29 Ekim 2016 Cumartesi

Rahmetli Muzaffer Özdağla İlgili İki Hatıra




Rahmetli Muzaffer Özdağla İlgili İki Hatıra



Yazar: Muzaffer Özdağ


Bu makale Yrd. Do. Dr. Nazım Muradov tarafından kaleme alınmıştır.
Yanlış hatırlamıyorsam 1992 yılı idi. O zamanlarda Mehmet Emin Resulzade’nin adını taşıyan Bakü Devlet Üniversitesi’nin öğrencisiydik. 1980’lerin ikinci yarısında başlayan Azerbaycan Halk Harekâtı’nı yakından takip ediyorduk.
Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinde yer alan teşkilatların lokomotifliğini Azerbaycan Halk Cebhesi üstlenmiş, 1990 yılının parlamento seçimlerinde sayıca az bile olsa (yanlış hatırlamıyorsam 25 kişilik bir milletvekili heyeti) etkili bir grupla temsil edilmişti. ‘Demblok’ olarak bilinen bu grubun üyeleri, Milli Meclis’in toplantı salonundaki dördüncü (4 sayılı) mikrofonu kullandıkları için, meclis toplantılarını televizyondan takip eden halk hep Dördüncü Mikrofon’un konuşmalarını bekliyordu.




Artık SSCB çökmüş, Azerbaycan, bağımsızlık yolunda ilerleyen genç bir devlet olmuştu…
Bu çöküşe kadar ise Varşova Paktı’nın başını çeken SSCB’de bütün NATO devletleri gibi Türkiye Cumhuriyeti de ‘düşman ülke’ saflarında yer alıyordu. İşte bu ‘düşman ülke’, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülke olmuş, dost hatta kardeş ülke olduğunu kanıtlamıştı. Azerbaycan da Komünist Parti mensubu olmayan (veya KP üyesi olmasına rağmen ruhen komünist olmayan) aydınları sayesinde Türkiye’nin kardeş ülke, dost devlet olduğunu kabul etmişti. Artık bu devletten bilim adamları, devlet büyükleri, Türk ordusunun mensupları Azerbaycan’a gelir, konferanslar verir, toplumu aydınlatır, Türkiye hakkındaki kuşkuları, sui-zanları ortadan kaldırıyorlardı…
Ebülfez Elçibey’in başkanlık ettiği Azerbaycan Halk Cebhesi’nin davetiyle bu ülkeye gelen Türk büyüklerinden biri de bugün artık Hak dünyasında olan rahmetli Albay Muzaffer Özdağ’dı.
Sayın Muzaffer Özdağ, üniversitemize AHC’nin ideoloji işlerden sorumlusu ve AHC Başkan Yardımcısı, Doç. Dr. Arif Rehimov (Rehimoğlu) ile gelmişti. Bakü Devlet Üniversitesi Rektörlük binasındaki konferans salonu bu önemli konuğun gelişi münasebetiyle ağzına kadar dolmuştu. Salonda yer olmadığı için biz öğrenciler konferansı ayakta dinleyecektik… Üniversitenin Filoloji Fakültesi Türkoloji Kürsüsü Başkanı, ünlü Türkolog, Prof. Dr. Tevfik Hacıyev beni ayakta görüp yanına çağırdı ve yanındaki boş yere oturttu. Muzaffer Özdağ Bey’in Türk ordusunun üst düzey askeri kadrosunda yer aldığını, emekli bir paşa olduğunu Arif Rehimoğlu’nun takdim konuşmasından öğrenmiş olduk. Bu takdimden sonra bizlere, olsa olsa savaşları anlatacak bir konuşmacı beklerken Türklerin tarihini, bu tarihin milli, manevi ve kültürel temellerini, onun mantığını ve işleyişini, tarih-coğrafya ilişkisini, Türkiye ile Azerbaycan’ın yakın tarihini, onun karanlık ve hiç bilinmeyen noktalarını, Azerbaycan tarihinde Anadolu Türklüğünün, Türkiye tarihinde ise Azerbaycanlıların inkâr edilemez rollerini… tatlı bir dille (Sn. Özdağ ‘r’ sesini biraz ‘ğ’ gibi telaffuz ediyordu), kendine özgü üslûbu ve alanına hakimiyetiyle çok güzel anlattı… İlk defa tarihî konuları en küçük ayrıntılarına kadar bilen bir askerle karşılaştığımızın farkına vardık, kendilerini büyük bir zevkle dinledik. Demek ki milli tarihini bu kadar güzel bilen ve ondan yeri geldiğinde güç, icabında da ibret dersi alan ordu mensupları olabilirmiş… Ya da iyi bir asker olabilmek için milli tarihi iyi bilmek, ondan güç ve ibret dersi almak için karşımızda konuşan bu ihtiyar askeri kendimize örnek alabiliriz…




Sn. Muzaffer Özdağ’ın, tarihî hadiseleri analizindeki yaklaşımı henüz “Sovyet insanı” olmaktan kurtulamayan bizlere oldukça “yad” olsa da, samimi ve ikna edici idi. Karşımızda savaşla nefes alan bir ordu mensubu değil, barış için kaygılanan bilge bir aksakal, nefsine hâkim bir kanaat önderi konuşuyordu. Sesi ve üslubundaki mülâyimlik, tarihî facialarımızdan söz ederken onları abartısız hissediş, yüz hatlarının gerilmesi, gözlerindeki keder bize o kadar doğmaydı ki…
Muzaffer Özdağ bu güzel konuşmasıyla bütün salonu etkiledi. Değerli hocam Prof. Tevfik Hacıyev bana dönerek “Nazim, oğlum, men soruşsam yaxşı çıxmaz, sen soruş görek Paşa’nın Çaldıran müharibesine münasibeti necedi?” diye yavaşça seslendi. Ben de elimi kaldırıp söz istedim, Tevfik Muallim’in sorusunu Muzaffer Bey’e yönelttim. İşte bu sorunun ardından Muzaffer Bey, salondaki herkesi hayretlere düşüren ve bize de bu hatırayı yazdıran cevabı verdi: “Evladım, bu sualin en doğru cevabını büyük şairimiz Mirza Aliakber Sâbir vermiştir.” deyip Sâbir’in meşhur ve bin yıllık Türk tarihinin aynası olan 1907 tarihli Fahriye şiirini ezberden söylemeğe başladı…
Herçend esirân-ı guyûdât-ı zamanız
Herçend düçarân-ı beliyyat-ı cihanız
Zannetme ki bu asırda avare-yi nânız
Evvel ne idikse yine biz şimdi hemanız…
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Zülmetsever insanlarız üç beş yaşımızdan
Fitne göyerir toprağımızdan, taşımızdan
Tarac ederek bâc alırız kardaşımızdan
Çıkmaz çıka bilmez de bu âdet başımızdan…
Eslafımıza çünkü hakiki helefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Ol gün ki Melikşah-ı Büzürg eyledi rihlet
Etdik iki nâmerd vezire tabiiyet
Kırdık o kadar bir-birimizden ki nihayet
Düşman katıp el tahtımızı eyledi garet…
Öz hakkımızı gözlemeğe bîterefiz biz!
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!

Bir vakt olup leşker-i Cengize taraftar
Harezmlileri mahv eledik katl ile yekbâr
Harezmlilerin şahı firar eyledi nâçar
Mescitleri, mektepleri yıktık yere tekrar…
Hakka ki sezâvâr-i nişan ü şerefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt da dâva-yi Selib oldu müheyya
Dâvada Firengileri galib gelip amma
Dincelmeyip ettik yine bir facia berpâ
Öz tiğimiz öz rişemizi kesti serapa…
Gûya ki biyabanda biten bir elefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt dahi Karakoyun, Akkoyun olduk
Azerbaycan’a hem de Anadolu’ya dolduk
Ol kadr kırıp bir-birimizden ki yorulduk
Kırdıkça yorulduk ve yoruldukça kırıldık…
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt salıp tefrika olduk iki kısmet
Timur Şaha bir paramız etti himayet
Han Yıldırım’a bir paramız kıldı itaat
Kanlar saçılıp Ankara’da koptu kıyamet…
Ahsen bize! Hem tirzeniz hem hedefiz biz!
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Timur şah-i lenge olup tâbe-yi ferman
Han Toktamış’ı eyledik al kanına geltan
Tâ oldu Kızıl Ordaların devleti talan
Moskov şahına faide-bahş oldu bu meydan…
Elyevm uruslaşmak ile zi-şerefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt Şah İsmail ü Sultan Selim’e
Meftun olarak eyledik İslamı dü nime
Koyduk iki taze adı bir din-i kadime
Saldı bu Teşeyyü, bu Tesennün bizi bime…
Kaldıkça bu haletle seza-yi esefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

Nadir bu iki hastalığı tuttu nezerde
İsterdi ilaç eyleye bu korkulu derde
Bu maksad ile azm ederek girdi neberde
Maktulen onun naşını koyduk kuru yerde…
Bir şey-i ecibiz ne bilim bir tühefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

İndi yene var taze haber, yahşı temaşa
İranlılık, Osmanlılık ismi olup ihya
Bir kıt’a yer üstünde kopup bir yeke dâva
Meydan ki kızıştı oluruz mehv serapa…
Onsuz da egerçend ki yekser telefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

(Bkz. Sâbir, Hophopnâme, Bakü, Yazıçı, 1980, s. 92-93)

Rahmetli Özdağ, Sâbir’in şiirini söylemeğe başlar başlamaz Tofiq Müellim’in (ünlü Türkoloğumuzun Azerbaycan’da bilinen adı ‘Tofiq Müellim’dir-NM) duygulandığını hatta ağladığını, cebindeki mendilini çıkarıp sık sık “Ehsen! Ehsen!” diyerek gözlerinin yaşını sildiğini gördüm. Türk ordusunun emekli bir paşasının, bu soruyu Azerbaycan’da her kesin sevdiği milli şair Sâbir’in sözleriyle yanıtlaması, Bakü Devlet Üniversitesi’nin edebiyat profesörlerini, öğretim üyelerini ve salondaki her kesi hayretler içinde bırakmıştı ve Tevfik Muallim ayağa kalkıp Paşa’yı alkışlamaya başlayınca salondaki her kes Sn. Muzaffer Özdağ’ı ayakta alkışladı… Aslında Muzaffer Özdağ bu cevabıyla bize, bilgece bir uzak görenlilikle “Kendinize güvenin; sorularınızın cevabını da kendi büyüklerinizi okuyarak bulun; sorunlarınızın çözümünü dışarıdan değil, kendi gücünüzle yapın…” diyordu…
Bizim, emekli albay yani bir asker zannettiğimiz Muzaffer Hoca’nın, sosyal bilimler alanında eserler ortaya koyan din, mezhep, edebiyat, tarih ve kültür araştırmacısı da olduğunu, bu konulara bilimsel vukufunu, kendisinin, Bakü’deki bu görüşmemizden birkaç yıl sonra elime geçen Türk Aleviliğinin Yükselişi (Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1998) kitabını okuyunca tekrar görmüş oldum. Sayın Özdağ, kitabının “Osmanlı Devletinin Düştüğü Hatalar” bölümünde de Sâbir’in bu ezbere söylediği şiirinden iki parçayı örnek vermekte ve yorumlamaktadır (kitabın 52. sayfasına bakınız)…

Değerli büyüğümüz Muzaffer Özdağ’la ikinci görüşümüz 1990’lı yılların sonunda, İzmir’de oldu. Yanlış hatırlamıyorsam 1997-98 ders yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı (o zamanki Belediye Başkanı Dr. Burhan Özfatura idi) Türk Dünyası Akademisi adlı bir eğitim kurumu tesis edilmişti. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin o zamanki Türk Dünyası sorumluları, aslen Kıbrıslı olan Ayşe Hanım (Yücesoy) ve kocası Ziya Yücesoy idi. Özellikle Ziya Bey’in Türklük meselelerindeki bilgisi çok derindi, sürekli olarak teorik kitaplar okur, bu kitapları bize de okutturur, Türk dünyasından gelen öğrencilere mümkün olduğu kadar ve her konuda yardımcı olmaya çalışırdı. Yücesoyların girişimleriyle açılan Türk Dünyası Akademisi ise Türk dünyasından gelip İzmir üniversitelerinin, özellikle sosyal bilimler alanında yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerine yönelikti. Haftanın belli günleri akşam derslerinin yanında ayda bir defa olmak üzere dışarıdan da bilim adamları, araştırmacılar İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin tüm halka açık olan bu derslerini vermeğe davet ediliyordu. Bir defasında da derslerden (konferanslardan) birini vermek üzere Sn. Muzaffer Özdağ davet edilmişti.




Muzaffer Hoca, asker ve akademisyen bir kimliğinin yanında Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği’nin de başkanıydı. O derste, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Türk Dünyası Akademisi müdavimleri olan bizlere, şimdi kartpostal olarak hatırladığım broşürler de dağıtılmıştı. Kartpostalın üzerinde Türkiye ve Azerbaycan bayraklarının resimleri vardı. Fakat üç renkli Azerbaycan bayrağında renklerin sıralaması mavi-kırmızı-yeşil değil, yeşil-kırmızı-mavi şeklinde idi. Muzaffer Hoca konuşmasını bitirince, konferansın soru-cevap bölümünde izin isteyip kendisine önce yukarda söz ettiğim şiir olayını hatırlattım. Gülümseyip çok mutlu olduğunu ve o olayı iyi hatırladığını söyledi, bana da teşekkür etti. Kendisine yaklaşık olarak “Sayın Hocam, bildiğiniz üzere Azerbaycan bayrağının renklerinin sırası yeşil-kırmızı-mavi şeklinde değil, mavi-kırmızı-yeşil şeklindedir. Fakat elimizdeki kartpostallarda bayrağımızın renk sıralaması farklıdır. Bunun sebebi nedir?” cümlelerinden oluşan bir soru yönelttim. Büyük bir nezaketle tekrar teşekkür edip, Ermenistan-Azerbaycan savaşında şeriat rejiminin hâkim olduğu Şii İran’ın, ahalisinin büyük bir çoğunluğu Müslüman Şii olan Azerbaycan’a yardım etmesi, en azından Ermenistan’ı desteklememesi için Azerbaycan bayrağının renklerini kasıtlı olarak yeşil-kırmızı-mavi şeklinde tasvir ettiklerini söyledi ve bu renklerin sembolik anlamlarını izah ettikten sonra onların, bir bütünün parçaları olduğunu sözlerine ekledi…
… Değerli büyüğümüz Muzaffer Özdağ’ı rahmet ve minnetle anıyor, ömrü boyunca hizmet ettiği büyük Türk milletinin hayır dualarıyla nurlar içinde yatmasını temenni ediyorum…

15 Ocak 2013



..

Muzaffer Özdağ anısına 2




Muzaffer Özdağ

Yazar: Muzaffer Özdağ




           Bu yazı Hızırbek Gayretullah tarafından Doğu Türkistan Göçmenler Derneği yayın organı “Doğu Türkistan” dergisinin 188’inci sayısında yayınlanmıştır.

  Çin işgalindeki Doğu Türkistan Türklüğü büyük savaşçılarından birini daha    kaybetti. Çin mezalimindeki bu Türk yurdunun özgürlük mücadelesindeki Doğu Türkistanlı olmamasına rağmen, bu ata yurdunda uygulanan Çin jenotisini, tehdit ve tehcirini ,vazıh kalemi ile dile getirenlerdir. Doğu Türkistan’ı tarih,coğrafya, ekonomik, jeopolotik ve sosyokültür olarak çok iyi biliyor ve yorumluyordu.Nerede ne zaman Doğu Türkistan ile ilgili seminer ,konferans gibi toplantı varsa ,rahmetli oradaydı.Doğu Türkistan ile ilgili yayımlanan dergi,kitap ve risalelerde onun imzası her zaman göze çarpardı.


            

    Kendileri kamuoyu 1960 ihtilalinde Milli Birlik Komitesi üyesi olarak tanıyordu. İhtilale katılan genç bir kurmay yüzbaşıydı. Ancak,her ihtilali yapanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar da biri,diğer tarafı bertaraf ettiği gibi ,M.ÖZDAĞ 13 Kasım hareketiyle 14’ler arasında yer alacak ve Tokyo’ya sürgün edilecekti.Tokyo’da Rusya ve Çin’deki komünist rejimden iltica eden Orta Asya(Türkistan)kökenli Türkler yaşamaktaydı.Bilhassa Kazan’dan Japonya’ya giden Tatar Türkleri,milli benliklerini kaybetmemek için kültürel faliyetler gösteriyor ve özellikle Türkiye’de bulunan Türkistan’lılarla münasebette bulunuyorlardı.Bir gün Tokyo’dan bir mektup almıştım.Mektupta Türk Sefaretinde Muzaffer ÖZDAĞ adında bir zatın  yeni göreve başladığını ve kendilerine olağan üstü bir yakınlık gösterdiğini ;Tokyo’da yaşayan Türklerin kültürel yönden organize olma çabalarına katkıda bulunduğu böyle bir  Türkiyeli diplomatla hemdert olmasından memnun olduklarını ifade ediyorlardı.

  M.ÖZDAĞ bey’i o sıralarda yayın hayatında olan haftalık “Milli Yol”  dergisi idare Müdürü iken, dergiye gelen heber ve yazılardan gıyaben tanırdım .
 1965 yılıydı.O zamanki adıyla C.K.M.P İstanbul il teşkilatının  Cağaloğlu Klodfarer caddesindeki binasında sekreter olarak görev yapıyordum.Biraz evvel Ankara’dan Genel Başkan Sayın Alparslan Türkeş bey gelmiş,dinlendikten sonra İl başkanı ile birlikte dışarıya çıkmıştı.Kapı çalındı,koridorda üç kişi ilerliyordu.Biri uzun boylu,kumral,atletik yapılı,biri esmer,hafifçe şişman,kısa boylu diğeri ise kumral,orta boylu,güleç yüzlü,çevik adımlarla yürüyordu.Hemen odamdan çıkarak gelen zevatı buyur ettim.Kendilerini tanıttılar.Yarbay Mustafa KAPLAN,Yüzbaşı Ahmet ER ve Muzaffer ÖZDAĞ.Her üçüde 1960 27 mayıs ihtilalini yapan ihtilalcilerdi ve 14’ler grubunu oluşturuyorlardı.Grubun liderliğini de rahmetli Alparslan TÜRKEŞ üstlendiği için,şimdi Başbuğun aktif politikaya atıldığı partide onun yanında yer alıyorlardı.


          

   Bende kendimi tanıtarak, Başkanlık odasına buyur ettim. Zevattan Muzaffer ÖZDAĞ;

  “Sen Türkistanlı mısın, batıdan mı,doğudan mı?”diye sordu. Çünkü;Türkistan dediğimiz diyarın,o günlerde Rus işgalinde olan kısmına Batı Türkistan(SOVYET TÜRKİSTANI)Çin işgalindeki olan kısmına da Doğu Türkistan (ÇİN TÜRKİSTANI) DENİLİYORDU.Şimdi Batı Türkistan’da  üç Türk Cumhuriyeti doğdu.Doğu Türkistan’da Çin işgali devam etmektedir.”Doğu Türkistanalıyım” dedim.
  “Sahi, unuttum. Sen bu konularda yazılar yazıyorsun, okuyorum.
Kalemin kıvrak,ifadelerin düzgün,Çin’le uğraşmak zorlu iş,kendini iyi yetiştir.Bu konuda ata yurdun senin gibi azimli gençlere ihtiyacı var” diyerek iltifatta bulundu.İşte, o günden sonra M.ÖZDAĞ Beyle daha yakından ilgilenmeye başladım.Ankara’da Ulus Posta Caddesi’nde Hanif Apartmanındaki avukatlık ofisine her Ankara’ya gidişimde uğrar,Türk dünyası ve özellikle Doğu Türkistan konusundaki,engin bilgisinden istifade etmeye çalışırdım.

 1978 yılında Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmek üzere resmi bir davet almıştım.O dönemde bir demir perde ülkesine seyahat etmek pek kolay değildi.Bir defa ,yıllarca komünizm aleyhine makaleler,kitaplar yayınlamış,konferans,seminerler vermiş,anti-komünist teşkilatlarda bilfiil görev almış benim gibi bir kimsenin,böyle bir davete evet demesi,riskliydi,Düşündüm,taşındım konuyu Bağbuğ Türkeş’e arz etmek üzere Ankara yoluna koyuldum.Başbuğ Türkeş,bu seyahati yapmamı salık verdi.Gerçi,bazı Türkistan ve Azerbaycan kökenli antikomünist yazar arkadaşlarımız bu tip davetle demir perdeye gitmişler fakat dönmemişlerdi.Başbuğ, benim için böyle bir tehlike ihtimali olmadığını, zira arkamda güçlü bir kitlenin olduğunu ,bu faktörleri komünist yöneticilerin dikkate alacaklarını söyledi ve ilave etti;


                

       “Ankara’daki ilgili yerlerden gereken belgeler için, seni ÖZDAĞ’A yolluyorum. Gerekeni yapacaktır” dedi.Bir saat sonra M. ÖZDAĞ’ın ofisinde idim.Durumu bir kere daha arz ettim.Bana,döndü;
  “Üstad, Başbuğ’un görüşüne bende iştirak ediyorum.Kanaatime göre,komünizmin bir kırılmaya,çökmeye ve gevşemeye doğru gittiğinin bir işaretidir,seni davet etmeleri,”dedi.Saatine baktı;”Hadi kalk,senin bürokratik işlemlerini halledelim” dedi.Ogün öğleden sonra 3-5 saat bana zaman ayırdı,gerekli belgelerimi temin etmeme müzahir olmuştu.
 Muzaffer ÖZDAĞ Bey’e göre Türk dünyası “540, 1299, 1919 ,”da değil ,  21. Yüzyıldaydı.”Tehdit,tehcir,jenosit ve işgal altında olmamalıydı.Bunun için de şuurlu bir milliyet anlayışına,özlü bir coğrafya ve muhtevalı bir tarih bilgisine sahip olunmalı,”derdi.

 Türk dünyası yeri doldurulamaz bir düşünce evladını, yiğit ülkü adamın kaybetmiştir. 
Mekanı cennet olsun,Allah rahmetini esirgemesin.
       




Lider, Fikirdir

Yazar: Muzaffer Özdağ

Bu makale Sakin ÖNER tarafından kaleme alınmıştır.
-Genç ve kıdemli dâvâ insanlarının dikkatine “Önemle”-
Yirmili yaşların başındaydım. Yıl 1967 veya 1968…Bir gün rahmetli büyüğümüz Muzaffer Özdağ, biz gençlerle sohbet ederken “Lider, fikirdir” diye bir laf etti. O zaman bu söz bize çok ters gelmişti. Ne anlama geldiğini çözememiştik. Soyut bir kavram nasıl lider olurdu? Lider dediğin müşahhas bir varlık, bir insan değil miydi? Özdağ bu sözüyle ne demek istemişti? Türk milliyetçiliği fikrinin liderini mi eleştirmişti veya yok mu saymıştı? Sizin anlayacağınız o zaman rahmetli Muzaffer Özdağ’a biraz kızmıştık.

Aradan yıllar geçti, liderin de bir insan ve fâni olduğu gerçeğini kavradım. Lider; peygamber,evliya, melek, mucize adam filan değildir, bizim gibi insandır.İnsan olması gereği liderin de zaafları, eksikleri, duygusal tarafları vardır. Onun da düşüncelerinin, kişiliğinin ve eylemlerinin  bize ters gelen taraflarıbulunabilir.Zaaf gördüğümüz bazı davranışlarına şahit olabiliriz.O zaman ne yapacağız? Lidere kızıp, uğruna ömrümüzü adadığımıza inandığımız  fikirleri, ülküleri, ilkeleri, kısacası dâvâyıterk mi edeceğiz? Lider bir gün fâni dünyadan ayrıldığında her şey bitmiş mi olacak, dâvâyı bırakıp kaçacak mıyız? O zaman bizim dâvâ adamlığımız nerede kalacak?  Neticede Lider de, bizim gibi, inandığımızdâvânın emrinde olan, onun başarısı için çalışan ve dâvâsını milletin bütününe benimsetmeye uğraşan bir kişidir.




Lider gibi, parti, sendika, dernek ve ocak gibi kuruluşlar da geçicidir. Yarın bu kuruluşlar kapatıldığı veya kendi kendine kapandığı zaman her şey bitecek mi? Asıl ve kalıcı olan, fikir ve dâvâdır. Bu gerçeği otuzlu yaşlarda kavradım. O güne kadar Liderin bazı davranışlarına takılıyor, kızıyor, öfkeleniyor ve kırılıyordum. Ama onun da insan olduğunu düşününce, takıldığım davranışları daha hoşgörü ile karşılamaya başladım. Buhrandan çıkışıdâvâya  dört elle sarılmakta gördüm. Ayrıca, yıllar sonra, liderin vaktiyle bana ters gelen davranışlarının, aslında doğru olduklarını görüyordum. Liderlerin de bazen inanmadıkları halde, temsil ettikleri dâvâ zarar görmesin diye siyasi olarak, istemedikleri bazı davranışları yaptıklarını, bazı sözleri sarfettiklerini anladım. Liderin, taraftar kadar özgürlüğü yoktur. Çünkü taraftarın bir sorumluluğu yoktur. O kızdımı bağırmayı, kırmayı, dökmeyi düşünür. Lider ise kırıp dökmeden ve dâvâsına zarar vermeden bu işin içinden nasıl çıkacağının hesaplarını yapar. O, önce temsil ettiği fikre, dâvâya, sonra teşkilâtına ve sonra bütün millete karşı sorumludur. Tabii liderin de temsil ettiği dâvâya layık olmak için çaba göstermesi, insani zaaflarını ve nefsinin ihtiraslarını aşması gerekir. Dâvâ arkadaşlarına her yönden örnek bir şahsiyetin sahibi olmalıdır. Câmiasının umudunu ve heyecanını devamlı canlı tutmalıdır.

Liderlerin hiç mi hatası, kusuru, günahı yoktur? İnsan olması gereği mutlaka vardır. Böyle durumlarda nasıl davranılmalıdır? Kızıp, eleştirip, hakaret edip çekip gidilmeli midir? Yoksa kalıp bu hataların, kusurların ve günahların düzelmesi için meşru zeminlerde mücadele mi edilmelidir? Eğer geçekten bir dâvâya benliğini adamışsan, yapılması gereken ikinci yoldur. Bu mücadeleyi yaparken de, önce dâvâna zarar vermemeyi düşüneceksin. Lideri yıpratıyorum diye dâvânı da yıpratmayacaksın.Mücadelende medeni ve seviyeli olacaksın. Kavganı ayağa düşürmeyeceksin. Her şeyi sokağa dökmeyeceksin. Dâvânın düşmanlarına koz vermeyeceksin.Bu mücadelenin sonunda netice alamayacağını anladığında, yine meşru zeminlerde yeni arayışlara girebilirsin. Ama buna rağmen camianın çoğunluğu tercihini onun yönünde yaparsa, demokrasi gereği bu sonuca da boyun eğeceksin. Değişikliği bir başka baharda arayacaksın. Ayrıca liderini yok etmek için uğraşacağına, rakip liderlerin hareketleri ve sözlerindeki yanlışlarla mücadele edersen, dâvâna daha büyük hizmet etmiş olursun.Çünkü, lider fikirdir.



Bilinen bir fizik kanunudur: Zincirin mukavemeti, en zayıf halkası kadardır. Bu zayıf halkalar, maddi menfaatleri zedelendiğinde, maddi imkânlar bulduklarında, can korkusuna düştüklerinde veya siyasi ikbal kokusu aldıklarında kıvranmaya ve kendilerine bir kaçış yolu bulmaya çalışırlar. 

    Böyle anlarda zayıf halkalarınkullandıkları en yaygın bahane, liderin kendilerine göre yanlış gördükleridavranışları ve söylemleridir.Zaten dönmek iseyenler için bahane çoktur. Bu zayıf halkalar giderken de efendice çekip gitmezler, mümkün olduğu kadar teşkilatlarına ve çevrelerine zarar vererek giderler. Bazen gittikleri yer ve yanına sığındıkları lider, yıllarca  savunduklarını öne sürdükleri fikirlerle, dâvâlarıyla mücadele eden, can düşmanı olan mahfiller ve liderlerdir. O zaman bu kişilerin ne kadar samimiyetsiz ve kişiliksiz oldukları ortaya çıkar. Gittikleri yerde de hep üçüncü sınıf insan muamelesi görürler. Bunların gittikleri yere  yapabilecekleri yarara göre önlerine birer kemik atılır. Artık o, bundan sonra o kemikle oyalanır durur. Kuyruğunu bacakları arasına saklayarak kenardan kenardan dolaşır, ama bir daha eski mahallesine gelemez. Bunların içinde zaman zaman eski mahallesine dönenler vardır. Artık bundan sonra orada da eski ilgiyi görmezler, tekrar meçhul sokaklara yeni kemikler bulmak için yönelirler.Bunlar, şairin dediği gibi ya yufka yüreklilerdir, ya da yoldaşını yarı yolda terkeden döneklerdir. Bunlarla çetin yollar aşılmaz, yüce dileğe varılmaz.
İtilmesine, kakılmasına, maddi ve manevi ıstıraplar yaşamasına ve liderde aradıklarınıbulamamasına rağmen, yıllardır bulundukları yeri terketmeyenler, eskilerin tabiriyle “sabitkadem” olanlar, gerçek dâvâ ve fikir adamlarıdır. Bunların hiçbir menfaat ve ikbal hesapları yoktur. Bunlar alınıp satılmazlar. Varsa dâvâları için her şeylerini verirler, dâvâlarındanhiçbir şey almazlar. Bunun için kolay kolay yıkılmazlar. Bunlar inandıkları değerlerin, fikirlerin, dâvânın karasevdalılarıdır. Onlar lider dahil, şahıslarla uğraşmazlar, ilkelerle fikirlerle meşguldurlar. Biz ömr-i hayatımızda dâvasından çok dönen gördük. Kimi hırsına yenildi, kimi menfaate satıldı, kimi siyasi ikbale kul oldu. Bunların içinde lidere bizden daha yakın olanlar vardı. O çileli, ölümlü, fakr u zaruret içinde geçirilen günlerde ihanet etmesin diye nemalandırılanlar vardı. Ama bunlar ya zoru gördükleri için, ya da yeni oluşan mahfillerden çeşitli imkanlar sunulduğu için birer birer gemiyi terkettiler. Gerçekten bazıları makam sahibi oldu, bazıları da zengin oldu. Fakat hepsi de itibar fukarası oldular, onurları kalmadı. Hırsına mağlup olup yeni mahfiller oluşturan oldu. Ama hiçbir zaman tek başlarına muvaffak olamadılar. Bazen birilerinin eteklerine tutunarak zirvenin eteklerine çıkmaya çalıştılar. Fiziki olarak yükseldiler, fakat manevi olarak alçaldılar. Allah’a şükür bugün buna rağmen hâlâ, 40-45 yıl önce çıktığı yolda sapmadan yürüyen, inandıklarının arkasında dimdik duran adam gibi dâvâ adamlarımız var. İnanmış azınlıklar, her zaman dönek çoğunluğundan daha güçlüdür.
Sizin anlayacağınız, rahmetli Osman Bölükbaşı’nın dediği gibi, içimiz, bu dönekler yüzünden Karacaahmet Mezarlığına döndü. Ama tesellimiz, zayıf halkalardan geriye kalan sağlam halkaların elinde Türk Milliyetçiliği dâvâsının daha güçlü, daha güvenli olduğu gerçeğidir. Çünkü bunlar, liderin sadece fikirler ve dâvâ olduğu gerçeğini kavramış,ateşle imtihan olmuş, sabırla iğne ile kuyu kazmayı sürdürmüş insanlardır. Unutmayınız, bu tip insanlar için söylenmiş bir sözdür: “Bir, bindir ve dünyadainanmış  ve ülküsü olan dâvâ adamının yüreğinden daha büyük silah yoktur”.
Ne mutlu,“Lider fikirdir” sırrını keşfetmiş, kişiler ve olaylarla uğraşmayla vakit öldürmeden, inandığı kutlu dâvânın zaferi için yıllardır yorulmadan ve ardına bakmadanyürüyen gerçek dâvâ adamlarına.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/05/31/7027/lider-fikirdir

..



Muzaffer Özdağ, anısına





Muzaffer Özdağ


Yazar: Muzaffer Özdağ

           Bu yazı Hızırbek Gayretullah tarafından Doğu Türkistan Göçmenler Derneği yayın organı “Doğu Türkistan” dergisinin 188’inci sayısında yayınlanmıştır.

  Çin işgalindeki Doğu Türkistan Türklüğü büyük savaşçılarından birini daha    kaybetti. Çin mezaliminde ki bu Türk yurdunun özgürlük mücadelesindeki Doğu Türkistanlı olmamasına rağmen, bu ata yurdunda uygulanan Çin jenotisini, tehdit ve tehcirini ,vazıh kalemi ile dile getirenlerdir. Doğu Türkistan’ı tarih,coğrafya, ekonomik, jeopolotik ve sosyo kültür olarak çok iyi biliyor ve yorumluyordu.Nerede ne zaman Doğu Türkistan ile ilgili seminer ,konferans gibi toplantı varsa ,rahmetli oradaydı.Doğu Türkistan ile ilgili yayımlanan dergi,kitap ve risalelerde onun imzası her zaman göze çarpardı.


               

 Kendileri kamuoyu 1960 ihtilalinde Milli Birlik Komitesi üyesi olarak tanıyordu. İhtilale katılan genç bir kurmay yüzbaşıydı. Ancak,her ihtilali yapanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar da biri,diğer tarafı bertaraf ettiği gibi ,M.ÖZDAĞ 13 Kasım hareketiyle 14’ler arasında yer alacak ve Tokyo’ya sürgün edilecekti.Tokyo’da Rusya ve Çin’deki komünist rejimden iltica eden Orta Asya(Türkistan)kökenli Türkler yaşamaktaydı.Bilhassa Kazan’dan Japonya’ya giden Tatar Türkleri,milli benliklerini kaybetmemek için kültürel faliyetler gösteriyor ve özellikle Türkiye’de bulunan Türkistan’lılarla münasebette bulunuyorlardı.Bir gün Tokyo’dan bir mektup almıştım.Mektupta Türk Sefaretinde Muzaffer ÖZDAĞ adında bir zatın  yeni göreve başladığını ve kendilerine olağan üstü bir yakınlık gösterdiğini ;Tokyo’da yaşayan Türklerin kültürel yönden organize olma çabalarına katkıda bulunduğu böyle bir  Türkiyeli diplomatla hemdert olmasından memnun olduklarını ifade ediyorlardı.

  M.ÖZDAĞ bey’i o sıralarda yayın hayatında olan haftalık “ Milli Yol ”  dergisi idare Müdürü iken, dergiye gelen heber ve yazılardan gıyaben tanırdım .

 1965 yılıydı.O zamanki adıyla C.K.M.P İstanbul il teşkilatının  Cağaloğlu Klodfarer caddesindeki binasında sekreter olarak görev yapıyordum.Biraz evvel Ankara’dan Genel Başkan Sayın Alparslan Türkeş bey gelmiş,dinlendikten sonra İl başkanı ile birlikte dışarıya çıkmıştı.Kapı çalındı,koridorda üç kişi ilerliyordu.Biri uzun boylu,kumral,atletik yapılı,biri esmer,hafifçe şişman,kısa boylu diğeri ise kumral,orta boylu,güleç yüzlü,çevik adımlarla yürüyordu.Hemen odamdan çıkarak gelen zevatı buyur ettim.Kendilerini tanıttılar.Yarbay Mustafa KAPLAN,Yüzbaşı Ahmet ER ve Muzaffer ÖZDAĞ.Her üçüde 1960 27 mayıs ihtilalini yapan ihtilalcilerdi ve 14’ler grubunu oluşturuyorlardı.Grubun liderliğini de rahmetli Alparslan TÜRKEŞ üstlendiği için,şimdi Başbuğun aktif politikaya atıldığı partide onun yanında yer alıyorlardı.


                  

   Bende kendimi tanıtarak, Başkanlık odasına buyur ettim. Zevattan Muzaffer ÖZDAĞ;

  “ Sen Türkistanlı mısın, batıdan mı,doğudan mı?”diye sordu. Çünkü;Türkistan dediğimiz diyarın,o günlerde Rus işgalinde olan kısmına Batı Türkistan(SOVYET TÜRKİSTANI)Çin işgalindeki olan kısmına da Doğu Türkistan (ÇİN TÜRKİSTANI) DENİLİYORDU.Şimdi Batı Türkistan’da  üç Türk Cumhuriyeti doğdu.Doğu Türkistan’da Çin işgali devam etmektedir.” Doğu Türkistanalıyım” dedim.

  “ Sahi, unuttum. Sen bu konularda yazılar yazıyorsun, okuyorum.Kalemin kıvrak,ifadelerin düzgün,Çin’le uğraşmak zorlu iş,kendini iyi yetiştir.Bu konuda ata yurdun senin gibi azimli gençlere ihtiyacı var” diyerek iltifatta bulundu.İşte, o günden sonra M.ÖZDAĞ Beyle daha yakından ilgilenmeye başladım.Ankara’da Ulus Posta Caddesi’nde Hanif Apartmanındaki avukatlık ofisine her Ankara’ya gidişimde uğrar,Türk dünyası ve özellikle Doğu Türkistan konusundaki,engin bilgisinden istifade etmeye çalışırdım.

 1978 yılında Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmek üzere resmi bir davet almıştım.O dönemde bir demir perde ülkesine seyahat etmek pek kolay değildi.Bir defa ,yıllarca komünizm aleyhine makaleler,kitaplar yayınlamış,konferans,seminerler vermiş,anti-komünist teşkilatlarda bilfiil görev almış benim gibi bir kimsenin,böyle bir davete evet demesi,riskliydi,Düşündüm,taşındım konuyu Bağbuğ Türkeş’e arz etmek üzere Ankara yoluna koyuldum.Başbuğ Türkeş,bu seyahati yapmamı salık verdi.Gerçi,bazı Türkistan ve Azerbaycan kökenli antikomünist yazar arkadaşlarımız bu tip davetle demir perdeye gitmişler fakat dönmemişlerdi.Başbuğ, benim için böyle bir tehlike ihtimali olmadığını, zira arkamda güçlü bir kitlenin olduğunu ,bu faktörleri komünist yöneticilerin dikkate alacaklarını söyledi ve ilave etti;

                   

    “Ankara’daki ilgili yerlerden gereken belgeler için, seni ÖZDAĞ’A yolluyorum. Gerekeni yapacaktır” dedi.Bir saat sonra M. ÖZDAĞ’ın ofisinde idim.Durumu bir kere daha arz ettim.Bana,döndü;

  “Üstad, Başbuğ’un görüşüne bende iştirak ediyorum.Kanaatime göre,komünizmin bir kırılmaya,çökmeye ve gevşemeye doğru gittiğinin bir işaretidir,seni davet etmeleri,”dedi.Saatine baktı;”Hadi kalk,senin bürokratik işlemlerini halledelim” dedi.Ogün öğleden sonra 3-5 saat bana zaman ayırdı,gerekli belgelerimi temin etmeme müzahir olmuştu.
  Muzaffer ÖZDAĞ Bey’e göre Türk dünyası “540, 1299, 1919 ,”da değil ,  21. Yüzyıldaydı.”Tehdit,tehcir,jenosit ve işgal altında olmamalıydı.Bunun için de şuurlu bir milliyet anlayışına,özlü bir coğrafya ve muhtevalı bir tarih bilgisine sahip olunmalı,”derdi.
  Türk dünyası yeri doldurulamaz bir düşünce evladını, yiğit ülkü adamın kaybetmiştir. 

Muzaffer Özdağ ve Jeopolitik

Yazar: Muzaffer Özdağ

Bu makale Muzaffer Özdağ anısına Cüneyt Öztürktarafından kaleme alınmıştır.
Muzaffer Özdağ’ın hayatında hem bir hayal ve ideal hem de ayakları yere sağlam basan bir bilgi disiplini olarak Türk Dünyası hep önemli bir yere sahip olmuştur. Bu çerçevede O’nun konuya ilişkin görüşlerinin bir derlemesini sunmaya çalışacağız. Önce bazı genel açıklamaları, ardından farklı coğrafyalara ilişkin görüşlerini özet halinde sizlere aktaracağım.
Muzaffer Özdağ’ı jeoplitik ilmine yönelten, Türk Dünyasının geçmişte ve gelecekte içinde bulunduğu durumdur. Sovyetler Birliği’nin tarihten tasfiye olması Türk Dünyasının önünde yeni ufuklar açmıştır. Ancak Türkiye bu yeni oluşuma hazırlıksız yakalanmıştır. Muzaffer Özdağ yeni durum karşısında soğukkanlılığını kaybetmemiş; Türk dünyası konusunda Devlet ricalinin bilgi yetersizliğine dikkat çekerek, yetkilileri uyarmıştır.




Muzaffer Özdağ’ın hayatının her döneminde Türk Dünyası önemli bir yere sahipti. Ancak özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte Türkiye ve Türk Dünyası jeopolitiği konusundaki çalışmaları daha fazla ön plana çıkmıştır.
Türkiye yeni oluşuma, Adriyatik’ten Çin Seddine gibi içini dolduramadığı sloganlar düzeyinde yaklaşmıştır. Türkiye kendi kapasitesini görmeden ağabeylik taslamaya yönelmiş ve yanlış stratejiler sonucunda Türk Dünyasının kendinden uzaklaşmasına neden olmuştur.
Muzaffer Özdağ, uluslar arası ilişkilerin etik bir çerçevesi olması anlamında normatif bir kavrayışa sahip olmakla beraber, karşılıklı çıkar yaklaşımını da ilişkinin doğası gereği önemli bulur. Ebedi dost ve düşman gibi kavramların son derece hissi, bireysel olduğunu düşünmektedir. Temel aktörün ulus devlet olduğu, uluslar arası yapıda karşılıklı çıkarında konjonktürel olduğunu düşünmektedir. Dinamik bir süreç olan dış politikada, konjonktüre adaptasyon bir sanattır.
Muzaffer Özdağ kendi ifadeleriyle şu tespitlerde bulunur;
Dünya zıt kuvvetler arasında sürekli bir mücadele alanıdır.
Hayat kuvvetle; kuvvet üstünlüğünün korunması ile kaimdir.




Türk düşüncesinde devlet varlığının temel sebep ve ödevi, egemen olduğu alanda adil barışı sağlamaktır.
Ancak Barış özlemi barışı tesise yeterli değildir.
Dünya tarihinin sürekli sergilediği gerçek, erişilmek istenen sonucu belirlemede kuvvetin ve kuvveti maharetle kullanımın öne çıkışıdır.
Zorba kuvvetin üstünlüğü kısa süreli olabilir. Zulüm idareleri sonunda çökebilir. Ancak tarih ve egemen dünya düzeni, hakkını, varlığını, öz gücü ile koruyamayacak kadar acze düşene, onurlu, özgür yaşama hakkının tanınmadığını gösteren örneklerle doludur.
Politika, toplum ve devlet yönetiminde, uluslar arası ilişkilerde belirlenen amaca ulaşmak için izlenen yol olarak tanımlanabilir.
Jeopolitik ise, devletlerin dünya sahnesindeki tabii ve siyasi coğrafyasındaki konumlarının, izledikleri ve izleyecekleri politikalar üzerinde yaptığı kaçınılmaz kabul edilen etkileri inceleyen bilgi disiplinidir.
Coğrafya, Türk Milliyetçisi jeopolitik konseptin belirlenmesi için önemlidir. Muzaffer Özdağ’a göre coğrafya, medeniyetlerin yükselişinde ve düşüşünde büyük öneme sahiptir. Coğrafi mekanlar, karalar, denizler, ovalar, dağlar nehirler, deltalar, boğazlar, çöller ülkeler, kıt’alar, toplumların yaşamları, gelişmeleri, kudret oluşturmaları hususundaki imkanlar, kolaylıklar, engeller çerçevesinde devletler arası ilişkilerin şekillenmesini netice itibariyle tarihin akışını doğrudan, ya da dolaylı olarak etkiler.
Jeopolitik terminolojisine hakimiyetinin yanı sıra, bu disipline önemli katkılarda bulunmuş olan Muzaffer Özdağ’a göre Avrasya dünya hakimiyeti için etkili olunması gereken bölgedir.
Yeterli güç üstünlüğünün olması halinde, bir yüzeyin bütününü denetlemeye en elverişli nokta merkezidir ve eski dünya karaları için bu merkez Türklüğün ana yurdudur.
Güç üstünlüğünün rakip medeniyet dairelerindeki milletlere geçmesi ise merkez alanın çepeçevre kuşatılmasına, ağır bir tazyik altına düşmesine yol açar.
Asya ve Afrika kıtalarında yaşayan toplumların, özellikle İslam ülkelerinin sanayileşmiş sömürgeci güçler önünde çaresizliğe, esarete sürüklenmeleri Türklüğün yenilmesi ve süper güç mevkiinden düşmesi ile başlar.
Kuvvet üstünlüğünü son iki yüz yıl boyunca rakiplerine kaptıran Türk Milleti ağır kayıplara uğramıştır. Milletimiz sadece egemen olduğu alanları terke zorlanmakla kalmamış, tarihi Türk yurtlarının önemli bir bölümüde istilaya uğramış, kitlevi kırımlara maruz kalmıştır.
İçinden geçtiğimiz dönemde, Ortadoğu üzerinde emelleri olan güçler Türkiye’nin gelişmesinden, güçlenmesinden, Türkiye ile kardeş Türk devletleri ve toplumları arasında iktisadi ve kültürel ilişkiler kurulmasından rahatsızlık duymaktadırlar. Türkiye’nin güvenlik ve istikrarını bozmayı hedefleyen bir takım cinai tertiplerin himaye görmesi, terörist örgütlere destek verilmesi, uydurma sebeplerle Türk düşmanı bir kamuoyu oluşturarak psikolojik, politik baskı yapılması Türkiye’yi bir engel olarak görmeleriyle bağlantılıdır.




Türk yurtlarının ve toplumlarının bir bölümünde halen işgal ve denetimlerini sürdüren ülkeler de Türkiye’nin gelişiminden, Türklüğün uyanışından rahatsızdırlar.
Mevcut durumu bu şekilde tarif eden Muzaffer Özdağ, çözümü ise şu şekilde işaret etmektedir.
Evrensel, hukuki, ahlaki, insani değerlere saygının yaygınlaşması arzu edilir.Barışı korumaya itina gösterilmelidir. Ancak milletlerarası ilişkilerin krize girdiği, uzlaşmanın imkansızlaştığı bir safhada, meşru hayati menfaatleri koruma konusunda hiçbir ahlaki, hukuki ilke; saldırganı caydıracak, pişman edecek milli savunma gücünden daha etkili değildir.
Muzaffer Özdağ işte bu çerçevede Türkiye ve Türk Dünyası jeopolitiğine dikkatleri çekmeye çalışmıştır. Çalışmalarında bir çok teorisyenin görüşlerini inceleyen ve bunları aktaran, Muzaffer Özdağ bu teorilere şu şekilde bir ilavede bulunmaktadır. Coğrafi mekanların milletlerarası ilişkilerde ve üstünlük mücadelesinde sonuç belirleyici veya sonucu önemli ölçüde etkileyici bir faktör değerini kazanması, bu mekanları tasarruf eden toplumların kudret ve kifayetleriyle, maddi ve manevi seviyeleriyle bağlantılıdır. Coğrafyaya politik bir mana ve etki kazandıran, onu kullanıma açan, tasarruf eden insandır, toplumdur. Politika beşeri bir faaliyettir ve izlenen amaca erişmek için uygun araçları seçerek, doğru ve etkili kullanma ustalığıdır. Bu ustalığı gösterebilmenin yolu, Türkiye ve Türk Dünyası jeopolitiğine gereken önemi vermekten geçer.
Şimdi Muzaffer Özdağ’ın Türk Dünyası hakkındaki değerlendirmelerini ayrı başlıklar halinde özet bir şekilde sizlere aktarmaya çalışacağız.

Rusya – Türk Dünyası İlişkisi

Son 500 yıl içinde Ruslarla komşu olup da zarar görmeyen devlet, vatanını tamamen değilse de önemli bölümünü kaybetmeyen ve ağır zararlara uğramayan hiçbir millet yoktur.

-          Rusluk Fin ülkesinin ve halkının önemli bir bölümünü yutmuş ve hazmetmiştir.
-          Rusluk büyük İsveç Devletini ezmiş, ufalamış etkisizleştirmiştir.
-          Rusluk Baltık milletlerini ve ülkelerini istila ve işgalle boyunduruğu altına almıştır.
-          Rusluk büyük ve güçlü Polonya’yı yıkmış, parçalamış, uzun süre esaretinde tutmuş, Polonya halkına karşı defaatle soykırım eylemlerinde bulunmuş, Polonya topraklarının önemli bir bölümünü ilhak etmiştir.
-          Ruslar Belorusların, Ukranların yurtlarını istila ve ilhak etmiştir. Belorus ve Ukran halklarını milli kimliklerini silerek köleleştirmek için baskılar uygulamış, dillerini edebiyatlarını tahribe çalışmıştır.
-          Ruslar Romenlerden Moldovya’yı koparmıştır.

Türk-Rus ilişkileri, Moskova Knez’liğinin, Altınordu İmparatorluğundan bağımsızlık kazanmasıyla başlayan son beş yüz yıldan daha geniş zaman dilimlerini kapsar.
Rus milletinin oluşumuna katılan boylar dahil olmak üzere Slav kökenli kavimlerin tamamına yakın bölümü milat öncesi yüzyıllardan, 19. yüzyılın bitimine kadar değişik tarihi devrelerde uzun veya kısa sürelerde Türk kavimlerinin, Türk Devletlerinin yönetiminde yaşamıştır.




Ruslar dahil Slav toplumlarının büyük bölümü, millet ve devlet oluş stajlarını, Türk devletlerinin yönetiminde bulundukları dönemlerde tamamlamışlardır diyebiliriz.
Geniş bir alanda uzun süre hayat beraberliği Türk ve Slav kavimlerinin karmalanmasına, akrabalığına ve yeni milletlerin doğmasına yol açmıştır.
Bulgar, Boşnak, Ukran, Kozak milletleri böyle oluşmuştur.
Türk kavimlerinin yurt kurdukları yörelerde yaşan Slav toplumları üzerindeki etkisi, yapıcı bir rehberlik olmuştur. Hiçbir zaman bu kavimlere karşı soykırımcı bir tutuma girişmemişlerdir. Uzun Türk hakimiyeti dönemlerinden sonra Slav millet ve devletlerinin daha güçlü doğuşu bu gerçeği apaçık ortaya koyar. Ancak Türklüğün gördüğü karşılık ise çok farklı olmuştur.
Rus milleti Altınordu yönetiminden bağımsızlık kazanarak yayılma imkanı bulduğu andan itibaren Türk varlığına karşı son derece saldırgan, yıkıcı bir tutum benimsemiştir.
Çarlık Rusyasının ve Sovyetler Birliğinin kıt’asal genişlikteki devlet egemenlik sahasının en büyük bölümü Türk tarih ve kültür coğrafyasının hayat alanıdır. Önemli bir bölümü de halen millet varlıklarını sürdürmeyi başaran kardeş Türk toplumlarının yurtlarıdır.
Rusluk Doğu Avrupa’da Altınordu’nun bütünleştirdiği Türklük sahasını parçalamış, Kıpçak Kırım sahasındaki Türklüğü yok etmiş, İdil-Ural sahasındaki Türklüğü soykırım, sürgün, din ve dil değiştirme zorlamaları ile etnik adalara dönüştürmüş, Kuzey Kafkasya’da soykırım ve kolonizasyonla Türk yoğunluğunu düşürmüş, Türk varlığını büyük ölçüde tükettiği Sibirya’yı, Kuzey Asya’yı kolonizasyonla Rusluğa mal etmiş, Türkistan’ı parçalayıp sömürgeleştirmiştir.
Sovyet sistemi Rusluğun birlik çatısı altındaki milletler ve komşu ülkeler üzerinde yayılma ve sömürme emellerini sona erdirmedi. Aksine genişletti, kuvvetlendirdi, cürretlendirdi.
Ancak Marksist-Leninist ideoloji ile uzun süre başarı ile maskelenen bu durum, ideolojinin inandırıcılığını yitirmesi, bu sistemin üretici olmaması ve önemli derecede kaynak israfına yol açması sebebiyle tıkanmış ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin çözülmesi kaçınılmaz olmuştur.
Bu gün gelinen nokta itibariyle, Rus milletinin gücü, yetenekleri, Rus devletinin önemi ve imkanları küçümsenmemelidir.
Batı Avrupalı üç milletin nüfusu kadar nüfusa sahip, yüksek eğitimli, savaş ve barışta sabırlı, yayılma alanları dışında kalan öz yurdu dahi yarım Avrupa genişliğinde olan bir milletin, bir devletin imkanlarının küçümsenmesi gerçekçi bir tutum olmaz.
Ancak Rusların imkan ve kabiliyetleri mübalağa da edilmemelidir.
Çatısı altında toplanan milletler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve derin güven hissini, gönüllü birliği temin edemeyen, adalet temeline dayanmayan hiçbir siyasi yapının, daha üstün rakip kuvvet merkezleri karşısında sadece polisiye tedbirlerle ayakta tutulabilmesi mümkün değildir.
Yurtları, onurları çalınan, paylaştırılmak istenen milletlerin zorba efendilerine, zulüm imparatorluğunu savunmada munis, itaatli bir yardımcı güç olmayacakları II. Dünya savaşı deneyiyle görülmüştür.
Rus milleti huzur ve güven içinde yaşamak istiyorsa, dünyanın, komşu milletlerinin huzur ve güveni için sürekli tehdit olmayı bırakmalı, genişleme hayallerini terk etmelidir.
Sürekli gardiyanlık nöbetinde bulunmanın, müebbet mahkumluktan çok farklı, çok huzurlu bir hayat sağlamayacağı bilinmelidir.
Yaşanan durum, ortaklaşa kazanılan tecrübeler, tarih ve coğrafyanın mantığı, jeopolitik ve jeostratejik dengeler, Türk ve Rus milletlerinin gerçekçi soğukkanlı davranmalarını, ideolojik, duygusal şartlanmalara kapılmayarak birbirlerinin varlıklarına, bağımsızlıklarına, kültürlerine, onurlarına, meşru hak ve menfaatlerine saygılı bir işbirliği anlayışı geliştirmelerini, dostluk oluşturmalarını elzem kılmaktadır.

Balkanlar ve Türklük

Rumeli Türklüğünün imha ve tehcirle dağıtılışı olayı, insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biri, en korkunç soykırım olayı ve millet tarihimizin en büyük felaketidir.
1877-78’den 1912-13’e geçen 35 yıl içinde Rumeli Türklüğü bütün medeni dünyanın gözleri önünde alenen sürdürülen toplu öldürmeler, cebri göçler, mal ve mülklerinin, topraklarının, geçim araçlarının ellerinden alınması suretiyle açlığa, sefalete mahkum edilerek, mabedleri, meskenleri, mektepleri tahrip edilerek, paylaşılmış yurtlarında hakim çoğunluk olmaktan çıkarılarak, biçare bir tutsak azınlık haline getirilmek istenmiştir.
Rumeli’nin kaybı bir imparatorluğun çözülmesi, dağılması, yenilen bir devletin topraklarının galipler arasında paylaşılması olayı değildir. Din, ırk, medeniyet taassubu ile Hristiyan batı medeniyetine mensup milletlerin ortak iradeleri, zımni tasvipleri, açık teşvikleri, müşterek icraatleri ile bir milletin bir dinin, bir tarihin, bir vatanın imhası olayı yaşanmıştır.
Kurtuluş savaşının ardından, Batı Trakya Türklüğü dışında kalan Yunan yayılma alanındaki Türklerle Anadolu Ortodoks Rumları mübadele edilmiş, Ancak Batı Trakya Türklüğü’nün, Lozan anlaşmasında tarif olunan azınlık hukuku da Yunan hükümetlerince daima ihlal edilmiştir.
Cumhuriyet döneminde Romanya ve Yugoslavya’dan da Türkiye’ye sürekli göçler olmuş. Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımızın, bazı vilayetlerde çoğunluğu teşkil eden köklü bir varlığa sahip olmaları sebebiyle, yurtlarını boşaltmaları uygun bulunmamıştır. Ancak 1950’lerden itibaren Bulgarlar Sovyetlerin arkalaması ile 250 bin Türk’ü mal ve mülklerinden yoksun bırakarak Türkiye’ye sürerler. Kalan Türkler üzerindeki baskılarını da arttırırlar. Bu şiddetli baskılar son yıllara kadar sürmüştür.




Boşnaklar dil farklılığı dışında Müslüman Türk seciye ve kültürünün bütün değerlerini taşıyan kardeş bir millet oluşturmuşlardır. Bosna-Hersek topraklarının paylaşımı konusunda Hırvatlarla Sırplar arasında vuruşma olurken, bu iki grupta Boşnakları tüketme konusunda emel ve eylem birliği içerisinde olmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin  tarihi süreç içinde defaatle tekrarlanmış acı deneyimlere rağmen, Balkanlar’daki Türk-İslam toplumlarının durumları ile ilgili mukadder gelişmeleri önceden görerek, alınması mümkün ve gerekli tedbirleri alamamış olması, üzüntü vericidir. Bulgaristan Türklerinin, Bosna-Hersek Müslümanlarının çektiği acılar uğradıkları kayıplar, ilgi ve tedbir eksikliği sebebiyle bu hadlere erişmiştir.
Türkiye yüksek iktisadi ve sınai güce sahip ileri teknoloji geliştirmiş bir süper güç değildir. Politikasını gerçek gücü ile orantılaması doğaldır. Ancak Atatürk sonrası yönetimlerin uzak görüşlü, uzun vadeli, rasyonel bir siyaset planlamasında ve bunu sebatla uygulamada ve gerektiğinde inisiyatif kullanma hususunda genelde yetersiz kaldıkları belirgindir.

İran’daki Türk Varlığı

Türklüğün İslam dünyasının yönetimini ele almasından itibaren, genelde Türk soylu imparatorluk hanedanları tarafından yönetilen İran’daki Türk varlığı, geniş bir zemini milli yurt kılacak yoğunluk ve çoğunlukta hakim asli unsur olmasına rağmen, Fars dil ve kültürüne öncelik, üstünlük tanıyan bir politika güdülmesi sebebiyle, sonuçta milli kültürel kimliği reddedilen bir siyasi azınlık veya mahkum millet konumuna düşmüştür.
Bir süre Türk toplumlarına karşı acımasız şoven Aryan ırkçı zihniyetle hareket eden Fars yönetimi, Şii mezhebi şialarını da Türk kimliğini unutturma ve silme için de ustalıkla kullanmaktadır.
Türk ve Fars milletleri arasında bin yalı aşan ortak yaşam birbirlerinin varlık ve kimliklerine, hukuklarına, dil ve kültürlerine, hayati menfaatlerine saygıya dayalı, kardeşçe işbirliğine dönüşmelidir.
İran’da hüküm süren Türk hanedanları ve nüfus çoğunluğunu oluşturan Türk boyları hakimiyet dönemlerinde bu sevgi ve saygıyı esirgememişlerdir.
İran Türklüğü Dünya Türklüğünün en bahtsız, öz varlık ve kimliğine en fazla yabancılaştırılan bölümüdür. Bu sebeple İran Türklüğü’de kendi hukukuna sahip çıkmayı bilmelidir.
Türk-Fars dostluk ve işbirliği, barış ve güvenlik alanını genişletecektir.

Kıbrıs

Osmanlı’nın Anadolu’nun doğal bir parçası olan Kıbrıs’ı Anadolu’ya ve bölgeye yabancı bir güçten, Venediklilerden aldığı malumdur.
Bugün birlikte yaşamaları imkansızlaşan iki halkın iki ayrı devlet oluşturduğu Kıbrıs’ın, Yunan ana karasından 800 km, Girit adasından 500 km, Mısır’dan 370 km, Suriye’den 105 km mesafede iken Anadolu kıyısına sadece 70 km mesafede olduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır.
Kıbrıs Adasının değişmeyen coğrafi konumu ile bölgeye yabancı hasım  bir güç veya emperyalist patronuna taşeronluk yapacak bir devlet elinde, Türkiye için ve barış için ciddi bir tehdit oluşturacağı açıktır.
Ada üzerinde hak iddia eden Yunanistan’ın tarihin hiçbir döneminde Kıbrıs’a sahip olmadığı, adanın Yunanca konuşan halkının bir soy birliğini temsil etmediği de sabittir. Doğu Roma imparatorluğu bir Yunan devleti değildi. Ada Yunanistan’ın coğrafyasının doğal bir parçası da değildir.
Türkiye hem dünyaya açılma hemde varlık ve güvenliği için hayati önem taşıyan Kıbrıs’ı varlığına düşman, dostluğu güvensiz ellere bırakamaz.
Türkiye Kıbrıs Türklüğü’nün geçen yüzyılda Mora yarımadasında, Atina’da, Girit’te yaşayan soydaşlarımızın karşılaştığı gibi bir akıbetle karşılaşmalarına rıza gösteremez.
Kıbrıs’ta Türk varlığının bir azınlık olmadığı bilinmelidir. Yüzbinlerce Kıbrıslı Türk’ün cebir ve tehditle Kıbrıs’ı terke zorlandığı unutulmamalıdır
Kurtuluş Savaşında aziz Atatürk’ün taarruz emrinde ilk hedefi Akdeniz olarak belirlediği ve Kıbrıs güvene alınmadan gerçekte bu ilk hedefe ulaşmış sayılamayacağı bir gerçektir.

Doğu Türkistan
İkiyüz yılı aşkın bir sürede mükerrer Çin askeri işgal, talan ve istilalarını büyük acılar çekme, ağır kayıplar verme pahasına da olsa yenilgiye uğratmayı ve her ahvalde milli kültürlerini koruyarak yurtlarının asli sahipleri kalma imkanını bulan Doğu Türkistan Türkleri; Uygurlar, Kazaklar, şimdi öz yurtlarında azınlığa düşme, kesif bir Çinli göçmen kitlesi ile kuşatılıp, bastırılarak eritilme, yok edilme tehlikesine maruz bulunuyor.
Türkler verimsiz topraklara sürülüyor. Evlenme çağına gelenler Çinlilerle evliliğe zorlanıyor. Çinlilerle evlenmeyenlere ağır vergiler konuluyor. Türk kadınları çocuk düşürmeye zorlanıyor. Batının ırkçılığını kınarken sarı ırktan olmayan Uyguru, Kazağı kitle halinde nükleer poligon haline getirdiği bölgede kobay durumuna sokmaktan utanç duymuyor.




Türk varlığının sıklet merkezi bin yıldan beri batıya yönelmiş olmakla beraber, Türk alemi ile Çin alemi arasında komşuluk, tarihin başlangıcından beri sürekliliğini koruyor. Türklük sıklet merkezini tekrar doğuya taşımak, Çin seddinin kuzeyine yayılmak, Büyük okyanusa inmek gibi bir emel ve heves taşımıyor. Çin doğu Türkistan’ı en kısa zamanda sindirip, Batı Türkistan’a girme, Hazar sahillerine inme kaprisine tutulmadıkça, tarihi komşuluğun sürekli barış, dostluk ve işbirliğine dönüşmesine ciddi bir engel gösterilemez. Bu dostluk ve işbirliği için en güven verici, sağlıklı, samimi adım Çin devletinin Doğu Türkistan’a karşı çok cepheli soykırım politikalarına son vermesi, özerkliğin anayasal gereklerine saygı göstermesi olmalıdır.

Türk Dünyasına ilişkin diğer bölgelerde durum

Anadolu’nun güney şeridinde Bayırbucak, Halep, Kerkük gibi önemli bir Türk nüfus varlığı, Arapların acımasız tasarrufuna terk edilmiştir.
Afganistan’ı uzun süre yöneten Türkler bu ülkenin kuzeyinde yoğunluk ve çoğunluğu temsil etmektedir. Afganistan nüfusunun %20’sini Türkler oluşturmaktadır. Afganistan Türkleri millet olarak yaşama güç ve iradelerini, Afgan iç harbi esnasında, cesaret, fedakarlık ve teşkilatçılıklarıyla ortaya koymuşlardır.
Türkiye ile kardeş Türk devletleri arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulmasında Azerbaycan’ın hayati bir önemi bulunmaktadır. Azerbaycan’ın Türkçe konuşan halkına, yaşadıkları coğrafya ve kullandıkları şiveyle bağlantılı ayrı millet kimliği verme garabet ve delaletini kabul edemeyiz. Bizim için Türklük dışında ve Türklüğe yabancı bir Azerbaycan milleti, Azeri milleti yoktur. Büyük Türk Milletinin Azerbaycanı yurt edinen güçlü, feyizli, geçmişi şanlı, geleceği parlak bir kolu olan kardeş Azerbaycan Türkleri vardır.

Değerlendirmeler ve öneriler

Muzaffer Özdağ’ın Türk Dünyasıyla ilgili önerilerini ise çok kısa olarak şu şekilde özetlemek mümkündür.
Saygın yaşama hakkı ancak etkin güçle sağlanır. Hakim medeniyet acize hayat hakkı tanımamakta, merhamet göstermemektedir.
Türklüğün yeni dünya nizamında varlığını koruyabilmesi saygın güce erişmesine bağlıdır.
Özellikle ve öncelikle Türk devlet ve toplumları arasında kültürel, iktisadi ilişki ve işbirliği güçlendirilmelidir.
Türk toplumlarını ortak kültürel kimliğinden ve bilincinden yoksun kılarak birbirlerine yabancılaştırmayı amaçlayan ve bu sonuca yol açan zararlı tertipler, sun’i çitler, kalıplar, manevi sedler gecikmeden açılmalı, kaldırılmalıdır. Türk ülkeleri arasında kara yolu, demir yolu, hava yolu ve iletişim bağları maliyet endişesine kapılmadan süratle gerçekleştirilmelidir.
Türk ülkelerinde nüfus artışı, verimli, faydalı kılacak tedbirler de alınarak teşvik edilmelidir.
Türklük camiasının emperyalist baskı ve tuzakları aşarak, Avrupa Birliği benzeri bir iktisadi, kültürel işbirliği ve dayanışmaya yönelmesi halinde oluşacak, Türk Bloğunun servet ve imkanları yönünden saygın bir güç platformu, barış ve refah alanı oluşturabileceği aşikardır.
Bir büyük ordunun, Mete Han ordusunun yiğit tümenlerinin kol başlarında özel sancak taşımaları gibi, Türk Dünyasındaki Türklük camiasındaki kardeş Türk toplumları özel sancaklarını, bayraklarını onurla taşıyabilir, koruyabilirler. Ancak bu sancakların üstünde hepsinden yüce bir bayrak olarak ortak dil, ortak kültür bayrağı, Türkçe bayrağı olduğu, bu bayrağın parçalanmaması, kaptırılmaması, kaybedilmemesi, daima yücelerde tutulması gerektiği bilinmelidir.
Oğuz atanın öğüdü tutulmalı,, teker teker kırılmamak için oklar, boylar, Türk toplumları, samimi, güçlü bir dayanışma ve birlik içinde bulunmalıdır.
Türkiye ve kardeş Türk ülkeleri, geçmişte yaşadıklarından daha büyük ve çetin bir sınavla karşı karşıya gelebilirler.
Aziz milletimizin şu andaki kalkınma seviyesi, gelişme hızı, toplumun eğitim düzeyi, ortak milli şuurunu ve görüş ufkunu engelleyen sun’i engeller, lider kadroların deneyim noksanlığı, bürokratik ataleti, bu tehlikeleri, çetin sınavları üstün başarı ile aşmaya yeterli bir hazırlık derecesinde bulunmadığımızı gösteriyor.
Bütün milletler için adil barış özlemini duyuyoruz. Türk yurtlarında da barış istiyoruz.
Barışı koruma, birliği, dayanışmayı güçlendirme, bilimi fethetme yönünde atılım elzemdir.
Kurtuluş mucizesini yaratan aziz neslin temsil ettiği üstün milli seciye ve dahi önder Atatürk örnek alınmalı, rehber kılınmalıdır.
Ve nihayetinde Rahmetli Muzaffer Özdağ’ın kendi sözleriyle onun hayal ve ideal dünyasını özetleyerek sözlerimizi bitirelim.

Bizim kızılelmamız,
Bilim, birlik, barıştır.
Alem sevgiyle dolsun.
Sarsılmaz imanıyla,
Tanrı Türk’ü korusun.

M. Özdağ’ın vefaati dış Türkler arasında özellikle de sürekli sahip çıktığı doğu Türkistan Türkleri arasında üzüntü yaratmıştır
Ülkü Devi Muzaffer ÖZDAĞ
Türklük ve Türk Dünyası ile ilgi ve derin bilgileri ile tanınan değerli asker, hukukçu, strateji uzmanı, uzak görüşlü devlet adamı Muzaffer ÖZDAĞ’ı 05/02/2002 günü kaybettik.
Türk Dünyası ve Doğu Türkistan’ın geleceğini dünya perspektifinde ele alan ve tarihin derinliklerinden çıkıp son gününe kadar uyarıcı ve yönlendirici yazıları ile Doğu Türkistan davasına büyük katkıları olan büyüğümüzü rahmetle anıyoruz.

GÖKBAYRAK DERGİSİ olarak tümdava arkadaşlarının başısağolsun...

Muzaffer ÖZDAĞ

1 Mayıs 1933 yılında Kayseri-Pınarbaşı’nda doğan İnkılapçı Asker, Hukukçu ve devlet adamı Muzaffer ÖZDAĞ 1958 yılında Kara Harp Akademisinden mezun oluncaya kadar İlkokuldan başlayarak öğrenim gördüğü her seviyedeki okullardan birincilikle mezun oldu. Bu süreçte 1956 yılında Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olarak Hukuk kariyerini tamamladı. 1960 askeri müdahale saflarında yerini aldı. M.B.K. de üst düzey görevlerini sürdürürken partiler üstü tarafsız yönetim fikrinde ısrarlı olunca, bir grup arkadaşı (14’ler) ile M.B.K’den uzaklaştırıldı. 2 yıl Japonya da Türkiye Büyükelçiliğinde Müşavir olarak çalıştı.
1963 yılında yurda dönen Muzaffer ÖZDAĞ bu defa da MHP saflarında uğraş verdi. 1956 yılında Afyon Milletvekili olarak parlamentoya girdi. MHP Genel Sekreter Yardımcılığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerini üstlendi.
1971 yılında politikadan çekilerek serbest Avukat olarak çalışmaya başladı. Bu süreçte tarih, jeopolitik ve Türk Dünyası konuları üzerine ayrıntılı araştırma ve incelemelerini günümüze kadar sürdürdü. Bu doğrultuda 12’ye yakın tebliğ ve kitapları yayınlamıştır.

Doğu Türkistan Üzerine

Ak başlıklı yalçın zirveleri bulutlarla kucaklaşan, Tanrı Dağları, Altın Dağı, Altaylar...
Gözlere, gönüllere huzur veren sonsuz bir yeşillik. Ufuklara uzanan, zirvelere tırmanan çam ormanları... Mavi göller binbir renkli çiçeklerle bezenmiş yamaçlar, vadiler, zümrüt ovalar, meralar cevahir görünümlü öbek öbek üzüm salkımları taşıyan asmalar... Kevser suları ile Tarım Nehri ... Turfan, Kaşgar, Urumçi.

İtinalı basılmış, nefis fotoğraflarla bezenmiş kitapçığın sahifelerinde göz gezdiriyorum.
“ SİNCİAN’ın Şimdiki Durumu” Bizim güzel Doğu Türkistan’ımız SİNCİAN adı ile 2000 yıllı Çin vilayeti yapılmış!

Çin Halk Cumhuriyeti Türkiye Büyükelçiliğinin hazırlatıp dağıttığı tanıtım broşüründe Doğu Türkistan sayısı 47’ye erişen azınlık milletlerinde yaşadığı Birleşik Çin Ülkesinin kadim bir mülkü olarak gösteriliyor. M.Ö. 60 yılında Batı Bölgesi Askeri Genel Valilik karargahının kurulduğu andan itibaren bölgenin Han Hanedanını (Çin İmparatorluk Hanedanı) ve Çin Milletini mülkiyetine, ebedi egemenliği geçtiği iddia ediliyor.
Dudaklarımda acı bir tebessüm beliriyor. Zihnimde cennet yurtlarında cehennem azabı çekerek varlıklarını korumaya gayret eden Uygur, Kazak kardeşlerimizin elem dolu simaları şekilleniyor.
Tarihi yurdun nükleer atış poligonu olarak kullanılan yörelerinde kitle halinde kobay durumuna sokulan soydaşlarımızdan hayatta kalanların bu korkunç cinayete tanık ve kanıt olan enkaza dönmüş, sakatlanmış simaları, bedenleri ...
Ne Konfüçyüs ahlakı, nede kapitalist sömürüyü, emperyalizmi, ırkçılığı reddeden Marxist Komünizm, proletarya enternasyonalizmi. Çin Halk Cumhuriyetine hakim olan, değişmez bir süreklilikle uygulamada kalan düşünce ve zihniyet, mağrur, zalim, saldırgan Büyük Han şovenizmi. Çin Kültür dairesi dışında kalan, Çinli olmayanı Çin’e katılmayanı barbar sayan, değişik yöntemlerle yok etmeyi veya Çin hayat sahası olarak benimsenen, çevreden uzaklaştırmayı emel edinen politik zihniyet.
Bilge Konfüçyüs ( M.Ö.551-479) “ Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” diyordu.
Yurtlarının sınırını belirlemek ve bu sınırın haksız, izinsiz aşılmasını önlemek için dünyanın insan emeği ile kurulmuş en uzun seddini yükselten Çinliler bu seddi iç avlu duvarı haline koyacak ölçüde Kuzeye ve Batıya taşımış ve komşu milletlerin yurtlarına bir daha çıkmamak niyeti ile girmiş, yayılmış, yerleşmiş bulunuyorlar.
Çinli düşünür Mo-ti (M.Ö. 479-381) adam öldürmeyi, hırsızlığı, gaspı cürüm sayan ahlak ve hukuk sistemlerini, komşu ülkelere zorla girişin, talanı, komşu milletlere karşı toplu kıyımın erdem sayılmasında ki tutarsızlığı vurguluyordu.
Batılı emperyalist güçlerin, Japonya’nın haksız aşağılayıcı işlem ve eylemlerine hedef olmaktan yakınan, Çinlilerin yurtlarını işgal ve ilhak ettikleri tabi kıldıkları milletlere karşı daha acımasız davranışları ibret vericidir.
Mançu Hanedanı, Sun-yat-sen ve Çan-kay-şek, milliyetçi Çin Hükümetleri, Komünist devrim Mao, Çin Halk Cumhuriyeti, Büyük Han şovenizmine, Çinlinin Çin egemenlik alanı içinde kalan Çinli olmayan Milletlere karşı insanlık dışı uygulamalarına bir değişiklik getirmemiştir.
Çin askeri işgal ve sömürü ile yetinmiyor. Askeri işgalle denetimine aldığı ülkelerin halkını soykırıma tabi tutarak, göçe zorlayarak, dağıtarak Çinli kolonisazyon kitlelerinin baskısı ile asimilasyona tabi tutarak eritmeye, tüketmeye uğraşırken, kültür mirasını da yok ederek insanlığın hafızasında, tarihten silmeye çalışıyor.
Çin Halk Cumhuriyeti Büyük Elçiliğinin- “SİNCİAN’IN Şimdiki Durumu” adlı tanıtım- propaganda kitapçığı bu tutuma tipik bir örnek oluşturuyor.
Kitapçıkta Uzakdoğu ve Orta Asya Türk tarihinin 2000 yılı aşan bir bölümü ilmi ciddiyet ve politik incelikle bağdaşmayan hoyratlıkla insanlığın hafızasında silinmek istenmiş.
Tarih şeridi zihnimde hareketleniyor. Oğuz Han, Mete, Çiçi Kürşat, Bilge Kağan, Satuk Buğra Han, Kaşgarlı Mahmut, Cengiz Han, Kubilay Han, Emir Timur, Mehmet Yakup Han, Hoca Niyaz, Ali Han Töre, Mehmet Emin Buğra, Osman Batur, İsa Yusuf Alptekin ve Türk yurdunun Doğu kanadındaki doğal felaket 240 yıldan beri kırım ve elem yaratan Sarı Humma...
Doğu Türkistan’ı Çin toprağı saymanın Doğu Türkistan üzerindeki Çin egemenliği devresini M.Ö. 60 yılında yapılmış bir akınla başlatmanın hiçbir sosyolojik, hukuki, siyasi tutarlılığı bulunmamaktadır. Böyle bir mantık Çin’i defaatle fetih ve istila ederek yüzyıllarca yöneten, Hanedanlar çıkaran milletleri Çin’in tümünün yasal sahipleri saymak kadar ciddiyetsiz olur.
Tarihi Türk Anayurdunun Doğu kanadı anlamında Doğu Türkistan gerçekte Çin Seddinin inşasından 2000 yıl öncesinden başlayarak M.S. 11. y.y. kadar Çin Seddinin kuzeyindeki alanları kapsamıştır. Büyük Hun ve Göktürk İmparatorluğunun Doğu kanatları ve Başkentleri Çin Seddinin kuzeyinde bugün Moğolistan ve Mançurya yı içine alan alanda bulunmuştur. Uygur ve Kırgız Türklerini ilk yurtları da Hun ve Göktürk yurdunun Doğu kanadı içindedir.
Çin Seddinin inşaatı M.Ö. 3.y.y. son çeyreğinde ikmal edilmiştir.
Türk-Çin ilişkileri tarihi M.S.11.y.y. kadar uzanan bölümü Türklüğün önemli bir kitlesinin doğudaki tarihi yurtları zorlayarak batıya doğru göçmesi yurtlarında kalanların bir bölümünün Moğol camiasına katılması, bir bölümünün de Çin kitleleri içine dağılıp erimesi ile kapanmıştır. Türk ve Moğol camialarının Göktürk Hanedanlarından inen bir prens olan Cengiz Han (1167-1227) ve sülalesi yönetiminde birleşmesi Çin’in tamamına Asya’nın en büyük bölümüne, doğu ve orta Avrupa’ya egemen olması Çin üzerindeki egemenliğin Kubilay Hanedanı ile 1368 tarihine kadar sürmesi Türk varlık ve kültürünün kadım yurtta yeniden kök salmasını sağlamayı, Çinliliğinin kuzeye ve batıya doğru taşımasına kesin şekilde engellemeye yetmemiştir. Kubilay Hanedanı (Çin Yu an sülalesi) giderek Çinlileşerek Çin tarihinin bir devresini oluşturmuş. Moğol yurduda Çin’in bir parçası haline gelmiştir. Çin yayılma ve taşma için özümlediği fatihlerinden yararlanmayı da başarmıştır.
Çin’in Doğu Türkistan’ı istilası yakın çağ dönemine giren bir hadisedir. Doğu Türkistan karşı süreklilik kazanan ilgi askeri taciz ve tasallut mükerrer istila girişimleri soykırım ve kolonizasyon deneyimleri 1757-60 yılında yapılan birinci istila seferi ile başlamıştır.
Güçlü milli direniş ve başarılı milli kurtuluş hareketleri ile karşılaşan Çinliler 1876 tarihinde Rusya’nın da desteği ile başarıya ulaşan ikinci istiladan sonra 1882 yılında Doğu Türkistan’ı “SİNCİAN= yeni kazanılmış toprak” adıyla 19’cü vilayet olarak Çin’e ilhak etmiştir.

Doğu Türkistan’da Türk varlığını topyekün imhası, tarih ve coğrafyadan silinmesi emeline yönelik radikal uygulama Büyük Han şovenizminin Marksist Öğreti ile yeni bir dopinge girip Çin Komünist partisi yönetimde icra ettiği beşinci istila ile başlıyor. Bu dönemde Doğu Türkistan Türkleri öz yurtlarında parya durumuna düşürülüyor. Kültür varlıkları tahrip ediliyor. Aydınları sistemli olarak imha ediliyor. Çoğalmaları önleniyor. Mülkleri, üretim araçları elinden alınıyor. Mülkleri Çin’in her tarafından sürekli yollanan Çinli kolenizatörlere veriliyor.
Türkler (Uygurlar, Kazaklar) verimsiz topraklara sürülüyor.
Evlenme çağına girenler Çinlilerle evlenmeye zorlanıyor. Çinlilerle evlenmeyenlere ağır vergiler konuyor. Türk kadınları çocuk düşürmeye zorlanıyor. Kızıl Çin yönetimi Türkleri özyurtlarında azınlık durumuna indirmeye, yeni kazanılmış toprağın Çinliler nüfus çoğunluğunu oluşturduğu değişik azınlık ulusların mozayikini barındıran Türk Kültür, varlık ve kimliğinden soyutlanmış sıradan bir Çin vilayetine dönüştürmeye çalışıyor. Bu yönde hayli mesafe almış bulunuyor.
Çin, Konfüçyüs’ün öğüdünü dinlemiyor. Emekçi halkların proletaryanın kardeşliğine, Marksist öğretiye değer vermiyor.
Batının ırkçılığını kınarken, Sarı ırktan olmayan Uygur’u, Kazağı kitle halinde nükleer
poligon haline getirdiği bölgede kobay durumuna sokmaktan utanç duymuyor.

Çin halkını afyonla uyuşturmak, soymak için zorbalık yapan batılı sömürgecilere karşı savaş veren Çin yönetimini aynı zaman kuşağında Doğu Türkistan halkını aynı yöntemle köleleştirmeye çalışması düşündürücüdür.
Sıklet merkezi batıya kayan Türk alemi yaklaşık bin yıldan beri Çin’e karşı sürekli savunma halindedir ve Çin’e yönelik bir tehdit olmaktan uzaktır. Çin ise sadece Doğu Türkistan ve komşu Türk devletleri için değil bütün Asya ve bütün Dünya için tehdit olma istidadı taşıyor.
Türk varlığının sıklet merkezi bin yıldan beri Batıya yönelmiş olmakla beraber Türk Alemi ile Çin Alemi arasında komşuluk tarihin başlangıcından beri sürekliliğini koruyor. Türklük sıklet merkezini tekrar doğuya taşımak Çin Seddinin kuzeyine yayılmak Büyük Okyanusa inmek gibi bir emel ve heves taşımıyor. Çin Doğu Türkistan’ı en kısa zamanda sindirip özümleyip Batı Türkistan’a girmeye Hazar sahillerine inme kaprisine tutulmadıkça tarihi komşuluğun sürekli barış dostluk ve işbirliğine dönüşmesine ciddi bir engel gösterilemez. Bu dostluk ve işbirliği için en güven verici sağlıklı samimi adım Çin Halk Cumhuriyetinin Doğu Türkistan’a karşı çok cepheli soykırım politikalarına son vermesi, özerkliğin anayasal gereklerine saygı göstermesi olabilir. Türklüğün en samimi emeli milletler arası işbirliği ve dünya barışı olmaya devam edecektir. 


Mekanı cennet olsun,Allah rahmetini esirgemesin.

       




..