26 Kasım 2017 Pazar

Gülen ve Gulâm ya da FETÖ ve Kâdiyânîlik Benzerlikleri,


Gülen ve Gulâm ya da FETÖ ve Kâdiyânîlik Benzerlikleri,


Fethullah Gülen, Haçlıların işgalinin kötü bir şey olmadığını söyledi. Haçlılara övgüler dizen terörist başı Fetullah Gülen, Haçlı işgalinin kötü bir şey olmadığını, Haçlıların kadınlara ve kızlara ilişmeyeceğini iddia etti. Kadıyanılığın kurucusu Mırza Gulam Ahmet, İngilizler, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Onlara itaat lâzımdır. İslâm dünyâsını ancak İngilizler kurtarabilir. Müslümanlıkda cihâd vardır. Fakat, top ile, kılıç ile değil, nasihat ile, irşâd iledir. Kan dökmek, can yakmak yoktur, soğuk harb vardır.” demişti.Gülencilik ve Kadiyanilık Haçlıların hizmetinde İslam içerisine sokulan sapkın fırkalardır.Gülen ABD’nin yeşil kuşak projesine Gulam Mırza Ahmet İngiliz sömürgeciliğinin Pakistanda işbirlikçisiydi. 
Fetullahcı Terör Örgütü 15 Temmuz 2016 tarihli darbe teşebbüsüne kadar çok farklı isimlerle anılmış, kimi zaman dinî bir cemaat, kimi zaman da eğitim odaklı bir hizmet hareketi olarak tanımlanmıştır. Söz konusu tarihten sonra ise hem devlet hem millet nezdinde “terör örgütü” tanımlaması sübut bulmuştur. Diğer taraftan, Fetullah Gülen adlı terörist başının sözde vaaz türü konuşmalarında ve yazılarında her şeyden çok dinî referanslara başvurması sebebiyle FETÖ’nün dinî düşünce yapısı ve paradigması hakkında da çok çeşitli değerlendirmelerde bulunulmuştur.  

  Bu konuyla ilgili en isabetli değerlendirmelerden biri, FETÖ’nün farklı dinî hareketler, ekoller, gruplar ve tarikatlara ait unsurların birbiriyle harmanlanıp bağdaştırıldığı senkretik ve melez bir teolojiye sahip olduğudur. Zira gerek dinî referans sistemi gerek örgüt hiyerarşisi itibariyle FETÖ İslam mezhepler tarihinde Haşîşiyye, Fidâviyye ve Melâhide gibi sıfatlarla anılan Nizârî İsmâiliîlik’ten, Hıristiyan gelenekteki Opus Dei ve Cizvitler gibi tarikatlara özgü birçok özelliği kendine uyarlamış bir organizasyondur.FETÖ, 19. yüzyılın sonlarında Mirza Gulâm Ahmed (ö. 1908) tarafından Hindistan’ın Kâdiyân şehrinde kurulan ve Kâdiyânilik diye anılan siyasî ve dinî karakterli bir hareketle de birçok yönüyle benzeşir niteliktedir. Gulâm Ahmed kurduğu hareketi Hz. Peygamber’in ismine işaret etmek üzere Ahmediyye diye isimlendirmiştir. Bu sebeple hareketin mensupları ile Batılılar Ahmediyye ismini kullanmayı yeğlerken, Sünnî Müslümanlar bu ismin Gulâm Ahmed’e delalet ettiğini ileri sürerek Kâdiyânîyye ismini kullanmayı tercih etmişlerdir.  14. asrın müceddidi (!)Gulâm Ahmed, Hindistan’da Pencap eyaletinin Gurdâspûr bölgesinde küçük bir kasaba olan Kâdiyân’da 1835, 1839 veya 1840 yılında doğdu. Küçük yaşlardan itibaren Kur’an-ı Kerim, Arapça ve Farsça tedrisatına başlayan Gulâm, mantık ve felsefe derslerinin yanı sıra babasından da hekimlikle ilgili bilgiler öğrendi; ardından babası tarafından 1864’te Siyalkût’a gönderildi. Siyalkût’ta Hıristiyan misyonerlerle kurduğu temas sayesinde Hıristiyanlık hakkında da bilgi sahibi olan Gulâm daha sonra babasının isteği üzerine 1868’de Kâdiyân’a döndü. Memleketine döndükten sonra inzivaya çekilip Kur’an, tefsir, hadis alanında ve diğer dinlerle ilgili çalışmalara başladı. 

  Bu dönemde ilâhî vahye mazhar olduğu iddiasında bulundu.1885’de kendisinin hicrî 14. asrın müceddidi olduğunu da ilan eden Gulâm, 1888’de Allah’ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini belirtti. Nihayet 1891 yılında mazhar olduğu vahye(!) istinaden Hz. İsa’nın diğer peygamberler gibi tabii bir ölümle öldüğünü, kendisinin Muntazar Mehdi ve Mesih olduğunu iddia etti.Kâdiyânîlik zaman içerisinde Kâdiyân Ahmedîleri ve Lahor Ahmedîleri olmak üzere iki kola ayrıldı. Hareketin Mirza Beşîrüddin Mahmud Ahmed önderliğindeki Kâdiyân kolu Gulâm Ahmed’in gerçek anlamda nebî olduğu iddiasından hareketle buna inanmayanların kâfir olduğunu ileri sürdü. Mevlana Muhammed Ali’nin önderliğindeki Lahor kolu ise Hz. Peygamber’in son nebî/rasul olduğunu, ondan sonra gerek hakikî gerek mecazî anlamda hiçbir nebînin gelmeyeceğini ifadeyle Gulâm Ahmed’in gerçekte bir müceddit ve mehdi olduğunu savundu.Geniş mezheplilikFETÖ elebaşı Gülen de tıpkı Gulâm Ahmed gibi hareket mensuplarınca kültleştirilmiş bir kişiliktir. Buna göre Gülen mutlak hakikati temsil ettiği iddiasıyla modern çağın aydınlatıcısı olduğuna inanılan, olağanüstü güçlere sahip olduğu savlanan ve hepsinden öte kâinat imamı gibi sıfatlarla ilahi kurtarıcı (mehdi-mesih) olarak algılanan bir şahsiyettir. Gülen Allah’la konuşmak, rüya yoluyla Hz. Peygamber’le istişarede bulunmak gibi hezeyanlarla kendisine ilişkin bütün bu vehimleri pekiştirmekte ve bu sayede hareket mensupları arasında itaat ve sadakat duygusunu perçinlemektedir.FETÖ ile Kâdiyânilik arasındaki bir diğer benzerlik, her iki hareketin de kelam ve fıkıh alanında sözde Ehl-i Sünnet’e sadakat söylemine sahip olmasıdır. Kâdîyânîk Gulâm Ahmed’le ilgili nübüvvet iddiası, kılıçla cihadın reddedilmesi ve Gulâm’a inanmayanların kâfir sayılması gibi heretik görüşler hariç, Allah, ahiret, kader gibi konularda Ehl-i Sünnet itikadını benimsediği iddiasındadır. Hatta kendi ifadeleriyle Kâdiyânîler Rasûlullah’a gönülden bağlı, İslâmî emirlerin tamamına riayet eden Sünnî Müslümanlardır. Gülen ve FETÖ mensupları da söylem düzeyinde Ehl-i Sünnet anlayışına sadakat iddiasındadır. FETÖ’nün Sızıntı ve Yeni Ümit gibi dinî içerikli dergilerine göz atıldığında, dinî meselelerde geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışına bağlılığı esas alan bir yayın politikasına sahip olduğu sonucuna ulaşılır. Buna mukabil dinlerarası diyalog gibi konular söz konusu olduğunda, Ehl-i Sünnet şöyle dursun, Mutezile ve Şia gibi fırkaların itikadi sistemlerinde dahi kabul görmeyecek bir geniş mezheplilikle karşılaşılır. Bu durum, FETÖ’nün sosyal ve siyasal şartların değişmesine bağlı olarak kendini yeniden yapılandırıp yeniden tanımlaması ve yeni fırsatlar oluştukça hiçbir fırsatı kaçırmaması gibi karakteristik bir özelliğe sahip olmasıyla açıklanabilir.

Kâdiyânîlik Hint alt kıtasındaki işgalci İngiliz hükümetine sadakat politikasıyla tanınan bir harekettir. 

Nitekim Gulâm Ahmed, İngilizlere bağlılığını dile getirip adalet ve iyilik yıldızı olarak gördüğü kraliçenin duacısı olduğunu açıklayan iki eser telif etmiştir. Buna benzer şekilde Gülen de 1998 yılında Papa II. Jean Paul’e sunduğu mektupta,    “ Papa VI. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. ” demiş, ayrıca 1990’lı yıllarda Nevval Sevindi’ye verdiği bir röportajda Amerika Birleşik Devletleri hakkında şunları söylemiştir: “ Eğer gönüllü kuruluşlar küresel birleşimi sağlamak maksadıyla dünyanın değişik yerlerinde okul açıyorlarsa, bu kuruluşların ABD ile çatışma içinde olması halinde bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmayacaktır. ABD hala dünya Liderliğini elinde tutan ülkedir.” Kâdiyânîlik ile FETÖ arasındaki bir diğer önemli benzerlik cihad anlayışında kendini gösterir. Kâdiyâniliğe göre Gulâm Ahmed hem Hz. Muhammed’in hem İsa’nın ruhunu taşıdığı için barışçıdır: Cihadını kılıçla değil tebliğle yaparak İslam’ı yayacaktır. Gülen de 1998 yılında Aksiyon dergisine verdiği bir mülakatta cihadı, “ Kâmil insan düzeyine ulaşma çabası ” ve “ Nefsânî duyguların disiplin altına alınması ” şeklinde tanımlamış, Prophet Mohammad as Commander (Komutan Olarak Hz. Muhammed) adlı eserinde ise “Küçük cihaddan büyük cihada (nefisle cihada) dönüyoruz” şeklinde hadis diye nakledilen ve fakat gerçekte tâbî sözü olan meşhur rivayete de atıfta bulunarak İslâmî hedeflerin ancak İslâmî vasıtalar ve yollarla gerçekleştirileceğini savunmuştur. İşbu yumuşak bakış ve anlayış doğrultusunda ABD’deki 11 Eylül saldırısını derhal kınamış; buna mukabil 15 Temmuz 2016 gecesi gözünü kırpmadan kendi devletine ve milletine darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Tıpkı FETÖ gibi Kâdiyânîler de İngilizlerin Hindistan’da binlerce Müslümanın kanına girmesine seyirci kalmış, hatta belki de ellerini ovuşturmuşlardır.Küresel ölçekli faaliyetlerFETÖ ile Kâdiyânilik arasındaki dikkat çekici benzerliklerden biri de, küresel ölçekli faaliyetler ve yayılmacı politikalarda kendini gösterir. Kâdiyân Ahmedîleri’nin internet üzerindeki yayın organına göre bu hareketin şimdiye kadar yerleştikleri ve merkez kurdukları ülkelerin sayısı 207, dünyadaki merkezlerinin sayısı 1869, şimdiye kadar değişik dillerde yayınladıkları Kur’an-ı Kerîm meallerinin sayısı 69, “Humanity First” adlı acil yardım kuruluşunun resmi olarak kaydedildiği ülkelerin sayısı 23, bütün dünyada insanlığa hizmet amacıyla kurulmuş olan hastanelerinin sayısı 12 ülkede 36; dispanserlerin sayısı 55 ülkede 650; sadece Afrika’da harekete ait matbaalarının bulunduğu ülkelerin sayısı 8; yuva, ilkokul, ortaokul ve liselerini kurdukları ülkelerin sayısı 11 okulların sayısı 505, inşa ettirdikleri cami sayısı 15 binin üzerindedir. Sadece 2006 yılında inşa ettirdikleri cami sayısı 169’dur. Bütün bunların yanında Maneviyat (Müslüman Ahmediye Cemaati Türkçe Dergisi) adlı Türkçe bir dergi de çıkaran hareketin Muslim Television Ahmadiyya International adlı uluslararası TV kanalı da bulunmakta ve kanalın programları muhtelif dillerde izlenebilmektedir.  Bilindiği üzere FETÖ de yurt, dershane, üniversite, süreli yayın, sivil toplum kuruluşları, gazete, televizyon ve finans kuruluşları gibi çok çeşitli faaliyet alanlarıyla 170 ülkeye sızmış bir örgüttür. Gülen’in 1999’da Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşmesi ve hareketin tüm faaliyetlerini buradan sevk ve idare etmesi ile Kâdiyânîliğin de kendi faaliyetlerini daha ziyade Avrupa ve Amerika üzerinden yönetmeleri de iki hareket arasındaki bir diğer müşterek özelliktir.Bütün bu benzerliklere rağmen devlet kurumlarına sızmak, sınav sorusu çalmak, terör örgütleriyle işbirliği yapmak ve darbe girişiminde bulunmak gibi cürümleri dikkate alındığında FETÖ’nün Kâdiyânîliğe nispetle çok daha tehlikeli bir hareket ve örgüt olduğu, dahası şer kariyerleri mukayese edildiğinde Kâdiyâniliğin FETÖ’nün eline su dökemeyeceği rahatlıkla söylenebilir. 
Haçlı Emperyalizmin hizmetkarı Fetöcülük ve Kadiyanilikle İslam dünyasının Mücadele etmesi şarttır.

Pakistan Parlamentosu; 7 Eylül 1974 tarihli kararıyla Kâdıyânîleri, “İslâm dışı azınlık” olarak îlân etmiştir. Pakistan’ın şehîd devlet başkanı Ziyâül-Hak da dış güçlerin maşası olan Kâdiyânîlerle çok mücâdele etmiş, Pakistan’ı karıştırmalarına mâni olmuştur. 

Fetöcülükte Türkiye’de İslam dışı ilan edilmelidir.

http://www.umrandergisi.com/u/umran/pdf/269-1483364250.pdf


***

25 Kasım 2017 Cumartesi

Trajik Dava Boş İddianame,


Trajik Dava Boş İddianame,




ÜMİT ZİLELİ
SÖZCÜ Operasyonu

​Çağlayan Adliyesi'nin 5. Katındaki ağır ceza mahkemesinde dün insanı hem kahkahaya boğacak kadar komik hem de adalet adına vicdan kanatan, “pes” dedirten trajik bir davanın ilk duruşması yapıldı!..
Aslına bakarsanız düğmeye çok anlamlı bir günde, 19 Mayıs'ta basılmıştı. Sözcü Gazetesi'ne yönelik suçlamada gazete sahibi Burak Akbay, “Silahlı terör örgütünü yönetmek” ve “Silahlı terör örgütü propagandası yapmak”suçlamasıyla, muhabir Gökmen Ulu ise “Silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek isteyerek yardım etmek” ile suçlanıyordu!..
Operasyon günü İzmir Bostanlı'daki evinde avukatı Murat Ergün ile sabah saat 06.00'dan akşam 18.00'a kadar polisin gelmesini bekleyen Gökmen, o saatleri yanaşma televizyon ve haber sitelerinde “evi basıldı, gözaltına alındı” haberlerini izleyerek geçirdi!.. Bu haberlere ne Gökmen ne de avukat Ergün şaşırmıştı; yıllar önce Ergenekon-Balyoz-Casusluk- ODATV- Amirallere Suikast davalarından bu tür oyunları gayet iyi öğrenmişlerdi!.. Avukat Ergün, dünkü ilk duruşmada o günle ilgili şu inanılması zor bilgiyi paylaştı:
-Evin önüne askere yollar gibi, düğünde yaptığımız gibi masa kurduk, çay demledik. Akşama dek bekledik. Saat 18.00 civarında “Bu böyle olmayacak, biz Emniyet'e gidelim” deyip arabaya yürümeye başlayınca etrafımızda aniden 30 polis birden beliriverdi. Meğer sabahtan beri yanı başımızdalarmış!..
Peki niçin operasyon yapmak yerine saatlerce kendilerini belli etmeden etrafta mevzilenmişti bu muhterem polisler?.. Avukat Ergün onun da yanıtını verdi:
-Gökmen'in kaçması istendi, kaçmaya teşvik edildi. Gökmen 1922'de yaşasa Sakarya'da Yunan'dan kaçmazdı, bunlardan mı kaçacak. Çünkü o suçsuzdur!..
-Biliyor musunuz Gökmen kaçma şüphesiyle tutuklu bulunuyor!..

İFTİHAR ETTİK

Gökmen Ulu, 166 gündür yattığı Silivri zindanından cezaevi aracıyla getirildiği mahkeme salonunda dimdik bir savunma yaptı. İddianamedeki bomboş iddiaları tek tek çürüttü. Kendisini tanıtırken şöyle dedi:
-Ben Bekir Gökmen Ulu. Yurtsever gazeteci ve Mustafa Kemal'in takipçisiyim…
Gökmen, kendisine yöneltilen suçlama için “akla ve vicdana aykırıdır” diye başladı savunmasına… Çok haklıydı, Düşünebiliyor musunuz “Üst aklın, istihbarat örgütünün desteğinde darbe yapmaya kalkışan çete, başlıca hedefi olan Cumhurbaşkanı'nın nerede olduğunu bilmiyor, bir gazete muhabirinin haberinden öğreniyordu!..” Yani öylesine geri zekalı, o denli de acemiydiler!..
Üstelik böyle de olmadığı Akıncılar Üssü davasında dosyaya giren, F16'lardan çekilen ve kırmızı kalemle işaretlenen Erdoğan'ın kaldığı otel ve oda fotoğrafları daha baştan bu davayı çökertiyordu!..
Tam burada iki yanaşma gazeteden özellikle bahsetmek gerekiyor; 17 Temmuz 2016'da darbeden yalnızca iki gün sonra Sabah ve Takvim gazeteleri son derece bayağı bir algı operasyonuyla “Gökmen'in Cumhurbaşkanı'nın yerini açıkladığı”haberini manşetlerine taşıdı. Ardından bir savcı harekete geçti ve SÖZCÜ operasyonu başladı!..
Halbuki Erdoğan'ın Marmaris tatiline ilişkin ilk haberi darbe girişiminden tam 4 gün önce Doğan Haber Ajansı yapmıştı bile… Bitmedi; Sabah Gazetesi bu alçakça haberin bir ay sonrasında yaptığı algı haberini unutup, F16'lardan çekilen fotoğrafları yayınladı iyi mi!
Bir özdeyişle anlatalım en iyisi:
-Yaptığı yalan haber ayağına dolanmıştı!..
Gökmen, bir kitapçık olarak basılıp o iddianame ile birlikte hukuk fakültesi öğrencilerine dağıtılması gereken savunmasında, SÖZCÜ'nün bütünüyle hedefe oturtulduğu bu dava için hiç unutulmaması gereken şu iki sözcüğü tarihe adeta kazıdı:
-Yapılanlar zulümdür!..
Bizler, duruşmayı izleyen gazeteciler, Gökmen Ulu ile aynı gazetede çalıştığımız için bir kez daha gurur duyduk.
-Türkiye'yi ne pahasına olursa olsun aydınlatmayı görev bilen bir gazetenin çalışanları olarak iftihar ettik!..

“ ŞAKLABAN ”

Yandaş basının “amiral gemisi” Sabah Gazetesi'nin yanaşmalarından biri geçenlerde bir yazı yazdı. Başlığı şöyle:
-Çakma gaziler!

Milli bayramlarda korteje katılan “malul gazilere” verip veriştirmiş. Hatta espri bile yapmış “Benim dedelerimden biri de büyük bir ihtimalle Viyana kuşatmasına katılmıştı, yeniçeri kılığına mı gireyim?” demiş. Sonra da şu müthiş düşüncesini paylaşmış:
-15 Temmuz gazileri törenlerde kılık değiştirmediler, kendilerine “şekil” yapmadılar. Çünkü şaklaban değillerdir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dün grup toplantısında bu zavallıyla ilgili şöyle konuştu:
-Havuz medyasında bir köşe yazarı, gazilere “şaklaban” diyecek kadar aklını yitirmiş. Asıl kendisi şaklaban. Daha ağırını kullanacağım ama size karşı ayıp olur diye kullanmıyorum…
Kemal Bey, kendinizi yormayın, bu tür “yanaşmalar” kendilerine söylenenleri “paye” olarak algılarlar, efendilerine dönüp yılışmayı da marifet sayarlar…

-Bırakın tıynetini sergilesin!..


***

DİKKAT ! KIRILACAK ÜLKE

DİKKAT!  KIRILACAK ÜLKE


MURAT MURATOĞLU 

​Dediler ki; “Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olacak!”Demekle olsaydı şimdiden uzay gemimiz vardı. Yerli uçağımız havalardaydı. Seçim öncesi posterlerde öyle yazılıydı. O uçak hâlâ yere inemedi. Türkiye büyüklerin listesine hiç giremedi.
Boş durmadık tabii… 
Şangay Beşlisi'ne girecektik, bir baktık kırılgan beşliyegirmişiz. Esasen ülke kaybedenler kulübünden hiç çıkmadı ki!

* * *
Liste sürekli değişiyor, Türkiye adeta ev sahibi… Listenin gediklisi… Kırıklarını aldıramadık şu ekonominin. Çıkardık astık portmantoya… Vergi, zam aydan aya…
Daha önce açıklanan listede yer alan Brezilya çıkmış. Hindistan çıkmış. Endonezya çıkmış. Güney Afrika bile çıkmış. Türkiye sınıfta kalmış! Yeni sınıf arkadaşlarımız Arjantin, Pakistan, Mısır ve Katar…

* * *
Bu beş ülke büyük cari işlemler açıkları, ulusal yatırımları karşılamak için yetersiz tasarruf oranı, yetersiz döviz rezervi sebebiyle listede… Demirbaşı olmuş bir kere…
Ekonomi çok iyi diyorlar, adamlar bizi Pakistan ile aynı listeye koyuyorlar. Görün işte ekonomimiz hakkında yabancılar ne düşünüyorlar!

* * *
Hepsi kumpas tabii… Sonuçta ekonominin kırılgan olup olmadığının cevabını sandıkta halk vermeyecek mi? Ekonomi kırılgan olsa mega projeler yapılabilir mi? Yapılanların saha parasını ödemedik ama senet yaptık. Vadesi 25 yıla, kim öle, kim kala…
O kadar da ekonomimiz coşmuş dedik, acayip büyüyoruz dedik, demek elin yabancısına yediremedik!

* * *
Ekonomi yönetimi “suç bende değil” mesajı vermekten başka ne yaptı? Yedi, içti, tüketti, bağırdı, çağırdı, suçladı… Türkiye'yi borç batağına sapladı. Hatta bunu bankalar vasıtasıyla toplumun bütün bireylerine yaydı.
Sonuçta ne oldu? Her sene en az 170 milyar dolar vadesi gelen dış borç yenilemesi ve 40 milyar dolar cari açık finansmanı ile göbeğimizden dış sermayeye bağlı hale geldik. Kredi kartı limitini bitirdik… Minimumu ödeyerek idare etmeye çalışıyoruz.

* * *
Bakın, Merkez Bankası dövize müdahale etti, dolar bana mısın demedi… Hem de gösterge faizler, yüzde 13.50'deyken oldu bunlar. Hani faizler düşecekti?
Daha da ürkütürsen verdiğin faize bile bakmaz tam kaçarlar. Zamanla yalnızlık başlar. İşte o zaman hem yükselen dolar hem yüksek faiz ile baş başa kalırsın. Onurlu yalnızlık deyip başından savarsın. Yine bu milleti inandırırsın!

***

Vahdettin Dosyasi

 Vahdettin Dosyasi


Sinan MEYDAN : Vahdettin Dosyasi (6): İngiliz Ajanı Gibi Çalışan Bir Padişah: Vahdettin

3 Mayıs 2012


Başlığı okuyup, "Abarttığımı" zannetmeyin lütfen; çünkü İngiliz arşivlerinde bulunan ve Salahi Sonyel’in yayınladığı bir belge, Padişah Vahdettin’in İngiliz ajanı gibi çalıştığını gözler önüne sermektedir.
Atatürk, Batı kamuoyunu Türk Milli Mücadelesi konusunda aydınlatmak için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir kurulu Londra’ya göndermeye karar vermiştir. Yusuf Kemal Bey Londra’ya gitmeden önce İstanbul’a uğrayıp Padişahla da görüşecektir.
23 Şubat 1922’de Padişah Vahdettin’in huzuruna çıkan Yusuf Kemal Bey’in anlattıklarını dinleyen padişah, ona karşılık bile vermemiş, söylediklerini dikkate almamıştır. Padişah, Ahmet İzzet Paşa ve Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki kendi heyetini Londra’ya göndermeye karar vermiştir.
İngilizlere yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin, ajanlarını harekete geçirerek Yusuf Kemal Bey’in katibi Kemâl’in evinde bulunan valizi, katibin yokluğunda açtırarak içindeki gizli belgelerin fotoğraflarını çektirmiş ve bir mabeyincisiyle suretle İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’a göndermiştir.
Padişah Vahdettin’in, ajanına çaledecek olan Yusuf Kemal Bey’e verdiği gizli talimatlar vardır. Söz konusu belgelerinin en önemlileri, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın Yusuf Kemal Bey’e gönderdiği bir mektup, Yusuf Kemal Bey kuruluna rehber olması için hazırlanmış yönergeler ve Asya’daki İslam devletleriyle yapılmış olan antlaşmalardır.
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Vahdettin’in kendisine verdiği bu belgeleri, 7 Mart 1922’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na göndermiştir.
Belgeler, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nı çok sevindirmiş, Bakanlık yetkililerinden Francis Osborne bu belgelerle ilgili olarak 14 Mart’ta şu notu yazmıştır:
"Padişah, Yusuf Kemal’in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bize göndermekle (İstanbul’la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi biçimde gösteriyor.."
Salahi Sonyel’in dediği gibi, "Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bunları gerçekten çaldırarak Türkiye’yi işgalinde tutan düşman bir ulusun diplomatik temsilcisine gönderdiyse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çalışmalarına ihanet etmekle suçlanabilir."
İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, söz konusu belgeleri Padişah Vahdettin’in, Yusuf Kemal Bey’in çantasından çaldırtıp kendilerine verdiğini söylediklerine ve bu belgeleri açıkladıklarına göre, her şey çok net bir şekilde ortada değil midir?
Türkiye’nin, varını yoğunu ortaya koyarak Atatürk’ün önderliğinde düşmanı vatandan atmanın hesaplarını yaptığı günlerde, Padişah Vahdettin’in, Atatürk’ün Londra’ya gönderdiği Türk heyetindeki "ulusal sırlar içeren" gizli belgeleri çaldırıp işgalci düşman İngilizlere vermesinin anlamı, tek kelimeyle, "hainliktir".
İşte size Necip Fazıl’ın deyimiyle, "büyük vatan dostu Vahdettin!.."

Bir millet var koyun sürüsü

Vahdettin’e işgal yıllarında birçok kere bağımsızlık için harekete geçmesi yönünde teklifler yapılmıştır; ama o bu teklifleri hep reddetmiştir.
Örneğin, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden sonra Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi ve Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca’dan oluşan bir heyet, Vahdettin’i ziyaret ederek ülkenin içinde bulunduğu durum konusunda padişahı uyarmak istemişlerdir. Bu görüşme sırasında Padişah Vahdettin’le heyet üyeleri arasında çok ilginç bir diyalog geçmiştir:
Vahdettin: "Ecnebiler, her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz."
Vehbi Hoca, "Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır."
Vahdettin, "Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara’ya girerler."
Abdülaziz Mecdi, "(Sarayın penceresinden gözüken düşman donanmasını göstererek) Bu kafirlerin kudreti şu denizdeki topların menzili içindedir. Millet demir gibidir! Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz! Millet sonuna kadar mücadele edecektir."
Rauf Bey: "Hoca Efendiler, Zat-ı şahanelerine hakikati arz ediyorlar, Padişahım! Millet sınırları içinde bağımsızlığını ve makamınız kurtarmaya azmetti! Millet sizden bir anlaşmaya imza koymamanızı istirham ediyor! Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz mahzur durumda olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur."
Bu sözlere sinirlenen Vahdettin, birden ayağa kalkarak soğuk bir ses tonuyla şöyle demiştir:
"Bir millet var koyun sürüsü… Bir çoban lazım, o da benim!"
Bunlar Vahdettin’in heyete söylediği son sözlerdir. Heyet saraydan çıkarken Vehbi Hoca arkadaşlarına şunları söylemiştir:
"Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır! Allah büyüktür! Bu millet kurtarıcısını bulacaktır! Milleti koyun sürüsü olarak adlandırmak Allah’ın rızasına aykırıdır. Yaşarsak çok şeyler göreceğiz."
Halkı "koyun sürüsü" olarak gören bir padişahın, o halka inanıp, o halkla birlikte vatanın bağımsızlığı için mücadele etmesi beklenebilir mi?

Vahdettin’in Milli Hareket karşıtı beyannamesi

Milli harekete destek olmak şöyle dursun bu hareketi yok etmek için her yolu deneyen Padişah Vahdettin, 20 Eylül 1919 tarihinde yayınladığı bir beyannameyle açıkça Milli harekete karşı olduğunu göstermiş; savaşarak değil, teslim olarak kurtuluşa ulaşılabileceğini belirtmiştir.
Vahdettin’in, Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından dört ay sonra yayınladığı bir beyanname, "Vahdettin, Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatsın diye Anadolu’ya gönderdi!" diyenlerin o "büyük yalanını" da gözler önüne sermektedir. Çünkü beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin’in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten kurnaz Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin’in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."
Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin’in umudu, halkın sessizlik içinde büyük devletlerin "adalet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir.
Vahdettin’in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı olumsuz etkilememesi için harekete geçen Atatürk, bazı tedbirler almıştır. Fakat Atatürk’ün bütün tedbirlerine karşın padişahın beyannamesi bazı yerlere ulaşmıştır.

Karabekir’in hatası

Milli harekete büyük zararlar verebilecek bu beyannamenin yayılmasında Kazım Karabekir Paşa’nın da büyük gayretleri olmuştur. Atatürk’le birlikte milli direniş için yola çıkan Karabekir Paşa’nın sadece dört ay sonraki bu değişimini anlamak olanaksızdır doğrusu! Atatürk, Nutuk’ta, Milli hareket karşıtı bu beyannamenin yurda yayılmasına önayak olan Kazım Karabekir Paşa’yı ağır bir şekilde eleştirmiştir.
Karabekir Paşa, 21 Eylül 1919’da Trabzon Mevki Komutanı’na gönderdiği uzun bir telgrafta Padişah Vahdettin’in Milli hareket karşıtı beyannamesini öve öve bitirememiştir.
İşte Atatürk’ün Nutuk’ta yer verdiği o ibretlik belge:

"Trabzon Mevki Komutanı’na, Şevketli Padişahımız Hazretlerinin ulusuna karşı yayımladıkları kutlu bildirilerin hemen görevlilere ve halka ulaştırılması gereklidir. Böylece şimdiki hain hükümetin melek yüzlü Padişahımız efendimizi ne denli küstahça ve gözü peklikle aldatmakta olduklarını anlayamayanlar kaldıysa hepsi anlasınlar. Ulusu ve ülkesi için kutlu yüreğinin ne denli büyük bir sevgi ve esirgeyicilikle dolu olduğunu gösteren bu bildiride en açık olarak göze çarpan şey, hükümetin haince gidişi üzerine ulusun halifelik katına sunduğu yakınma yazılarının daha Padişaha bildirilmemiş olmasıdır. Çünkü ulusa ve yurda karşı çektikleri hainlik hançerini bilmiş olsalardı, bu hainleri bir dakika bile yerlerinde tutmayacaklarına, kutlu bildirideki yürekten gelen anlatım en büyük tanıktır. Bu hainler bu gerçeği bildikleri için halife efendimizi doğrudan doğruya ulusla karşı karşıya getirmiyorlar. Bunun için ulusa düşen ödev, şanlı Padişaha sonsuz sevgi ve bağlılığını durmadan göstermek ve sunmakla birlikte, bütün ulusun ve ordunun birlik olarak Padişahın söz götürmez haklarını, ulusun ve ülkenin varlığını kurtarmaya çalıştıkları, ama bu hain hükümetin yasal ve gönülden bağlılığı anlatan bu davranışı Padişahımız efendimizden gizledikleri, üstelik büsbütün ters bir biçimde gösterdikleri gerçeğini dün karar verildiği üzere halifelik katına aracısız bildirmektir. Erzurum halkının bu yolda yazacakları telin bir örneği oraya bildirilecektir.
15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir"
Kazım Karabekir Paşa’nın Milli harekete karşı açıkça cephe alınan bu bildiriyi "kutlu bildiri" olarak adlandırması ve bu bildirideki sözüm ona "yürekten anlatımı", Damat Ferit’in, Padişahı aldattığına kanıt olarak göstermesi "inanılacak" değerlendirmeler değildir. Eğer Karabekir Paşa’yı biraz olsun tanımasak, "şaka yapıyor!""dalga geçiyor!" denilecek türeden açıklamalardır bunlar.
Vahdettin’in Milli hareketi yok etmeye yönelik bu beyannamesine övgüler yağdırıp, bir de üstüne üstlük yurda yayılmasını sağlayan Karabekir Paşa’nın kafasının o günlerde çok karışık olduğu anlaşılmaktadır.
Karabekir Paşa’nın o günlerdeki kafa karışıklığını kanıtlayan başka gelişmeler de vardır. Örneğin, Karabekir, o günlerde Temsil Heyeti’nin Sivas’ın batısına geçmemesini ve Kuvayı Milliye’nin dağıtılmasını istemiştir. Maalesef Karabekir Paşa da Atatürk’ün diğer silah arkadaşları gibi Milli hareket sırasında bazen "yalpalamış""zikzaklar çizmiştir". Onun bu "Padişah severliği"devrimler sürecinde de nüksedecektir. Örneğin cumhuriyetin ilanını erken bulmuş, halifeliğin kaldırılmasına ve Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmıştır.
Kazım Karabekir Paşa, Vahdettin’e övgüler yağdırdığı telgrafını şöyle bir eklemeyle Atatürk’e de göndermiştir:
"Bu konuda düşünceleriniz var mı? Bu kutlu bildiri, ulusun padişahına gerçeği bildirmesine yeniden elverişli bir durum yaratmıştır ki, Erzurum halkı hükümetin bütün cinayetlerini sayarak, yeniden padişaha dileklerini bildirecektir. Bunun örneğini ya çekilmek üzere ya da bilgi için sayın kurulunuza sunacağım"
Atatürk’e göre bu beyanname İstanbul Hükümeti’nin durumunu güçlendirdiği gibi halk üzerinde milliyetçilere karşı olumsuz bir etki yaratabilirdi. İşte bu etkiyi en aza indirmek isteyen Atatürk, Padişah Vahdettin’e bir telgraf çekerek, onu bir kere daha Milli hareket konusunda aydınlatmıştır. Atatürk söz konusu telgrafında ısrarla, hala o hain Damat Ferit’in neden görevden alınmadığını sormuştur Vahdettin’e:
Atatürk, "Tarihte şimdiye kadar işlenmiş olan ihanetlerin hiçbirisiyle kıyaslanmayacak bir ihanetle halkı birbirinin aleyhinde kışkırtan ve milleti yabancıların ihtiraslarına feda eden bu kabinenin, milletin istememesine rağmen hala yerinde kalması büyük felaketleri davet etmektedir… Onun için hemen Ferit Paşa kabinesi yerine halkın güvenine layık bir hükümetin kurulmasını bütün millet adına padişahımızdan niyaz ve istirham ederiz." demiştir.
Ancak Padişah Vahdettin kısa bir süre hariç, neredeyse tüm Kurtuluş Savaşı boyunca hain Damat Ferit’i başbakanlıkta tutmuştur.

Vahdettin’in orduyu etkisizleştirme çabaları

Padişah Vahdettin, "İngilizleri memnun etme" politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır. Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta’ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır. İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye’ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki ulusalcı subayları Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.
Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı’na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk’ten ve Temsil Heyeti’nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul’da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır. Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti’dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir’in işgali sonrasında Ege’de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.
Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’ dir. Bu tür "ihanet" ordularının sonuncusu Kuvayı Seferiye adlı ordudur.
Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Örneğin, Vahdettin’in şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir’in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" demiştir.
Ali Kemal de yazılarında sıkça, "Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur" demiştir. Şeyhülislamın, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" şeklindeki demecinden üç ay sonra, Alemdar’da yayımlanan bir yazıda, "Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır" denilmiştir.

İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen "caiz" olduğunu ve Kuvayı Milliye’ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir. Ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk’ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır. Ordu müfettişlikleri kaldırılmış, Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.
İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir. Anadolu’daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul’a çağrılmış, Mustafa Kemal’in "zorla asker topladığı" dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir. Anadolu’ya gönderilen "inceleme kurullarıyla" ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.
28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de, Türk silahlı kuvvetlerini denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir. O günlerde "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

Hıyanet ordusu: Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit’e göre Atatürk’ün önderliğindeki Milli hareket (Kuvayı Milliye) bir "isyan" hareketidir ve bir an önce bastırılması gerekmektedir! İşte bu amaçla18 Nisan 1920’de Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) adlı bir ordu kurularak Anadolu’da düşmanla mücadele eden milliyetçilerin üzerine gönderilmiştir. Sina Aksin bu orduyu, "Ulusal hareketi boğmak üzere Padişahın kurduğu resmi bir ordu" olarak tanımlamıştır.
Mondros Ateşkes Antlaşması’na tamamen aykırı bir şekilde böyle bir ordunun kurulması ve silahlandırılması, bu orduyu kuranların (Padişahın ve Başbakanın) İngilizlerden yardım aldıklarını göstermektedir. Çünkü o sırada İstanbul’daki tüm silah depoları İngilizlerin kontrolündedir. Anadolu’da kardeşin kardeşi öldürmesi anlamına gelen Kuvayı İnzibatiye projesi, böl ve yönet ilkesi doğrultusunda hareket eden İngiltere’nin emperyalist çıkarlarına tamamen uygundur.
Nitekim, "Kuvayı İnzibatiye birliklerinin silahlandırılması için bizzat Damat Ferit, İstanbul’da İngiliz kontrolündeki Maçka silahhanesinden alınmak üzere 600 tüfek, 30.000 piyade fişeği ve 800.000 makineli tüfek cephanesi verilmesi için İngiliz Başkomutanlığı’ndan bir belge almıştır. Bundan başka, Kuvayı İnzibatiye, Sapanca yönünde, 14 Haziran 1920 günü taarruza hazırlanırken bozulup geri atılınca İzmit bölgesindeki 242. İngiliz tugayının tel örgüler ve siperler ile tahkim edilmiş mevzisinden faydalanmıştır." 18 Nisan 1920 tarihlikararnameyle, Kuvayı İnzibatiye’nin nitelikleri, kuruluş amacı ve askerlere verilecek maaşlar belirlenmiştir. Buna göre amaç Kuvayı Milliye’yi yok etmektir! Devletin silahlı gücü olarak tanımlanan Kuvayı İnzibatiye, Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerine bağlı olacaktı. Bazı emekli subayların da katıldığı bu ordu, gönüllülük esasına göre oluşturulmuştu. Tümen olarak kurulan Kuvayı İnzibatiye, üç piyade alayı ve bir topçu taburundan oluşmaktadır. Toplam mevcudu 12.000 kişi olarak düşünülmüştür. Kuvayı İnzibatiye’ye gönüllü olarak yazılan subay ve askerlere çok iyi bir maaş verileceği duyurulmuştur. Erlere 30, çavuşlara 35, başçavuşlara 40, teğmenlere 60, üsteğmenlere 70, yüzbaşılara 80, kıdemli yüzbaşılara 90, tabur komutanlarına 100, alay komutanlarına 150 lira aylık verilecektir. Fakir halk, yüksek maaşlarla bu orduya katılmaya teşvik edilmiştir.
Türk ulusu yokluk ve yoksulluk içinde, vatan ve namus mücadelesi vermeye çalışırken, İstanbul Hükümeti kaynaklarını bu İngiliz destekli derme çatma ordunun haince askeri amaçlarına harcamıştır. Bu kuvvet için 1.250.850 lira ödenek ayrılmıştır.
Kuvayı İnzibatiye’nin en önemli eksikliği "gönüllülük" esasına dayalı "maaşlı" bir ordu olmasıdır. Yani, bu orduya katılanların öncelikli amacı paradır. Durum böyle olunca bir an önce görevlerini yapıp sağ alim geri dönmek istemektedir. Ayrıca kafaları da fena halde karışıktır; çünkü İstanbul İngiliz işgali altındayken onlar kendi kardeşlerine kurşun sıkmak için Anadolu’ya gitmektedirler! Şeyhülislam Dürrizade’nin, Anadolu’daki ulusalcı liderlerin ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu ve onlara karşı savaşırken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını duyuran fetvası bu orduya katılımı artıran en önemli etkenlerden biridir.
Kuvayı İnzibatiye’nin başına Atatürk’ü "isyancı" olarak adlandıran Süleyman Şefik Paşa, Kurmay Başkanlığı’na da Erkânıharp Miralayı Refik (Yaltkaya) getirilmiştir.
Süleyman Şefik Paşa, İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’daki orduları etkisizleştirmek için oluşturduğu kurullardan birinin başkanı olarak 5 Ağustos 1919’da Konya’ya gitmiş, ertesi gün İstanbul’a gönderdiği telgrafta, Anadolu’daki Milli Hareketin zannedildiği kadar güçlü olmadığını eğer kendisi Harbiye Nezareti’ne getirilirse Milli hareketi kısa sürede bitireceğini belirtmiştir. Bunun üzerine Süleyman Şefik Paşa, 14 Ağustos 1919’da da Harbiye Nazırı yapılmıştır. [30] Harbiye Nezareti’ndeki bazı kişilerin Kuvayı Milliye’yi el altından desteklediği yolundaki dedikoduların izini süren Süleyman Şefik Paşa, hemen tavsiye hareketine başlamış; İstanbul Muhafızlığı, Genelkurmay İkinci Balkanlığı ve Harbiye Nezareti Müsteşarlığında değişiklikler yapmıştır. Önce, Milli harekete sıcak bakan Cevat Paşa’yı görevden alarak Hadi Paşa’yı atamıştır.
Daha sonra da Milli hareketin genelkurmaydaki gözü kulağı durumundaki İsmet Paşa’yı genelkurmaydaki bütün görevlerinden almıştır.
Süleyman Şefik Paşa böylece Anadolu’daki komutanları ve Milli hareketi güçsüzleştireceğini düşünmüştür. Göreve geldiği 14 Ağustos 1919’da askeri birliklere, "güvenliği bozanlara karşı mülki makamların istedikleri yardımın hemen yapılmasını" emretmiş ve ordu müfettişlerinin idarecilere talimat verme yetkisini kaldırmıştır. Süleyman Şefik Paşa’nın bütün bu icraatlarını Padişah Vahdettin, 19 Ağustos 1919’da onaylamıştır.
Süleyman Şefik Paşa, askerlere yayınladığı bir beyannamede kanunlara uymalarını ve hiçbir derneğe ya da partiye yaklaşmamalarını bildirmiştir. I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya yazdığı bir emirde ise yurt savunmasına geçen subayları şikayet etmiştir.
Kuvayı İnzibatiye’nin başına getirilen Süleyman Şefik Paşa’ya çok geniş yetkiler verilmiştir.
Kuvayı İnzibatiye adına 54 subay ve 790 er toplanmıştır. Sonradan subay sayısı 94’e yükselmiştir. Yeni katılımlarla er sayısı da 2000’e yaklaşmıştır. Kuvayı İnzibatiye’nin birinci alayı 29 Nisan 1919’da İzmit’e gelerek karargah kurmuştur. İkinci alayı da İzmit limanında demirli Yavuz Zırhlısı’na yerleşmiştir.
Mayıs ayı başında Süleyman Şefik Paşa’nın İzmit’e gelmesi ve diğer alayların da bölgeye ulaşmasıyla hazırlıklar tamamlanmıştır. Ancak bu sırada İzmit’e mutasarrıf olarak atanan Ahmet Anzavur, "bu orduyu destekle…" talimatı alınca, Kuvayı İnzibatiye karargahı olarak kullanılan Yavuz zırhlısına gelmiştir. Süleyman Şefik Paşa’ya, istediği zaman bu ordunun başına geçebileceğini söylemiş olan Anzavur’un gelişi komuta heyetinde şaşkınlık yaratmıştır.
Zaten doğru dürüst bir planı ve programı olmayan Kuvayı İnzibatiye’de liderlik tartışması baş gösterince Süleyman Şefik Paşa komutanlık görevinden istifa ederek İstanbul’a dönmüştür. Onun yerine Kuvayı İnzibatiye’nin başına Suphi Paşa atanmıştır. Bu sırada Kuvayı İnzibatiye Ordu su’nun idaresini eline geçiren Anzavur, 2000 kişilik bir kuvvetle 10 Mayıs’ta Adapazarı’nı, 13 Mayıs’ta Kadırga’yı ele geçirmiş, Bolu-Düzce isyanından da yararlanarak 14 Mayıs’ta Gevye’ye saldırmıştır. Anzavur, bir ara İstanbul’a telgraf çekerek orduya maddi destek sağlanmasını istemiştir.
Anzavur’un amacı Eskişehir yolunu ele geçirip oradan Ankara’ya yürümekti. Aznavur, 17 Mayıs’ta Geyve boğazını ele geçirmek için hareket etmistir. Ancak bölgeyi savunmakla görevli Ali Fuat Paşa’nın hiç beklemediği bir noktadan, İkramiye yönünden saldırıya geçmiştir. Buradaki otuz askere karşın Anzavur’un emrinde 300 süvari vardır. Ali Fuat Paşa, bu durumda o otuz askerle Aznavurla mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Bu sırada ambardan çıkartılarak mevziye yerleştirilen bir makineli tüfeğin başına Ali Fuat Paşa’nın yaveri İdris Çora geçmiş ve asilerin istasyona girmesini yarım saat geciktirmiştir. İki saatten fazla devam eden bu direniş sonunda bir taraftan süvari bölüğü, diğer taraftan yüz kişilik Yüzbaşı Mesut Bey Müfrezesi ve Demirci Efe’nin atlı zeybekleri yetişmiş ve Anzavur’un kontrolündeki Kuvayı İnzibatiye birlikleri geri püskürtülmüştür.
20 Mayıs’ta, Anzavur’u "kutlamak" için İzmit’e gelen Damat Ferit büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. 23 Mayıs’ta harekete geçen Ali Fuat Paşa’nın kuvvetleri, Kuvayı İnzibatiye’nin artıklarını dağıtarak Adapazarı ve Sakarya’yı geri almış, ayrıca 4 top ve 4 makineli tüfek ele geçirmiştir. Bu yenilginin ardından Anzavur’un İstanbul’a dönmesi, askerlerin moral bozukluğu, bazı askerlerin saf değiştirerek ulusalcıların tarafına geçmesi gibi gelişmeler ve bu sırada yapılan diğer saldırılardan da sonuç alınamaması üzerine 25 Haziran 1920’de Kuvayı İnzibatiye Ordusu’na resmen son verilmiştir.
Ali Fuat Paşa, anılarında Kuvai İnzibatiye’yle yapılan çatışmaları bütün detaylarıyla anlatmıştır.
Bu anılar okunduğunda bu hıyanet ordusunun nasıl güçlükle durdurulabildiği, çok daha iyi anlaşılacaktır.
Kuvayı İnzibatiye’nin en büyük "cinayetlerinden" biri, Atatürk’ün emrinde Milli harekete destek olan Yahya Kaptan’ın katledilmesi olmuştur. Yahya Kaptan’ı pusuya düşürerek tutuklayan Kuvayı İnzibatiyeciler, Yahya Kaptan, elleri arkadan bağlı halde su içerken, Kuvayı İnzibatiye ordusunun üsteğmenlerinden Abdurrahman Efendi tarafından kalleşçe arkadan vurulmuştur (8 Ocak 1920). Bu sırada son bir gayretle başını kaldıran Yahya Kaptan’ın son sözü, "Kalleşler!.." olmuştur…

Sinan MEYDAN / 3 Mayıs 2012

Namık KEMAL:

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."
Kaynak

http://www.guncelmeydan.com/pano/vahdettin-dosyasi-sinan-meydan-t33557.htmlhttp://ataturk.org.au/gazete-makaleleri/sinan-meydan/vahdettin-dosyasi/

**

BAK GÜZEL KARDEŞİM.,,,

BAK  GÜZEL KARDEŞİM.,,,



YILMAZ ÖZDİL:
Bak güzel kardeşim…

​Kasvetli adliye koridorunda telefonun tuşlarıyla yazıyorum bu satırları… Belki dumanaltı bir kahve kuytusunda masada görürsün bu gazeteyi, belki bir gecekondunun kırık penceresine rüzgar kessin diye örterler, denk gelir okursun… Bak güzel kardeşim…

Sana gerçekleri söyleyen gazetecilere kızıyorsun.
Sana yalan söyleyen gazetecileri alkışlıyorsun.
Sana son defa gerçeği söyleyeyim…


Bu Medya

yalakaları yavşağın önde gidenidir. Karaktersizlik karakterleridir. Bir zamanlar elini eteğini öptükleri feto'yu saniyesinde sattılar, günü gelince senin asrın liderini haydi haydi satarlar. İnsan satmakta üstlerine yoktur. Ama, gazete satamazlar. Yaptıkları gazeteyi kimse almaz. Benzincilerde bedava dağıtıyorlar, güneşten korunmak için külah yapıp kafana bile takmıyorsun, düşün gari.

Düşün lütfen.

Ömrü boyunca çalışmasa torunlarına yetecek kadar parası olan, üç lisan bilen dünya vatandaşı gençler, gezip tozmak varken, sorumluluk üstleniyor, iş ediniyor, senin iraden çalınmasın diye sandık başlarında nöbet tutuyor… Geleceğe dair hiçbir kişisel endişesi, hiçbir kişisel beklentisi bulunmayan 80 yaşında 90 yaşında yurtseverler, sen daha insanca yaşa diye, bir elinde bayrak, bir elinde baston, 29 Ekim yürüyüşlerine katılıyor… Onların sana hiç ihtiyacı yok ama, senin onlara ne kadar ihtiyacın olduğunun farkında mısın?

Bizim bi avuç olduğumuzu sanıyorsun.


Bak güzel kardeşim… Çoğunluk haklı olsaydı, dünyayı Çinliler yönetirdi. İnşallahla maşallahla olsaydı, iPhone'u Suudiler icat ederdi. Haşemayla yüzülseydi, olimpiyatta kurbağalama madalyan olurdu. Güçlünün dediği olsaydı, Beyaz Saray'a halterci otururdu. Çoğunluk güvenilirse, neden 200 milyonluk Pakistan'a değil de, 8 milyonluk İsviçre'ye götürüyorlar balya balya dolarları? Bana inanmıyorsan, Binali beye sor Malta'nın nüfusunu!

Kasvetli Adliye koridorunda telefonun tuşlarıyla yazıyorum bu satırları… Belki dumanaltı bir kahve kuytusunda masada görürsün bu gazeteyi, belki bir gecekondunun kırık penceresine rüzgar kessin diye örterler, denk gelir okursun… Bizim yargılandığımızı zannediyorsun ama, Sözcü en çok sana lazım kardeşim.


***

NE MUTLU BİZE MERMER SEÇMEYİ BİLEN BİR PARTİ BAŞKANIMIZ VAR

NE MUTLU BİZE MERMER SEÇMEYİ BİLEN BİR PARTİ BAŞKANIMIZ VAR


CAN ATAKLI: 

ACAİP YAZILAR
NE MUTLU BİZE MERMER SEÇMEYİ BİLEN BİR PARTİ BAŞKANIMIZ VAR

Dünyanın her yanında opera binaları var ama biliyorsunuz eğer AKP bir şey yapıyorsa bunun dünyada eşi benzeri yoktur. Nitekim 50 yıl önce yapılmış Atatürk Kültür Merkezi yerine ana binayı korumak koşuluyla dünyanın en büyük, akustiği en mükemmel, enlerin eni bir opera binası inşa edilecek. 700 bin küsur lira harcayarak bu mutlu haberi millete duyuran AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan Türkiye'ye muhteşem bir opera binası kazandırmasının gururunuyaşadığını söyledi. AKP Genel Başkanı yeni opera binasına o kadar önem vermiş ki aynen şunları söyledi; “Zaten mermerlerine varıncaya kadar her şeyleri geldiler sundular, beraberce bakanımla şu uygundur şu değildir vesaire şimdiden bütün hazırlıklarını yaptık. Adım adım takip edeceğiz. Çünkü eğer işimize sahip çıkmazsak bunun sonucunu yakalamak da mümkün değildir. Bu bizim için olmazsa olmaz, adeta bir süreç nasıl ki Harbiye Kongre Merkezi'ni 17 ayda yerin dibine girerek bitirdiysek, inşallah bunu da kısa zamanda bitireceğiz.” Ne mutlu bize ki bir opera binasının mermer seçimini bile kimselere bırakmayıp kendisi yapan, mimarlara yol gösteren bir parti genel başkanımız var. Tabii cumhurbaşkanlığı görevini de üstlenen parti genel başkanımızın asıl fonksiyonunu opera binası hizmete girdikten sonra göreceğimizi sanıyorum. Binanın mermerlerini bile titizlikle seçen Erdoğan muhtemelen halkın dev ekranlardan izleyeceği opera eserlerini de seçecektir. Yeni opera binasının ana salonu 2 bin 500 kişilik olacakmış. Ancak Erdoğan bu sayının halkı üzmemesigerektiğini düşünerek herhalde diyor ki “Ama biz ne yapacağız, dev ekranlarla dışarıdaki halkın da eserleri izlemesini sağlayacağız.” Böylelikle dünyada ilk kez 2500 elit rahat koltuklarında oturup bir opera izlerken operaya asıl düşkün olan halkımız da açık havada çekirdek çitleyerek opera susuzluğunu giderecek.
Erdoğan ahalinin de izleyebilmesi için sevilen opera eserlerini seçecektirmuhtemelen. Örneğin “bu hafta Rossini'nin Saraydan Kız Kaçırma operasını sergileyin” diyebilir. Ya da Mozart'tan Sevil Berberi'ni isteyebilir. Bakmışsınız bir hafta Bizzet'den La Traviata'yı sahneletirken, bir sonraki hafta Verdi'nin Carmen operasını bizzat kendisi de açık havada dev ekrandan izleyebilir.
Şaka bir yana, yeni opera binası mimari ve teknik olarak güzel olabilir. Her ne kadar iç salon bir çadırı andırmakta ve göçebeliğimizin sembolü gibi dursa da İstanbul'a bir opera ve kültür merkezi kazandırılması olumludur. Ancak Erdoğan'ın bir opera binası tanıtımını bile cumhuriyet, devrimler ve aydınlanmacılara yönelik hakaret etme aracı olarak kullanması insanı üzüyor. Kültürle, sanatla alay etmeyi iyi bir şey olarak düşünen Erdoğan'ın sanatçı olarak yanına sadece pop müzik sanatçılarını alması bile yeteri kadar can yakıcıdır.

CANIMI SIKAN ŞEYLER
AKP ZİHNİYETİNDE SANATÇI OLMAYINCA HİÇ YOK ZANNEDİYOR

AKP Genel Başkanı yeni opera binasının “lansmanını” yaparken söylediği bazı sözler çok canımı sıktı. Şöyle dedi Erdoğan “Ülkemizde bir kesim eskiden beri belirli alanları kendi tekelinde görmekte, kimseyi buralara yaklaştırmamaya çalışmaktadır…… Ağızlarını her açtıklarında batılılıktan, modernlikten, çağdaşlıktan söz edenlere soralım bakalım. Dünya çapında hangi eserleri ortaya koyabilmişler? Örneğin dünya çapında bir opera sanatçısı, bir aktör, bir gitarist yetiştirebilmişler mi? nasıl bir uçak, telefon, işletim sistemi ortaya çıkartamamışsak, kültür ve sanat alanında aynı başarısızlığı ne yazık ki yaşadık.” Erdoğan bunu söylerken hangi bilgiye dayanıyor bilmiyorum. Kendisinin hiç ilgisi olmadığı halde operacıları, klasik müzikle uğraşanları, dünya çapındakisanatçılarımızı tanımayabilir ve hatta olmadıklarını da sanabilir. Ama on binlercelira maaşla yanında çalıştırdığı her şeye maydanoz danışmanları bu konuşma yapılmadan önce “sayın genel başkanım bizim dünya çapında çok sanatçımız var, ne var ki bunların hiçbiri bizim zihniyetimizde değil, siz bu nedenle yok sanıyorsunuz” demeli ve bir liste vermeliydiler eline. En azından Erdoğan'ın sanat açısından itibarını korurlardı.

BUNU YAZMAK GEREK
SAYMAYA BAŞLIYORUM BİRİ BENİ DURDURSUN

Erdoğan “dünya çapında operacımız mı var, gitarcımız mı var?” diye sormuş ya sadece ilk anda aklıma gelen sanatçılarımızı art arda yazmaya koyuldum. Ayhan Baran geldi aklıma ilk olarak. Sonra adı Menderes'le de anılan Ayhan Aydan var. Aydın Gün, Hakan Aysev, Suna Korat, Muammer Esi, Ruhi Su, Semiha Berksoy Aydın Gün bir çırpıda hatırladığım isimler. Şu sıralar pop müzik besteleri ile tanıdığımız Ferhat Göçer de operacı. Orkestra şeflerini düşündüm örneğin; Gürer Aykal, Cem Mansur, Rengim Gökmen, Betin Güneş, Hikmet Şimşek pek çok dünya ülkesinde dev orkestralar yönettiler.
Piyanistler deyince şu anda dünyanın bir numarası olarak bilinen Fazıl Say, Güher- Süher Pekinel kardeşler aklıma ilk gelenler oldu. Biraz düşününce Ayşegül Sarıca, Hülya Saydam, İdil Biret, Verda Ün geldi. Gülsin Onay, Haluk Tarcan, Timur Selçuk dünya çapında isimler. Fahir Atakoğlu, Garo Mafyan, Filiz Ali unutulur mu? Gelelim keman sanatçılarına, Suna Kan, Ayla Erduran, Zeynep Işık. Peki Cumhuriyetin ilk yıllarına gidelim. Türk Beşleri'ni bilmemek olur mu?Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Anlar ve Necil Kazım Akses ne güne duruyor.
Daha çok sayarız herhalde. Bu sanatçılardan (yaşananlardan elbette) yeni opera binasının lansmanına! davet edilen bir kişi bile yoktu. Tabii Erdoğan'a o muhteşem lansman gününde destek olan sanatçılar da yok değildi. Onların da isimlerini gördüğüm kadarıyla not ettim; Ajda Pekkan, Orhan Gencebay, Cengiz Kurtoğlu, Reyhan Karaca, Ebru Yaşar, Berdan Mardini, Fatih Ürek, Serkan Çağrı, Ahmet Selçuk İlkan, Polat Yağcı……

Bİ SORALIM BAKALIM
AKILLI FETÖ'CÜ KAÇTI DA KALANI TUZAĞA DÜŞÜREN KİM?

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ı dünkü grup toplantısında dinlerken ağzımaçık kaldı. Erdoğan dedi ki; “Hepsini bilerek yaptınız. Arabanızı sattınız, dairenizi sattınız yatırdınız. Kusura bakmayın. Atı alan Üsküdar'ı geçti. Bunların hepsi biliniyor. Akıllı olanlar Türkiye'yi terk etti, gitti. Aklı yetmeyenler tuzağa düştü.”
Cümlenin neresinden tutayım bilmiyorum. “Hepsini bilerek yaptınız” dediği cemaatçilerin Bank Asya'ya para yatırmaları. Bunun suç olduğunu söylüyor Erdoğan ve “Atı alan Üsküdar'ı geçti” diyerek “yandınız artık” mesajı veriyor galiba. “Akıllı olan kaçtı” derken aslında ne demek istediğini anlayamadım. Yani başına bir iş geleceğini anlayanın yurtdışına kaçması akıllılık mı oluyor? Bu nasıl mantık? Ancak en ibret verici olan ise kalanların “tuzağa düştüğünü” söylemek bana göre. Kalanlar kimin tuzağına düştü acaba? Darbe gecesiyle ilgili kuşkularıdile getirince çok öfkeleniyorlar ama bu tür tanımlamaları kullanmaktan da çekinmiyorlar.

ŞAŞIRDIM

A HABER SAYESİNDE MİLLET BAŞBAKAN'IN ÇOCUKLARININ OFFSHORE ŞİRKETLERİNİ ÖĞRENDİ

Önceki gün tıpkı Wikileaks, Snowden, Panama belgeleri gibi Paradise belgeleri dünya medyasında yayınlanmaya başladı. Bu belgeler içinde biri Başbakan Binali Yıldırım'ı da ilgilendiriyordu. Çünkü bu gizli belgelere göre Başbakan'ın çocuklarının Malta'da kurulmuş offshore (vergisiz ya da çok düşük vergili) şirketleri olduğu ortaya çıktı. Belgeler uluslararası medya anlaşması gereği Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı ilk kez. Onun dışındaki gazeteler ve televizyonlar habere hiç ilgi göstermediler. Nedeni basit tabii. Böyle bir haberi yayınlamaya korktular. Ancak iktidar “Ne kadar saklasak da millet öğreniyor”diyerek olsa gerek yandaş medyaya “bunu bize sorun” talimatı verdi. Başbakan Amerika'ya giderken medyanın karşısına geçti, klasik sözlerden sonra Ahabermuhabiri Başbakan'a çocuklarının Malta'daki şirketlerini sordu. Başbakan Yıldırımönceden hazırlıklı tabii. Yine halka bidon kafalı muamelesi yapar gibi cevaplar verdi. Kendisi denizcilikten geliyormuş milletvekili olunca şirketlerini çocuklarınadevretmiş, onlar devletle hiç iş yapmamışlar, gemicilik dünya çapında bir işmiş, bu nedenle birçok ülkede ofis ya da şube olurmuş, Malta'da şirketlerinin olmasında ne varmış bunlar kendisini yıpratmak için yapılan tezgâhlarmış. Başbakan kendi kitlesine aptal muamelesi yapabilir, ama hepimize birden yapınca ayıp oluyor. Elbette birinin yurtdışında şirketi olmasının ayıp bir tarafı yok. Ancak “vergisiz adalar” olarak bilinen bazı yerlerde şirketler açılmışsa bu farklı. Hiç hilesi hurdası olmasa bile herkes bilir ki o şirketler kendi ülkelerinde vergi vermek istemeyenlerin yani daha çok kazanmak isteyenlerin gittikleri yerlerdir. Başbakan bu ülkede bir kuruş verginin bile hesabını sormak zorunda olan bir makamı işgal ediyor. Kendi çocuklarının göstere göstere vergi kaçırmak için Malta'da şirket açmalarını iyi bir şeymiş gibi anlatamaz.

***