26 Kasım 2017 Pazar

50 Senen Sonra AKP Nasıl Hatırlanacak?


50 Senen Sonra AKP Nasıl Hatırlanacak?

Arslan Bulut

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, herkese durumu yeniden değerlendirmek için çok güzel bir bakış açısı sundu.
Soru şu: “50 yıl sonra nasıl hatırlanacağız?” 
Davutoğlu, “Ben hep, ‘10 yıl, 20 yıl 50 yıl sonra nasıl hatırlanacağız’ diye düşünüyorum. 50 yıl sonra geriye dönüp bakıldığında ne Gezi manipülasyonları ne de 17 Aralık’taki dolaylı darbe operasyonları akla gelecek. 50 yıl sonra iki şey akla gelecek. Birincisi, çözüm süreci. Kardeşliğimizin tekrar dirildiği, bu topraklarda fitne tohumları ekmek isteyenlere karşı Türkü, Kürdü, Arabı, Boşnağı ile her kesimden gelen vatandaşlarımızla omuz omuza verdiğimiz çözüm süreci. İkincisi de 200 yıldır ilk defa Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan dönemde devletimizin borçlarının sıfırlanmış olması” dedi. 
Siyasi sözleri inceleyeceğim de Türkiye’nin bütün borçlarını ödediler mi gerçekten! 500 milyar dolar borç ne olacak peki? 

***
Kabul edelim ki bugün halkın büyük bir kısmının nasıl düşünmesi gerektiğini Tayyip Erdoğan ve arkadaşları belirliyor. Öyle ki vatandaş, “Soyuyorsa beni soyuyor, sana ne” diyebiliyor. Tabii bu durum, aklın ve mantığın tamamen devre dışı bırakıldığının açık bir göstergesi... Artık Tayyip Erdoğan’ın bilmem neresinin kılı olmak isteyenler de var, onu Allah’ın bütün sıfatlarına sahip bir kişi olarak gören milletvekilleri de... Geçenlerde arkadaşım, inşaat mühendisi Mustafa Can anlattı. Yolsuzluk operasyonları sırasında gözaltına alınıp serbest bırakılan bakan çocuklarından Abdullah Oğuz Bayraktar’ı küçüklüğünden beri tanıyormuş. Başlangıçta, AKP ile hiçbir ilgisi olmayan milliyetçi bir gençmiş. Mustafa Can, “Oğuz, baban AKP’den milletvekili ve Bakan ama sen böyle bir çocuk değildin. Bu değişimin sebebi nedir? Ne oldu da AKP’li oldun?” diye sormuş... 
Oğuz, “Ağabey, biz aslında Polat Alemdarcı idik... Kimseye boyun eğmeyen ve yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermeyen bir adam... Tabii bu bir film kahramanıydı ama bizim özlemlerimizi yansıtıyordu. Gerçek hayatta ise Polat Alemdar’ın özelliklerini Tayyip Erdoğan’da bulduk. O da kimseye boyun eğmiyor ve kimseye hesap vermiyor. Babam da AKP’li olunca geçiş kolay oldu” diye cevap vermiş. 

Tabii bu içten sözler de gerçeğin sadece bir yüzünü yansıtıyor. 
Fakat “kimseye hesap vermemek” arzusu ilginç!
Hayrettin Karaman da 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu değerlendirdiği yazısında, “hâkimleri kim denetleyecek?” diye soruyor, “kendileri mi?” diye bir daha soruyor ve “demokrasilerde son söz milletindir” diye hüküm veriyordu. 
Oysa hırsızlığın oylaması olmaz. Hırsızın hırsız olduğu yargı önünde delilleriyle ispatlanırsa, cezayı millet adına hâkimler verir. İslam hukukunda da böyledir. 
Yine önüne geleni öldüren bir film kahramanının kimseye hesap vermemesi özenilecek bir durum değildir. Tayyip Erdoğan’ın kimseye hesap vermemesi, hesap soran savcıları, polisleri görevden alması, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile oynaması, suçlu olmanın telâşı değil midir? 

***
AKP, 50 yıl sonra, milleti etnik kökenlerine göre bölen, “Türk Milleti” anlayışına savaş açarak, milletin adını ortadan kaldırmaya çalışan, engel olarak gördüğü TSK mensuplarını ve aydınları tasfiye etmek için, “devlet içindeki bir çete”nin işlediği Hrant Dink, Papaz Santoro ve misyoner cinayetlerini, onların üzerine yıkan, böylece milli orduya kumpas kuran, Müslüman Kardeşler örgütü ile işbirliği yaparak, Türkiye’yi komşuları ile karşı karşıya getiren ve iktidarı süresince, yandaşlarını zengin eden muhalifleri ezen ve halka devamlı yalan söyleyen bir iktidar olarak anılacaktır.


***

Türkiyede Tarım Hakkında Bilgi

Türkiyede Tarım Hakkında Bilgi


Tarım denince akla tarla bahçe işleri gelir. topraktan ekme dikme yoluyla elde edilen ürünlere tarım ürünleri denir. türkiye arazilerinin 1/3 tarım amaçlı kullanılır. yurdumuzda çalışan nüfuzun yarısına yakını tarımla uğraşır. dolayısıyla tarım ülkemiz için çok önemli bir geçim kaynağıdır.

Uzun yıllar boyunca ihracatımızın % 80′ den çoğunu tarım ürünleri oluşturmuştur. son yıllarda bu oran % 25′in Altına düşmüştür. ama bu azalmanın sebebi sattığımız tarım ürünlerinin azalmış olması değildir. tam tersine tarım ürünleri satışımız da artmış buna karşın sanayi mallarının payı hızla çoğaldığı için Toprak ürünlerinin ikinci plana düşmüştür.

Ülkemiz günümüzde geniş tarım alanları bol çeşitli ürünleri yüksek üretim miktarı ve çalışkan çiftçisi ile bütün dünyada kendi kendini besleyebilen ayrıca dışarıya da ürün satan şanslı ülkelerdendir. dünyada böyle ülkelerin sayısı çok azdır.
Türkiye son yıllarda önemli gelişmeler göstermiş özellikle son 50- 60 yıl içinde ihtiyaç fazlası ürünler yetiştirmiştir. Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllarda
Türkiye kendini besleyemez durumda idi. dışardan Tahıl ekmeklik Un hatta Limon alıyordu. ülkemizde çay muz şeker pancarı yetiştirilmiyordu. ekilen Topraklar azdı. tarım ilkel metotlarla yapılıyordu. suni gübre tarım makineleri kullanılmıyordu. Sulu tarım çok sınırlı idi. verim ve üretim çok düşüktü. ona rağmen halkın % 80 gibi bir kısmı tarımla uğraşıyordu.
Son yıllarda tarım alanları çok genişledi. meselâ 1938′de ekili ve ve dikili alanlar türkiye yüzölçümünün %19′u kadar bir yer kaplıyordu. bu oran günümüzde % 36 olmuştur. bundan başka bağlar bahçeler ve sebze yetiştirilen Topraklarda da büyük artış oldu. bu durum tarımın gelişmesine bir etkendir.
Tarımsal gelişmeyi sağlayan başka sebepler de var. devletin çiftçiye kredi sağlaması satış ve Pazarlama işlerinde faydalı olan büyük kooperatiflerin kurulması devlet çiftçileri yol Su Elektrik konusunda köye götürülen hizmetler bu kalkınmada önemli rol oynamıştır. ayrıca yapılan barajlarda sulu tarım alanlarının genişlemesi sana i gübre ve tarım ilaçlarının kullanılması iyi cins tohumluk dağıtımı da üretimin ve verimin artmasında önemli bir etken olmuştur.
Türkiye’mizin bugün dünyanın önemli tarım ülkeleri arasına girmesinin sebepleri bunlardır. türkiye topraklarından yararlanma oranları
Ülkemizde tarıma elverişli Toprakların tamamından yararlanılmamaktadır. topraklarımızdan yararlanma oranı daha çok iklim ve yer şekilleri özelliklerine bağlıdır. ülkemizde yüksek dağlık kesimler geniş olan dağlar. dik yamaçlar çoktur. buralarda topraktan faydalanma çok kısıtlıdır. buna göre ülkemiz arazisinin % 36′sı orman ve % 60′sı diğer alanlar (yerleşim birimleri tarıma elverişsiz çıplak kayalıklar gibi ) dır.tarımdaki makineleşmenin etkisiyle çayır ve otlakların alanı daralırken tarım alanlarımız genişlemektedir bölge yüzölçümüne göre ekili dikili alanların oranları
1.Marmara bölgesi : % 30
2.iç Anadolu bölgesi : % 27
3.ege bölgesi : % 24
4.g. doğu Anadolu bölgesi : % 20
5.Akdeniz bölgesi : % 18
6.Karadeniz bölgesi : % 16
7.doğu Anadolu bölgesi : % 10
Türkiye’ de tarımı etkileyen faktörler
1) Sulama

Her Bitkinin suya ihtiyacı vardır. toprak bitkisine göre uygun zamanlarda ve yeterince sulanmalıdır. sulanmayınca topraktan yeterli ürün alınamaz.
Türkiye tarımında en büyük sorun sulama sorunudur. tarımda sulama ihtiyacına en fazla olduğu bölgemiz g.doğu
Anadolu bölgesi iken bu sorunun en az olduğu bölgemiz ise Karadeniz bölgesidir. ülkemizde önemli barajlar yapılmıştır.bunların sayısı daha da çoğaltılmalıdır.
sulama sorunu çözüldüğünde;

•Üretim artar.
•Nadas olayı ortadan kalkar.
•Tarımda iklime bağlılık büyük oranda azalır.
•Üretimde süreklilik sağlanır.
•Üretim dalgalanmaları önlenir.
•Yılda birden fazla ürün alınabilir. bu konuda en şanslı bölgemiz Akdeniz en şanssız bölgemiz doğu
Anadolu’ dur.
•Daha fazla sebze tarımı yapılmayan yerde bu artar.
•Tarımda ürün çeşitliliği artar.
•Köyden kente göçler azalır.
2)Gübreleme
Gübreleme eksik olan besin Maddelerini toprağa verme işidir. tarım da sulama sorunu çözüldükten sonra üretimi daha da artırmak için gübre kullanımı arttırılmalıdır. toprak için en faydalısı doğal gübredir. ancak bu yeterli olmadığı için sun’ î gübre kullanılır. ülkemizde üretimi az olduğu için çeşitli ülkelerden gübre ithal ederiz.
3) Tohum ıslahı
Tarımsal üretimde kaliteli tohumun kullanılması çok önemlidir. sulama ve gübre sorunu çözüldükten sonra verimi daha da arttırmak için kaliteli tohum kullanılmalıdır.
Türkiye’de kaliteli tohum üretme konusunda devlet üretme çiftlikleri ve tohum ıslah istasyonları çalışmalar yapmaktadır.
4) Makina kullanımı
Makine kullanımı tarımda ürünü artırmanın önemli unsurlarından biridir. son zamanlarda tarım makineleri hızla çoğalmıştır. buna bağlı olarak da tarım üretimimiz artmıştır.
tarım yurdumuzda gelişebilmesi için ayrıca zirai mücadele yapılmalı toprak bakımı toprak analizi çiftçiyi destekleme gibi unsurlar rol oynar. çiftçi eğitilmeli ve kredi desteği sağlanmalıdır.

Destekleme alımı ve pazar

Çiftçinin elverişsiz piyasa şartlarından olumsuz etkilenmemesi için devlet bazı ürünlerde destekleme alımı yapmaktadır.
Destekleme alımı
Devletin çiftçinin malını belirli bir taban fiyat üzerinden alması olayıdır.destekleme alım yapılan ürünler:pamuk tütün ş. pancarı Buğday çay fındık k. üzüm k. incir k. kayısı haşhaş gibi dayanıklı ve sanayiye dayalı ürünlerdir.destekleme alımı yapılan ürünlerin üretiminde dalgalanmalar az olur ve fiyatı sürekli artar.
Tarım ürünleri
Tahıllar buğday
tahıl ekim alanının %73′ini oluşturur. buğday halkın temel besin maddesi ola Ekmeğin ham maddesi olduğu için ülkemizde çok önemli bir bitkidir. buğday yetime döneminde yağış ister olgunlaşma ve hasat döneminde kuraklık ister. dolayısıyla
Karadeniz’de yetişmez. doğu Anadolu’nun yüksek erlerinde de tarımı yapılmaz. üretimin en fazla olduğu bölgemiz iç
Anadolu %31)dur. il olarak ise Konya Ankara Adana’dır.
Arpa
Buğdaydan sonra tahıllar içinde ikinci sıradır. en fazla hayvan yemi ve biranın ham maddesi olarak kullanılır. en çok iç
Anadolu ve g. doğu Anadolu da ekilir.
Mısır
Sıcak ve nemli iklim bölgelerinin bitkisidir. yaz Bitkisi olduğu için yaz yağışları önemlidir. yağışların yeterli olmadığı yerlerde sulamalı olarak yetişir.
Karadeniz bölgesi halkının temel besin maddesidir. ekim alanları yaygındır. en çok
Akdeniz bölgesi’nde üretimi yapılır.
Pirinç
Çeltik bitkisinden elde edilir. çeltik hem ülkemizde hem de dünyada önemli bir kültür bitkisidir. çeltiğin tarımı su içinde yapılır. en uygun tarım bölgeleri akarsu boylarındaki düzlükler ile sulak ovalardır.Çukurova’nın aşağı kesiminde amik ovası
Meriç deltası çarşamba ve Bafra ovaları çeltik tarımı için uygundur.
Çavdar ve yulaf
Kıraç topraklarda yetişe bilir. Yulaf serin ve nemli bölgelerde de yetişebilir. en fazla üretimi yapıldığı yer iç
Anadolu’dur.baklagiller
Mercimek
Kuraklığa dayanır. en çok g. doğu Anadolu’da yetiştirilir (kırmızı mercimek). ikinci sırada yeşil Mercimek üretimiyle iç
Anadolu’dur.
Fasulye
Sulanabilen her yerde yetişebilir.
Sanayi bitkileri
tütün
Tütün üretiminde Türkiye dünya piyasasında tanınmış bir ülkedir. ihraç ürünlerimiz arasındadır. her bölgede yetiştirilebilir. ancak üretimi devlet tarafından sınırlandırılmıştır. üretim sırası 1.ege bölgesi (Manisa
İzmir aydın Muğla denizli uşak çevresi); 2.g. doğu Anadolu; 3. Karadeniz bölgesidir.
Şeker pancarı
Yurdumuzda tarımı 1925′te uşak’ta başlamıştır. ülke ekonomisi için önemlidir.suyundan şeker posasından hayvan yemi yapılır. ılıman iklimde yetişir. ülkemizde geniş bir alanda üretimi yapılır. ancak kıyı bölgelerimizde daha fazla gelir getiren ürünler üretildiği için tarımı yapılmaz.
Pamuk
Önemli ihraç ürünlerimizdendir. pamuklu dokuma sanayinin önemli ham maddesidir. alüvyol toprakları sever ayrıca sıcaklığa ihtiyacı vardır. yetişme döneminde bol su hasat zamanında yağışsız Hava ister. üretimin büyük bir kısmı ege bölgesi ile
Akdeniz bölgesi’nde yetişir. özellikle Çukurova Ceyhan ovası ile Antalya bölümü kıyı kesiminde yetiştirilir.
Iğdır ovası ve g. doğu Anadolu’da da pamuk üretilir. ülkemiz dünyanın sayılı pamuk üreticilerindendir.
Çay
Tropikal iklim bitkisindendir. Sıcaklık bol yağış isten ve nemli hava isteyen bir Ağaç çıktır. yurdumuzda çaya uygun en iyi yetiştirme şartları d.
Karadeniz bölümü’dür. rize başta olmak üzere ordu’dan Gürcistan sınırına kadar olan kıyı kesiminde tarımı yapılıyor. çay üretimi son yıllarda 140-150 bin ton arasında değişmiştir.ihtiyaç fazlası ihraç edilir.
Diğer sanayi bitkileri
Haşhaş da sanayi bitkisidir. orta Anadolu bölgesi ve iç batı Anadolu’nun güneyinde yetiştirilir. ilaç yapılır. kenevir
Kastamonu ve çevresinde; susam Anason yer fıstığı Akdeniz bölgesi’nde gül Göller yöresinde ayçiçeği
Trakya ve güney Marmara’da üretimi yapılmaktadır.
Sebzecilik
Sebzeler çok fazla su ister. yurdumuzda en fazla Akdeniz bölgesi’nde üretimi yapılır.
Akdeniz bölgesi’nde turfanda sebzecilik çok gelişmiştir ve büyük gelir sağlar. seracılık Günden Güne yaygınlaşan önemli bir faaliyettir. ülkemizin sebze üretiminin ¼ kadarı
Akdeniz’de üretilir.
Sebze ürünleri arasındaki diğer ürünler
Bakla (daha çok batı bölgelerimizde). fasulye (en fazla orta Karadeniz’de) nohut (orta Anadolu) kırmızı mercimek (g. doğu) patates başta orta Anadolu olmak üzere yurdun her bölümünde yetişir.
Meyvecilik
üzüm
Yurdumuz asmanı ana vatanıdır. üzüm en çok üretilen ve tüketilen meyvelerden biridir. kışın -40c’ye kadar dayanır. üretimde başta ege bölgesi (Manisa
İzmir denizli) gelir. 2. g. doğu Anadolu bölgesidir. 3. iç Anadolu’dur. dünya kuru üzüm üretiminde birinciyiz ve ihracat yapmaktayız.
Elma
Yetiştirme alanı bakımından ikinci sıradadır. bütün bölgelerimizde tarımı yapılabilir.
Niğde Nevşehir Amasya tokat Kastamonu bursa burdur Isparta Antalya önemli üretim merkezleridir.
İncir
Akdeniz iklim bitkisidir.en fazla ege bölgesinde gelişmiştir. (başta aydın gelir).üretimin %80′i bu bölgeden karşılanır. ayrıca
Akdeniz g. Marmara g. doğu Anadolu Karadeniz kıyılarında da tarımı yapılır. dünya kuru incir üretiminde ilk sırada yer alıyoruz.
Fındık
Anavatanı Türkiye’dir. en iyi yetişme şartları Karadeniz iklim bölgesidir. üretimin %40′ı bu bölgeden sağlanır. ayrıca
Sakarya çevresinde tarımı yapılır.Türkiye dünya fındık üretim ve ihracatında birinci sıradadır.
Antep Fıstığı
Güney Doğu Anadolu’da en iyi şekilde yetişir. başta g. Antep ve ş. urfa gelir. ayrıca Akdeniz ve ege bölgelerinde çitlembik ağaçlarının aşılanması ile de üretilebilir. önemli ihraç ürünümüzdür.
Turunçgiller (narenciye)
(Portakal Mandalina Limon greyfurt turunç)
Tropikal iklim bitkisidir. en çok Akdeniz bölgesi’nde üretilir(%88). Antalya başta olmak üzere bütün
Akdeniz kıyılarında tarımı yapılır. ege bölgesi’nde İzmir’e kadar kıyı kesiminde g.
Marmara’nın bir kısmında o. Karadeniz de rize çevresinde ve g. doğu Anadolu’nun batısında tarımı yapılmaktadır.
Muz
Tropikal iklim bitkisidir. yurdumuzda Akdeniz kıyılarında tarımı yapılabilmektedir. bu gün Antalya- Gazipaşa- Anamur ilçelerinde gelişmiştir.
Kayısı
Bütün bölgelerimizde üretilebilir. en fazla tarımı orta Anadolu’da Malatya
Elazığ çevresinde gelişmiştir.
Badem
Kıraç arazide yetişebilir. bütün bölgelerimizde tarımı yapılabilmektedir. en çok iç
Anadolu’da Niğde Nevşehir çevresinde gelişmiştir.
İthal ettiğimiz tarım ürünleri
Pirinç Kahve Kakao Muz Kivi Ananas Hindistan Cevizi Hurmadır.

Önemli ihracat ürünlerimiz: 
Fındık, Antep Fıstığı, Pamuk, Tütün, kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı, haşhaş, gibi..,
***

TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ

TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ


Onur Dikmeci
21 Kasım 2017 Salı
TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ

Soğuk Savaş'ın başlamasıyla Sovyetler Birliği yayılmacılığına karşı kurulduğu düşünülen fakat bu birliğin dağılmasından sonra Nato'nun genişleyerek etki havzasını arttırma gayreti içinde olduğunu görenler Nato'nun varlık sebebini yeniden sorgulama gayreti içerisine girdiler.

Nato'ya karşı olanların ürettikleri yeni dönem teoriler Soğuk Savaş'ın bitmesine rağmen Nato'nun varlığını devam ettirmesiydi. Bu durumda Nato'nun Sovyetler Birliği'ni çevreleme ya da dengeleme misyonunun çok ötesinde bir takım görevleri üstlendiği açıklamaktadır. Nato 1991 Roma zirvesiyle güvenliğe çok yönlü bir bakış açısı getirmiş ve eşitsizlik, terör gibi kavramların sınırlara konvansiyonel saldılardan bile tehlikeli olabileceği argümanını işlemiştir. O halde Nato sıradan tek yönlü bir askeri pakt olmanın ötesinde aynı tarihten beslenen ve çok yönlü güvenlik mekanziması tanımlayan ve tavsiye eden askeri misyonunun yanında siyasi, ekonomik ve kültürel yönleride olan bir birlik haline gelecekti. Daha sonraki yıllarda, enerji güvenliği, kadın ve çocuk hakları gibi kavramlara sonuç bildirisinde yer vermeside bu durumun aleni ispatıdır.

Yalnız burada Nato karşıtlarının savundukları Nato'nun dönüşümü ve yerinde tehdit algılamasından ziyade yeni dönemde yani tek kutuplu dünyada Abd egemenliği ve hegemonyasınının tesis edilmesinde ana sorumluluğu üstlenecek Uluslar arası bir polis gücünün temellendiği ve Türkiye'nin artık hiçbir şekilde bu birlikte yer almaması gerektiği yönünde olmuştur. Nato'nun 1990'lı yılların başından itibaren düzenlediği zirveler ve alınan kararlar incelendiğinde resmi üyesi olmayan ülkelerle de yakın ilişkiler geliştirdiği Rusya'nın hinterlandında hatta Ortadoğu'da bu işbirliklerini tesis ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.

1994 Brüksel zirvesiyle Barış İçin Ortaklık projesini geliştiren Nato'nun BİO projesinin 8. maddesine göre BİO kapsamındaki üyelerin güvenliklerine yönelik tehditler halinde Nato'ya danışabilecekleri (Bağbaşlıoğlu, 2011) yönünde ifadeye yer vermesi uluslar arası güvenlik belirleyiciliğini Abd'nin üstleneceğini açık etmiştir. BİO kapsamında Azerbaycan, Beyaz Rusya, Bosna Hersek, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Gürcistan, Finlandiya, İrlanda, İsveç, İsviçre, Karadağ, Makedonya, Malta, Moldova, Sırbistan, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan hatta Rusya bulunduğuna göre Abd'nin Sovyetler Birliği mirasını yürütmek isteyecek bir Rusya'ya ya da panslavist Neo Çarlığa Müsaade etmeyeceği veya bu durumu tehdit olarak nitelendirebileceği analiz edilebilmektedir. Ancak bu vizyon yalnızca Rusya karşıtlığından ibaret değerlendirilemez, bahsedildiği gibi yeni güvenlik yapılanmasını elinde bulundurmak isteyen Abd'nin bu yöndeki çabasıdır. Abd'nin 1996 ve 1998 Milli Güvenlik Stratejisiyle ise ayrıca uyumludur. Çünkü bu stratejilerinde Abd egemen güç olma isteğini açıklamış ve tek taraflı güç kullanma ilkesini benimsemişti. Tek taraflı güç kullanma isteği ise Neo Con lobinin ''Demokratik Barış Tezi'' kavramıyla uyumlu Irak işgali ve Ortadoğu operasyonlarına ön koşul olabilecek bir kavram olarak belirmektedir.

Nato'nun Ortadoğu'ya yönelik geliştirdiği iki proje ise Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği Girişimi olmuştur. 1995'de açıklanan Akdeniz Diyaloğu, Fas, Moritanya, Tunus, Mısır, İsrail, Ürdün, Cezayir'i kapsamaktadır. Ayrıca 1997'den itibaren bu ülkelerde irtibat ofisleri açılmıştır. 2004 yılında düzenlenen Nato İstanbul zirvesinde ise İstanbul İşbirliği Girişimi açıklanmış ve bu kapsamda Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt yer almıştır. Akdeniz Diyaloğu ile İstanbul İşbirliği Girişimi'nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkeleri Nato ile entegre stratejisinin parçalarıdır. Henüz bu ülkeler Nato'ya resmi üye olmamakla birlikte barış gücü ve Nato ile ortak tatbikat gibi unsurlara değinilmesi Nato'nun Rusya yayılmacılığı ile sınırlı bir konsept belirlemediğinin Afrika kıtasında bile faaliyet göstermesi, herhangi bir coğrafik dilimde güç boşluğunun başka ülkeler tarafından değerlendirilmek istenebileceği girişimine karşı aynı zamanda önleyici tedbiri içermektedir.

Türkiye'nin Yeni Arayışları

Rusya’nın St. Petersburg şehrinde 2013 yılında düzenlenen Üst Düzey İşbirliği Konseyi (ÜDİK) toplantısı sonrası Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, açıklamada bulunmuşlar Erdoğan ''Şanghay Beşlisine alın Ab'yi unutalım'' diyerek rota değişikliği imasında bulunmuştu.
Erdoğan, Avrasya ülkeleri ile serbest ticaret anlaşması yapmaya da hazır olduklarını kaydederek, “ŞİÖ’ye üyelik talebimizi daha önce de sayın Putin’e ifade etmiştim. Bunu önemsiyoruz…” dedi. Bu diyalogdan kısa süre önce ise Türkiye, Şanghay'ın gözlemci üyesi olmuştu.

Şanghay, istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir.

Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye'nin Rusya ile yakınlaşması 24 Kasım 2015 yılında bir Rus uçağının düşürülmesiyle durmuş Türkiye politik manevra sahasını oldukça daraltmıştır. Fakat daha sonra ikili ilişkiler yeniden başlayacaktır. Türkiye nezdinde Abd müttefikliğinin ve Nato'nun sorgulanmasının en somut iki gerekçesi mevcuttur bunlardan birincisi 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasının Abd ve Nato tarafından desteklendiği inancı ikincisi ise Türkiye'nin Milli Güvenlik Kurulu nezdince terör örgütü kabul ettiği Suriye Pyd'sinin Amerika tarafından silahlandırılma adımlarıdır.


15 Temmuz 2016

ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı General Joseph Votel 15 Temmuz'daki darbe girişiminin başarısız olmasının ardından ikili ilişkiler adına 'endişeli' olduklarını belirterek, ABD'nin bölgedeki operasyonlarının zayıflayacağını söyledi.

Colorado eyaletinde gerçekleşen bir programda konuşan Votel, darbe girişimi sonrası tutuklanan cuntacıların, "ABD ordusunun yakın müttefikleri" olduğunu ifade etmişti. Abd ordu yapılanması içerisinde Merkez Komutanlığı Ortadoğu operasyonlarının yürütüldüğü birimdir ve Nato ile yakın ilişkilidir. Bu sebeple Abd'li General'in açıklaması Nato ile paralel görülmüştür. Ayrıca çağırıldığı halde Türkiye'ye dönmeyen ve bulundukları ülkelerden iltica talep eden Nato'da görevli Türk subayların olduğuda açıktı. Anayasal Düzene Karşı Suçları Soruşturma Bürosu Başsavcıvekili Necip Cem İşçimen koordinesinde Savcı Mustafa Gökçe'nin NATO'cu subaylara ilişkin yürüttüğü soruşturmada önemli detaylara ulaşılmıştı. Birçok ülkede faaliyet yürüten NATO karargahlarında 462 Türk subayın görev yaptığı, bunlardan aralarında generallerin de bulunduğu 237'si hakkında FETÖ'den adli ve idari işlem yapıldığı medyada yer buldu. Bu orana göre Nato'da görevli Türk subaylarından yarısı iltica talebinde bulunmuş yani kalkışmaya destek vermişti. İncirlik üs komutanı Tuğgeneral Bekir Ercan Van'ın ise yine Nato'ya sığınmak istemesi tepkileri Nato'ya yöneltmişti. Washington Post gazetesi ise, dönemin Abd Dışişleri Bakanı Kerry’nin, “Türkiye’nin NATO üyeliği tehlikeye girebilir” dediğini yazmıştı. Financial Times gazetesinin haberinde ABD ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye’de toplu tasfiyelerin yaşanmasından endişe duyduğu ve Ankara’yı uyardıkları aktarıldı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, darbe girişimiyle ilgili olarak, Türkiye hükümetine demokratik değerlere bağlı kalması konusunda uyarıda bulunduğu gündeme gelmişti.

Türk siyasi tarihinde ilk kez Abd karşıtlığı Nato karşıtlığı ile doğru orantılı bir seyir izleme rotasına girmişti. Irak'ın Abd tarafından işgali, 4 Temmuz 2003 Türk askerinin başına Abd askerlerince çuval geçirme hadisesinin yaşandığı dönemde bile Türkiye'de yükselen Abd karşıtlığına rağmen Nato üyeliği geniç çapta ve yüksek perdeden sorgulanma gereği duyulmamıştı.

15 Temmuz'dan sonra Türkiye'nin Nato üyeliğinin sorgulanması resmi raporlarada yansımıştır. Türk Ordusu Fetö/Paralel Devlet Yapılanması ile ilgili hazırladığı resmi raporda ilk kez Abd ve Nato'yu hedef gösterdi:

''Pkk'nın liderinin yakalanarak ülkemize getirilişi ile Fethullah Gülen'in Abd'ye gidiş tarihleri arasında çok kısa bir zaman dilimi vardır. Fetö/Pdy'nin lideri yıllardan beri Abd'de yaşamaktadır. Son 15 yılda Abd'ye yüksek lisans ve doktora maksatlı eğitime veya bu ülkedeki milli veya Nato daimi görevlerine gönderilenlerin sayısı sürekli artmıştır. Bu personelden darbe girişimine fiilen iştirak eden Feö/Pdy ile iltisaklı olduğu tespit edilenlerin oranı dikkat çekecek boyutta yüksektir.''

Nato karşıtlığı ya da temkinli bakışı ile alakalı bir diğer gelişmede 3. Kolordu Komutanı Korgeneral Erdal Öztürk'ün tutuklanması olmuştur. Nato konsepti meydana gelebilecek ani terör olaylarıyla ilgili 48 saat içerisinde müdahale stratejisini belirlemiş ve bunu Almanya, Fransa, İtalya ile Türkiye'nin aralarında bulunduğu altı adet kolordu komutanlığı üstlenmişti.
Bu görevi ifa edecek Türkiye kuvveti ise 3.Kolordu Komutanlığı olduğundan bu komutanlık halk nezdinde Nato komutanlığı olarak anılmıştır. 3.Kolordu Komutanı'nın tutuklanması devletin Nato veya Nato ile ilişkili bir kuvvete müsamaha göstermeyeceği anlaışını ifade etmiştir.

Pyd'nin Abd Tarafından Silahlandırılması

Abd Ortadoğu stratejisinin önemli bir ayağını Suriye ile alakalı uygulamaya koymak istediği planlar oluşturmaktadır. Suriye ve Lübnan'ın tasfiyeleri, Ortadoğu'da yeni bir iç savaş düzenini başlatmakla kalmayacak jeopolitik etki alanını kaybetmeye yüz tutacak İran'ın farklı arayışlara girmesiyle Türkiye ve İran'ı karşı karşıya getirebilecek programa zemin hazırlayacaktır. Lübnan Başbakaını Saad Hariri'nin, Riyad'a gerçerek Lübnan Hizbullah'ını hedef göstermesi, İran'ın Rakka tahliyesine müdahil olma beyanından sonra Devrim Muhafızlarına saldırı düzenlenmesi Suriye'de Pyd'nin ordulaştırılma çalışmalarına ağırlık verilmesini hızlandırıcı bir sürece işaret etmektedir. Türkiye Milli Güvenlik Kurulu nezdinde Pyd'yi terör örgütü sınıflandırmasına almış, Abd'nin bu yapıyı silahlandırmasını resmi makamlarca eleştirdiği gibi Mgk toplantılarıylada dikkat çekmiştir. Mgk toplantılarında Pyd ile Nato'nun direkt ilişkisi üzerinde durulmamasına rağmen özellikle 15 Temmuz sürecinden sonra Abd Nato ile denk bir tanımlamaya tabi tutulduğu için Mgk açıklamaları aynı zamanda Nato eleştirisi olarak okunabilir. Kasım 2016 tarihli toplantıda şu ifadelere yer verilmiştir:

''BAZI ÜLKELERİN, PKK/PYD-YPG VE FETÖ/PDY LEHİNE ÇİFTE STANDART UYGULADIKLARI, MENSUP VE DESTEKÇİLERİNE KOL KANAT GERDİKLERİ, BUNLARI MAKSATLI OLARAK FARKLI ŞEKİLDE TANIMLADIKLARI VURGULANARAK, BU ÜLKELER TUTUMLARINI DEĞİŞTİRMEYE DAVET EDİLMİŞTİR. ''

Abd adı açıkça telaffuz edilmemekle birlikte bu ülkenin kastedildiği açıklamadan oldukça net anlaşılmaktadır.

Mayıs 2017 MGK toplantısında ise:

"Türkiye'nin beklentisi gözardı edilerek Suriye Demokratik Güçleri kisvesi altında faaliyet gösteren PKK/PYD-YPG terör örgütüne uygulanan destek politikasının dostluk ve müttefiklikle bağdaşmayacağı vurgulanmıştır"

açıklamasına yer verilerek yine Abd işaret edilmiştir. Hulasa, artık Abd'yi Nato ile aynı kabul eden bu sistemin ise Türkiye'ye yönelik yıkıcı ve zedeleyici faaliyetleri koordine eden bir yapı olduğu resmi kurum ve belgelerce ifade edilmekteydi.


Norveç Nato Tatbikatında Skandal

Norveç’te 8-17 Kasım tarihleri arasında düzenlenen ‘Trident Javelin’ adlı dijital NATO tatbikatı sırasında, bir teknisyen Atatürk büstünü ‘Düşman Liderler Biyografisi’ne ekledi. Türkiye asıllı Norveçli bir ordu çalışanı da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan adına açılan bir hesaptan “Büyük mutlulukla duyurmak isterim ki SAA 20 NG füzelerinin teslimi konusunda Türkiye Cumhuriyeti ile FOS (tatbikatta varsayılan düşman ülke) arasında anlaşmaya varıldı. Teşekkürler başkan Blixen (düşman ülke lideri, Putin olarak yorumlanıyor)” mesajını attı. Bu olayın TSK mensubu bir binbaşı tarafından fark edilmesi sonrası Türkiye askerlerini tatbikattan çekti.

Cumhurbaşkanı bu olayı şu keilde izah ediyordu:

"Bu tabloda Atatürk'ün resmi ve bir tarafta da şahsımın ismi var. Hedefte bunlar. Bu haber gelince Genelkurmay Başkanımız ve AB'den sorumlu Bakanımız, onlar da Kanada yolundaydı, bizi aradılar. 'Böyle böyle bir durum var. Bu tatbikat da Nato tatbikatı. 40 tane askerimiz var, biz şimdi bu askerimizi çekme kararı verdik, çekiyoruz.' dediler. Dedik ki 'Tabii, hiç durmayın hemen. Velev ki o hedefler kaldırılsa dahi 40 askerimizi süratle oradan çekin.' Böyle bir ittifak, böyle bir müttefiklik olamaz."
Nato tatbikatında yaşanan bu skandal ile ilgili en sert tepki Vatan Partisi'nden gelmiş ve Nato'ya Hayır haftası başlattıklarını duyurmuşlardı.

Adalet ve Kalkınma Partisi'ni pek çok konuda eleştiren Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:

''Biz güçlü, itibarı olan bir devletiz. Biz, demokrasiyi, insan haklarını savunan bir devletiz. Türkiye'ye yönelik eleştiriler olabilir, buna itirazımız yok ama hiç kimse Türkiye'nin yöneticilerine ve tarihine hakaret edemez. Bunu şiddetle kınıyoruz"

sözleriyle olayın devlet meselesi durumunda bulunduğunu ve kabul edilemeyeceğini belirtmişti.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Twitter adresinden yaptığı açıklamada :

"NATO'nun, maksatlı ve marazi çürümüşlerin eylemlerini pardonla örtemeyeceği bellidir, yanlış anladınız, sorumluları işten attık ucuz yaklaşımlarıyla dibe oturmuş art niyetliliğini tedavi ve telafi edemeyeceği nettir... Yarım asrı geçen süreden beri ayağımıza dolaşan, faydasından çok zararını çektiğimiz askeri veya sivil küresel organizasyonların milli gerçeklere uygun, milletimizin beklentilerine müzahir şekilde tekrar yorumlanması kaçınılmazdır.
NATO yokken biz vardık, şayet ve gerekirse biz bu yapının içinde olmazsak da dünyanın sonu değildir.'' ifadeleriyle Ak Parti ve Chp'den daha radikal bir öneri getiriyor ve Türkiye'nin Nato'dan ayrılma ihtimaline karşı olmadıklarını belirtiyordu. Aslında bu durum Türk siyasi tarihindeki dengelerin ne derece değiştiriğinin göstergesidir. Yıllar boyunca Mhp, Türkiye'de ki sol çevrelerce Nato Milliyetçiliği yapmakla itham edilmiş, 27 Mayıs 1960 askeri girişiminin popüler aktörlerinden ve ihtilâl bildirisini radyodan okuyarak ''Nato'ya Bağlıyız'' ifadesini duyuran Alparslan Türkeş'in Nato çizgisinin takipçisi olduğu yönünde teorilere yer vermiştir. Özellikle Aydınlık grubunun ''Kontrgerilla'' kitap serileri Mhp'yi Nato'nun Türk siyasi sitemindeki aparatı olarak yorumlayan tazleri içermekteydi. Oysa gelinen noktada Türk Güvenlik Sistemiyle ilgili bir durumda Mhp, Vatan Partisi, Ak Parti ve Chp en azından açıklamalarıyla aynı eksende bulunabileceklerini göstermişlerdir. Bu fikir ve beyan birlikteliği yakın dönem Türk siyasi tarihinde 15 Temmuz 2016 kalkışmasından sonra ve Eylül ayında Türk askerine sınır ötesi operasyon tezkeresi oylamasında görülmüştür.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yalçın Topçu:
''Bütün darbelerin ve savunma sanayinde bağımlılığın arkasında NATO vardır. NATO üyeliğimizi gözden geçirmemizin zamanı gelmiştir. Üyesine her türlü düşmanca tavır içinde olan bu kurum bizim için olmazsa olmaz değildir"
diyerek yıllardır tartışılan Nato- Askeri Darbeler ilişkisini yeniden gündeme taşımıştı. Esasen Nato karargahında planlanan bir Türk askeri darbesi bulunmamakla birlikte her darbenin Abd nezdinde tanındığı bir gerçekti. Bunun temel sebebi, askeri yönetimlerin Uluslararası alanda meşruiyet kazanmak istemesi sebebiyle Abd ve Nato ile yakın ilişkilere yakınlaşması, Abd'nin ise yeni yönetimden yeni tavizler sağlayabilme gayesi bulunmaktadır. Yani indirgemeci olarak Türk darbelerini yalnızca dış odaklı bir güce bağlamak ya da tamamiyle içsel potansiyelden kaynaklı bir girişimin neticesi olarak nitelendirmek gerçekçi değildir. Darbelerin yüzlerce faktörü bulunmakla birlikte bir sonuç olduğu unutulmamalıdır.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'ın Türkiye Nato'dan ayrılmayı düşünmüyor beyanı ve gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Bekir Bozdağ'ın ''Türkiye Nato'ya katkı yapmayı sürdürecek'' ifadeleri Türkiye'nin kısa vadede Nato'dan ayrılma stratejisinin olmadığını göstermekteydi.


Türkiye Nato İlişkilerinin Geleceği

Nato karşıtlığının ilk kez bu denli yüksek olduğu Türkiye'de Nato eleştirilmesine, hedef gösterilmesine, karşıt kampanyalara mağruz kalmasına rağmen Türk güvenlik sisteminde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Türkiye'nin Nato'dan ayrılma stratejilerini inceleyen emekli Binbaşı Erol Bilbilik iki model üzerinde durmaktadır:
Fransa Modeli Nato'dan Çekilme:General De Gaulle, Fransa'yı Nato'nun askeri kanadından çıkararak Nato'dan çekilmeyi gerçekleştirmiştir. Nato'nun diğer organlarında faaliyete devam etmiştir.
İsveç Modeli Nato'dan Çekilme: İsveç Başbakanı Göran Persson, İsveç'i geleneksel tarafsızlıktan, ttifaksızlığa geçirerek Nato'ya girişini önlemiştir. Buna karşın İsveç Silahlı Kuvvetleri'nin Nato güçleri ile ortak tatbikatlara ve BM Başkanlığında oluşturulacak Barış Gücü Kuvvetleri'ne katılmalarına olanak tanımıştır.(Bilbilik, 2008:152)
Bilbilik'in önerdiği modeller incelenmeye değerdir fakat Uluslar arası güvenlik konseptinin güncelliğine uygun değildir. Öncelikle Nato'nun askeri kanadından çekilen Fransa 2009 yılında yeniden Nato'nun askeri kanadına dönmüştür. Bir diğer husus ise İskandinav ülkesi olması sebebiyle neredeyse ordusu bile bulunmayan İsveç örneğinin Türkiye jeopolitik gerçekliğiyle uyumlu olmadığıdır.
Son dönemde artan Nato karşıtlığını belirli gruplar altında tasnif etmek mümkündür:

a)Aydınlıkçıların başını çektiği Nato ile ortak tatbikatlar dahil olmak üzere bütün ilişkilerin kesilmesi bölge ülkeleriyle ve sonrasında Rusya ile eşgüdümlü bir güvenlik yapılanmasının takibi

b)Bilbilik modelini paylaşan ulusalcıların görüşlerine göre Nato'dan çıkılması fakat gerekirse ortak çaba ve çalışmalarda bulunulması

c)İktidar partisini destekleyen muhafazakârların tezlerine göre Nato'dan çıkılması ve bunun yerine bölge ülkeleriyle ya da İslam ülkeleriyle yeni bir ittifak modelinin hayata geçirilmesi

d)Siyasi milliyetçiler ve Türkçüklere göre Nato'dan çıkılması ve Türkiye'nin Asya merkezli politik bir perspektif oluşturması

e)Nato'nun hataları olduğunun kabul edilmesiyle birlikte şu anda Nato'dan ayrılmanın pratik bir fayda sağlamayacağı Türkiye'nin Nato üyesi olarak fakat dengeli bir dış politika dahilinde stratejiler belirlemesi görüşünü paylaşanlar

f)Nato'dan çıkılması bunun yerine Türkiye'nin hiçbir yere bağlı kalmadan kendi güvenlik pakt mekanizmasını uygulamaya koymasını savunanlar

g)Nato'dan çıkılması ve aktif tarafsızlık ilkesi gereği hiçbir pakta dahil olunmaması gerektiğini savunanlar

h)Nato ve Abd ile ilişkilerin eskisi gibi aynı şekilde devam ettirilmesinde ittifak edenler

Nato hususunda kamuoyu parçalı bir model sergilemekle beraber Türkiye Nato birlikteliğini sorgulayıcı bir kapsamda değerlendirme skalasına sahip olmuştur.

Bize göre ise Nato karşıtlığı ve Türkiye Nato ilişkilerini sonlandırmanın meclisteki hiçbir parti programında yer almaması Nato'ya karşı sahip olunan tepkisel davranışların, siyasi ve pratik uygulamalarının bulunmadığını göstermektedir.
Türkiye Nato ayrılığı Türk askeri sisteminin talimnamelerinden, ordu yapılanmasına, tekonolojisinden, teçhizat sistemine kadar 10 yıl ve ötesini kapsayan bir değişimi kapsayacağı unutulmamalıdır. Bu durum ise neredeyse yeni bir ordu kurmakla eşdeğerdir ve Türkiye şu anda bu girişimin altından kalkabilecek mahiyette değildir.

1826'da yeni bir ordu kuran Türk Devleti, 1827'de donanmasının yakılmasını izlemiş, 1830 yılında ise Yunanistan'ın bağımsızlığını askeri açıdan hiçbir şekilde önleyememişti.

Paktlar üzerinde yükselen bir dünya sisteminde Türkiye'ye Kuzey Kore şablonu modelleri sunmak asla gerçekleşemeyecek bir durum olduğu gibi Türk Rus ya da Türk Avrasya yakınlaşmasının Rusya tarafından ne şekilde okunduğuda izaha muhtaç bir analizdir. Buna göre Rusya'nın Abd stratejisinden oldukça ayrı kaldığı düşünülemez zira Suudi Arabistan tasfiyelerinden zonra Brent Petrolünün varil fiyatının 65 dolara yükseltilmesi, ihracatının üçte ikisi enerji kaynakları tarafından karşılanan Rusya'ya yapılmış jestten başka bir şey değildi.


Kurduğu Savunma Üniversitesi'nin enstitülerini bile faaliyete geçirememiş, Harp Akademisi-Savunma Üniversitesi dönüşümünü tabela değişimi ve garnizondaki 'Kravatlı' sayısının arttırılmasından ibaret yorumlamış Türkiye'nin hiçbir Uluslar arası savunma stratejisinin bulunmayışı, Türkiye'nin Nato üyeliğinden çok daha vahim bir tabloyu ortaya koymaktadır. 



http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/11/turkiyede-yukselen-nato-karsitligi-ve.html?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed:+UlusalGvenlikVeStrateji+(Ulusal+G%C3%BCvenlik+ve+Strateji)


**

Gülen ve Gulâm ya da FETÖ ve Kâdiyânîlik Benzerlikleri,


Gülen ve Gulâm ya da FETÖ ve Kâdiyânîlik Benzerlikleri,


Fethullah Gülen, Haçlıların işgalinin kötü bir şey olmadığını söyledi. Haçlılara övgüler dizen terörist başı Fetullah Gülen, Haçlı işgalinin kötü bir şey olmadığını, Haçlıların kadınlara ve kızlara ilişmeyeceğini iddia etti. Kadıyanılığın kurucusu Mırza Gulam Ahmet, İngilizler, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Onlara itaat lâzımdır. İslâm dünyâsını ancak İngilizler kurtarabilir. Müslümanlıkda cihâd vardır. Fakat, top ile, kılıç ile değil, nasihat ile, irşâd iledir. Kan dökmek, can yakmak yoktur, soğuk harb vardır.” demişti.Gülencilik ve Kadiyanilık Haçlıların hizmetinde İslam içerisine sokulan sapkın fırkalardır.Gülen ABD’nin yeşil kuşak projesine Gulam Mırza Ahmet İngiliz sömürgeciliğinin Pakistanda işbirlikçisiydi. 
Fetullahcı Terör Örgütü 15 Temmuz 2016 tarihli darbe teşebbüsüne kadar çok farklı isimlerle anılmış, kimi zaman dinî bir cemaat, kimi zaman da eğitim odaklı bir hizmet hareketi olarak tanımlanmıştır. Söz konusu tarihten sonra ise hem devlet hem millet nezdinde “terör örgütü” tanımlaması sübut bulmuştur. Diğer taraftan, Fetullah Gülen adlı terörist başının sözde vaaz türü konuşmalarında ve yazılarında her şeyden çok dinî referanslara başvurması sebebiyle FETÖ’nün dinî düşünce yapısı ve paradigması hakkında da çok çeşitli değerlendirmelerde bulunulmuştur.  

  Bu konuyla ilgili en isabetli değerlendirmelerden biri, FETÖ’nün farklı dinî hareketler, ekoller, gruplar ve tarikatlara ait unsurların birbiriyle harmanlanıp bağdaştırıldığı senkretik ve melez bir teolojiye sahip olduğudur. Zira gerek dinî referans sistemi gerek örgüt hiyerarşisi itibariyle FETÖ İslam mezhepler tarihinde Haşîşiyye, Fidâviyye ve Melâhide gibi sıfatlarla anılan Nizârî İsmâiliîlik’ten, Hıristiyan gelenekteki Opus Dei ve Cizvitler gibi tarikatlara özgü birçok özelliği kendine uyarlamış bir organizasyondur.FETÖ, 19. yüzyılın sonlarında Mirza Gulâm Ahmed (ö. 1908) tarafından Hindistan’ın Kâdiyân şehrinde kurulan ve Kâdiyânilik diye anılan siyasî ve dinî karakterli bir hareketle de birçok yönüyle benzeşir niteliktedir. Gulâm Ahmed kurduğu hareketi Hz. Peygamber’in ismine işaret etmek üzere Ahmediyye diye isimlendirmiştir. Bu sebeple hareketin mensupları ile Batılılar Ahmediyye ismini kullanmayı yeğlerken, Sünnî Müslümanlar bu ismin Gulâm Ahmed’e delalet ettiğini ileri sürerek Kâdiyânîyye ismini kullanmayı tercih etmişlerdir.  14. asrın müceddidi (!)Gulâm Ahmed, Hindistan’da Pencap eyaletinin Gurdâspûr bölgesinde küçük bir kasaba olan Kâdiyân’da 1835, 1839 veya 1840 yılında doğdu. Küçük yaşlardan itibaren Kur’an-ı Kerim, Arapça ve Farsça tedrisatına başlayan Gulâm, mantık ve felsefe derslerinin yanı sıra babasından da hekimlikle ilgili bilgiler öğrendi; ardından babası tarafından 1864’te Siyalkût’a gönderildi. Siyalkût’ta Hıristiyan misyonerlerle kurduğu temas sayesinde Hıristiyanlık hakkında da bilgi sahibi olan Gulâm daha sonra babasının isteği üzerine 1868’de Kâdiyân’a döndü. Memleketine döndükten sonra inzivaya çekilip Kur’an, tefsir, hadis alanında ve diğer dinlerle ilgili çalışmalara başladı. 

  Bu dönemde ilâhî vahye mazhar olduğu iddiasında bulundu.1885’de kendisinin hicrî 14. asrın müceddidi olduğunu da ilan eden Gulâm, 1888’de Allah’ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini belirtti. Nihayet 1891 yılında mazhar olduğu vahye(!) istinaden Hz. İsa’nın diğer peygamberler gibi tabii bir ölümle öldüğünü, kendisinin Muntazar Mehdi ve Mesih olduğunu iddia etti.Kâdiyânîlik zaman içerisinde Kâdiyân Ahmedîleri ve Lahor Ahmedîleri olmak üzere iki kola ayrıldı. Hareketin Mirza Beşîrüddin Mahmud Ahmed önderliğindeki Kâdiyân kolu Gulâm Ahmed’in gerçek anlamda nebî olduğu iddiasından hareketle buna inanmayanların kâfir olduğunu ileri sürdü. Mevlana Muhammed Ali’nin önderliğindeki Lahor kolu ise Hz. Peygamber’in son nebî/rasul olduğunu, ondan sonra gerek hakikî gerek mecazî anlamda hiçbir nebînin gelmeyeceğini ifadeyle Gulâm Ahmed’in gerçekte bir müceddit ve mehdi olduğunu savundu.Geniş mezheplilikFETÖ elebaşı Gülen de tıpkı Gulâm Ahmed gibi hareket mensuplarınca kültleştirilmiş bir kişiliktir. Buna göre Gülen mutlak hakikati temsil ettiği iddiasıyla modern çağın aydınlatıcısı olduğuna inanılan, olağanüstü güçlere sahip olduğu savlanan ve hepsinden öte kâinat imamı gibi sıfatlarla ilahi kurtarıcı (mehdi-mesih) olarak algılanan bir şahsiyettir. Gülen Allah’la konuşmak, rüya yoluyla Hz. Peygamber’le istişarede bulunmak gibi hezeyanlarla kendisine ilişkin bütün bu vehimleri pekiştirmekte ve bu sayede hareket mensupları arasında itaat ve sadakat duygusunu perçinlemektedir.FETÖ ile Kâdiyânilik arasındaki bir diğer benzerlik, her iki hareketin de kelam ve fıkıh alanında sözde Ehl-i Sünnet’e sadakat söylemine sahip olmasıdır. Kâdîyânîk Gulâm Ahmed’le ilgili nübüvvet iddiası, kılıçla cihadın reddedilmesi ve Gulâm’a inanmayanların kâfir sayılması gibi heretik görüşler hariç, Allah, ahiret, kader gibi konularda Ehl-i Sünnet itikadını benimsediği iddiasındadır. Hatta kendi ifadeleriyle Kâdiyânîler Rasûlullah’a gönülden bağlı, İslâmî emirlerin tamamına riayet eden Sünnî Müslümanlardır. Gülen ve FETÖ mensupları da söylem düzeyinde Ehl-i Sünnet anlayışına sadakat iddiasındadır. FETÖ’nün Sızıntı ve Yeni Ümit gibi dinî içerikli dergilerine göz atıldığında, dinî meselelerde geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışına bağlılığı esas alan bir yayın politikasına sahip olduğu sonucuna ulaşılır. Buna mukabil dinlerarası diyalog gibi konular söz konusu olduğunda, Ehl-i Sünnet şöyle dursun, Mutezile ve Şia gibi fırkaların itikadi sistemlerinde dahi kabul görmeyecek bir geniş mezheplilikle karşılaşılır. Bu durum, FETÖ’nün sosyal ve siyasal şartların değişmesine bağlı olarak kendini yeniden yapılandırıp yeniden tanımlaması ve yeni fırsatlar oluştukça hiçbir fırsatı kaçırmaması gibi karakteristik bir özelliğe sahip olmasıyla açıklanabilir.

Kâdiyânîlik Hint alt kıtasındaki işgalci İngiliz hükümetine sadakat politikasıyla tanınan bir harekettir. 

Nitekim Gulâm Ahmed, İngilizlere bağlılığını dile getirip adalet ve iyilik yıldızı olarak gördüğü kraliçenin duacısı olduğunu açıklayan iki eser telif etmiştir. Buna benzer şekilde Gülen de 1998 yılında Papa II. Jean Paul’e sunduğu mektupta,    “ Papa VI. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. ” demiş, ayrıca 1990’lı yıllarda Nevval Sevindi’ye verdiği bir röportajda Amerika Birleşik Devletleri hakkında şunları söylemiştir: “ Eğer gönüllü kuruluşlar küresel birleşimi sağlamak maksadıyla dünyanın değişik yerlerinde okul açıyorlarsa, bu kuruluşların ABD ile çatışma içinde olması halinde bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmayacaktır. ABD hala dünya Liderliğini elinde tutan ülkedir.” Kâdiyânîlik ile FETÖ arasındaki bir diğer önemli benzerlik cihad anlayışında kendini gösterir. Kâdiyâniliğe göre Gulâm Ahmed hem Hz. Muhammed’in hem İsa’nın ruhunu taşıdığı için barışçıdır: Cihadını kılıçla değil tebliğle yaparak İslam’ı yayacaktır. Gülen de 1998 yılında Aksiyon dergisine verdiği bir mülakatta cihadı, “ Kâmil insan düzeyine ulaşma çabası ” ve “ Nefsânî duyguların disiplin altına alınması ” şeklinde tanımlamış, Prophet Mohammad as Commander (Komutan Olarak Hz. Muhammed) adlı eserinde ise “Küçük cihaddan büyük cihada (nefisle cihada) dönüyoruz” şeklinde hadis diye nakledilen ve fakat gerçekte tâbî sözü olan meşhur rivayete de atıfta bulunarak İslâmî hedeflerin ancak İslâmî vasıtalar ve yollarla gerçekleştirileceğini savunmuştur. İşbu yumuşak bakış ve anlayış doğrultusunda ABD’deki 11 Eylül saldırısını derhal kınamış; buna mukabil 15 Temmuz 2016 gecesi gözünü kırpmadan kendi devletine ve milletine darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Tıpkı FETÖ gibi Kâdiyânîler de İngilizlerin Hindistan’da binlerce Müslümanın kanına girmesine seyirci kalmış, hatta belki de ellerini ovuşturmuşlardır.Küresel ölçekli faaliyetlerFETÖ ile Kâdiyânilik arasındaki dikkat çekici benzerliklerden biri de, küresel ölçekli faaliyetler ve yayılmacı politikalarda kendini gösterir. Kâdiyân Ahmedîleri’nin internet üzerindeki yayın organına göre bu hareketin şimdiye kadar yerleştikleri ve merkez kurdukları ülkelerin sayısı 207, dünyadaki merkezlerinin sayısı 1869, şimdiye kadar değişik dillerde yayınladıkları Kur’an-ı Kerîm meallerinin sayısı 69, “Humanity First” adlı acil yardım kuruluşunun resmi olarak kaydedildiği ülkelerin sayısı 23, bütün dünyada insanlığa hizmet amacıyla kurulmuş olan hastanelerinin sayısı 12 ülkede 36; dispanserlerin sayısı 55 ülkede 650; sadece Afrika’da harekete ait matbaalarının bulunduğu ülkelerin sayısı 8; yuva, ilkokul, ortaokul ve liselerini kurdukları ülkelerin sayısı 11 okulların sayısı 505, inşa ettirdikleri cami sayısı 15 binin üzerindedir. Sadece 2006 yılında inşa ettirdikleri cami sayısı 169’dur. Bütün bunların yanında Maneviyat (Müslüman Ahmediye Cemaati Türkçe Dergisi) adlı Türkçe bir dergi de çıkaran hareketin Muslim Television Ahmadiyya International adlı uluslararası TV kanalı da bulunmakta ve kanalın programları muhtelif dillerde izlenebilmektedir.  Bilindiği üzere FETÖ de yurt, dershane, üniversite, süreli yayın, sivil toplum kuruluşları, gazete, televizyon ve finans kuruluşları gibi çok çeşitli faaliyet alanlarıyla 170 ülkeye sızmış bir örgüttür. Gülen’in 1999’da Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşmesi ve hareketin tüm faaliyetlerini buradan sevk ve idare etmesi ile Kâdiyânîliğin de kendi faaliyetlerini daha ziyade Avrupa ve Amerika üzerinden yönetmeleri de iki hareket arasındaki bir diğer müşterek özelliktir.Bütün bu benzerliklere rağmen devlet kurumlarına sızmak, sınav sorusu çalmak, terör örgütleriyle işbirliği yapmak ve darbe girişiminde bulunmak gibi cürümleri dikkate alındığında FETÖ’nün Kâdiyânîliğe nispetle çok daha tehlikeli bir hareket ve örgüt olduğu, dahası şer kariyerleri mukayese edildiğinde Kâdiyâniliğin FETÖ’nün eline su dökemeyeceği rahatlıkla söylenebilir. 
Haçlı Emperyalizmin hizmetkarı Fetöcülük ve Kadiyanilikle İslam dünyasının Mücadele etmesi şarttır.

Pakistan Parlamentosu; 7 Eylül 1974 tarihli kararıyla Kâdıyânîleri, “İslâm dışı azınlık” olarak îlân etmiştir. Pakistan’ın şehîd devlet başkanı Ziyâül-Hak da dış güçlerin maşası olan Kâdiyânîlerle çok mücâdele etmiş, Pakistan’ı karıştırmalarına mâni olmuştur. 

Fetöcülükte Türkiye’de İslam dışı ilan edilmelidir.

http://www.umrandergisi.com/u/umran/pdf/269-1483364250.pdf


***

25 Kasım 2017 Cumartesi

Trajik Dava Boş İddianame,


Trajik Dava Boş İddianame,




ÜMİT ZİLELİ
SÖZCÜ Operasyonu

​Çağlayan Adliyesi'nin 5. Katındaki ağır ceza mahkemesinde dün insanı hem kahkahaya boğacak kadar komik hem de adalet adına vicdan kanatan, “pes” dedirten trajik bir davanın ilk duruşması yapıldı!..
Aslına bakarsanız düğmeye çok anlamlı bir günde, 19 Mayıs'ta basılmıştı. Sözcü Gazetesi'ne yönelik suçlamada gazete sahibi Burak Akbay, “Silahlı terör örgütünü yönetmek” ve “Silahlı terör örgütü propagandası yapmak”suçlamasıyla, muhabir Gökmen Ulu ise “Silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek isteyerek yardım etmek” ile suçlanıyordu!..
Operasyon günü İzmir Bostanlı'daki evinde avukatı Murat Ergün ile sabah saat 06.00'dan akşam 18.00'a kadar polisin gelmesini bekleyen Gökmen, o saatleri yanaşma televizyon ve haber sitelerinde “evi basıldı, gözaltına alındı” haberlerini izleyerek geçirdi!.. Bu haberlere ne Gökmen ne de avukat Ergün şaşırmıştı; yıllar önce Ergenekon-Balyoz-Casusluk- ODATV- Amirallere Suikast davalarından bu tür oyunları gayet iyi öğrenmişlerdi!.. Avukat Ergün, dünkü ilk duruşmada o günle ilgili şu inanılması zor bilgiyi paylaştı:
-Evin önüne askere yollar gibi, düğünde yaptığımız gibi masa kurduk, çay demledik. Akşama dek bekledik. Saat 18.00 civarında “Bu böyle olmayacak, biz Emniyet'e gidelim” deyip arabaya yürümeye başlayınca etrafımızda aniden 30 polis birden beliriverdi. Meğer sabahtan beri yanı başımızdalarmış!..
Peki niçin operasyon yapmak yerine saatlerce kendilerini belli etmeden etrafta mevzilenmişti bu muhterem polisler?.. Avukat Ergün onun da yanıtını verdi:
-Gökmen'in kaçması istendi, kaçmaya teşvik edildi. Gökmen 1922'de yaşasa Sakarya'da Yunan'dan kaçmazdı, bunlardan mı kaçacak. Çünkü o suçsuzdur!..
-Biliyor musunuz Gökmen kaçma şüphesiyle tutuklu bulunuyor!..

İFTİHAR ETTİK

Gökmen Ulu, 166 gündür yattığı Silivri zindanından cezaevi aracıyla getirildiği mahkeme salonunda dimdik bir savunma yaptı. İddianamedeki bomboş iddiaları tek tek çürüttü. Kendisini tanıtırken şöyle dedi:
-Ben Bekir Gökmen Ulu. Yurtsever gazeteci ve Mustafa Kemal'in takipçisiyim…
Gökmen, kendisine yöneltilen suçlama için “akla ve vicdana aykırıdır” diye başladı savunmasına… Çok haklıydı, Düşünebiliyor musunuz “Üst aklın, istihbarat örgütünün desteğinde darbe yapmaya kalkışan çete, başlıca hedefi olan Cumhurbaşkanı'nın nerede olduğunu bilmiyor, bir gazete muhabirinin haberinden öğreniyordu!..” Yani öylesine geri zekalı, o denli de acemiydiler!..
Üstelik böyle de olmadığı Akıncılar Üssü davasında dosyaya giren, F16'lardan çekilen ve kırmızı kalemle işaretlenen Erdoğan'ın kaldığı otel ve oda fotoğrafları daha baştan bu davayı çökertiyordu!..
Tam burada iki yanaşma gazeteden özellikle bahsetmek gerekiyor; 17 Temmuz 2016'da darbeden yalnızca iki gün sonra Sabah ve Takvim gazeteleri son derece bayağı bir algı operasyonuyla “Gökmen'in Cumhurbaşkanı'nın yerini açıkladığı”haberini manşetlerine taşıdı. Ardından bir savcı harekete geçti ve SÖZCÜ operasyonu başladı!..
Halbuki Erdoğan'ın Marmaris tatiline ilişkin ilk haberi darbe girişiminden tam 4 gün önce Doğan Haber Ajansı yapmıştı bile… Bitmedi; Sabah Gazetesi bu alçakça haberin bir ay sonrasında yaptığı algı haberini unutup, F16'lardan çekilen fotoğrafları yayınladı iyi mi!
Bir özdeyişle anlatalım en iyisi:
-Yaptığı yalan haber ayağına dolanmıştı!..
Gökmen, bir kitapçık olarak basılıp o iddianame ile birlikte hukuk fakültesi öğrencilerine dağıtılması gereken savunmasında, SÖZCÜ'nün bütünüyle hedefe oturtulduğu bu dava için hiç unutulmaması gereken şu iki sözcüğü tarihe adeta kazıdı:
-Yapılanlar zulümdür!..
Bizler, duruşmayı izleyen gazeteciler, Gökmen Ulu ile aynı gazetede çalıştığımız için bir kez daha gurur duyduk.
-Türkiye'yi ne pahasına olursa olsun aydınlatmayı görev bilen bir gazetenin çalışanları olarak iftihar ettik!..

“ ŞAKLABAN ”

Yandaş basının “amiral gemisi” Sabah Gazetesi'nin yanaşmalarından biri geçenlerde bir yazı yazdı. Başlığı şöyle:
-Çakma gaziler!

Milli bayramlarda korteje katılan “malul gazilere” verip veriştirmiş. Hatta espri bile yapmış “Benim dedelerimden biri de büyük bir ihtimalle Viyana kuşatmasına katılmıştı, yeniçeri kılığına mı gireyim?” demiş. Sonra da şu müthiş düşüncesini paylaşmış:
-15 Temmuz gazileri törenlerde kılık değiştirmediler, kendilerine “şekil” yapmadılar. Çünkü şaklaban değillerdir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dün grup toplantısında bu zavallıyla ilgili şöyle konuştu:
-Havuz medyasında bir köşe yazarı, gazilere “şaklaban” diyecek kadar aklını yitirmiş. Asıl kendisi şaklaban. Daha ağırını kullanacağım ama size karşı ayıp olur diye kullanmıyorum…
Kemal Bey, kendinizi yormayın, bu tür “yanaşmalar” kendilerine söylenenleri “paye” olarak algılarlar, efendilerine dönüp yılışmayı da marifet sayarlar…

-Bırakın tıynetini sergilesin!..


***