2 Eylül 2016 Cuma

AB 2009 İLERLEME RAPORU TÜRKİYEDEKİ SİYASİ KRİTERLER BÖLÜM 1



AB 2009 İLERLEME RAPORU TÜRKİYEDEKİ SİYASİ KRİTERLER.. BÖLÜM 1,


Bu bölümde, Türkiye’nin, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve azınlıkların korunmasınıgüvence altına alan kurumlarda istikrarın sağlanmasını gerektiren Kopenhag Siyasi Kriterlerinin karşılanması bakımından kaydettiği ilerleme incelenmektedir. Ayrıca, uluslararası yükümlülük lere uyulmasına, bölgesel işbirliğine ve genişleme ülkeleriyle ve üye devletlerle iyi komşuluk ilişkileri kurulmasına verilen önem de izlenmektedir. 

Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü., 

Bir suç örgütü olduğu iddia edilen Ergenekon’la ilgili soruşturmalar devam etmiştir. Suçlamalar, Hükümeti devirmeye ve silahlı isyana teşvike teşebbüsü içermektedir. Soruşturmalar sırasında silah ve cephane ele geçirilmiştir. Ekim 2008’de başlayan ilk dava devam etmektedir. Üç emekli generalin ve eski bir jandarma komutanının da içinde bulunduğu 56 şüpheliyi kapsayan ikinci iddianame Mart 2009’da mahkemeye sunulmuştur. 52 şüpheliyle ilgili üçüncü bir iddianame de Temmuz ayında mahkemeye sunulmuştur. Bu iki iddianame de Temmuz 2009’da başlayan ve halen devam etmekte olan tek bir dava altında incelenmektedir. 


Bu, Türkiye’de, bir darbe teşebbüsünü derinlemesine inceleyen ilk davadır ve demokratik kurumları istikrarsızlaştırmayı amaçladığı iddia edilen bir suç örgütü hakkında yürütülen en geniş kapsamlı soruşturmadır. Bunun yanısıra eski bir Genelkurmay Başkanı da ilk kez, kendi isteğiyle, tanık sıfatıyla ifade vermiştir. Tüm şüpheliler için, etkili adli güvenceler hakkında kaygılar oluşmuştur (Bkz. Yargı Sistemi). 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Kasım 2007’de açılan, Demokratik Toplum Partisinin (DTP) kapatılması davası Anayasa Mahkemesinde devam etmektedir. Parti, ülkenin bölünmezliğine ve bütünlüğüne karşı faaliyetlerde bulunmakla suçlanmaktadır. DTP, TBMM’de, Ülkenin Güneydoğu Anadolu Bölgesinden 20 milletvekiliyle temsil edilmektedir. 14 Mart 2009 tarihinde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu, siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili Türk mevzuatı hakkındaki görüşünü yayımlamıştır. Söz konusu Komisyon, Anayasanın 68’inci ve 69’uncu maddelerinin ve Siyasi Partiler Kanununun ilgili hükümlerinin bir bütün olarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11’inci maddesiyle (Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü) 4 uyumlu olmayan bir sistem oluşturduğu sonucuna varmıştır. 

Türk Makamları henüz mevzuatı uygun biçimde değiştirmemişlerdir. 

Sonuç olarak, bir suç örgütü olduğu iddia edilen Ergenekon’la ilgili soruşturma, subayların aleyhinde de olmak üzere, ağır suçlamalarda bulunulmasına yol açmıştır. Bu dava, Türkiye için, demokratik kurumlarının düzgün işleyişine ve hukukun üstünlüğüne olan güveni güçlendirmek açısından bir fırsattır. Bu bağlamdaki yargı sürecinde, özellikle sanık hakları bakımından, hukuka uygun usullere saygı gösterilmesi önemlidir. 

Türkiye’nin, Siyasi Partilerle ilgili mevzuatını hâlâ Avrupa standartlarına uygun hale getirmesi gerekmektedir. 

Anayasa., 

Anayasa reformu konusundaki siyasi ve toplumsal tartışma devam etmiştir. Pek çok alanda daha fazla demokratikleşmeyi mümkün kılmak ve Avrupa standartlarıyla uyumlu temel özgürlükleri daha güçlü biçimde güvence altına almak için, 1980 askeri darbesi sonrasında hazırlanan Anayasanın değiştirilmesi gerektiği konusunda, tüm ülkede, giderek artan bir bilinçlenme söz konusudur. 

Anılan temel özgürlükler, örneğin, siyasi partilerle ilgili kuralları, Ombudsmanlık kurumunu, Türkçe dışındaki dillerin kullanılmasını ve sendikal hakların geliştirilmesini içermektedir. 

Bununla birlikte, anayasa reformuyla ilgili olarak, siyasi partiler arasında bir uzlaşma sağlanamamıştır. Bir grup akademisyen tarafından anayasal reformları içeren bir taslağın 2008 yılında hazırlanması sonrasında herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Hükümet, defalarca ifade etmesine rağmen, ne bir anayasa değişikliği taslağı sunmuş ne de bu amaçla istişareye dayalı metodolojik bir yaklaşım önermiştir. 

Parlamento., 

Mart 2009’da, TBMM’de, istişari nitelikte Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu kurulmuştur (Bkz. Kadın Hakları). 

Bununla birlikte, TBMM İçtüzüğünü geliştirme çalışmaları henüz tamamlanma mıştır. Şubat ayında, İçtüzük Uzlaşma Komisyonu tarafından bir teklif taslağı hazırlanmıştır. 

4- Venedik Komisyonu, Türkiye’deki durumun Avrupa’daki ortak uygulamadan aşağıdaki açılardan farklı olduğunu tespit etmiştir: 

a) Siyasi partilerin anayasallığına yönelik olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Venedik Komisyonu tarafından meşru kabul edilenlerin çok ötesine geçen, uzun bir maddi kriterler listesi bulunmaktadır; 

b) Siyasi partilerin yasaklanması ya da kapatılması kararlarının, diğer Avrupa ülkelerindekine kıyasla daha keyfi ve demokratik kontrole daha az tabi olarak alınmasına neden olan bir prosedür bulunmaktadır; 

c) Parti kapatmayla ilgili kuralların, başka hiçbir Avrupa ülkesinde benzeri olmayan biçimde uygulanmasına ve bunun olağanüstü bir tedbir olarak değil de, Anayasanın yapısal ve işlevsel bir parçası olarak kabul edilmesine neden olan bir gelenek mevcuttur. 


Cumhurbaşkanı., 


Büyük Siyasi Partiler arasındaki ihtilaflı yaklaşımlara rağmen, Cumhurbaşkanı, siyasi partiler ve sivil toplum arasındaki diyaloğun artırılmasını ve devlet kurumlarının sağlıklı biçimde işlemesini teşvik etmek amacıyla çaba sarf etmiştir. Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin önemini tekrar tekrar hatırlatmışve AB ile bağlantılı reformların hızlandırılmasıiçin çağrıda bulunmuştur. 
Cumhurbaşkanı, dış politikada etkin bir rol üstlenmeye devam etmişve çok sayıda dışgeziye çıkmıştır. 
Bir Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından 33 yıl aradan sonra ilk kez gerçekleştirilen Irak seyahati, Kürt meselesiyle ilgili olarak olumlu bir atmosfer oluşmasına katkıda bulunmuştur (Bkz. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki Durum). 

Hükümet., 

Mart ayındaki yerel seçimleri müteakip oluşturulan yeni Kabine ile Hükümet, AB katılım sürecinin ve siyasi reformların devam ettirilmesi konusundaki kararlılığını ifade etmiştir. Katılım Ortaklığı Belgesi gereğince, Aralık 2008’de, AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programı (UP) kabul etmiştir. 

Hükümet, Ocak 2009’da, katılım müzakerelerinin başlamasından beri ilk kez Devlet Bakanı statüsünde tam zamanlıbir AB Başmüzakerecisi atamıştır. Başmüzakereci, katılım müzakereleriyle ilgili olarak, hazırlıkların etkinliğini ve bakanlıklar arasındaki koordinasyonu artırmıştır. Ayrıca, sivil toplumu da içeren paydaşlarla toplantılar düzenlemiş, böylelikle müzakere sürecine katılımı ve bu sürecin daha iyi anlaşılmasını teşvik etmiştir. 

Türkiye’nin, AB konularıyla ilgili temel koordinasyon kurumu olan Avrupa Birliği Genel Sekreterliği (ABGS), Başmüzakereciye bağlanmıştır. 
Başmüzakereci tarafından hazırlanan ve Haziran ayında kabul edilen Kanunla ABGS’ye daha fazla ve daha açık sorumluluklar verilmiştir. 
Personel sayısı önemli ölçüde artırılmış, yeni bir Genel Sekreter atanmıştır. Yeni yapılanmanın, ABGS’nin daha etkin biçimde işlemesini sağlaması beklenmekte dir. 

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci, Dışişleri Bakanı, Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanından oluşan Reform İzleme Grubu, Kabinenin yeniden kurulmasından sonra daha düzenli biçimde her iki ayda bir toplanmıştır. 

Grup, Reform sürecine önemli destek sağlamıştır. 

Bununla birlikte, bu çabaların daha somut bir ilerlemeye dönüşmesi gerekmektedir. Hükümetin aldığıgüçlü halk desteğine ve TBMM’deki büyük çoğunluğa rağmen, siyasi reformlarla ilgili olarak sağlanan somut ilerleme genel olarak sınırlıdır. 

Yerel yönetimler konusunda, tüm Türkiye’de belediye, il özel idaresi ve köy ve mahalle meclisleri seçimleri 29 Mart 2009 tarihinde yapılmıştır. Seçimler, seçmenin seçim sürecine güvenini ortaya koyan % 85’lik katılım oranıyla, özgür ve adil biçimde gerçekleştirilmiştir. 

Bununla birlikte, seçim öncesi dönemde, Yüksek Seçim Kurulu, oy kullanabilmek için gerekli belgeler, engellilerin oy vermesi ve sandık görevlilerinin başörtüsü takma yasağıyla ilgili bir dizi tartışmalı karar almıştır. Belediye başkanı seçilen kadın sayısı çok düşüktür 1 (Bkz. Kadın Hakları). 

Özellikle, halkın yerel yönetime katılımınıartırmak için bir platform olarak görülen işlevsel kent konseyleri oluşturulmasıyla ve yine halkın katılımını artırmak amacıyla demokratik yönetişim mekanizmalarının geliştirilmesiyle ilgili olarak, yerel yönetimlere yetki devri konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. 

Başta yerel yönetimlerin iç ve dış denetimleri olmak üzere şeffaflık, hesap verebilirliğin artırılmasıaçısından büyük önem taşımaktadır. 
Bazı belediyeler, belediye kararlarını, özellikle imar planlarıyla ilgili olanları, halkın erişimine açmak konusunda isteksiz davranmaktadır. 
Bu bağlamda, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu, bilgi edinme taleplerini yerine getirmemesi nedeniyle Ankara Büyükşehir Belediyesi hakkında Aralık 2008’de savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur. 

Sonuç olarak, tüm ülkede özgür ve adil bir yerel seçim yapılmıştır. AB ile bağlantılı reformlarla ilgili olarak, tam zamanlı bir Başmüzakereci atanması kararı ve Ulusal Programın kabulü olumlu gelişmelerdir. Ancak, siyasi ve anayasal reformların etkin biçimde uygulanması konusunda ilerlemenin az olduğu söylenebilir. 
Partiler arasında diyaloğun ve uzlaşmacıanlayışın bulunmamasının bu konuda olumsuz etkileri olmaktadır. Yerel yönetimlerle ilgili olarak, yetki devri ve yerel yönetişim mekanizmalarının güçlendirilmesi de dâhil olmak üzere çok sayıda konu henüz ele alınmamıştır. 

Kamu yönetimi., 

Kamu yönetimi reformu konusunda, Bakanlar Kurulu Temmuz 2009’da, idarenin vatandaşlara daha iyi kamu hizmeti sunmasına yönelik esas ve usulleri belirleyen bir Yönetmelik yayımlamıştır. Bu esas ve usuller, e-hizmet ve bilgi sunumunun geliştirilmesi, hizmet standartları oluşturulması ve engellilere yönelik tedbirler alınması konularına odaklanmaktadır. 170 yönetmelik basitleştirilmiş ve 421 idari düzenleme yürürlükten kaldırılmıştır. 

Bununla birlikte, bürokratik işlemlerin azaltılması, düzenleyici etki analizleri yapılması, idari usuller oluşturulması, Şeffaflığın artırılması ve politika oluşturma ve koordinasyon sistemlerinin geliştirilmesi gibi bir dizi önemli sorun devam etmektedir. 

Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanununun uygulanmasıyla ilgili kaygılar bulunmaktadır. Tüm kamu kurumlarında özerk birimler hâlinde etkili ve işlevsel bir iç denetim sistemi kurulması tamamlanamamıştır. 
Bu bağlamda, mali yönetimin ve politika oluşturmanın temel unsurları olan strateji geliştirme birimlerinin güçlendirilmesi gerekmektedir. 

Kamu hizmeti sistemi konusunda çok sınırlı ilerleme kaydedilmiştir. İnsan kaynakları yönetimini modernize etmek ve ayrıca şeffaflığa, hesap verebilirliğe ve liyakate dayalı kariyer perspektiflerine dayanan tutarlı bir personel politikası çerçevesi oluşturmak için bir kamu yönetimi reformu yapılması gereklidir. 
Kamu yönetimi reformu, gerektiğinde, atama ve terfi sisteminin siyasileşmesini engelleyecek yasal güvenceleri de içermelidir. 

Aralık 2008’de, Anayasa Mahkemesi, devletin idari birimleriyle vatandaşlar arasında bir köprü görevi görecek olan Ombudsmanlık sisteminin kurulmasına ilişkin Kanunu iptal etmiştir (Bkz. İnsan Haklarının İyileştirilmesi). 

Sonuç olarak, kamu yönetimi reformu konusunda çok sınırlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Özellikle, kamu hizmetinin modernleştirilmesi konusunda önemli çalışmaların yapılmasıgerekmektedir. Öncelikler arasında, bürokratik işlemlerin azaltılması ve yönetimin sadeleştirilmesinin teşvik edilmesinin yanı sıra profesyonel, bağımsız, hesap verebilir, şeffaf ve liyakate dayalı bir kamu hizmetinin daha fazla geliştirilmesi bulunmaktadır. 

Güvenlik Güçlerinin Sivil Denetimi., 

Haziran 2009’da, TBMM, askeri personelin barış zamanında, askeri darbe teşebbüsü, milli güvenlikle ilgili suçlar ve organize suçlar da dâhil olmak üzere, Ceza Muhakemesi Kanununun 250’nci maddesine göre ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisindeki suçlardan, sivil mahkemelerce yargılanmasını öngören bir Kanun çıkarmıştır. Bunun yanında, yeni Kanun, askeri mahkemelerin barış zamanında sivilleri yargılayabilmesine yönelik kalan yetkilerini de kaldırmak suretiyle Türkiye’deki uygulamayı AB’dekiyle uyumlu hale getirmiştir. Ana Muhalefet Partisi CHP, yeni Kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuştur. Dava devam etmektedir. 

Hükümet, Mart 2009’da Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri Yönetmeliğini değiştirmiştir. Yeni Yönetmelik, jandarma ve polisin kentsel ve kırsal alanlardaki yetkilerini açıkça düzenlemektedir. Yönetmelik, hâlihazırda valilerin sorumluluğu altında uygulanmaktadır. 

Bununla birlikte, Silahlı Kuvvetlerin bazı kıdemli mensuplarının, Hükümet aleyhine faaliyetlere katıldıkları iddia edilmiştir. 
Beş generalin de içinde bulunduğu 19 Emekli subay ve Beş Muvazzaf subay, Ergenekon davasında askeri darbe teşebbüsü de dâhil olmak üzere çeşitli suçlarla itham edilmişlerdir (Yukarı bkz.). 
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 1990’larda yapılan yargısız infazlarla ilgili olarak gerçekleştirilen soruşturma sonucunda bir jandarma albay,altı kişiyle birlikte tutuklanmıştır. 

Askeri mahkemelerin yargılama yetkileriyle ilgili adli uygulamanın, AB’deki uygulamayla uyumlu olması gerekmektedir. Şemdinli davasında 2 İki astsubayın ve bir PKK muhbirinin yargılanmasına, Yargıtayın, ilk derece mahkemesinin 39 yıl hapis cezası kararını bozması ve davayı askeri mahkemeye göndermesi sonrasında devam edilmektedir. Sanıklar, Van Askeri Mahkemesinin kararının ardından, dava devam ederken serbest bırakılmıştır (Bkz. Yargı Sistemi). 

Silahlı Kuvvetler, resmi ve gayri resmi mekanizmalar yoluyla, uygun olmayan şekilde siyasi nüfuz kullanmaya devam etmiştir. 
Silahlı Kuvvetlerin kıdemli mensupları, çeşitli vesilelerle Kıbrıs, etnik köken, Güneydoğu meselesi, laiklik, siyasi partiler ve diğer askeri olmayan konular dâhil olmak üzere yetki alanları dışında kalan iç ve dış politika konularında görüşlerini açıklamışlardır. 
Genelkurmay, siyasi partilere ve medyada çıkan haberlere kamuoyu önünde defalarca tepki göstermiştir. 
Nisan ayındaki bir basın açıklaması sırasında Genelkurmay Başkanı, Ergenekon davası ve iddianamesi hakkında yorumda bulunmuş, dolayısıyla yargıyı baskı altında bırakmıştır. Silahlı Kuvvetlerin bazı kıdemli mensupları, yargılanmakta olan askeri personeli desteklemişlerdir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununda ya da Milli Güvenlik Kurulu Kanununda hiçbir değişiklik yapılmamıştır. 
Bu Kanunlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görev ve yetkilerini belirlemekte ve milli güvenlik kavramını geniş biçimde tanımlayarak Silahlı Kuvvetlere büyük bir hareket alanı vermektedir. Emniyet, asayiş ve destek birimleriyle ilgili olarak imzalanan 1997 EMASYA gizli protokolü hâlâ yürürlüktedir.3 

Yasamanın, Silahlı Kuvvetler bütçesi ve harcamaları üzerindeki denetiminin güçlendirilmesiyle ilgili olarak hiçbir ilerleme kaydedilmemiştir. 
Aynışekilde, ihale projelerinin çoğunun finansmanınısağlayan Savunma Sanayii Destekleme Fonu (SSDF), hâlâ TBMM’nin kontrolünün dışında olan bütçe dışı bir fondur. 

TBMM’nin, güvenlik ve savunma politikalarıoluşturma yetkisi bulunmamaktadır. 

Askeri harcamaların denetimi konusunda, harcama sonrasıdış denetim, Anayasaya göre, Sayıştay tarafından yapılabilmektedir. 
Ancak, bu denetim, muhasebe kayıtlarına dayanmaktadır ve masa başı incelemeleri şeklindedir. 

Denetçilerin, yerinde inceleme yapmasına izin verilmemektedir. Ayrıca, Sayıştay Kanunu Tasarısı kabul edilene kadar, Sayıştay, Silahlı Kuvvetlere ait taşınır malların denetimini yapamayacaktır. 

Geçen sene, Sayıştay, SSDF’yi denetleme yetkisine sahip olduğu yönünde bir karar almıştır. Ancak uygulama henüz başlamamıştır. 

İç denetimle ilgili olarak, güvenlik kurumlarının iç denetime tabi olmasını öngören 2003 tarihli Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu henüz uygulanmamıştır. 

Sonuç olarak, özellikle askeri mahkemelerin yargı yetkisinin sınırlanması konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak, Silahlı Kuvvetlerin bazı Kıdemli mensupları yetki alanları dışında kalan konularda açıklamalar yapmışlardır ve savunma harcamaları üzerinde TBMM’nin tam denetiminin temin edilmesi gerekmektedir. Askeri personelin, Ergenekon soruşturmasıyla ortaya çıkan Hükümet karşıtı eylemlere katılmış olduğu iddiası ciddi kaygı uyandırmaktadır. 

Yargı sistemi.,

Hükümet, Ağustos 2009’da Yargı Reformu Stratejisini kabul etmiştir. Bu, onaylanmasıöncesindeki istişare süreci 4 açısından olduğu kadar, içerdiği reformlar için izlenmesi gereken doğru yolu açıkça gösterdiği için de olumlu bir adımdır. Strateji, geniş kapsamlıdır ve yargının bağımsızlığına, tarafsızlığına, verimliliği ve etkililiğine, yönetim sistemine ve yargı mensuplarının mesleki yetkinliğinin artırılmasına ilişkin konuların yanısıra, yargıya duyulan güveni artırmak, yargıya erişimi kolaylaştırmak ve ceza infaz sistemini geliştirmek için alınması gereken tedbirleri içermektedir. Ayrıca, Stratejinin uygulanmasına yönelik bir Eylem Planıda kabul edilmiştir. 

Yargı personelinin işe alınmasıyla ilgili bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. 1 Mayıs 2009 tarihi itibarıyla toplam hâkim sayısı 7.081 (1 Mayıs 2008 tarihinde 6.914), toplam savcı sayısı 4.040’tır (1 Mayıs 2008 tarihinde 3.917). 

Bununla birlikte, 1 Mayıs 2009 tarihi itibarıyla toplam 3.875 olan (1 Mayıs 2008 tarihinde 4.166) hâkim ve savcıaçığı hâlâ önemli boyuttadır. 

Yargının bağımsızlığı, tarafsızlığıve verimliliği konusundaki kaygılar devam etmektedir. Bağımsızlıkla ilgili olarak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısına5  ya da adalet müfettişlerinin raporlama biçimlerine 6 ilişkin ilerleme kaydedilmemiştir. 2007’de çıkan bir yönetmeliğe göre, adalet müfettişleri, mahkemeden, yargı mensuplarının telefon konuşmalarının dinlenmesine yetki veren bir karar talep edebilmektedir. Şemdinli davası devam etmektedir (Bkz. Güvenlik Güçlerinin Sivil Denetimi). Davanın bugüne kadarki ele alınış biçimi ve 
daha önce davadan sorumlu olan sivil savcının görevden alınması, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun bağımsızlığıkonusunda şüphe doğurmuştur.7 

Yargının, Silahlı Kuvvetlerin ve hâkim ve savcı derneklerinin kıdemli üyeleri, yargının önemli davalardaki tarafsızlığını tehlikeye sokabilecek açıklamalar yapmışlardır. Yargının verimliliğiyle ilgili olarak, Kanun gereğince Haziran 2007 itibarıyla kurulmuş olması gereken, bölge adliye mahkemeleri henüz kurulmamıştır. 

Bölge adliye mahkemelerinin sayısı, yeri ve çalışmaya başlayabilmeleri için ekipman ve insan kaynaklarının zamanında temini konusunda nihai kararın alınması gerekmektedir. 

Kamuoyunca takip edilen önemli davalar, soruşturmaların kalitesi konusunda kaygılar oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca, polisin bir yandan jandarmayla diğer yandan da yargıyla çalışma ilişkisinin geliştirilmesi gerekmektedir. Özellikle bir suç örgütü olduğu iddia edilen Ergenekon, Malatya’da üç Protestanın öldürülmesi ve Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi davaları olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının raporları ve tanıkların ifadeleri, belirli davalarda bu kaygıları daha fazla artırmaktadır. Özellikle sonuncu davayla ilgili olarak, 
Başbakanlık Teftiş Kurulunun bir raporunda, güvenlik güçlerinin cinayet öncesindeki rolü sorgulanmıştır. Rapora göre, güvenlik güçlerinin, 
Dink’e yönelik ölüm tehditleriyle ilgili güvenilir bilgiler elde ettikten sonra harekete geçmekten imtina ettikleri anlaşılmaktadır. 

Bu cinayetle ilgili olarak, İstanbul, Samsun ve Trabzon’daki davalar devam etmektedir. Ancak, bu davalar Dink ailesinin avukatlarının talebine rağmen birleştirilmemiştir. 

Suç örgütü olduğu iddia edilen Ergenekon’la ilgili duruşmalarda sanıkların usule ilişkin haklarının ihlal edildiği bildirilmiştir. Bu dava kapsamında toplanan bilgilerin önemli bir bölümü sızdırılmış olup, bu konuda davalar açılmıştır (Bkz. İfade Özgürlüğü). 

Yargı mensuplarının, yargılama öncesi tutukluluk hâlini kamu yararıiçin kesinlikle gerekli olduğu durumlarla sınırlı tutmadıkları yönünde duyumlar bulunmaktadır. Bu da, içinde bulunanların yarısından fazlasının yargılanmayı beklediği hapishanelerin aşırı kalabalıklaşmasına yol açmaktadır. Şartlı tahliye edilen kişilerin etkili biçimde izlenmesi konusunda sorunlar bulunduğundan, hâkimler şartlı tahliyeyi hapse alternatif olarak tercih etmekte tereddüt etmektedirler. Çocuk mahkemeleriyle ilgili de kaygılar bulunmaktadır (Bkz. Çocuk Hakları). 

Sonuç olarak, yargı alanında bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Yargı Reformu Stratejisinin, tüm paydaşlarla birlikte yürütülen istişare sürecinin ardından Hükümet tarafından kabul edilmesi olumlu bir adımdır. Personel sayısının ve finansmanın artırılması amacıyla alınan tedbirler de olumludur. Ancak, bu çabaların devam ettirilmesi gerekmektedir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı ve bölge adliye mahkemelerinin kurulması gibi konularda, yargının bağımsızlığı, tarafsızlığıve etkililiğiyle ilgili kaygılar devam etmektedir. 

Yolsuzlukla Mücadele Politikası., 

Yolsuzlukla mücadele konusunda sınırlı ilerleme kaydedilmiştir. Haziran ayında, Türk Ceza Kanununda ve Kabahatler Kanununda değişiklik yapan bir Kanun TBMM’de kabul edilmiştir. Bu değişiklikler, Avrupa Konseyi Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubunun (GRECO) tavsiyelerini dikkate almak, uluslararası sözleşmelere uymak, OECD Rüşvet Sözleşmesi hükümlerini ve Mali Eylem Görev Gücünün kara paranın aklanmasının önlenmesiyle ilgili önerilerini uygulamak amacıyla yapılmıştır. Kanun, tüzel kişilerin yükümlülükleri, kara paranın aklanmasının önlenmesi ve yabancıkamu görevlilerine rüşvet verilmesiyle ilgili yasal çerçeveyi güçlendirmektedir. 

Hükümet, ulusal bir yolsuzlukla mücadele stratejisi oluşturmak amacıyla, Başbakanlık Teftiş Kurulunun koordinasyonunda kamu kurumlarının katılımıyla, STK’lar da dâhil olmak üzere, paydaşlarla geniş kapsamlı istişarelerde bulunmuştur. 

İyi yönetişim ve şeffaflığı artırmak amacıyla kurulan Bakanlık Komisyonu, yolsuzlukla mücadele konularında hemen hemen hiçbir siyasi girişimde bulunmamıştır. 

Deniz Feneri adlı Yardım derneği aleyhine geçen yıl Almanya’da açılan dolandırıcı lık davası bağlamında, Türk savcılık makamı Türkiye’deki soruşturmayı devam ettirmiştir. Türkiye’de başlıca şüphelilerin mal varlıkları dondurulmuştur. Ancak, mahkemeye bir iddianame sunulmamıştır. 

İlk kez, Kamu Görevlileri Etik Kurulu, 2009 yılında, kamu görevlilerinin etik kurallara uymadıkları konusunda seçilmiş bir belediye başkanını ve kamuya ait şirket yöneticilerini de kapsayan dört karar yayımlamıştır. 

Bununla birlikte, etik kuralların, akademisyenleri, askeri personeli ve yargıyı da kapsayacak hâle getirilmesi konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. 

Milletvekili dokunulmazlıklarının, yolsuzluklara ilişkin davalarda sınırlandırılması konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. Muhalefet bu konuda tedbir alınmasını desteklemektedir. 
TBMM’nin, şikâyet ve iddiaları ele almak amacıyla bir daimi etik komisyonu kurması gerekmektedir. Milletvekillerine yönelik davranış kuralları bulunmamakta dır. Ayrıca, dokunulmazlıkların hangi şartlar altında kaldırılabileceği konusunda nesnel ölçütler oluşturulmalıdır. Mal beyanlarının kontrol edilmemesi ve doğrulanmaması, TBMM ve Hükümette dürüstlük ilkesinin korunması açısından zayıf nokta teşkil etmeyi sürdürmektedir. 

Siyasi partilerin ve seçim kampanyalarının finansmanı konusunda, şeffaflığı artırmaya yönelik bir yasal düzenleme henüz kabul edilmemiştir.Seçim kampanyalarının finansmanının denetlenmesinden sorumlu herhangi bir kamu kuruluşu bulunmamaktadır. 

Sayıştayın yeniden yapılandırılması ve güçlendirilmesini amaçlayan yeni yasal düzenlemenin kabul edilmesinde ilerleme kaydedilmemiştir. 

Sonuç olarak, yolsuzluğun önlenmesine yönelik yasal çerçeve iyileştirilmiştir. Ancak, yolsuzluk pek çok alanda halen yaygındır. 
Türkiye’nin yolsuzlukla mücadele stratejisini tamamlaması ve soruşturmalar, iddianameler, kovuşturmalar ve mahkûmiyetlere ilişkin izleme mekanizması oluşturması gerekmektedir. 


 İnsan Hakları ve Azınlıkların korunması Uluslararası insan hakları hukukuna Riayet., 

İnsan haklarına ilişkin belgelerin onaylanması konusunda, TBMM 18 Aralık 2008 tarihinde yürürlüğe giren BM Engelliler Sözleşmesini onaylamıştır. Bu Sözleşme nin İhtiyari Protokolü Eylül 2009’da imzalanmıştır. 

Eylül 2009’da Hükümetin kararını takiben, BM İşkenceyle Mücadele Sözleşmesi İhtiyari Protokolünün (OPCAT) onaylanması TBMM gündemindedir. 
Bu Protokol, tarafların, gözaltı merkezlerinin denetlenmesi için bağımsız bir ulusal önleme mekanizması belirlemesini veya oluşturmasını gerektirmektedir. 

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine (AİHS) ilişkin Üç Ek Protokolü 8 onaylamamıştır. 


Rapor döneminde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), toplam 381 kararında Türkiye’nin AİHS’yi ihlal ettiği sonucuna varmıştır. 
Mahkeme, söz konusu davaların yaklaşık üçte birinde adil yargılanma hakkı ve/veya özgürlük ve güvenlik hakkı ihlali olduğuna hükmetmiştir. Kararların dayandığı olayların çoğu 1990’larda ya da yeni Türk Ceza Kanunu veya Ceza Muhakemesi Kanunu kabul edilmeden önce gerçekleşmiştir. AİHM’ye yapılan yeni başvuruların büyük bölümü adil yargılanma hakkı ve mülkiyet haklarının 
korunmasıyla ilgilidir. 
Başvuruların % 11’i ifade özgürlüğü konusunda, % 5’i ise işkencenin yasaklanması konusundadır. 
Sonuç olarak, Türkiye aleyhinde AİHM’ye yapılan başvuruların sayısı artmıştır. 

Türkiye AİHM kararlarının uygulanmasında ilerleme sağlamaya devam etmiştir. 2008 yılında toplam 5,2 milyon avro’yu bulan para cezalarının tümü zamanında ödenmiştir. 

Bununla birlikte, bazı durumlarda, yasal tedbirlerin alınmasını gerektiren AİHM kararlarının uygulanması yıllarca gecikmiştir. 
Hulki Güneş, Göçmen ve Söylemez davalarında, kararların uygulanmaması, sanıkların yargılama usulüne aykırı olarak özgürlüklerinden yıllarca yoksun kalmalarına yol açmıştır. Bu durumun düzeltilmesi için yasal düzenleme yapılması gerekmektedir. 
Ayrıca, Türkiye vicdani nedenlerle askerlik hizmetini yerine getirmeyi reddedenlerin tekrar eden kovuşturmalara tabi tutulması ve tekrar 
cezalandırılmasını önleyen yasal tedbirleri almamıştır. 
Türkiye’nin yasal tedbir almasını bekleyen diğer davalar, güvenlik güçlerinin faaliyetlerinin kontrol edilmesi, suistimale karşı etkili çözüm 
yolları ve ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar ile ilgilidir. 

Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Türkiye aleyhine açtığı davada, kayıp kişiler konusu ve Kıbrıs’ın kuzeyinde devamlı olarak yaşayan Kıbrıslı Rumların mülkiyet haklarına ilişkin kısıtlamalar konusu sonuçlanmamıştır. Yerinden olmuş kişilerin mülkiyet haklarını karşılamak üzere kurulan tazminat mekanizması, ilke olarak, AİHM kararlarının gereklerini sağlamaktadır ve tazminat taleplerini almaya devam etmektedir. Mahkeme, 28 Temmuz 2009 tarihli kararında, Kıbrıs Türk Taşınmaz Mal Komisyonu aracılığıyla Alexandrou davasına ilişkin sağlanan 
dostane çözüme dikkat çekmiş ve Sözleşme veya Protokollerinde tanımlandığı şekilde insan haklarına saygı zemininde çözüm bulunmasından dolayı memnuniyetini belirtmiştir. Bununla birlikte, AİHM, söz konusu çözümün benzeri tüm davalar için etkili olup olmayacağı konusunu değerlendirmemiştir. 

Türkiye, Loizidou ve Xenides-Arestis davalarına ilişkin AİHM kararlarını henüz tam olarak uygulamamıştır. 

Çeşitli kamu kuruluşları insan haklarının geliştirilmesi ve uygulanması görevini paylaşmaktadır. Bunlara, Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Başkanlığı ile İnsan Hakları Kurulları dâhildir (toplam 931 adet). Bu kuruluşlar, gözaltı merkezlerinin (kamu tarafından desteklenen sosyal hizmetler de dâhil olmak üzere) ziyaret edilmesinden ve insan hakları ihlalleriyle ilgili iddiaların değerlendirilmesinden sorumludur. Genel olarak, bu kuruluşlara yapılan başvurular ciddi oranda artmıştır. Kamu çalışanlarına, hâkimlere, savcılara ve polis memurlarına yönelik 
insan hakları eğitimine devam edilmiştir. Jandarmaya yönelik olarak verilen hizmet içi ve işbaşı eğitimi insan hakları eğitimini de kapsamaktadır ve insan hakları ihlallerine yönelik iddiaların incelenmesine ilişkin teknikler konusunda uzmanlık eğitimiyle desteklenmiştir. 

TBMM düzeyinde, İnsan Hakları İnceleme Komisyonu aşağıdaki konulara ilişkin dört alt komisyon kurmuştur: İşkence, kötü muamele ve cezaevleri; düşünce, ifade, din ve vicdan özgürlüğü; ekonomik ve sosyal haklar (çocuk hakları da dâhil olmak üzere) ve mevzuatın AB müktesebatıyla uyumlaştırılması. Ayrıca, Komisyon belirli insan hakları vakalarına ilişkin çeşitli raporlar yayımlamıştır. 

Bununla birlikte, bazı insan hakları savunucuları, yaptıkları çalışmalar nedeniyle cezai takibata uğramaya devam etmişlerdir. 
Kaynakların, bağımsızlığın ve kamu bilincinin eksikliği, insan hakları kurumlarının düzgün işleyişini engellemektedir. 
Bu yetersizliklere çözüm bulunması amacıyla yeni bir Ulusal İnsan Hakları Kurumu oluşturulmasına yönelik tartışmalar henüz sonuçlanmamıştır. Hükümet, bu sürece ilişkin kararlılığını sürdüreceğine dair sinyaller vermiştir. 
2006 yılında kabul edilen Ombudsmanlık Kanunu Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasanın bu tür bir kurumun TBMM ile ilişkilendirilmesine izin vermediği gerekçesiyle iptal edilmiştir. 
Dolayısıyla, Ombudsmanlık sisteminin oluşturulması için Anayasada değişiklik yapılması gerekmektedir. 

Ancak bunun için gerekli mutabakat TBMM’de sağlanamamıştır. 

Sonuç olarak, uluslararası insan hakları hukukuna riayet edilmesi konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak, yasal değişiklikler gerektiren bazı AİHM kararlarının uygulanması yıllardır bekletilmektedir. Özellikle bağımsız bir insan hakları kurumunun ve Ombudsmanlık kurumunun kurulması bağlamında, insan haklarına ilişkin kurumsal çerçevenin güçlendirilmesi için daha çok çaba gösterilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. İşkenceye Karşı BM Sözleşmesinin İhtiyari Protokolünün (OPCAT) onaylanması gecikmiştir. 


2. Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


..



Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi BÖLÜM 3





Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi  BÖLÜM 3



HAZIRLAYAN,
Melih Yeşilbağ 


Bu etken, Türkiye’deki muhafazakar/sağ geleneğin ve onun özgün bir temsilcisi olarak AKP’nin kültürel dünyasında bayındırlık faaliyetinin kapladığı özel önemle ilgilidir. Tanıl Bora’nın ifadesiyle AKP’nin “ İnşaat Şehveti ” Kökünü Menderes, Demirel, Özal çizgisinden alan bir siyasal/kültürel biçimin ifadesidir. Buna göre, “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşmanın ve tescil etmenin en önemli ve 
“ Görünür ” yollarından biri bayındırlık faaliyetleridir. Bir başka deyişle, “inşaat şehveti” Türkiye sağının genetiğine işlemiş bir ideolojik motiftir (Bora, 2011). Ne var ki, AKP bu alanda muhafazakar/sağ geleneği basitçe devam ettirmekle kalmamış, geniş kitlelerden rıza ve bağlılık devşirmek amacıyla söz konusu motifin olanaklarını sonuna kadar sömürmüştür. Büyük ölçekli projeler ve kentsel dönüşüm süreçleri başta olmak üzere bayındırlık faaliyetleri bir tür “İslami modernleşme” söylemi altında meşrulaştırılmış ve AKP’nin ideolojik 
hegemonya stratejilerinde merkezi bir rol üstlenmiştir.13 AKP döneminde gösterişli törenlerle açılan ve seçim propagandalarının merkezine yerleşen duble yollar, üst geçitler, devasa projeler bir yandan muhafazakar/sağ geleneğin “hizmet aşkını” ve iş bitiriciliğini tescillemekte, bir yandan da AKP seçmeninin partisinin icraatlarıyla övünmesi ve onunla özdeşleşmesinin aracı olarak işlev görmektedir. 
AKP seçmeninin imgeleminde Osmanlı mirası ve “ İmparatorluk Başkenti ” olarak sembolik bir öneme sahip olan İstanbul’un inşaat furyasının merkez üssü haline getirilmesinin ideolojik öneminin ayrıca altı çizilmelidir.14
Bu noktada vurgulanması gereken bir nokta söz konusu ideolojik etkinin basitçe bir illüzyon olmanın ötesinde maddi bir karşılığının da olduğu gerçeğidir. Kamu arazilerinin cömertçe metalaştırılmasına olanak sağlayan hukuki düzenlemelerle birlikte gelişen inşaat hamlesi, gerek sınıf atlama arzusundaki orta sınıfların lüks konutlar ve korunaklı sitelerde cisimleşen statü iştahlarını gerekse alt sınıfların bir bölümünün ev sahipliği hayallerini karşılayarak güçlü bir rıza jeneratörü işlevi görmüş ve AKP’nin kemik bir destekçi kitlesi edinmesinde etkili olmuştur (Çavuşoğlu ve Strutz: 2014). 

Bu noktada özellikle alt sınıflar için tipik olarak uzun vadeli konut kredisiyle mümkün olan ev sahipliğinin ideolojik düzlemde bir taşla iki kuş vurduğunu belirtmek gerekmektedir. Krediyle gerçekleşen ev sahipliği AKP’nin toplumsal tabanını genişletmenin ötesinde, söz konusu tabana dahil olsun olmasın hane halklarının giderek artan bir bölümünün finans boyunduruğu altına girmesine, emekçilerin disipline edilmesine ve “istikrar vaat-şantajı” yoluyla düzene entegre edilmesine vesile olmuştur.15

Tüm bu faktörler, AKP döneminde inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin yükselişi nin, finansallaşmayla beraber bir artık sermaye soğurma aracı olarak yapılı çevre üretiminin tüm dünyada önem kazanmasının basitçe Türkiye’ye yansıması olarak değerlendirmenin yetersizliğini de göstermektedir. Elbette, bu küresel eğilimler söz konusu seçim için elverişli bir zemin sundukları ve gerekli maddi yapıyı hazırladıkları ölçüde etkili olmuşlardır. Ancak, yukarıda tartışıldığı üzere, Türkiye’de gözlenen inşaat furyası, makro ekonomik rasyonellerle sınırlı basit 
bir öncelikli sektör tercihinden ibaret değildir.

Üretimden yeniden dağıtıma, rant paylaşımından sosyal politika rejimine, sınıf oluşum süreçlerinden sermaye fraksiyonları arasındaki güç dengelerine ve devletin düzenleyici mekanizmalarına bir dizi farklı düzey ve alanla ilintili bir tercihtir. Dolayısıyla, AKP döneminin özgül hegemonya projesi bağlamında değerlendirilmelidir. 
Tüm bu özellikler dolayısıyla, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin AKP döneminde sermaye birikim rejiminin tanımlayıcı öğesi olduğunu iddia ediyoruz. Bir başka deyişle, AKP döneminin ekonomi politiğini “inşaata dayalı birikim rejimi” olarak tanımlamayı öneriyoruz. 

Bu noktada hemen eklemeliyiz ki söz konusu öneriyi tamamlanmış bir sürecin dört başı mamur bir teori zasyonu olarak değil, AKP dönemini her düzeydeki özgünlükleriyle birlikte anlama çabasına katkı olacak bir tartışma açmak amacıyla yapıyoruz. Bu yaklaşımın, bir yandan söz konusu dönemdeki ekonomi politikalarını, iktidarda alelade bir kapitalist hükümet varmış çasına, hayata geçirilen yeni hegemonya projesi ve bu bağlamda yaşanan kırılma ve mücadelelerle ilişkisini kurmadan ele alan apolitik eğilimlerin, bir yandan da AKP iktidarını günümüz kapitalizmin küresel eğilimlerinden ve Türkiye’nin neoliberalizasyon sürecinin bakiyesinden azade bir şekilde ele alan ahistorik eğilimlerin zaaflarını aşabilecek bir araştırma güzergahı sunabileceğini savunuyoruz.

4. Gayrimenkul Piyasalarında Güncel Durum.,

Giriş bölümünde yapılı çevre üretiminin birikim rejiminin odağına yerleştiği durumların yaratabileceği risklerden ve kriz dinamiklerinden söz etmiştik. Son yıllarda gerek dünya piyasalarındaki belirsizlikler, gerek TL’nin dolar karşısında önlenemez bir şekilde değer kaybetmesi, gerek faiz oranı tartışmaları, gerekse siyasal çalkantılar hem AKP hükümetleri nin 2000’li yıllar boyunca sağlar göründüğü istikrarlı büyüme örüntüsünün sonuna gelindiği hem de bir ekonomik krizin yaklaşmakta olduğu yönündeki kanıyı güçlendirdi. Olası bir ekonomik krizin ne şekilde ve nereden patlayabileceği konusundaki tartışmalarda inşaat ve gayrimenkul en yüksek risk taşıyan sektörler olarak öne çıktılar. Türkiye’de bir emlak balonunun şişmekte olduğu ve bunun çok şiddetli bir patlamayla sonlanacağına dair öngörüler yaygınlaştı.16 

Bu meseleye dair spekülasyonun ötesinde kapsamlı ve bilimsel temellere dayanan öngörülerde bulunmak hem zor hem de bu makalenin sınırlarını aşıyor. Öte yandan, inşaat ve gayrimenkul sektörlerindeki güncel verilerden yola çıkarak yapılacak bir analiz, sektörün risk durumuna ve barındırdığı kriz dinamiklerine dair bir kılavuz işlevi görebilir. Bu son bölümde böyle bir analize girişeceğiz.

İlk bölümde gayrimenkulün kullanım ihtiyacından bağımsızlaşarak spekülatif bir yatırım aracı haline gelmesinin gayrimenkul fiyatlarında riskli bir yükseliş trendi ve bir balon yaratma ihtimalinden söz etmiştik. Bunu tespit edebilmenin kesin bir yolu olmasa da genel olarak bir konutun toplam değeri ile kirası arasındaki oranın bir risk göstergesi olduğu kabul edilir. Bu gösterge dikkate alındığında, Türkiye’nin durumu oldukça alarm vericidir. IMF’nin Konut Gözlem Raporu’nda 2014 sonu ve 2015 yılında yapılan ölçümlere göre değer/kira oranında Türkiye 131 değeriyle 33 OECD ülkesi arasında açık ara birincidir. Benzer bir gösterge olan konut fiyat endeksi sıralamasında da dünyanın çeşitli bölgelerinden 64 ülke arasında %9,50’lik yıllık fiyat artışıyla beşinci sıradadır (IMF Housing Watch, 2015).

Gayrimenkul ve inşaat sektörlerinin finansal piyasalara aşırı bağımlı oluşu bir diğer risk unsurudur. Doların 2013 Kasım ayından itibaren TL karşısında tırmanışa geçmesi, bunun piyasalarda yarattığı olumsuzluklar ve ardından iktidar ve Merkez Bankası arasında yaşanan ve kamuoyuna yansıyan faiz tartışmaları söz konusu riskin bir göstergesi olarak görülebilir. Zira konut kredilerinin büyük pay sahibi olduğu inşaata dayalı birikim rejiminin devam edebilmesi için faiz oranlarının her ne pahasına olursa olsun düşük tutulması gerekmektedir. 
Doların devam eden önlenemez yükselişi hem inşaat şirketlerinin borç yüklerini arttırdığı için hem de faiz oranlarında yeni bir artışı tetikleyebileceği için inşaata dayalı birikim rejimini tehdit eden bir unsur olarak görülebilir. Bunların yanı sıra, gayrimenkul piyasalarında 2013 sonunda başlayan çalkantıların öncesinde de bir tıkanıklığın olduğunu ve bu tıkanıklığın zorlama ve palyatif çözümlerle aşılmaya 
çalışıldığına dair bir dizi gösterge bulmak mümkündür. Söz gelimi, gayrimenkul şirketleri, uzunca bir süredir mortgage faizlerini yüksek bulan tüketiciyi çekmek için bitmemiş konut satma ve mortgage sistemini baypas ederek senetle konut satma türü yöntemler uygulamaktadır. 

    2013’ün Ekim ayında, yani kur krizinin epey öncesinde dahi, toplam konut satışlarının %50’den fazlası üreticilerin sağladığı senetler yoluyla gerçekleşmiştir (GYODER, 2013). 2015 yılı istatistikleri de inşaat sektörünün bir tür durgunluğa girdiğini tesciller niteliktedir. 
2015’in ilk iki çeyreğinde yapı ruhsat izinleri geçen yılın aynı dönemine oranla yüzölçümü bazında da daire sayısı bazında da %28 düzeyinde azalmıştır.

AKP hükümetlerinin bir dizi icraatını da inşaat sektöründe olası bir tıkanma durumunu önlemeye yönelik palyatif çözüm girişimleri olarakdeğerlendirmek mümkündür. Yukarıda tartışılan Erdoğan ve Merkez Bankası arasındaki faiz polemiği bunun en belirgin örneğidir. 2008 krizinde genel olarak ülke ekonomisinde daha belirgin bir şekilde de inşaat sektöründe yaşanan yıkımın ardından kentsel dönüşüm projelerine hız verilmesi aynı yönelimin bir çıktısı olarak görülebilir. Yine 2008 krizi sonrasında ardı ardına dev bütçeli altyapı projelerinin gündeme getirilmesi, İstanbul’un kuzeye doğru genişlemesini sağlama ve muazzam büyüklükte bir Kentsel Rant yaratma amaçlı Üçüncü 
köprü ve üçüncü havalimanı yatırımları inşaata dayalı birikim rejiminin kırılganlığını ve ancak iktidarın zorlamasıyla yoluna devam edebildiğini gösteren birer kanıt olarak okunabilir. Palyatif çözümlere en çarpıcı örnek ise Nisan 2014’te geçen Mega Projelere Hazine Garantisi önlemidir. 

Buna göre, Hazine Müsteşarlığı değeri 1 milyar TL’nin üzerindeki kamu-özel sektör işbirliğiyle yapılan projelerde şirketin çekilmesi durumunda dış borcun %85’inin kamu tarafından üstlenilebileceğini ancak hangi projenin hazine garantisinden yararlandığının kamuya açıklanmayacağını karara bağlamıştır.

Tüm bunlar inşaata dayalı birikim rejiminin kriz dinamiklerine ışık tutan veriler dir.

Sonuç

Son bölümde, bu çalışmada elde edilen bulguları makalenin girişinde yaptığımız kuramsal tartışmalar eşliğinde değerlendireceğiz. 
Çalışmamızın bulguları şöyle özetlenebilir. AKP döneminde inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin büyüme performanslarına dair sunduğumuz veriler, Türkiye’de bir tür inşaat patlamasının yaşandığını gözler önüne sermektedir. Bu dönemde AKP iktidarlarının bu sektörlerle ilgili konularda gerçekleştirdiği yasal ve yönetsel düzenlemeler, söz konusu inşaat patlamasının piyasanın kendiliğinden yönelimleri sonucu değil, AKP iktidarlarının sistematik ve stratejik bir tercihi sayesinde vuku bulabildiğini göstermektedir. Bu stratejik tercihin gündeme 
gelmesinde ekonomik, politik ve ideolojik olmak üzere üç ayrı rasyonelin payı olduğu görülmektedir. Ekonomik rasyonel, 2001 krizi sonrası dönemde inşaat sektörünün geri ve ileri bağlantıları sayesinde hızlı bir büyüme sürecini tetikleme ve işsizliği soğurma kapasitesiyle, politik rasyonel inşaat üzerinden bir organik sermaye fraksiyonu oluşturarak sermaye sınıfı içerisindeki güç dengelerine müdahale etme çabasıyla, ideolojik rasyonel ise geniş kitlelerin bayındırlık faaliyetleri ve konut sahipliği üzerinden bir tür İslami Modernleşme ideolojisine içerilme stratejisiyle ilintilidir. Bu değerlendirmeler, AKP’nin inşaat tercihinin günümüz kapitalizminde yapılı çevre üretiminin tüm dünyada önem kazanmasının Türkiye’ye yansımasından ibaret olmadığını, AKP’nin yürürlüğe koyduğu yeni hegemonya projesi bağlamında düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Bu bulguların gayrimenkul piyasalarının ekonomi politiği konusunda gelişen literatüre şu tür çıktılar sağladığını söyleyebiliriz. 
David Harvey’in kentsel birikimin günümüz kapitalizminde giderek belirgin hale gelen bir kriz dinamiği olarak öne çıktığını tespit eden sermaye çevrimleri eksenli yaklaşımı, inşaat ve gayrimenkul sektörlerini konu edinen çalışmalar için faydalı bir giriş noktası sunmakla beraber, söz konusu kriz dinamiğinin nedenleri, ortaya çıkma ve gelişme örüntüleri ve olası sonuçları, sermaye mantığının işlevsel 
ihtiyaçlarına indirgenerek çözümlenemez. Bu noktada, kentsel birikim meselesinin sermaye oluşum süreçleri, sermaye fraksiyonları arası çelişkiler ve bunların politik ifadeleri ile emeğin kontrol altına alınmasını sağlayan ideolojik süreçlerle birlikte düşünülmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu gereklilik ise, sermaye mantığı çerçevesinin kalın fırça darbelerinin yanı sıra, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin vaka bazında farklı hegemonya projelerine nasıl eklemlendiğini gösteren ampirik çalışmaların önemine işaret etmektedir. 
Bu sonuç, aynı zamanda kentsel birikimin çeşitli ulusal ve yerel ölçeklerde ne tür farklı örüntülerle geliştiğini haritalandıracak ve bunun günümüz kapitalizminin içinden geçmekte olduğu çok boyutlu kriz açısından ne anlama geldiğini değerlendirecek karşılaştırmalı çalışmalara olan ihtiyacın altını çizmektedir.


DİPNOTLAR;

1 Bu yaklaşımın tipik bir örneği için bkz. Quigley, 1997.
602  Ankara Üniversitesi SBF Dergisi  71 (2)
2 2008 krizinin ortodoks neoliberal çevrelerde yarattığı büyük sarsıntıya dair bir analiz için bkz. Brenner vd., 2010.
3 Tipik bir örnek için bkz. Nakajima, 2010. 

4 Bu yaklaşımın ayrıntılı bir eleştirisi için bkz. Akçay ve Güngen, 2014: 21-23.
5 Bu konuda ufuk açıcı bir analiz için bkz. Peck vd., 2010.
604 ? Ankara Üniversitesi SBF Dergisi ? 71 (2)
6 Bu literatürde öne çıkan bazı çalışmalar için bkz. Castells, 1983; Smith, 1989; Tabb 1984; Katznelson, 1992. 

7 Bu konudaki önemli çalışmalar için bkz. Epstein, 2005; Boyer 2000; McNally, 2010; McDonough vd., 2010; Lapavitsas, 2009. 
606 ? 
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi ? 71 (2)
8 Örneğin bkz. Sönmez, 2015; Çavuşoğlu ve Stultz, 2014; Ergüder, 2015; Birikim Dergisi 270 (2011).

9 Türkiye’de tüketici kredilerine dair ayrıntılı bir analiz için bkz. Karaçimen, 2015.
10 TOKİ’yle ilintili yasal değişikliklerin daha ayrıntılı dökümleri için bkz. Ergüder,
11 Jessop’ın İngiltere’de Thatcher iktidarının özgün politikalarını tanımlamak için ortaya arttığı iki-ulus hegemonyası, nüfusun bütün 
kesimlerini ulusal-halkçı bir ajanda etrafında kaynaştırmayı amaçlayan tek-ulus hegemonyasının aksine, nüfusun bazı stratejik kesimlerini 
içerip ödüllendirirken, diğer kesimlerini bilinçli bir şekilde dışarıda bırakan, karşısına alan ve damgalayan bir stratejiyi ifade eder. 
Bkz. Jessop, 2005: 176-178.
12 Bu konuda ayrıntılı tartışmalar için bkz. Balkan vd., 2014; Buğra ve Savaşkan, 2015.      
13 AKP’nin inşaatla ilintili hegemonya stratejilerinin ayrıntılı bir analizi için bkz. Çavuşoğlu ve Strutz, 2014.
14 Bu noktada, İstanbul’a yapılacak “ Mega Projelerin ” 2011 seçimlerinde AKP’nin en önemli propaganda aracı olduğunu hatırlamakta fayda var.
15 Hanehalkı borçlanmasının emeği disipline edici etkisi için bkz. Lapavitsas, 2009; Karaçimen, 2014.

16 Örneğin bkz. Sönmez, 2015: 87-90; Landon, 2015; Tarhan, 2015.



Kaynakça


Aalbers, Manuel (2012), “The Real Estate/Financial Complex”, 
https://ees.kuleuven.be/geography/projects/index.html?project_id=499&category=0&select_name=Aalbers%20Manuel&title=
&dsyyyy=2011&deyyyy=2017 (09.09.2015).
Akçay, Ümit (2013), “Hükümet-Cemaat kavgası, İnşaat Odaklı Birikim ve 17 Aralık Krizi: Bir Dönemin Sonu Mu?”, 
http://baslangicdergi.org/hukumet-cemaat-kavgasi-insaat-odaklibirikim-ve-17-aralik-krizi-bir-donemin-sonu-mu-umit-akcay/
(09.09.2015).
Akçay, Ümit ve Ali Rıza Güngen (2014), Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (İstanbul: NotaBene Yayınları).
Balaban, Osman (2011), “İnşaat Neyin Lokomotifi?”, Birikim, 270: 19-26.
Bora, Tanıl (2011), “Türk Muhafazakarlığı ve İnşaat Şehveti - Büyük Olsun Bizim Olsun”, Birikim, 270: 15-18.
Balkan, Neşecan, Erol Balkan ve Ahmet Öncü (Der.) (2014), Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP (İstanbul: Yordam Kitap).
Boyer, Robert (1990), The Regulation School: A Critical Introduction (New York: Columbia University Press).
Boyer, Robert (2000), “Is a Finance-Led Growth Regime a Viable Alternative to Fordism? A Preliminary Analysis”, Economy and Society, 29 (1): 111-145.
Brenner, Neil, Jamie Peck ve Nik Theodore (2010), “Variegated Neoliberalization: Geographies, Modalities, Pathways”, Global Networks, 10 (2): 182-222.
Buğra, Ayşe ve Osman Savaşkan (2015), Türkiye’de Yeni Kapitalizm (İstanbul: İletişim Yayınları). Castells, Manuel (1983), The City and The Grassroots: A Cross-Cultural Theory Of Urban Social
Movements (Oakland: University of California Press).
624  Ankara Üniversitesi SBF Dergisi  71 (2)
Cavuşoğlu, Erbatur ve Julia Strutz (2014), “Producing Force and Consent: Urban Transformation and Corporatism in Turkey”, City, 18 (2): 134-148.
Demyanyk, Yuliya ve Otto Van Hemert (2011), “Understanding the Subprime Mortgage Crisis”, Review of Financial Studies, 24 (6): 1848-1880.
Doğuş GYO, “GYO Şirketlerinin Gelişimi”,
http://www.dogusgyo.com/Articles.aspx?path=/gyolarin_gelisimi (09.09.2015)
Dumenil Gerard ve Dominique Levy (2011), The Crisis of Neoliberalism (Ann Harbor: Harvard University Press).
Dymski, Gary A. (2012), “Irka Dayalı Dışlama ve İkinci Kalite İpotek Kredileri Krizinin Ekonomi Politiği”, Lapavitsas, Costas (Der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi (İstanbul:
Yordam) (Çev. Tuncel Öncel): 75-120.
Epstein, Gerald A. (Der.) (2005), Financialization and the World Economy (Northampton: Edward Elgar Publishing).
Engels, Friedrich (1992), Konut Sorunu (İstanbul: Sol Yayınları).
Ergüder, Başak (2015), “2000’li Yıllarda Türkiye’de Hanehalkı Borçlanması: Konut Kredileri ve Toplumsal Refah”, Praksis, 37: 99-127.
Garcia, Marisol (2010), “The Breakdown of the Spanish Urban Growth Model: Social and Territorial Effects of the Global Crisis”, International Journal of Urban and Regional Research, 34 (4): 967-980.
Gramsci, Antonio (1971), Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci (New York: International Publishers).
Gürkaynak Refet S. ve Selin Sayek Böke (2013), “AKP Döneminde Türkiye Ekonomisi”, Birikim 296: 64-69. GYODER, (2014), “Gayrimenkul Sektörü Araştırma Raporu”, 
http://www.gyoder.org.tr/img/mccontent/20141209154141_25912014_yili_3_ceyrek_verileri_ile_gayrimenkul_sektoru.pdf (09.09.2015).
Halkbank (2015), “Türkiye’nin Mega Projeleri 130 Ülkenin Gelirini Aştı”,
http://www.halkbankkobi.com.tr/NewsDetail/Turkiye-nin-mega-projeleri-130-ulkeningelirini-asti/486 (09.09.2015).
Harvey, David (2001), “Globalization and the Spatial Fix”, Geographische Revue, 2 (3): 23-31.
Harvey, David (2005), A Brief History of Neoliberalism (New York: Oxford University Press).
Harvey, David (2010), The Enigma of Capital and the Crisis of Capitalism (New York: Oxford University Press).
Harvey, David (2013), Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru (İstanbul: Metis Yayınları) (Çev. Ayşe Deniz Temiz).
IMF (2015), “Global Housing Watch”, http://www.imf.org/external/research/housing/ (09.09.2015).
Jessop Bob (1990), “Regulation Theories in Retrospect and Prospects”, Economy and Society, 19 (2): 153-216.
Jessop, Bob (1997), “A Neo-Gramscian Approach to the Regulation of Urban Regimes: Accumulation Strategies, Hegemonic Projects, 
and Governance”, Lauria, Mickey (Der.), Reconstructing Urban Regime Theory (London: Sage): 51-73.
Jessop, Bob (2005), Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet,Yaral,  Betül ve Alev Özkazanç (Der.), (İstanbul: İletişim Yayınları).

Jessop Bob (2006), “Spatial Fixes, Temporal Fixes and Spatio-Temporal Fixes”, Castree, Noel ve Derek Gregory (Der.), David Harvey: A Critical Reader (Oxford: Blackwell): 142-166.
Johnson, Simon (2013), “The Greenspan Temptation,” 
http://www.project-syndicate.org/commentary/the-federal-reserve-s-leadership-question-by-simon-johnson     (25.11.2015).
Karaçimen, Elif (2015), Türkiye’de Finansallaşma: Borç Kıskacında Emek (İstanbul: SAV Yayınları).
Kelly, Morgan (2009), “The Irish Credit Bubble”, 
https://www.ucd.ie/t4cms/wp09.32.pdf  (09.09.2015).
Katznelson, Ira (1992), Marxism and the City (New York: Oxford University Press).
Kliman, Andrew (2011), The Failure of Capitalist Production: Underlying Causes of the Great Recession (New York: Pluto Press).
Landon, Thomas Jr. (2014), “Alarm over Istanbul’s Building Boom”,
http://www.nytimes.com/2014/05/21/realestate/commercial/after-istanbuls-building-boomcome-worries-of-a-bust.html
(09.09.2015).
Lapavitsas, Costas (2009), “Financialised Capitalism: Crisis and Financial Expropriation”, Historical Materialism, 17 (2): 114-148.
Lefebvre, Henri (2014), Mekânın Üretimi (İstanbul: Sel Yayınları) (Çev. Işık Ergüden).
Leung, Charles (2004), “Macroeconomics and Housing: A Review of the Literature”, Journal of Housing Economics, 13 (4): 249-267.
Lippit, Victor D. (2014), “The Neoliberal Era and the Financial Crisis in the Light of SSA Theory”, Review of Radical Political Economics, 46 (2): 141-161.
McDonough, Terrence, Michael Reich ve David M. Kotz (2010), Contemporary Capitalism and its Crises: Social Structure of Accumulation Theory for the 21st Century (Cambridge:
Cambridge University Press).
McNally, David (2011), Global Slump: The Economics and Politics of Crisis and Resistance (Oakland: PM Press).
Mera, Koichi ve Bertrand Renaud (2000), Asia’s Financial Crisis and the Role of Real Estate (Armong: M. E. Sharpe).
Nakajima, Chizu (2010), “Greed’s the Sole Cause of Every Financial Crisis”,
http://www.dailymail.co.uk/money/article-1288160/MONDAY-VIEW-Greeds-sole-causefinancial-crisis.html
(25.11.2015).
Peck, Jamie, Nik Theodore ve Neil Brenner (2010), “ Postneoliberalism and its Malcontents”, Antipode, 41 (1): 94-116.
Penbecioğlu, Mehmet (2011), “Kapitalist Kentleşme Dinamiklerinin Türkiye’deki Son 10 yılı: Yapılı Çevre Üretimi, Devlet ve Büyük Ölçekli Kentsel Projeler”, Birikim, 270: 62-73.
Purkis, Semra (2014), “Hukuka Aykırı Yasalar Yoluyla Mekan Üzerinden Pervasız Birikim”, Eğitim Bilim Toplum, 12 (46): 136-163.
Quigley, John M. (1997), The Economics of Housing Volumes I and II (Northampton: Elgar).
Robinson, Jennifer (2002), “Global and World Cities: A View from off the Map”, International Journal of Urban and Regional Research, 26 (3): 531-554.
Saraçoğlu, Cenk ve Melih Yeşilbağ (2015), “Minare ile İnşaat Gölgesinde”, Atılgan, Gökhan, Cenk Saraçoğlu ve Ateş Uslu (Der.),  Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat (İstanbul: Yordam Yayınları): 871-957.
Saseen, Saskia (1991), The Global City: Readings in Urban Theory (Oxford: Blackwell).

Smith, Neil (2008), Uneven Development: Nature, Capital, and the Production of Space (Athens: University of Georgia Press).
Sönmez, Mustafa (2015), AK Faşizmin İnşaat İskelesi (İstanbul: NotaBene Yayınları). SPK (2015), “Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarına İlişkin İstatistikler”, 
http://www.spk.gov.tr/apps/aylikbulten/index. aspx?submenuheader=0 (09.09.2015).
Tabb, Wiliam K. (1984), Marxism and the Metropolis: New Perspectives in Urban Political Economy (New York: Oxford University Press).
Tarhan, Vefa (2015), “ Türkiye’de Bir Konut Balonu Var mı? ”, 
http://t24.com.tr/yazarlar/vefatarhan/turkiyede-bir-konut-balonu-var-mi,11143 (09.09.2015).
Taylor, John B. (2009), Getting off Track: How Government Actions and Interventions Caused,Prolonged, and Worsened the Financial Crisis (Stanford: Hoover Press).
Uzgel, İlhan (2009), “AKP: Neoliberal Dönüşümün Yeni Aktörü”, Uzgel, İlhan ve Bülent Duru (Der.), AKP Kitabı (Ankara: Phoenix Yayınevi):11-39.
Yaşlı, Fatih (2012), AKP ve Yeni Rejim ( Ankara: Tan Kitabevi Yayınları ).

HAZIRLAYAN,
Melih Yeşilbağ  
Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi.,

http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/71/2/SBF-DERGISI-71-2-Tum-Kitap.pdf


****

Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi BÖLÜM 2



Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi  BÖLÜM 2



HAZIRLAYAN,
Melih Yeşilbağ 



2. AKP Döneminde İnşaat ve Gayrimenkul Sektörleri.,


Türkiye’deki inşaat patlaması son yıllarda çıplak gözle görülebilecek düzeylere ulaşmıştır. Orta ve üstü büyüklükteki herhangi bir şehrin ufuk çizgisini kaplayan vinç sayısı ve gözlemlenebilecek olan “sürekli şantiye” hali, söz konusu olguyu gözler önüne sermektedir. 
Yaşanmakta olan inşaat patlaması gerek akademik gerekse akademi dışı literatürde yoğun bir ilgi nesnesi haline gelmiştir.8 
Makalenin bu bölümünde, söz konusu meselenin boyutlarını anlamak için konuyla ilgili bazı verileri ortaya koyacağız.İnşaat sektörünün Türkiye ekonomisinde giderek artan önemini ortaya koyan en net gösterge sektörün büyüme hızıdır. 
Grafik 1’de görülebileceği gibi 2002-2014 yılları arasında GSYİH yıllık ortalama %4,9 hızında büyürken inşaat sektörü için bu oran %6,5 olarak gerçekleşmiştir. Durgunluk ve kriz yılları olan 2008 ve 2009 yılları dışarıda bırakıldığında ise bu oranlar sırasıyla %6,2 ve %9,9 olmakta ve aradaki fark daha da belirgin hale gelmektedir. Bu iki yılda GSYİH ortalama %4,2’lik bir küçülme yaşarken inşaat sektörü çok daha sert bir düşüş yaşamış ve ortalama %12,1 oranında küçülmüştür. Bu veriler sektörün ekonomide artan önemini ortaya koyduğu 
kadar kriz durumunda belirginleşen kırılganlığını ve dolayısıyla riskli yapısını da gözler önüne sermektedir. İnşaat sektörünün istihdam edilen işgücü içerisindeki payı da benzer bir örüntü sergilemektedir. Grafik 2’de görüleceği üzere, inşaatın istihdamdaki payı 2005 yılında %5,6 iken 2014’te %7,4’e yükselmiştir. Bu dönemde toplam istihdam 19,6 milyondan 26 milyona çıkarak %32 oranında artarken inşaat sektöründeki istihdam 1,1 milyondan 1,9 milyona çıkarak %72 oranında büyümüştür (TÜİK).


Grafik 1. GSYİH ve İnşaat Sektörünün % Büyüme Hızları Kaynak: TÜİK

Grafik 2. İnşaat Sektörünün İstihdam İçerisindeki % Payı Kaynak: TÜİK


AKP döneminde inşaat sektöründeki büyümenin kritik bir karakteristiği borca dayalı olmasıdır. Söz konusu büyüme yukarıda yapılan finansallaşma tartışmasıyla uyumlu bir şekilde gayrimenkul ve finans sektörleri arasındaki ilişkilerin güçlendiği bir ortamda mümkün olabilmiştir. Bu dönemde borçluluk ve borç miktarındaki artış hem konut sahibi olmak isteyen hane halkları için hem de sektörde iş yapan özel şirket firmaları için belirgin eğilimler olmuştur.

Grafik 3’te görüldüğü gibi, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin dış borcu 2002 yılında 1,47 milyar dolardan 2014 yılında 12,10 milyar dolara, bu borcun toplam özel sektör borcu içerisindeki payı %5’ten %7,2’ye yükselmiştir. Konut kredisi istatistikleri de benzer bir eğilim arz etmektedir. Grafik 4’te görüleceği üzere, 2002 yılında 3,32 milyon TL’lik konut kredisi kullandırılırken 2014 yılında gelindiğinde bu miktar on kattan fazla artarak 36,52 milyon TL’ye ulaşmıştır. Bu dönemde konut kredilerinin toplam tüketici kredileri içerisindeki oranı da 
%7,8’den %24,2’ye yükselmiştir.9 Bu veriler hem inşaat ve gayrimenkul sektörlerindeki çarpıcı büyümeyi hem de büyümenin yarattığı muazzam borçlanmayı gözler önüne sermektedir.

Grafik 3. İnşaat ve Gayrimenkul Sektörlerinin Uzun Vadeli Dış Borcu Kaynak: TCMB

Sektörlerin Toplam Uzun  Vadeli Dış Borcu (Milyon $)
 Grafik 4. Konut Kredisi İstatistikleri
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği


İnşaat sektöründeki bu ivme AKP döneminde gerçekleştirilen bir dizi stratejik hamle sayesinde sağlanabilmiştir. Bu stratejinin merkezinde  şüphesiz TOKİ bulunmaktadır. 1984 yılında küçük ölçekli müteahhitlere ve ev sahibi olmak isteyen vatandaşlara kredi sağlama amacıyla  kurulan TOKİ, 2002-2008 döneminde mevzuatında yapılan 14 ayrı yasal değişiklikle, imar izni verme, devlet arazisini özelleştirme, belirli bölgeleri kentsel dönüşüm sahası ilan etme ve dönüşüm projelerini yürütme gibi olağanüstü yetkilerle donatılmış devasa bütçeli ve dokunulmaz bir devlet aygıtı haline getirilmiştir (Balaban, 2011: 24).

Her ne kadar sektörün bir anlamda amiral gemisi TOKİ olsa da, AKP iktidarlarının müdahaleleri TOKİ’yle sınırlı kalmamıştır. 
Bu dönemde yapılan bir dizi yasal değişiklik, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na daha önce sahip olmadıkları yetkiler sağlayarak öncesinde planlama ve yapılı çevre üretiminde iktidarın inisiyatifinin önünde  hukuki engeller yaratan yasal çerçevenin üstesinden gelinmesini sağlamış, bir anlamda iktidar söz konusu alanlara dair yetkileri merkezileştirmiştir (Penbecioğlu, 2011: 67-68). Benzer şekilde büyük şehir belediyelerine herhangi bir alanı “ Kentsel Dönüşüm ” alanı ilan etme ve böylelikle kentsel alana dair mevcut yasal kısıtları bir tür “olağanüstü hal rejimi”yle baypas etme hakkı veren 2010 tarihli yasal değişiklik de inşaat ve gayrimenkul sektörlerine muazzam ölçekli bir teşvik işlevi görmüştür (Penbecioğlu, 2011: 68).10


İktidarın inşaat sektörüne stratejik yoğunlaşmasını gözler önüne seren bir diğer gösterge de yapı ruhsat izinleridir. 
Grafik 5’te görülebileceği gibi yapı ruhsatı verilen toplam alan 2002 yılında 36 milyon m2 iken 2014 yılında %500’den fazla yükselerek 219 milyon m2 ’ye çıkmıştır. Bu dönemde verilen yılda ortalama 120 milyon m2 ’lik izin AKP öncesi 13 yılın 72 milyon m2 ’lik ortalamasına göre %66 oranında artmıştır. Benzer şekilde 2006 yılında geçen ve bankalara satılan konutun ipoteği yoluyla uzun dönemli  düşük faizli konut kredisi verme hakkı tanıyan ipotekli konut kredisi (mortgage) yasası da inşaat sektörünü güçlendirmeye yönelik bir tasarruf olarak nitelendirilebilir.

Grafik 5. Yapı Ruhsat İzin İstatistikleri ( milyon m2 )

Kaynak: TÜİK


Geçmişte küçük ölçekli ve yerel müteahhitlerin hakim olduğu inşaat sektörü günümüzde arkasında büyük sermaye grupları bulunan gayrimenkul yatırım ortaklığı (GYO) adlı büyük oyuncuların egemenliğindedir. Hukuki çerçevesi ilk olarak 1995’te tanımlanan GYO’lar bir sermaye piyasası enstrümanı olarak yatırımcılardan toplanan fonların büyük ölçekli inşaat ve gayrimenkul projelerin finansmanında kullanılmasına olanak tanır. 2004 yılında yapılan mevzuat değişikliğiyle GYO’lara Kurumlar Vergisi’nden muafiyet getirilmiş, yatırım alanları genişletilmiştir. Yine 2011’de GYO’ların zorunlu halka arz oranının %49’dan %25’e indirilmesini de içeren yasal değişiklik GYO’ların kuruluşlarını kolaylaştırmış ve kârlılıklarını arttırmıştır (Doğuş GYO). Bu değişiklikler sayesinde GYO’ların hem sayısı hem de toplam piyasa değerleri muazzam bir sıçrama yaşamıştır. 2010 yılı sonunda piyasa değeri toplamda 11 milyar TL olan 21 GYO bulunurken 2015 Nisan ayı itibarıyla ortaklık sayısı 31’e, toplam piyasa değeri ise 23 milyar TL’ye yükselmiştir (SPK, 2015).

Bunların yanı sıra, AKP döneminde inşaat sektörünün gelişiminde kamusal yatırımların itici gücü büyük rol oynamıştır. Gerek AKP iktidarının başından beri duble yol vb. altyapı çalışmaları, gerek 2008’den sonra hız kazanan kentsel dönüşüm süreçleri gerekse özellikle 2011 seçimlerinde önemli bir propaganda aracı da hale gelen “mega/çılgın” projeler inşaata dayalı stratejik tercihin en belirgin örnekleridir. 

Aralarında İstanbul’a üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve Kanalistanbul’un da bulunduğu kamu-özel ortaklığına dayanan “ Mega ” projelerin toplam maliyeti bir hesaplamaya göre 138 milyar dolardan fazladır (Halkbank, 2015). AKP döneminde inşaat sektörünün kazandığı öneme dair tüm göstergeleri gölgede bırakabilecek, belki de en çarpıcı veri şudur: 2013 yılında alınan tüm kabine kararlarının %60’ı imarizinleriyle ilgilidir (Gürkaynak ve Böke, 2013: 69). Tüm bunlar AKP döneminde inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin sistematik bir tercih ve strateji dahilinde ülke ekonomisinin merkezine yerleştiğini göstermektedir.

3. İnşaat Tercihinin Ardındaki Motivasyonlar.,

Bu noktada şöyle bir soru gündeme gelmektedir. AKP hükümetlerinin inşaat ve gayrimenkul sektörlerine odaklanmayı stratejik bir yönelim olarak seçmesinin ardındaki motivasyonlar neler olabilir? Bu sorunun birkaç cevabı olduğunu söylemek mümkündür. Öncelikle, inşaat ve gayrimenkulün odağa yerleşmesi Harvey’nin yukarıda tartıştığımız teorik çerçevesiyle uyum arz etmektedir. Bir başka deyişle, AKP döneminde belirginleşen inşaat yönelimi, neoliberal dönemde tüm dünyada gözlemlenen finansallaşma, bu finansallaşma yoluyla canlandırılan tüketim, kentsel mekânın metalaşması ve kentleşme yoluyla birikim gibi süreçlerin izinden gitmektedir. 

Bu anlamıyla, söz konusu strateji, AKP iktidarlarının şapkadan çıkardıkları bir tavşan ya da icat ettikleri bir yenilik olmaktan çok, Türkiye’nin 24 Ocak Kararları’yla yolu örülen neoliberalizasyon sürecinin doğal denilebilecek bir uzantısıdır. Nitekim, Özaliktidarı sırasında da inşaat sektörünün göreli öneminin yükseldiği benzer özelliklerde bir evre yaşanmıştır (Penbecioğlu, 2011: 64).

Öte yandan, söz konusu küresel eğilimler ve bu ölçeğe dair teorik çerçeveler inşaat stratejisinin neden AKP iktidarıyla birlikte belirginleştiğini açıklamakta yetersiz kalırlar. Burada, inşaat sektörünün AKP’nin iktidara geldiği 2001 krizi sonrası dönemin acil ihtiyaçlarına cevap verecek özellikler barındırmasının büyük etkisi bulunmaktadır. Bu bağlamda, ilk olarak, inşaat sektörünün ekonomideki 
“ Lokomotif ” rolünden söz etmek gerekmektedir. İnşaat sektörünün birçok farklı sektör ve alt-sektörde üretimi ve tüketimi tetikleyerek büyüme sağladığı kabul edilmektedir. Bunun nedeni sektörün hem başka sektörlerdeki ürün ve hizmetleri (demir, beton, tasarım) girdi olarak kullanması hem de sektörün çıktısı olan konutların başka sektörler için ( Mobilya, beyaz eşya, otomobil ) canlandırıcı etkide bulunmasıdır. İnşaat sektörü, teknik tabirle başka sektörlerle kurduğu bu “geri ve ileri bağlantılar” sayesinde hızlı bir büyüme motoru işlevi 
kazanabilmektedir (Balaban, 2011: 19-20). Bunun yanı sıra, inşaat sektörünün iktisatçıların “zenginlik etkisi” olarak adlandırdığı mekanizma sayesinde büyümeye ve tüketime dolaylı bir etkisi olduğundan söz etmek mümkündür. Buna göre, konut fiyatlarının artma eğiliminde olduğu durumlarda, sektörün çıktısı olan konut sahipliği hane halklarına eskisinden daha zengin oldukları hissiyatı vererek daha  fazla tüketimi teşvik etmektedir (Mera ve Renaud, 2000: 15). Tüm bunlarla birlikte düşünüldüğünde, inşaatın ekonomideki rolünün 
GSYİH’deki payının çok ötesinde bir düzeyde olduğunu söylemek mümkündür. Son bir etken olarak, emek-yoğun bir sektör olan inşaat sektörünün yüksek istihdam sağlama kapasitesinden söz edilebilir. Sektörde taşeronlaşmanın neredeyse kural olması, işçilerin iş güvencesi  ve sendikal haklardan mahrum olması, inşaatın özellikle vasıfsız işsizlik soğurma açısından işlevsel bir nitelik kazanmasına yol açmaktadır. 

Dolayısıyla, hem hızlı bir ekonomik büyüme ivmesi hem de kolay istihdam sağlaması açısından inşaat ideal bir sektördür. 

Bu özellikleriyle, 2001 krizinde büyük bir yıkıma uğrayan Türkiye ekonomisinin dönemsel ihtiyaçlarına denk düşmüştür. Böyle bir ortamda, inşaat sektörü hızlı bir büyüme dalgası tetikleme, iç tüketimi pompalama, kriz döneminde rekor düzeylere yükselmiş işsizliği soğurma ve makro ekonomik göstergeleri rayına oturtma konusunda etkili bir rol oynamıştır.

Buraya kadar yaptığımız tartışma, AKP iktidarlarının baştan itibaren inşaat sektörüne stratejik bir önem atfettiklerini ve bu önemin inşaat sektörünün ivmelenmesinde ve ekonominin odağına yerleşmesinde etkili olduğunu ortaya koyuyor. Burada bir parantez açıp AKP dönemine dair bir iç dönemleştirmeye gitmenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Zira yukarıda tartışıldığı gibi AKP’nin tek başına iktidara 
geldiği 2002’den itibaren inşaat sektörünün stratejik bir tercih olarak öne çıktığı tespit edilebilirken 2008 krizi sonrasında söz konusu tercihin daha belirgin hale geldiğini söylemek mümkündür. Bu durumun oluşmasında birkaç faktörün payı vardır. 
Birincisi,  AKP iktidara geldiğinde yürürlükte olan ve AKP’nin sadakatle uyguladığı IMF uyum programının   2007’de fiilen sona ermesi, AKP’nin iktisat 
politikalarındaki serbestiyetini ve keyfiyetini arttırmış ve iktisat politikalarını konjonktürel politik ihtiyaçlara endekslemesini kolaylaştırmıştır (Gürkaynak ve Böke, 2013: 66). İkincisi, 2008 yılında dünya piyasalarını sarsan kriz, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “ Teğet Geçti ” açıklamalarına karşın 2009 yılında Türkiye’de büyük bir ekonomik yıkıma yol açmış ve GSYİH %4,8 oranında küçülmüştür. 
Söz konusu kriz, AKP’nin belli oranlarda bel bağladığı KOBİ merkezli ihracat rejiminin de çöküşü anlamına geldi. 2000’lerin başından itibaren Türkiye’nin hem net ihracatının, hem ihracat yapılan ülke portföyünün hem de ihracat sepetinde katma değeri yüksek ürünlerin oranlarının giderek artmasıyla tebarüz eden ihracat atağı kısa erimli oldu. Teknolojik gelişkinlik ve üretkenlik konusunda rakiplerinden bir hayli geride bulunan ve elindeki en önemli kozu düşük işçi maliyetleri ve coğrafi konum olan Türkiye’nin ihracat atağı kısa sürede doğal
sınırlarına ulaştı. Dünya piyasalarını şiddetli bir biçimde sarsan 2008 kriziyle, Türkiye’nin ihracat rejiminin gözle görülür bir tıkanmaya girdiği de tescillenmiş oldu. Kriz sonrasında geliştirilen ekonomi politikaları, dış piyasalardaki küçülmeyle birlikte rekabet şartları zorlaşan ve pazar imkanları daralan ihracat modeli yerine, “ İç Talep Odaklı Büyüme ” modelini işaret ediyordu. 
Yukarıda tartışılan nitelikleri nedeniyle de iç talebi teşvik etmenin en kestirme yolu inşaat sektörüne yatırım yapmaktı (Akçay, 2013; Akçay ve Gürgen, 2014: 190-194). Bunlara ek olarak 2008’de patlak veren kriz 2009’da yapılan yerel seçimlerde AKP’ye ilk kez oy kaybettirdi. Büyüme hızıyla oy oranlarının doğrudan ilişkisini deneyimleyen AKP yönetimi bu tarihten sonra maliyetli olabilecek 
yapısal dönüşümler yerine “ hızlı ve ne pahasına olursa olsun büyüme ” anlayışına daha sıkı sarılarak inşaat tercihini belirginleştirdi (Gürkaynak ve Böke, 2013: 67-68). 2008 krizinden sonra kentsel dönüşüm süreçlerine ve mega projelere hız verilmesi bu belirginleşmenin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Sermaye çevrimleri ve bunlarla bağlantılı makroekonomik rasyoneller AKP’nin inşaat tercihine dair bir çerçeve sağlamakla beraber, inşaat sektörünün AKP’li yıllarda kazandığı önem salt bu faktörlere indirgenemez. Zira teorik tartışma bölümünde ifade edildiği gibi, inşaat sektörünün günümüz Türkiye’sindeki konumu, sermaye çevrimlerinin işlevsel ihtiyaçlarından ibaret olmayıp bir dizi ekonomi dışı süreçle yakın ilişki içerisindedir. Dolayısıyla,AKP iktidarlarının inşaat tercihini açıklarken genel bir düzeyde yürüyen sermaye çevrimlerinin ötesine 
geçip tartışmayı AKP’li yıllarda devlet aygıtı içinde ve dışında vuku bulan şiddetli politik ve ideolojik mücadeleler bağlamına oturtmak gerekmektedir. Zira AKP dönemi Türkiye kapitalizminin tarihinde alelade bir iktidar değişikliğinin ötesinde, düzenin hukuki, kurumsal ve felsefi dayanaklarında kapsamlı bir dönüşüme, egemen sınıf içerisindeki güç dengelerinde kayda değer kaymalara, devlet aygıtında hakim olan bazı güç odaklarının tasfiyesine ve devlet yurttaş ilişkilerinde İslamcı referanslarla bezeli yeni bir millet tasavvurunun gündeme 
gelmesine tanıklık etmiştir. AKP sözcülerinin “Yeni Türkiye” adlandırmasıyla en özlü ifadesini bulan söz konusu süreç, Türkiye’de 1990’lı yıllarda düşe kalka ilerleyen neoliberal birikim rejiminin yeni bir “hegemonya projesi” çerçevesinde sürdürülmesi anlamına gelmiştir. 

Söz konusu yeni hegemonya projesinin gündeme gelmesinde, güçsüz koalisyon hükümetlerinin damga vurduğu, ekonomik krizler ve siyasal istikrarsızlıklarla malul 1990’lı yılların aksine, AKP’li yılların ekonomik ve siyasal açıdan istikrarlı bir görünüm arz etmesinin büyük payı vardır. 2015 yılındaki iki seçim arasındaki kısa erimli parantezi saymazsak 13 yıldır tek başına iktidarda olan AKP, bu sayede siyasal ve ideolojik stratejilerine süreklilik kazandırabilmiş ve hegemonya projesini hayata geçirme şansı bulabilmiştir (Saraçoğlu ve Yeşilbağ, 2015: 873).

AKP bir siyasi parti olarak Türkiye’de neoliberal birikim rejiminin derin ekonomik ve siyasal krizler yaşadığı bir dönemin ertesinde ortaya çıkmıştır. Geniş kitleler nezdinde krizin müsebbibi olarak görülen siyasi aktörlerin büyük bir çöküş yaşadığı 2002 seçimlerinde AKP, kendisini yeni bir aktör olarak resmetmeyi becererek iş başına gelmiştir. Bugünden bakıldığında, 13 yıllık iktidar dönemi, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak AKP’nin müesses nizamın temsilcileri karşısında meşruiyet ve tutunma aranışlarıyla şekillenen bir savunma evresi (2002-2007) ile bu süre boyunca biriktirdiği özgüven, meşruiyet ve deneyimle kendisini sınırlayan güç odaklarına karşı bir tasfiye hareketine girişerek devlet aygıtı üzerinde kesin hakimiyetini kurduğu ve kendi ideolojik tasavvurunu toplumun bütününe cüretkar bir şekilde empoze ettiği bir saldırı evresi (2007’den bugüne) olarak iki bölüme ayrılabilir (Saraçoğlu ve Yeşilbağ, 2015: 875). 
Söz konusu hegemonya projesinin çeşitli veçhelerinin ayrıntılı bir dökümü ve analizi bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. 

Öte yandan, AKP’nin kendisini önceleyen iktidarlardan niteliksel olarak farklı olduğunu göstermek açısından bu döneme damga vuran bazı temaları hatırlatmak faydalı olabilir. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla devlet aygıtı içerisinde ve dışında AKP’ye muhalif güç odaklarının tasfiyesi ve devlet aygıtının neredeyse devlet-parti özdeşliği düzeyinde ele geçirilmesi, stratejik derinlik ve bölgesel liderlik nosyonları altında yeni bir dış politika vizyonunun hayata geçirilmesi, İslamcı ve mezhepçi bir ideolojik stratejinin bir tür “ İki - Ulus
Hegemonyası”11 çerçevesinde işletilmesi sonucu dramatik bir şekilde yükselen 
toplumsal kutuplaşma, Erdoğan’ın siyasi gücünün giderek artmasıyla belirginleşen  bir tür fiili tek-adam yönetimi ve nihayet bu fiili durumu kurumsallaştırmayı gündeme getiren başkanlık sistemi tartışmaları;  AKP’li yılların basit bir iktidar değişikliğinin ötesinde Türkiye tarihi için toplumsal hayatın her alanında şiddetli mücadele ve altüst oluşların yaşandığı bir kırılma momentini temsil ettiğini ortaya koymaktadır.

AKP döneminin neden Türkiye’de neoliberal birikim stratejisinin yeni bir hegemonya projesi çerçevesinde sürdürülmesi anlamına geldiğini
gösterdiğimize göre, gayrimenkul ve inşaat sektörlerinin söz konusu hegemonya projesinde ne tür bir rol oynadığını tartışmaya başlayabiliriz.
Yukarıda bir hegemonya projesinin hem egemen sınıf içerisindeki fraksiyonlar arası ilişkileri hem de egemen sınıf ve tabi sınıf arasındaki ilişkileri düzenlediği vurgulanmıştı. İnşaat ve gayrimenkul sektörlerinin her iki alanda da kritik işlevler üstlendiğini söylemek mümkündür. İlerleyen paragraflarda sırasıyla bu alanlar tartışılacaktır.

AKP, makroekonomik istikrar sağlama, emeğin disipline edilmesi, 2001 krizi sonrası uyum programının hayata geçirilmesi gibi başlıklarda bir bütün olarak sermaye sınıfının çıkarını gözeten bir profil çizmekle beraber; daha yakından bakıldığında sermaye sınıfının “İslamcı sermaye” adı verilen bir fraksiyonunun doğrudan temsilci pozisyonundadır.12 
Bu fraksiyon hem AKP’nin iktidara yürüyüşünde önemli rol oynamış hem de AKP iktidarı boyunca edindiği ayrıcalıklı pozisyon sayesinde sermaye sınıfı içindeki göreli gücünü muazzam ölçüde arttırmıştır. AKP’nin hegemonya projesi ve bu proje etrafında yaşanan mücadelelerin bir boyutu da TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazi ve AKP’nin doğrudan temsilcisi olduğu İslamcı fraksiyon arasındaki güç dengeleri ve sermaye sınıfı içerisindeki artan kutuplaşma durumuyla ilgilidir.

    2002 sonunda iktidara gelen AKP, hem üst düzey askeri ve sivil bürokrasi hem de TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazi tarafından belirli bir temkinlilikle karşılanmıştı. Müesses nizamın bu temsilcileri karşısında bir tür mevzi savaşı yürüten AKP, ilk dönemde bu meseleyle ilgili olarak üçlü bir strateji izledi. Bir yandan, Derviş döneminde başlatılan ve büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen ekonomik reform paketini büyük bir sadakatle uyguladı, bir yandan büyük burjuvazinin hassas olduğu laiklik temalı gündemlerde düşük profil sergileyerek zaman kazandı, öte yandan gücünü konsolide etmek için kendisine organik olarak bağlı İslamcı sermaye 
fraksiyonunu güçlendirme amacıyla sistematik bir faaliyet yürütmeye başladı. İnşaat ve medya sektörlerinin bu faaliyetin kilit sektörleri 
olduğu söylenebilir. 
Özellikle bugünün medyası ve AKP ilişkisi düşünüldüğünde, medyanın neden kilit sektörlerden biri olduğu son derece açıktır. Öte yandan, inşaat sektörünün sermaye oluşum süreci açısından önemi tartışılmaya muhtaçtır. Bu nokta açısından sektördeki ihale ve iş yapma pratiklerinin diğer sektörlerden farklılaşmasının kritik olduğu söylenebilir. İnşaat sektöründe palazlanmanın yolu, büyük oranda arazi tahsisi ve ihale alma aşamalarında edinilen ayrıcalıklı pozisyonlardan geçmektedir. Her iki aşamanın da yasal boşluklarla malul olması ve şeffaflıktan uzak bir yapı sergilemesi sektörü patronaja açık ilişkilenme biçimleri için bulunmaz bir alan haline getirmektedir. 
     AKP iktidarlarının Kamu İhale Yasası’nda tam 32 kez değişiklik yapmış olması, kamu ihalelerinde ortaya çıkan rantı kendisine yakın sermaye gruplarına dağıtabilmek için özel bir çaba içerisinde olduğunun kanıtı olarak görülebilir. Basit bir deyişle, sektörde büyük ölçekli işler yapabilmenin ön koşulu ilgili firmanın hükümetle arasının iyi olmasıdır. Hükümetle özel bir yakınlığı bulunmayan firmalara hem arazi tahsisi konusunda hem de ihale şartnameleri konusunda zorluk çıkarılmaktadır (Sönmez, 2002: 32-40). 
Bu durum bir süre sonra, hükümete yakın olmayan firmaların bir tür doğal seçilim mekanizmasıyla yarış dışı kalmaları ve inşaat sermayesinin hükümete yakın gruplarda temerküz etmesini beraberinde getirmiştir. Yukarıda sektörün büyük oyuncuları olarak değindiğimiz gayrimenkul yatırım ortaklıkları listesine bakıldığında, bazıları on yıl öncesinde kadar sektörde dahi olmayan, AKP
döneminde büyük bir büyüme ivmesi yakalamış Kiler, Torunlar, Sinpaş, Saf gibi AKP’ye yakın grupların ağırlığı söz konusu durumun bir göstergesi olarak nitelendirilebilir. Kamu özel ortaklığına dayanan büyük ölçekli projelerde ve TOKİ ihalelerinde de Limak, Ağaoğlu, Varyap, Kalyon, Gap gibi benzer nitelikteki firmaların belirgin bir ağırlığından söz etmek mümkündür.

Son olarak, inşaat seçiminin AKP’nin hegemonya projesine tabi sınıfları dahil etme stratejisi dahilinde anlam kazanan ideolojik etkisinden  söz etmek gerekmektedir. 

3 CÜ  BÖLÜM  İLE DEVAM EDECEKTİR..


..