmekteyiz. Bu konuyla ilgili birkaç belgesel ve kitap ortaya çıktığındaki genel tavır “şimdi bunun sırası değil”, “niye etnik gerilimler tekrar 
kışkırtılmak isteniyor?” şeklinde yorumlara yol açtı. Ivan Kostov’un başbakanlığı, Petar Stoyanov’ın da cumhurbaşkanlığı dönemindeki özürleri daha çok bireysel 
bir söylem olarak algılandı. Bu özürler sonrasında Bulgaristan’daki genel tutum Bulgar ulusundan oluşan aile içinde bu meselenin pek de konuşulmak istenmediği şeklindeydi.6 1990-1997 arası büyük ölçüde Bulgaristan Sosyalist Partisinin iktidarının olduğu hatırlanacak olursa, bu partinin zöyle bir geçmişle hesaplaşma dönemi yaşaması beklenemezdi. Daha sonra başa geçen partiler de milliyetçi seçmenleri kaybetmemek için kolektif bellek kaybını devam ettirmeyi tercih etti. 

Bu anlamda eski başbakan, Mavi Koalisyon hareketi eş başkanı Ivan Kostov’un öncülüğünde Meclis’e sunulan ve kabul edilen tasarı tarihi önem taşımaktadır. Tasarı metni şöyledir: 

“Bulgaristan Müslümanlarına Karşı Uygulanan Zorla Asimilasyon Sürecinin Kınanmasına İlişkin Olarak Bulgar Ulusal Meclisi’nde Kabul Edilen Bildiri 
(11 Ocak 2012, Sofya) 

-Avrupa ve dünya düşüncesinin, insan ve azınlık hakları alanında uluslararası hukukun en yüksek kazanımlarına atıfta bulunarak, 

-Avrupa İnsan Hakları Şartı ile Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’ne atıfta bulunarak, 

-Demokratik değişimin başlangıcından bu yana geçen 20 yıl boyunca Bulgar adalet sisteminin, sözde “Soya Dönüş Süreci” de dahil, Bulgaristan Müslümanla-
rına karşı uygulanan zorla asimilasyon girişiminin suçlularını cezalandıra mamasından duyduğumuz üzüntüyü dile getirerek, 

-Bu tür suçlar için zamanaşımı olamayacağına ilişkin kesin kanaatimizi ifade ederek, Biz, 41. Ulusal Meclis’in milletvekilleri ilan ediyoruz; 

1. Totaliter komünist rejimin, sözde “Soya Dönüş Süreci” de dahil olmak üzere, Bulgaristan Cumhuriyeti’nde yaşayan Müslüman azınlığa karşı uyguladığı asimilasyon politikasını Şiddetle kınıyoruz. 
2. 360.000’den fazla Türk kökenli Bulgar vatandaşının 1989 yılında ülkeden kovulmasını, totaliter rejim tarafından işlenen bir tür etnik temizlik olarak ilan 
ediyoruz. 
3. Bulgar adaleti ve Bulgaristan Cumhuriyeti Başsavcısı’nı, sözde “Soya Dönüş Süreci”nin suçlularına karşı başlatılan davanın sonuçlandırılması için her türlü çabayı sarfetmeye çağırıyoruz. Bunun üzerinin zamanaşımı ile örtülmeye çalışılması, bu suçu gerçek suçlulardan tüm Bulgar halkı üzerine yıkmaktadır.”7 
Türk Dışişleri Bakanlığı açıklamasında bildiri metninden duyulan memnuniyet ifade edilmiş, gecikmiş ama yerinde bir karar olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca sorumluların adalet önüne çıkarılması ve bu dönemde ortaya çıkan mağduriyetlerin giderilmesinin altı çizilmiştir.8 

Neden Bulgar Meclisi böyle bir bildiriyi kabul etti? Bildiri metninin en başında yer alan ifadeler bu bağlamda önem taşımaktadır: 

“Avrupa ve dünya düşüncesinin, insan ve azınlık hakları alanında uluslararası hukukun en yüksek kazanımlarına atıfta bulunarak, 

-Avrupa İnsan Hakları Şartı ile Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’ne atıfta bulunarak…” 

Burada doğrudan doğruya Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan insan hakları rejimine atıf bulunmaktadır. Son 20 yıldır insan hakları konusu sadece ülkelerin içişlerini ilgilendiren bir konu olarak ele alınmamakta, aynı zamanda dış politikanın da önemli bir konusu olarak değerlendirilmektedir. Buna ek olarak, 

Bulgaristan’ın hâlâ içinden geçmekte olduğu Avrupalılaşma sürecinin etkisinden de bahsedebiliriz. Bulgaristan AB üyesi olsa da hâlâ Avrupa’nın merkezinde değil, kenarındadır (periphery). AB üyesidir, ancak ne Şengen’e kabul edilmiştir ne deEuro bölgesine. Örgütlü suçlar, yolsuzluk ve ciddi yargı sorunları AB tarafından da gündeme getirilmektedir. 

Bulgaristan Parlamentosu’nun bildiri metnini kabulünün ardından milletvekili Tunçer Kırcaliev şunları söylemiştir: “Neden şimdi, neden bu kadar zaman sonra, sorusu meydana gelmiştir? Uzun bir zaman mesafesinden sonra, duyguların üstesinden gelebilinmiş ya da en azından denge bulunmuştur. Diğer bir avantajı ise, Bulgar devletinin geçiş dönemi bu çocuksu zaman bölümünü yaşamış olmasıdır, demokrasi güçlendirilmiştir ve bu olayların uygun bir şekilde değerlendirilmesi için gerekli koşullar meydana gelmiştir.” 9 

Dolayısıyla HÖH milletvekinin de belirttiği gibi bu durum, Bulgaristan’ın siyasi olgunlaşmasının önemli bir dönüm noktası olarak düşünülebilir.10 (Popov) 

Bildirinin kabul edilmesindeki bir başka etken ise Ataka’nın tehlikeli söylemleri ve eylemlerinin Bulgaristan’daki etnik barışa verdiği zararın artık farkedilmeye başlanmasıdır. 
Bulgar Parlamentosu geçtiğimiz sene Mayıs ayında Ataka taraftarlanın Banyabaşı Camii’ne saldırmasının ardından etnik ve dini barışa zarar verilmesine 
yönelik çabaları kınadığını belirten bir bildiri kabul etmiştir. Bildiride Ataka’nın ülke için zararlı hale geldiği de belirtilmiştir.11 

Geçen sene Mayıs ayındaki bildiriyi geçen ay kabul edilen asimilasyon karşıtı bildiriyle birlikte okumak anlamlı olacaktır. Bundan sonra Sofya yönetiminden 
beklenen ise sorumluların cezalandırılması ve mağdurların zararlarının tazmini yönünde çaba harcamasıdır. 

Avrupa Birliği’nin azınlık meseleleri ve insan hakları konusuyla ilgili tavrı üye ülkelerin politikaları bağlamında önem taşımaktadır. İnsan hakları, azınlık haklarıyla ilgili Avrupa genelinde temel normlar oluşturulması ve bunlara uyulup uyulmadığının kontrolünün sağlanması öncelikli konu olarak AB kurumlarının 
gündemine gelmelidir. Avrupa’nın kendi içinde çelişkili uygulamaları dikkat çekicidir. 

Örneğin Fransa kendi Roman vatandaşlarını 2010’da ülke dışına sürerken, Sofya’daki Fransız büyükelçisi Bulgaristan’a Romanlar için ayrı bir bakanlık kurulmasını önerebilmiştir.12 

Avrupalılaşma sürecinin aday ve üye ülkelerde daha da ilerleyebilmesi için çifte standartların üstesinden gelinmesi çok önemlidir. 

Balkanlar coğrafyasında kolektif bellek kaybının kolektif hatırlamaya dönüşebilmesi için dışlayıcı milliyetçiliğin, kapsayıcı milliyetçilik ve vatanseverliğe dönüşmesi gerekmektedir. Bunun için de Bulgaristan özelinde Parlamennun kabul ettiği bildirinin somut sonuçlara ulaşılmasına yardımcı olması beklenmektedir. Bu da öncelikle 1980 olaylarından sorumlu olanlara yönelik yargı süreçlerinin canlanmasıyla başlayabilir. 


Birgül DEMİRTAŞ 
BULGARİSTAN’DA ASİMİLASYON KAMPANYASI: 
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK YA DA YÜZLEŞEMEMEK 
21. Yüzyıl Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 1

Kaynakça ;

1 Barbara Jelavich, History of the Balkans, Vol. I, Eighteenth and Nineteenth Centuries, Cambridge, Cambridge 
University Press, 1990, s. 174-190. 
2 Birgül Demirtaş Coşkun, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Ankara, Asam, 2001. 
3 Eleonora Naxidou, “Nationalism versus Multiculturalism: The Minority Issue in Twenty-First Century Bulgaria”, Nationalities Papers, Cilt 40, No 1, 2012, s. 85-105. 
4 Rifat Sait, “Bulgaristan seçimleri”, http://www.abhaber.com/ozelhaber.php?id=3677 
5 Julian Popov, “Bulgaria, Turks and the politics of apology”, Aljazeera, 26 Ocak 2012, 
http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2012/01/2012122102331935532.html 
6 Ibid. 
7 http://kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=8136 
8 No:9, 12 Ocak 2012, Bulgaristan Ulusal Meclisi’nde Zorla Asimilasyon Politikasını Kınayan Bildirinin Kabulu Hk., 
http://www.mfa.gov.tr/no_9_-12-ocak-2012_-bulgaristan-ulusal-meclisi_nde-zorla-asimilasyon-politikasini-kinayan-bildirinin-kabulu-hk_.tr.mfa 
9 HÖH web sayfası, 
http://www.dps.bg/tr/events/1165/parlamento-uyeleri-bulgar-muslumanlaren-zorlaasimilasyonunu-kenayan-taslak-bildiri—kabul-ettiler.aspx 
10 Popov, “Bulgaria, Turks and the politics of apology”. 
11 Bulgarian Assembly Condemns Attack Party for ‘Aggression’ Against Ethnic Peace “Parliament Adopts Declaration against Attempts for Undermining Ethnic and Religious Peace in Bulgaria” 
— BTA headline BTA Friday, 27 Mayıs 2011. 
12 Eleonora Naxidou, “Nationalism versus Multiculturalism: The Minority Issue in Twenty-First Century Bulgaria”, s. 102. 


****