Onur Dikmeci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Onur Dikmeci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 3

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 3



Silahlı kuvvetlerde görev yapan sözleşmeli üniformalı personelin ise sözleşmeleri sona erdiğinde ne şekilde değerlendirilecekleri netliğe kavuşmamıştır. Özellikle sözleşmeli er teminlerinde asgari lise mezunu olan ve 25 yaşlarına kadar orduya başvurabilen erlerin otuzlu yaşlarında ordudan ayrılmaları durumunda ellerinde silahtan ve savunmadan başka meslekleri bulunmazken hangi şekilde istihdam edilecekleri belirsizdir. Aynı durum sözleşmeli Subay ve Astsubaylar için de geçerlidir. Üniforma giyen, silah tutan ve ölmek-öldürmek sanatını icra eden personeli genç yaşta emeklilikleri durumunda kamu kurumlarında istihdam 
etmek sakıncalıdır çünkü aldıkları eğitim gereği hiçbir zaman masa başı işlere adapte olamayacaklardır. Bu eğitimli personelin özellikle büyükşehirlerde meçhul vaziyette kalmaları ise illegal örgütlerin ilgisini çekerek mafyavari oluşumların insan kaynağı olarak kullanılmalarına sebebiyet verebilecektir. Alacakları tazminatta yetersiz olan bu personelin sözleşmeleri sona erdiğinde ve yenilenmediği takdirde en uygun yol sivilde olsa yine ordu bünyesinde istihdam edilmeleridir. 

Silahlı Kuvvetler ile ilgili bir başka gelişmede Ordu Komutanlıklarını kapsamalıdır. Soğuk savaş konseptine göre oluşturulmuş numaralı ordu komutanlıkları kaldırılarak yerlerine batıdaki modern tipte müşterek kuvvet komutanlıkları tesis edilmelidir. 

Türkiye coğrafyasıda dikkate alınarak Avrupa, Avrasya ve Ortadoğu Müşterek Kuvvetler Komutanlıkları oluşturulmalıdır.(Yılmaz, 2008: 367) Müşterek Kuvvetler Komutanları Korgeneral rütbesine haiz subaylardan oluşmalı ve bu 
komutanlar direkt olarak Genelkurmay Başkanına bağlı Orgeneral rütbesindeki Türkiye Müşterek Kuvvetler Komutanına bağlanmalıdır. 

Modernize silahlı kuvvetlerden evvel Türkiye’de Prusya modeli denilen ordu tipine göre kara kuvvetleri öncelik teşkil ederken karacılar ordunun her şeyiydi. Harbiye denilen Kara Harp Okulu, denizcilerin, havacıların ve jandarmanın da asli kaynağı hüviyetindeydi. 1940’ların ortasından itibaren Prusya modeli, Batı ittifakına uygun olarak terk edilmeye başlandı. Bu gelişmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısına da doğrudan yansıdığı görülmektedir. 31 Ocak 1944 tarihinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde ayrı bir komutanlık hüviyetine kavuşmuştur.(Başar, 1981: 52) 1947 yılında ordu seviyesine çıkartılmış, 1950 yılında ise Harp Akademisi dışındaki hava harekât, eğitim ve lojistik birliklerini emrinde toplamıştır.(Erendor, 2015: 382) Deniz Harp Okulu ise 1928 yılında kurulmuş, 1961 yılında, Boğazlar ve Marmara Kolordu Komutanlığı ‘’Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’’, İzmir Deniz Komutanlığı ise ‘’Güney Deniz Saha Komutanlığı’’ olarak yeniden teşkilatlandırılarak bugünkü 
Deniz Kuvvetleri Komutanlığının güncel teşkilat yapısı ortaya çıkmıştır.(Erendor, 2015: 389) 
Yani Kara Harp Okulu günümüzde asli subay ihtiyacını karşılayan birim olmaktan çıkmış, her kuvvetin ayrı müstakil harp okulları, akademileri, talimnameleri ve müfredat yapısı oluşturulmuştur. Harp Okullarına giriş koşulları aynı olduğu gibi, sonradan muvazzaf veya sözleşmeli olacak  subaylarında kuvvet komutanlıklarına kabulü aynı sisteme dahildir. Globalist dünya düzeninde Hava ve Deniz Kuvvetlerinin ne derece önemli olduğu ortadayken Türkiye’nin coğrafyasıda dikkate alınarak Genelkurmay Başkanlığı; Havacılara ve Denizcilere hatta Müşterek Kuvvet Komutanlığının hayata geçirilmesinden sonra Müşterek Kuvvetler Komutanlığına da açılmalıdır. Türk Ordusu en azından Genelkurmay nezdinde Kara ağırlıklı ekolü terk etmeli diğer kuvvet birimleride motive edilmelidir. Bu uygulamanın ilk aşaması olarak şimdilik Genelkurmay İkinci Başkanlığına, karacı olmayan bir Orgeneral getirilebilir. 

Silahlı Kuvvetlerin dönüşümüyle ilgili önemli bir hususta Askeri Liseler meselesidir. Harp Okulunun ve subay ihtiyacının temel kaynağı olan bu liselerde öğrenciler günümüzde dört sene eğitim görerek istemeleri durumunda Harp Okullarına devam etmekte Harp Okullarındaki dört senelik eğitimin ardından toplamda sekiz senede Teğmen rütbesiyle mezun olarak sınıf okullarına 
katılmaktadırlar. Orduların gelişmesine uygun olarak nasıl ki geçmişin Askeri Rüşdiyeleri(ortaokul) kapatıldıysa günümüzde de Askeri Liseler kapatılmalıdır. Askeri Liselerin bulunduğu ve savaş koşullarının hakim olduğu yıllarda dört senede liseden mezun olanlar üç yıl daha harp okulu okumaktaydılar. Fakat Cumhuriyet dönemiyle beraber bu süreler yeniden belirlenmiş Harp Okulu 
eğitim öğretim süresi iki yıl olarak düzenlenmiştir. Yine 27 Mayıs 1928 tarihinde yayımlanmış olan emirle, Mekteb-i Bahriye’nin adı Deniz Lisesi ve Deniz Harp Mektebi olarak değiştirilmiştir.(Ünlü, 1997: 169) Mektebi Bahriyede eğitim süresi dört senedir. Savaş koşullarının ve kitlesel orduların bulunduğu yıllarda bile askeri liseler ile harp okullarında verilen eğitim günümüzdekinden oldukça kısaydı. Strateji, harp oyunları ve askeri tekniğin geliştiği, insan gücünün yerini teknolojik gereçlerin aldığı günümüzde askeri liselerde önemini yitirmişlerdir. Askeri Liseler kapatılarak binalarının mülkiyet ve kullanım hakkı Genelkurmay Başkanlığında kalmalı; ulusal ve uluslararası toplantılar, kongreler, müze birimi olarak sergilerin düzenlendiği kültür merkezleri yapısına kavuşturulmalıdır. 

Harp Okulları ise Harp Üniversitesi gibi faaliyet göstermeli kontenjanları dahilinde başarılı sivil/asker olmayan öğrencileride bünyelerine dahil etmelidirler. Bu uygulamanın benzeri Harp Okulları ve Harp Akademileri bünyelerinde faaliyet gösteren Yüksek Lisans-Doktora programlarının uygulandığı Enstitülerde görülmektedir. Enstitülere askerler dışında sivil kaynaktanda öğrenciler kabul edilmektedirler. Bu uygulama devam ettirilmekle beraber enstitülerin kitleye yayılabilmesi için öğrenci alımlarının daha yoğun olarak duyurulması ve ikinci öğrenim programlarınada yer vermeleri gerekmektedir. Harp okulları ve Silahlı Kuvvetler enstitüleri sivil üniversiteler ve enstitülerlede ortak programlar düzenlemeli, araştırma grupları oluşturulmalı, 
asker sivil ilişkilerinin dengeli koordinesi ve muazzam eğitim olanağının asker ve sivillere sunulması bakımından kapatılan Milli Güvenlik Akademisi de yeniden açılmalıdır. Bütün bu eğitsel çalışmalar militarize bir toplum yaratmaya yönelik bir gayreti ifade etmemektedir. Aksine, zorunlu askerlik uygulamasının kademeli azaltılmasıyla asker ve sivillerin kaynaşması, müstesna askeri eğitim kurumları nın sivil eğitim camiasınada olanak vermesi, iyi yetişmiş öğrenciler ve standartı yüksek eğitim kurumlarıyla bazı ortak programların silahlı kuvvetlerinde olumlu biçimde faydalanabileceği bir potansiyel olarak yaratılması amaçlıdır. Böylelikle 
Türkiye’de, strateji, güvenlik bilimleri, savunma konsepti gibi hususlarda tek başlarına birer düşünce kuruluşu gibi çalışmalar yürütebilecek asker ve sivil kişiler kazanılabilecektir. Silahlı Kuvvetlerin dönüşümü dünya ölçeğine uygun olarak iç hiyeraşik yapısınıda etkilemelidir. Ast üst veya üniformalı üniformasız ayrımı yerine bütün ordu personeli Askeri Personel sıfatı ve ortak tanımında birleştirilmelidir. Örneğin ağırlıklı olarak Milli Savunma Bakanlığına bağlı Askerlik Şubeleri ile MSB birimlerinden başlanmak üzere, Müdür, Şube Müdürü, Daire Başkanlığı gibi kadrolara asker rütbesini taşıyan fakat asker olmayan sivil personel ile ast personelde getirilebilmelidir. Özellikle personel birimlerinde üst subayların görev yapmaları yerine (atama başkanlıkları hariç) diğer personel değerlendirilmelidir. Yine Askeri Personel ortak kimliğinin oluşturulmasının bir uzantısı olarak yakın geçmişte gerçekleştirilen düzenlemeyle bütün ordu personeline açılan Orduevleri ve askeri tesisler, Subaylar da olduğu gibi diğer 
personelin aile bireylerini de kapsamalıdır.6 Silahlı Kuvvetlerde hiyeraşi tesislerde ve kamplarda değil görev esnasında uygulanmalıdır. 

SONUÇ 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dönüşümü yalnız postmodernsit bir moda ve asker sivil ilişkilerinin yanlış yorumlanması neticesinde salt sivilleşmeden ibaret bir süreç değildir. Türkiye’nin askeri geleneği, coğrafi yapısı ve milli karakteri neticesinde, toplumsal ve kurumsal düzenlemeler; askeri birimlerin topyekün kaldırılmasına ya da keskin vesayetçi varlığını sürdürebilmesine yönelik 
değil global dünyanın gerekliliklerine uyarlanmasına yönelik olmalıdır. MGK, Askeri Mahkemeler nicel değerlerden ziyade niteliklerine göre geliştirilerek, Genelkurmay Başkanlığının kurumsal yapısı yeniden ele alınmalıdır. Ordunun manevi iktisadi itibarının devam ettirilmesinin ve dış güvenlik hususunda dikkate alınması gereken temel birim kabulünün yanında sivilleşme denilen kavram neticesinde; harp okullarının ve enstitülerin sivil öğrencilere/akademisyenlere daha çok açılması, sözleşmeli personel uygulamalarının devam ettirilmesi, ordunun ihtisaslaşmış üniversiteler ile ortak programlar yürütebilmesi en önemli 
gelişmelerden olacaktır. Böylelikle strateji, Arge ve harp taktik hususlarında hızlı ilerlemeler sağlanabilecektir. Şu da unutulmamalıdır, Türkiye gibi uzun askeri geçmişe sahip bir ülkede belirlediği geleneklerini korumada dirençli ordu hatta 
karargah nezdindeki düzenlemelerle, öncelikle diğer güvenlik bürokrasisi kuruluşlarına sonrasında ise Türkiye bürokratik yapısına örnek ve öncelik teşkil edilerek bürokratik mekanizmanın dönüşümü ve evrimi hususunda önemli bir katkıya imza atılmış olunacaktır. 

Kaynakça; 

AKKAYA, Erdal (2006), Türk Ordusunda Stratejik Ve Doktriner Değişiklikler, Y.Lisans Tezi-Ankara Üniv., Ankara 
AKMAN, Nurettin (1991), Yönetimde İç Güvenlik Ve Jandarma, Jandarma Dergisi, Sayı73, s.3-4, Ankara 
ALYOT, Halim (1947), Türkiye’de Zabıta, Kanaat Basımevi, Ankara 
AYDIN, S. Ve TAŞKIN, Y., (2014), 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul 
BALCI, Muharrem (2000), MGK Ve Demokrasi (Hukuk-Ordu-Siyaset), Yöneliş Yayınları, İstanbul 
BALTA, Evren (2014), Küresel Siyasete giriş Uluslararası ilişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İletişim Yayınları, İstanbul 
BAŞAR, Bilal (1981), Hava Kuvvetlerinin Dünü Bugünü Yarını, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ankara 
BEŞİKÇİ, Mehmet (2010), Birinci Dünya Savaşında Devlet İktidarı Ve İç Güvenlik: Asker Kaçakları Sorunu ve Jandarmanın Yeniden Yapılandırılması, PAKER, E.B., AKÇA, İ(ed.), Türkiye’de Ordu, Devlet Ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
Dünyada Jandarma, Jandarma Dergisi, Eylül-2014, Sayı 140, Aankara 
ERENDOR, Metin (2015), Türk Ordusu Tarihi Ötüken’den Ankara’ya, Bilgeoğuz, İstanbul 
FRIEDMAN, G&M (2015), (Çev:Enver Günsel), Savaşın Geleceği 21. Yüzyılda Güç, Teknoloji ve Amerikan Dünya Egemenliği, Pegasus Yayınları, İstanbul 
GEDİK, Hüseyin (2010), Adil Yargılanma Hakkı Bakımından Türkiye’de Askeri Mahkemelerin Durumu Ve Geleceği: Karşılaştırılmalı Hukuk Açısından Bir İnceleme, Y.Lisans Tezi- Ankara Üniv., Ankara 
GLİSSEN, John (1982), (çev:Nazım Sucu), Askeri Hukukun Bugünkü Evrimi Üzerine Genel Bildiri-I, Yargıtay Dergisi, C.8, Sayı.1-2, Ocak-Nisan, 313-325 
GÜRSOY, Yaprak (2012), Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 
GÜVENÇ, Serhat (2010), Abd Askeri yardımı Ve Türk Ordusunun Dönüşümü:1942-1960, , PAKER, E.B., AKÇA, İ(ed.), Türkiye’de 
Ordu, Devlet Ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
HALE, William (2014), (çev: Ahmet Fethi), Türkiye’de Ordu Ve Siyaset, Alfa Yayınları, İstanbul 
HELD, D. (2005), Democracy And Global Order: From The Modern State To Cosmopolitan Governance, Stanford University Pres, Stanford 
KARABEKİR, Kâzım (1994), Ankara’da Savaş Rüzgârları:II.Dünya Savaşı, Emre Yay., İstanbul 
KARABEKİR, Kâzım (2001), Türkiye’de Ve Türk Ordusunda Almanlar, Emre Yay., İstanbul 
KOÇAK, Cemil (2015), Dönüşüm, Ordu, Din, Hukuk, Ekonomi Ve Politika Türkiye’de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları(1945-1950) Cilt4, İletişim Yayınları, İstanbul 
LUTHER, Jörg (2003), Military LaW In Italy European Military Law Systems, NOLTE, G(ed.), De Grugter Recht, Berlin 
MOSKOS, C. & WILLIAMS, J. And SEGAL, D.R.(2000), Armed Forces After the Cold War The Postmodern Military, Oxford University Pres, New York 
NOGAYEVA, Ainur (2013), Orta Asya’da Abd Rusya Ve Çin Stratejik Denge Arayışları, Usak Yayınları, Ankara 
ÖZCAN, Gencer (2010), Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi, PAKER, E.B., AKÇA, İ(ed.), Türkiye’de Ordu, Devlet Ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
ÖZDAĞ, Ümit (2013), Kendi Ülkesinde Kuşatılan Ordu Türk Silahlı Kuvvetleri, Kripto, Ankara 
ÖZTÜRK, Saygı ve YURTERİ, Kemal (2011), Mgk Dünü Ve Bugünüyle Milli Güvenlik Kurulu, Doğan Kitap, İstanbul 
ROWE, Peter (2003), Military Law In The United Kingdom, NOLTE, G(ed.), De Grugter Recht, Berlin 
ÜNLÜ, Rasim (1997), Birinci Dünya Harbinden Önce Cumhuriyetin Kuruluşundan Sonra Türk Bahriyesinin Yeniden Organizasyonu Ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığının Oluşumu Ve Askeri Sonuçları, Genelkurmay ATASE yay., Ankara 
YILMAZ, Sait (2006), 21.Yüzyılda Güvenlik Ve İstihbarat, Alfa Yayınları, İstanbul 
YILMAZ, Sait (2008), Güç Ve Politika, Alfa Yayınları, İstanbul 
YILMAZ, Sait (2009), Ulusal Savunma, Kum Saati Yayınları, İstanbul 
YILMAZ, Sait (2014), Türkiye’deki Amerika İkili İlişkiler Ve Abd’nin Örtülü Operasyonları, Kaynak Yayınları, İstanbul 
ZABCI, F.(2013), Yeni Savaşların Gizli Yüzü: Özel Askeri Şirketler, Tasam-Stratejik rapor no:56 

DİPNOTLAR;

1 Harp Akademileri Komutanlığı, Haliç Üniversitesi Mezunlar ve Mensuplar Platformu Genel Başkanı, 
2 Bu çalışmanın doğrudan konusu olmamakla birlikte İç Güvenlik Müsteşarlığı olarak tabir edilen kavram bugünün Emniyet Genel Müdürlüğüdür. 
Emniyet’in Başbakanlığa bağlı bir Müsteşarlık olarak yeniden yapılandırılması İç Güvenliğin profesyonellik katsayısının yükseltilmesine büyük katkı 
sağlayacaktır. 
3 DGM’ler ağır terör suçlarını yargılayan mahkemeler olup her üç üyesinden bir tanesi askeri hakim hükmünde faaliyet göstermekte, bu sebeplede özellikle 
Avrupa Birliği tarafından Yürütmenin Yargıya müdahili ile Kuvvetler Ayrılığı ilkesinin zedeleyici unsurları olarak sunulmakta. 
4 Yargılamaya adil hukuka tarafsız bir zemin oluşturulduğu takdirde kimin nerede yargılandığının pek bir önemi yoktur. Fakat yukarıdaki hususu örnekle yorumlayabiliriz. Bir sivilin örneğin ordu mensubuna hakareti sivil mahkemede yargılanabilir ve bu normal olandır. Fakat örneğin bir sivilin askeri bir ihaleye girip ihale komisyonundaki asker ile yolsuzluğa karışmasının yargısal mercii askeri mahkemeler olmalıdır. 
5 Sivilleştirilme; Jandarma’nın Kır Polisine dönüştürülmesi olarak tanımlanarak son derece yanlış bir kurama imza atılmıştır. Birincisi dünyanın hiçbir yerinde polis teşkilatları sivil birimler hükmünde değillerdir, ikincisi Jandarma personeli ile Polisin şark görev tanımları ve tazminatları farklılık göstermektedir, üçüncüsü ise iki birimin özlük haklarıyla iç kurumsal yapıları tamamen farklıdır. 
6 Silahlı Kuvvetlerde görev yapan Subayların çocukları süresiz olarak askeri tesisleri kullanmakta, Sivil personelin çocukları tesislerden kısa süre öncesine kadar 25 yaşlarına kadar yararlanmakta . Bu uygulama ufak bir değişiklik geçirerek Sivil Askeri Personelin çocuklarının 35 yaşına kadar askeri tesislerden yararlanmaları yönünde düzenlenmiştir. Ayrıca sözleşmeli personelde(Subay, Astsubay…) Silahlı Kuvvetlerden ayrıldıktan sonra sözleşme sürelerine göre kendileri ve aileleri askeri hastaneler, tesislerden yararlanabilmekte yine bu emekli askerleri personel sözleşme sürelerine göre emeklilik dönemlerinde belirli bir süre sonra silahlarını teslim etmektedirler. Hiçbir Silahlı Kuvvet personelinin öncelikli hedefi, tesisler veya silah bulundurma serbestisi değildir lâkin kurumsal aidiyetin sağlıklı tesisi için yeni düzenlemelerin yapılması şarttır. 


***

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 2

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 2




Askeri Mahkemeler, 

15.yüzyılda sürekli orduların kurulmasıyla birlikte askeri yargı faaliyetleri başlamıştır. 16’ncı yüzyıldan itibaren de başta İspanya’da ve İtalya’da asker kişiler hakkında ciddi suçlarla ilgili divan-ı harpler ile divan-ı harplere hukuki tavsiyelerde bulunan ordu müfettişliği kurumları ihdas edilmiştir.(Glissen, 1982: 314) Osmanlı devletinde ise Yeniçeri Ağalarının yaptığı askeri yargılama yerini İstiklâl Harbinde, Divanı Harplere ve Ordu müfettişliklerine bırakmıştır. 

Türkiye’de 1961 Anayasası ile askeri yargı anayasal bir kurum haline getirilmiş ve askeri mahkemelerin teşkilinde çoğunluk, asker üyelerden hukukçu üyelere 
geçmiştir.(Gedik, 2010: 101) Günümüzdeki vaziyete baktığımızda askeri mahkemeler yasal düzenlemelere tabi tutularak bir takım değişiklikler geçirdiğini vurgulayabiliriz. Her şeyden evvel sivil yargılamada söz sahibi olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri(DGM)lerinde asker üye varlığı sona erdirilmiş3 Haziran 2004’te ise DGM’ler tamamen feshedilerek yetkileri özel yetkili ağır ceza mahkemelerine devredilmiştir. Temmuz 2006’da yürürlüğe giren kanun değişikliği ile askeri mahkemelerin barış zamanında sivilleri yoklama kaçağı olma durumları dahil olmak üzere yargılama yetkileri tamamen kaldırılmıştır.(Gürsoy, 
2012: 15) Askeri yargının kurumsal bünyesinde de bazı değişikliklere gidilmiştir. Evvela askeri mahkemelerde bulunan Subay üyelerin varlığı 2010 yılında 6000 sayılı kanunun iptaliyle sona ermiştir. Artık askeri mahkemeler yalnızca askeri hakimlerden oluşmaktadır. 
Bu değişiklikten evvel askeri mahkemelerde yer alan Subayları birlik komutanı belirlediğinden yargının tarafsızlığı hususu sarsılmaktaydı. Yine Anayasa mahkemesinin kararı üzerine askeri hakimler hakkında birlik komutanı veya kıdemli askeri hakim tarafından düzenlenen Subay sicil notu uygulaması kaldırılmış böylelikle kurumsal manada isabetli bir düzenleme daha 
gerçekleştirilmiş olunmuştur. Bütün bu düzenlemelere rağmen günümüzde askeri mahkemeler özellikle yargısal çift başlılığa sebebiyet verdiği gibi gerekçelerle eleştirilere tabi tutulmaktadır. Türkiye’de askeri mahkemelerin düzenlenmesi ile ilgili teorileri oluşturmadan evvel dünyadaki uygulamaları bir şablon misali ortaya koyabilmek sağlıklı bir güzergah belirleyebilmede 
yardımcı olacaktır. İtalya’da, barış zamanında ordu bünyesindeki bütün asker ve siviller ile ordu mensubu olmayan bazı sivil şahıslar (suçun konusuna göre) askeri mahkemelerde yargılanmaktadır.(Luther, 2003: 490) İspanya’da askeri başsavcılık sivil başsavcılığa bağlı görev yaparken Kara Deniz Hava kuvvetlerine göre yargılama terk edilmiştir. Fransa’da ise askeri mahkemeler bulunmazken askeri davalar adliyelerdeki ihtisas dairelerinde görülür. Sivil hakimlere rütbe verilen Fransa’da askeri savcılık yoktur.(Gedik, 2010: 54) İngiltere’de askeri mahkemeler bulunmakla birlikte bütün ordu personeli askeri yargıya tabi olmaktadır. Askerlerin işlediği suçlar sivilleri mağdur edecek nitelikteyse yargılama yeri sivil mahkemelerdir.(Rowe, 2003: 882) 

Abd’de ki askeri mahkemelerde ordu emrindeki bütün personel yargılanır.(Gedik, 2010: 91) Rusya’da ise askeri mahkemeler askerler ve askerlere karşı suç işleyen her sivili askeri mahkemelerde yargılamaktadır. Askeri yargılamaya haiz ihtisas mahkemeleri her ülkede bulunmakla birlikte nitelikleri ülkelerin askeri ve adli yapılarına göre farklılık göstermektedir. 

Türkiye’nin ise mevcut durumu dünya örnekleri de göz önüne alındığında yeniden yorumlanabilir. Öncelikle askeri mahkemelerin kuruluşu ve kaldırılması Milli Savunma Bakanlığının takdirindedir. Askeri Hakimlere disiplin cezaları ile meslekten çıkarma gibi yaptırımların uygulanması Milli Savunma Bakanının kararıyla olduğu gibi, askeri hakimler Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanının imzalarının bulunduğu üçlü kararnameyle atanmaktadırlar. 
Hiçbir demokratik ülkede mahkemeler, hakimler ve savcılar idari işleme tabi değildirler. Bu vesileyle Genelkurmaya dahi bağlı olmayan bir özerk Askeri Hukuk Konseyi kurularak, terfi, tayin gibi işlemlerle, askeri hakim-savcı, yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mahkeme ve savcılık personellerinin mesleğe kabulü, özlük hakları, müeyyide gibi hususları yürütmeli askeri mahkemelerin üzerlerindeki idari vesayet sona erdirilmelidir. Bunun dışında askeri mahkemeler mutlak surette garnizonların dışına çıkartılmalı, askeri hakim ve savcıların 
üniforma giyme zorunluluğu kaldırılmak suretiyle kişisel isteğe bırakılmalıdır. Askeri mahkemelerde sivil hukukçu teminleri devam ettirilmeli sivil hukukçu askeri personel arasından da, gerekli niteliklere haiz olanlardan sivil fakat rütbeli hakim savcı ile adli müşavir sınıflarına geçişler yapılabilmelidir. Sivil askeri personelin idari davaları Askeri Yüksek İdari Mahkemelerinde görüldüğünden ordu içerisindeki çift başlılığı sona erdirmek için modern askeri mahkemelerde olduğu gibi bütün personel ‘her bakımdan’ askeri yargıya tabi olmalıdır. Askeri hakim ve savcılardan başarılı olanlar, sivil yargıda olduğu gibi yurtdışına yüksek lisans, doktora ve dil öğrenmeye gönderilerek kendilerini geliştirmelerine 
olanak sağlanmalıdır. Ordu mensubu olmayan siviller ise suçlarının niteliklerine göre askeri yargıya tabi olmalı ya da olmamalıdırlar.4 

Hulasa, askeri mahkemeler bu hususlar doğrultusunda modernize edilerek varlığını sürdürmelidirler. Askeri mahkemeler özel ihtisas mahkemeleri 
oldukları için ihtisas mahkemelerinin yargıda çift başlılığa yol açtığını söylemek mümkün değildir. 

Jandarma Genel Komutanlığı, 

Fransız kaynaklarında ‘Silahlı Adamlar’ manasına gelen ‘Gendarmerie’, XIV.Louis zamanında Fransız kralının muhafız kıtası olarak kullanılmaktaydı. Krala bağlı olup sarayı korumakla görevli olan Jandarma’nın(Akman, 1991: 3) Avrupa’da ilk doğduğu ülke Fransa’dır. Zamanla Fransa’da genel asayişi sağlayabilmek için daimi ve paralı askeri birimin kullanılması gerektiğinden Jandarma ve benzeri teşkilatlar; Fransa geneli ile Avrupa kıtasında kullanılmaya başlanmıştır. Türk güvenlik sistemi incelendiğinde ise askeri statülü kolluğun binlerce yıllar evveline uzandığı görülmekle beraber, ‘Subaşı’ olarak tabir edilen ve asayişi sağlamakla görevli askerler göze çarpmaktadır. (Alyot, 1947: 10) Geleneği Türk-İslam medeniyeti evveline dayanan askeri statülü kolluk, Jandarma adıyla Osmanlı devleti zamanında özellikle cihan harbinde firarlarla mücadele etmede kullanılan 
asli unsur olmuş ve kurumsal yapısı tanımlanmıştır.(Beşikçi, 2010: 159)Bu devirde, Umum Jandarma Komutanlığı olarak adlandırılan birim askeri talim ve terbiye bakımından Harbiye Nezareti’ne, diğer görevleri dolayısıylada Dahiliye Nezareti’ne tabiydi. Cumhuriyet döneminde ise yeni kabul edilen Jandarma kanunuyla Binbaşı ve yukarı rütbeliler İçişleri Bakanı’nın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanmaktaydı. 1937 yılındaki Jandarma Kanunundaki ilave ile de, Jandarma Subaylarının, geçici olarak, valiliğe, kaymakamlığa ve nahiye müdürlüğüne vekaleten atanmalarına imkan sağlanmıştı.(Koçak, 2015: 35) 

1961’de Jandarma Bölge Komutanlıklarının kurulmasından sonra Jandarma Komutanı 1982 Anayasası ile Milli Güvenlik Kuruluna dahil edilmişti. Günümüze baktığımızda Türkiye’de çok tartışılan Jandarma teşkilatı ile ilgili iki değişiklik kısa süre evvel gerçekleştirilerek bugünkü yapı sağlanmıştır. Birinci değişiklik ile Jandarma sınırlardaki görevini Kara Kuvvetlerine devretmiş, ikinci düzenlemeyle ise Jandarma Komutanlığı askeri statüsünü korumakla beraber İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır. 

Jandarma’nın yapısıyla ilgili teorileri incelemeden evvel Dünya’da ki Jandarma birimlerine değinmek yerinde olacaktır. Avrupa, Asya, Afrika ve Güney Amerika’da 56 ülkede askeri statülü Jandarma ve benzeri birimler bulunmakla birlikte teşkilatların tamamı İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Bu birimler askeri konular sebebiyle Savunma Bakanlığına bağlı olup genelde kırsal bölgelerde görevlerini icra etmektedirler. İstisna olarak Şili’de tüm Ülkede görev yapan Jandarma, Azerbaycan, Kırgızistan ve Kazakistan’da İçişleri Bakanlığı’nın yetkilendirmesi durumunda yine bütün ülkede görev yapar. İtalya’da ise bölge kısıtlaması olmamakla birlikte ihbarı alan ilk kolluk birimi olayla ilgili çalışmaları yürütmektedir. (Jandarma Dergisi, 78-79) 

Bu uygulamalara baktığımızda Türkiye’nin askeri sosyolojik perspektifide dikkate alındığında Jandarma’nın genel kolluk olarak sürekliliğini koruması önemlidir. Yine bu vaziyette Polis ve Jandarma bölgeleri olarak belirlenen alanlarda kolluklar müstakil olarak görev yapmalıdırlar. Profesyonelleşme İç Güvenlikle alakalı bir teşkilatlın temel doktrini olduğundan Jandarma bünyesine hiçbir surette kısa dönem erler kabul edilmemeli orta vadede ise yükümlülerin hiçbirisi Jandarma bünyesinde görev yapmamalıdır. Kapatılan Uzman Jandarma Çavuş okulu yeniden açılarak Jandarma’nın asli kaynağı olarak Uzman Çavuş 
yetiştirilmesine devam edilmelidir. Jandarma teşkilatının idari yönden İçişleri Bakanlığına bağlanmasında bir sakınca olmamakla birlikte, Jandarma’nın halk nazarındaki itibarının korunması ve ötesinde özerk kolluk tanımının devam ettirilmesi için Generaller ile birlikte İl Alay Komutanlarıda Jandarma’nın iç yapısı içerisinde askeri silsileye göre atanmalıdırlar. Türkiye’de bir süre Jandarma’nın topyekün kaldırılması/sivilleştirilmesi5 savunulmuş fakat bunun pratikte bir getirisi olamayacağından şimdilik bu tartışmalardan vazgeçilmiştir. Jandarma her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Polise nazaran daha ağır silahları bulunan bir 
teşkilattır. Bunun yanı sıra askeri konumu itibariyle halkta fevkalade yatıştırıcı bir psikoloji yaratmaktadır. Jandarma’nın bulunmadığı ülkelerden örneğin İngiltere’de yüksek gerilimli toplumsal olaylarda polisin yetersiz kalması durumunda ordu birliklerine talimat verilmesi tartışmalara sebebiyet vermektedir. Jandarma ise Polis ile Kara Kuvvetleri arasında ara bir kolluk 
misali toplumsal dengeleyici yapısı bakımından oldukça mühimdir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kurumsal Yapısının Dönüşümü İle İlgili Diğer Teoriler 

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği’nin dağılması salt coğrafi ve ideolojik bir çizginin değişmesinden daha geniş tabanlı manalar taşıyordu. Dünya modern ötesi de denilen postmodern kavramı tanımaya başlayacak, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel hatta inançsal değişimler güvenlik ve güvenliğin temel aktörü ordulara da yansıyacaktı. Postmodernitenin siyasi 
alandaki karşılığı her şeyden evvel devlet mekanizmasının ulusal ve uluslararası platformda otoritesini başka aktörler ile paylaşmak zorunluluğuna evrilmesidir. Yani Modern Devlet kavramı yeniden tanımlanmak zorunda kalmıştır. Modern devlet önce sınırlarıyla varolur. Diğer yandan ülkeselliğin çizdiği sınırlar, ülke içindeki tek kamusal otoritenin de sınırlarıdır. Devletin içinde artık başka herhangi bir otorite tanımlanamaz. Sınırlar içinde yalnız devlet güvenliği sağlar, dışarıdan gelen tehditleri durdurur, ekonomik ve mali bir düzen kurar ve kültürel bütünlüğü sağlar.(Balta, 2014: 37) Sınırlar dışında da devlet yegane aktördür; devletin uluslararası alandaki özerkliğinin korunması, tüm devletlerin ortak önceliğidir.(Held, 2005: 78) Devletin asli unsur olduğu düzende realist bir felsefe uluslararası ilişkilere hakimdir. Realizme göre bencillik, saldırganlık ve güç arzusu, bu dünyanın kaçınılmaz olarak güç ve şiddet içermesi sonucunu doğurur.(Nogayeva, 2013: 17) Güçlü olmak ve sürekli gücü arttırmak için temel argüman büyük, kitlesel, savaşçı subayların bulunduğu orduların tesis edilebilmesidir. Büyük ordu, harp okullu savaşçı subay kavramı soğuk savaş sürecinde de devam etti fakat ordular birtakım değişiklikler geçirdi. İkinci dünya 
savaşı sırasında İngiliz Hava Kuvvetlerinin radarı ilk olarak kullanmalarıyla daha önce savaşla yüzeysel olarak ilgilenen bir sınıf insan da savaşla askerler gibi ilgilenmeye başladılar.(Friedman, 2015: 65) Teknik sınıfın yıldızının parlamaya başlamasının ardından atom çalışmalarında Manhatton projesinin kara kuvvetleri personelinden(Friedman, 2015: 69) California üniversitesine devredilmesi yetkinin subaylar dışında bilim insanlarına verilmesi manasını taşıyordu. Tekniki personelin ordular içerisinde öneminin yükselmesiyle Soğuk savaşın sona erdiği tarihten itibaren katı realist görüş güvenlik politikalarında terk edildi. Bu yeni ‘’Modern Devletler’’ artık egemenliklerini, uluslararası kurumlar, şirketler ve sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşacaklardı. İki kutupluluk sona erdiğinden yeni düzende ve yeni devlet sisteminde kitlesel ordulara da gerek kalmadı, 
1990’larda 6 milyondan fazla personel ordulardan ayrılmak durumunda kaldı.(Zabcı, 2013: 10) Paramiliter tehdit ve insani müdahale operasyonları gibi yeni güvenlik algılarına göre küçülen ve profesyonelleşme katsayısı artan ordularda sivil ve üniformalı personel arasındaki uçurum kapandı, sivillerde silahlı kuvvetlerin hayati unsurları arasına girdi. 




Tablo 1: Ordu tiplerinin dönemlere göre karşılaştırılması (Moskos vd., 2000: 14) 

Dünya’da her alanda olduğu gibi güvenlik alanında da değişimler yaşanırken Türkiye’de de birtakım farklılıklar yaşanması kaçınılmazdı. Sivil Asker ilişkilerinin dönüşümü bağlamında idari ve mali denetimin eskisine nazaran daha kuvvetli olması ve kurumsal manada profesyonel ordu çalışmaları göze çarpan gelişmelerdendir. Türkiye coğrafyası gereği ve maliyet külfeti sebebiyle kısa ve orta vadede zorunlu askerliğin uygulanmadığı bir ülke olamaz. Zorunlu askerliğin kaldırılarak tamamen profesyonel ordu yapısına sahip olabilmek uzun vadeye yayılarak hayata geçirilmesi gereken bir proje olmalıdır. İlk etapta silahlı 
kuvvetlerde karma sistem uygulanmalıdır. Sözleşmeli ve muvazzaf er temini hızla devam ettirilirken, askerlik yükümlüleri de vazifelerini icra edebilirler. Askerlik belirli kıstaslara haiz olanlar ve talep edenlerin belirlenmiş meblağyı yerine getirmeleri durumunda muaf olacaklar kategorisini de kapsamalıdır. Gelir yalnızca silahlı kuvvetlerin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmalı, yükümlü erler geri hizmet veya pasif görevleri icra ederlerken, saha; eğitimli profesyonellere bırakılmalıdır. Böylelikle orta vadede işin ehli, mobilize, daha küçük bir ordu yapısı sağlanmalıdır. Fakat profesyonelleşmenin asli sebebinin terör olduğu gibi 
yanlış bir kanı oluşmamalı ve tasarı bu yanlış kanı üzerine inşa edilmemelidir. Çünkü Türkiye’de terörle mücadele İçİşleri Bakanlığı vasıtasıyla; Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı tarafından yürütülmektedir. Bunun dışında ancak yoğun asayişsizlik sebebiyle Kara Kuvvetleri Komando Tugaylarına başvurulmaktadır. Yani Silahlı Kuvvetlerin profesyonel yapıya kavuşması iç güvenlikten çok dışsal güvenlik kaygılarına yönelik bir girişimdir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 1

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 1




 Onur Dikmeci*1 
*1 Harp Akademileri Komutanlığı, Haliç Üniversitesi Mezunlar ve Mensuplar Platformu Genel Başkanı, 
onur.dikmeci@gamail.com, 
dikmecionur.blogspot.com 




 Özet 

Güvenliğin bireysellik sınırlarını aşıp toplumsallaşmasıyla birlikte oluşan ordular, klasik güvenlik anlayışının yeniden tanımlanmasıyla sistemlerini değiştirmişler dir. 
Modernist ordular eskisine göre daha hareketli, küçük ve profesyonel olmalarının yanı sıra askeri ve toplumsal kültürlerinin doğrultusunda iç yapılarında yeni düzenlemeleri gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’de ise sivil asker ilişkilerinin dönüşümüyle özellikle Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Mahkemeler ve Jandarma Genel Komutanlığı hususlarında farklılıklar gerçekleştirilmiştir. 
Bu çalışmada Silahlı Kuvvetlerdeki önemli gelişmelere değinilmekle birlikte postmodern güvenlik konseptine göre Türk Silahlı Kuvvetlerinin toplumsal ve kurumsal yapısıyla ilgili ne gibi düzenlemelerin yapılması gerektiği 
vurgulanarak kimliğini kaybetmeyen fakat modernize edilen Silahlı Kuvvetler tahayyulü üzerinde durulmuştur. 

GİRİŞ 

Tarihin her döneminde güvenlik insanlar için en gerekli ihtiyaç olmuştur. Bu bağlamda insanları ve toplumları etkileyen çevresel veya diğer toplumlardan kaynaklanan tehditler hep var olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Binlerce yıllar evvelinde güvenlik ihtiyaçlarını ekseriyetle bireysel karşılayan insanlar zamanla güven ihtiyaçlarını karşılamak çatışmaları önlemek ya da yönetmek ve tüm bunların yol açabileceği zararlardan korunmak için kişisel koruma refleksleri ile yetinmeyerek, klan, aile düzeninden toplumlaşma sürecine ulaştıkça, kişisel korunmanın yanı sıra toplumsal korunma için de değişik kurumlar oluşturma 
yoluna gitmişlerdir. Çatışmayı önleyerek dışarıdan gelecek tehdidi ortadan kaldıracak ve düzeni sağlayacak olan kurumsal yapılar, tarihi insanlık tarihi kadar eski olan askeri kurumları oluşturmuştur.(Erendor, 2015: 15-16) 

1648 yılında imzalan Westfalya anlaşması ile ulusal devletler inşa edilmeye başlanmış devletlerin algıladıkları tehdide yeterli olacak sürekli bir ordunun bulundurulması devletlerin öncelikli gayretlerinden biri olmuştur.(Yılmaz, 2009: 60) 

Fransız ihtilâli ile teşekkül edilen yurttaş ordular, 19. yüzyılda Prusya modeliyle profesyonel subay ve askeri okulların yer aldığı askeri kültür kavramına 
evrilmiş tir. 
Türklerde coğrafyaları gereği her daim tehdit altında bulunduklarından binlerce yıl evvelinden askerlik ve ordu kurumunu oluşturmuş kendilerine özgü harp teknikleriyle uzun yıllar muvaffak olmuşlardır. Harp galibiyetlerinin kesilmeye 
başladığı 17. yüzyılda Karlofça anlaşmasıyla ilk toprak kaybı yaşanmış, 1768-1774 savaşı sonunda ise Kırım’ın kaybedilmesi(Özdağ, 2013: 35) devlet ve halk nezdinde büyük tedirginlik yaratmıştır. Ordunun öncelikli kurum olduğu devlet 
geleneğinde başarısızlıklar askeri zafiyetlere yorulmuş ve askeri ıslahatın yegane kurtuluş olabileceği düşüncesi özellikle devlet erkanında belirmiştir. III.Selim zamanında başlanılan fakat yetersiz kalan askeri ıslahatlarda ağırlığını hissettiren ilk ekol Fransız ekolü olmuştur. Sultan Mecid zamanında Fransa’dan orduya muallimler getirilmiş harp okullarında Fransızca dersler 
açılmıştır.(Karabekir, 2001: 199) 

Ağırlıklı olarak ise II. Abdülhamit ile 1908’den sonra İttihat Ve Terakki’nin esas aldıkları Prusya modeli olmuştur. 

Osmanlı-Rus savaşındaki ağır yenilgiden sonra Albay Otto August Kahler başkanlığındaki yeni Prusya askeri heyeti 1882’de Türkiye’ye gelerek çalışmalara başlamıştır. Kaehler’in 1885’te ölümünden sonra heyetin başkanlığını General 
Comlar Freiherr von der Goltz üstlenmiştir. Bu dönemlerde harp okullarında Fransız eğitim sistemi terk edilerek yerlerine Berlin harp okulu sistemi kabul edilmiştir.(Özcan, 2010: 179) 

Türk Harp Okullarındaki Alman ekolü Cumhuriyet’in ilk döneminde de sürmüş Alman subaylar askeri okullarda görev yapmaya devam etmişlerdir. 
Karabekir, Kasım 1940’taki TBMM konuşmasında Alman talimnamelerinden alıntılar yaparak bu talimnamelerin manevi yönünü vurgulamış (Karabekir, 1994: 242) ve bu sistemi örnek bir model olarak sunmuştur. 1940’ların ortalarından itibaren Soğuk Savaş döneminin başlamasıyla tercihini Batı 
ittifakından yana kullanan Türkiye’de bu konsept Türk Ordusu’nda da hissedilmiş ve Fransa modelinden sonra uygulanan Prusya sistemi de terk edilerek Amerikan modeli benimsenmiştir. 1943’ten itibaren Harp Akademilerinde Amerikalı uzmanlar Türkiye’de ilk kez görevlendirilmiş, Amerikan Askeri Yardım Kurulu 1948’den itibaren sınıf okullarında eğitim programları düzenlemiştir.(Güvenç, 2010: 261-265) Birçok subay ve astsubayda Amerikan silah ve malzemelerinin kullanımını öğrenmek için ABD ve Batı Almanya’da kurslara katılmıştır. Soğuk savaş konseptine göre düzenlenen güvenlik algısı gereğince Amerikan 
talimnamelerinden aynen tercüme edilen Sahra talimnameleri oluşturulmuştur.(Yılmaz, 2014: 164) 

Türkiye’nin 1952’de Nato’ya katılmasıyla Silahlı Kuvvetlerin anlayış ve teşkilatı Nato esaslarına uygun hale getirilmiştir. O tarihten itibaren Türkiye’de 
faaliyete geçen Amerikan üsleri ve ikili antlaşmalar bazı çevrelerde tartışma konusu olarak Ordu’nun bağımsızlığını yitirdiği dile getirilmiştir. Fakat 1969’da 55 adet ikili antlaşma tek bir antlaşma altında toplanarak, Türkiye’de ki üslerin mülkiyetinin Türkiye’de bulunduğu ve Türk askerinin denetimine tabi olduğu hükmünü içermekteydi.(Yılmaz, 2014: 173) 

Askeri gelenekte, Kara Hava Deniz ve Jandarma’yı ifade eden Ordu kavramı yerine kurumsal ifade için 4 Ocak 1961 tarihinde kabul edilen 211 sayılı iç hizmet kanunu ile Türk Silahlı Kuvvetleri adı kullanılmaya başlanmış(Akaya, 2006: 7) ve bugüne değin intikal etmiştir. 

TSK, kurumsal yapısında 1993 yılında gerçekleştirdiği yenilikle önemli bir değişikliğe imza atmış Soğuk Savaşın bittiği düzende konvansiyonel tehditten düşük yoğunluklu harp algısını belirleyip Özel Kuvvetler Komutanlığını var etmiştir. TSK 2007’den itibaren milli talimnamelerini yazmaya başlamış bulunmaktadır. Silahlı Kuvvetler Osmanlı Devleti zamanından itibaren 
gerektiğinde bir denetim mekanizması olarak devreye girerek kimilerine göre bir vesayet mercii misyonunu üstlenirken bazı çevrelere göre ise tıkanan siyasi mekanizmanın açılmasında sorumluluk üstlenen bir kurum olarak yorumlanmış tır. 

Türk ordusunun tarihsel mirasının ise üç ana öğesi olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, Osmanlının büyüklük döneminden itibaren ordunun neredeyse bütün devletle bütünleşmesi. İkincisi 19.yüzyılın reform hareketlerinden itibaren Subayların Batı tekniklerinin benimsenmesine dayalı yeni aydınlanmanın öncüleri olduklarına dair inanç. Üçüncüsü Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren ordu görevinin kışlalarla sınırlı olması gerektiği ancak devlet güvenliğinin tehlikeye düşmesi halinde açıkça siyasete müdahale edebildiği şeklinde yeni bir geleneği miras aldığıdır.(Hale, 2014: 34) Son yıllarda özellikle 1999 Helsinki zirvesinin 
getirdiği Avrupa ile bütünleşme isteğinin doğmasından itibaren sivil asker ilişkilerinde birtakım toplumsal ve kurumsal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Fakat sivil asker ilişkilerinin tepeden inmeci ve zoraki düzenlenmesi ile global güvenlik politikalarının özümsenememesi, halen profesyonel ordu yapısı, Genelkurmay’ın durumu, askeri eğitim kurumları gibi başlıklarda ne gibi reformların yapılmasının tasarlandığı? sorularını yanıtsız bırakmaktadır. Özellikle son yıllarda yasal düzenlemelerin gerçekleştirildiği ve kurumsal düzenlemeler içermesinin yanında toplumsal yönüde ağırlıklı bulunan Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Mahkemeler, Jandarma Genel Komutanlığının idari durumu meseleleri ençok tartışılan başlıklardan olmuştur. 

Milli Güvenlik Kurulu 

Milli Güvenlik Kurulu’nun Türkiye’de ilk defa 1961 Anayasası ile tesis edildiği gibi doğru olmayan bir bilgi mevcuttur. MGK adı ve bugüne değin uzanan istikrarlı yapısıyla 1961 Anayasası’nın ürünü de olsa MGK benzeri oluşumlar Türk siyasi tarihinde görülmektedir. Maliyenin para dağıtımına hakim olmak birinci planda ordu ihtiyaçlarının karşılanması konusunda idari mekanizma üzerinde yetkiler kullanarak cephenin etkin bir şekilde desteklenmesini sağlamak için 14 Ocak 1922’de Harp Encümeni Komisyonu kurulmuştu. Komisyon Başkomutan’ın emrinde ve Başkomutan’a karşı sorumlu bir kuruldu. Bu komisyon bugünün Milli Güvenlik Kurulu’nun çekirdeği olarak görülmektedir. Yine 1933 yılında hayata geçirilen Yüksek Müdafaa Meclisi; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ile Bakanlar Kurulu üyelerinden oluşmaktaydı.(Öztürk ve Yurteri, 2011: 19-21) 31 Mart 1949 tarihinde kabul edilen bir kanunla ise Milli Savunma Yüksek Kurulu hayata geçirildi. Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan kurulda, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ile Başbakan’ın önerisiyle hükümetçe seçilecek Bakanlardan oluşmaktaydı.(Koçak, 2015: 40) 1961 Anayasası ile Milli Güvenlik Kurulu adında asker ve sivillerden oluşan bir yapı hayata geçirildi. 

Cumhurbaşkanı Başkanlığındaki kurul, kuvvet komutanları, Başbakan, Milli Savunma, İçişleri ve Dışişleri Bakanlarından oluşmakta hükümete temel görüşler bildireceği belirtilmekteydi.( Aydın ve Taşkın, 2014: 92) 1982 Anayasası ile de MGK’nın ağırlığı arttırıldı sekreterliği güçlendirildi ve kurula Jandarma Genel Komutanıda dahil edildi. Bugüne baktığımızda MGK Türkiye’de asker sivil ilişkileri bakımından en çok tartışılan konulardan biri olmuş kurulun toptan kaldırılmasını savunanlar olduğu gibi son yıllarda gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle kurulun özellikle sekreterliğinin işlevini kaybettiği yönünde eleştiriler öne sürülmüştür. Milli Güvenlik Kurulu ile alakalı teorilere değinmeden evvel Dünya’da MGK emsali yapıların bulunup bulunmadığı ile iç yapıları hakkında hususlara değinmek yerinde olacaktır. Pek çok ülkede Milli Güvenlik kurulları bulunmakla beraber bu kurulların isimleri, üye sayıları ile üye dağılımları güvenlik paradigmalarına göre değişiklik gösterse de amaçsal benzerlikleri söz konusudur. Güvenlik ile alakalı her hususun görüşüldüğü kurullar genellikle bağımsız bir erk’ten ziyade 
askerlerin askeri konularda sivilleri bilgilendirdiği ve topyekün ulusal güvenlik meselelerinin görüşüldüğü bir oluşum mahiyetindedirler. Almanya’da Savunma Bakanının başkanlığını yürüttüğü Federal Güvenlik konseyine Maliye Bakanı da 
üyeyken, Belçika’da Savunma Konseyine Maliye ve Ekonomi Bakanları da dahildirler. İtalya’da Savunma Yüksek Kurulu adı verilen yapıda üyeler arasında Hazine, Ticaret ve Sanayi Bakanları da mevcuttur. Yunanistan’da sekreteryasının General tarafından yürütüldüğü kurulun kararlarını Bakanlar Kurulu uygulamak zorundadır.(Balcı, 2000: 250-251) Polonya’da Devlet Savunma Konseyi denilen Konsey hem danışma hem de bir karar organıdır. Ulusal güvenliği ilgilendiren konularda temel ilkeleri belirleyebilmekte ve kararlar alabilmektedir. Alınan kararlar Bakanlar Kurulu tarafından uygulanır.(Yılmaz, 2006: 725) 

Türkiye’de MGK’nın tarihi geçmişi, gerçekleştirilen düzenlemeler ve dünya genelindeki örnekler dikkate alındığında MGK ile alakalı noksanları ve gelecek tahayyulünü önermeler ile bütüncül bir perspektifte sunabilmemiz mümkündür. Öncelikle, Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin yanlış yorumlanması ve uygulanması ile alakalı noksanlıklar göze çarpmaktadır. MGK niteliğinden ziyade nicel düzlemde değerlendirilmiş ve sivil asker dağılımı bağlamında sivillerin sayısının çoğaltılması temel güvenlik hususu olarak görülmüştür. Bir başka deyişle gerçekçi olmayan bir yaklaşım neticesinde sivillerin sayısını arttırmak adına dünyada eşi görülmemiş bir uygulamayla kurula Başbakan Yardımcıları dahil edilmiştir. Bu durum, Bakanlık müsteşarları ile Komutan yardımcılarının da kurula dahil edilebilme gibi gayrı ciddi tasarılara pekala zemin hazırlayabilir. İlk olarak kuruldaki Başbakan Yardımcılarının varlıkları sona erdirilmelidir. 

Ekonominin müstakil bir istihbarat ve güvenlik branşı olarak kullanıldığı günümüzde Başbakan Yardımcıları yerine, Ekonomi Bakanı ile Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı gibi müstesna bir kurumla önemli hava ve deniz birimlerinin bağlı bulunduğu Ulaştırma Bakanı kurula dahil edilmelidir. Kuruluşu ve 
günümüzdeki konumu itibariyle de, dış istihbarattan sorumlu olması gereken Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarının da kurulda yer alması gerekmektedir. Bunun dışında Güvenlik Müsteşarına da2 kurulda yer verilmeli, Türkiye’nin özellikle komşu ülkelerinde yaşanan karışıklıkların orta ve uzun vadede son bulmasının mümkün olamayacağı aleni belli olduğundan kurul iki ayda bir yerine eskisi gibi ayda bir toplanmalıdır. Kurul hiçbir surette yaptırım mercii ve siviller ile askerlerin güç gösterilerine kalkıştıkları vesayet organı olarak kullanılmamalı alınan kararlarda partisel politikaların yansıtılmamasına dikkat edilmelidir. 
MGK sekreteri askerlerden seçilebileceği gibi günümüzdeki uygulamasıyla sivillerden de seçilebilmelidir. Fakat MGK gibi müstesna bir kurumun sekreterliğine hiçbir güvenlik çalışması bulunmayan mülki idare kadrosundan bir Vali atanmamalı dır. MGK sekreterliğine atanacak sivil şahıslarda eğitsel ve kişisel üstün nitelikler aranmalı, dünyayı tanıyan ve dünyadaki güvenlik politikalarına hakim büyükelçiler, akademisyenler veya güvenlik-strateji konularında doktora tezleri, bireysel çalışmaları bulunan kamu görevlileri gibi şahsiyetler belirlenmelidir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

26 Kasım 2017 Pazar

TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ

TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ


Onur Dikmeci
21 Kasım 2017 Salı
TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ

Soğuk Savaş'ın başlamasıyla Sovyetler Birliği yayılmacılığına karşı kurulduğu düşünülen fakat bu birliğin dağılmasından sonra Nato'nun genişleyerek etki havzasını arttırma gayreti içinde olduğunu görenler Nato'nun varlık sebebini yeniden sorgulama gayreti içerisine girdiler.

Nato'ya karşı olanların ürettikleri yeni dönem teoriler Soğuk Savaş'ın bitmesine rağmen Nato'nun varlığını devam ettirmesiydi. Bu durumda Nato'nun Sovyetler Birliği'ni çevreleme ya da dengeleme misyonunun çok ötesinde bir takım görevleri üstlendiği açıklamaktadır. Nato 1991 Roma zirvesiyle güvenliğe çok yönlü bir bakış açısı getirmiş ve eşitsizlik, terör gibi kavramların sınırlara konvansiyonel saldılardan bile tehlikeli olabileceği argümanını işlemiştir. O halde Nato sıradan tek yönlü bir askeri pakt olmanın ötesinde aynı tarihten beslenen ve çok yönlü güvenlik mekanziması tanımlayan ve tavsiye eden askeri misyonunun yanında siyasi, ekonomik ve kültürel yönleride olan bir birlik haline gelecekti. Daha sonraki yıllarda, enerji güvenliği, kadın ve çocuk hakları gibi kavramlara sonuç bildirisinde yer vermeside bu durumun aleni ispatıdır.

Yalnız burada Nato karşıtlarının savundukları Nato'nun dönüşümü ve yerinde tehdit algılamasından ziyade yeni dönemde yani tek kutuplu dünyada Abd egemenliği ve hegemonyasınının tesis edilmesinde ana sorumluluğu üstlenecek Uluslar arası bir polis gücünün temellendiği ve Türkiye'nin artık hiçbir şekilde bu birlikte yer almaması gerektiği yönünde olmuştur. Nato'nun 1990'lı yılların başından itibaren düzenlediği zirveler ve alınan kararlar incelendiğinde resmi üyesi olmayan ülkelerle de yakın ilişkiler geliştirdiği Rusya'nın hinterlandında hatta Ortadoğu'da bu işbirliklerini tesis ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.

1994 Brüksel zirvesiyle Barış İçin Ortaklık projesini geliştiren Nato'nun BİO projesinin 8. maddesine göre BİO kapsamındaki üyelerin güvenliklerine yönelik tehditler halinde Nato'ya danışabilecekleri (Bağbaşlıoğlu, 2011) yönünde ifadeye yer vermesi uluslar arası güvenlik belirleyiciliğini Abd'nin üstleneceğini açık etmiştir. BİO kapsamında Azerbaycan, Beyaz Rusya, Bosna Hersek, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Gürcistan, Finlandiya, İrlanda, İsveç, İsviçre, Karadağ, Makedonya, Malta, Moldova, Sırbistan, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan hatta Rusya bulunduğuna göre Abd'nin Sovyetler Birliği mirasını yürütmek isteyecek bir Rusya'ya ya da panslavist Neo Çarlığa Müsaade etmeyeceği veya bu durumu tehdit olarak nitelendirebileceği analiz edilebilmektedir. Ancak bu vizyon yalnızca Rusya karşıtlığından ibaret değerlendirilemez, bahsedildiği gibi yeni güvenlik yapılanmasını elinde bulundurmak isteyen Abd'nin bu yöndeki çabasıdır. Abd'nin 1996 ve 1998 Milli Güvenlik Stratejisiyle ise ayrıca uyumludur. Çünkü bu stratejilerinde Abd egemen güç olma isteğini açıklamış ve tek taraflı güç kullanma ilkesini benimsemişti. Tek taraflı güç kullanma isteği ise Neo Con lobinin ''Demokratik Barış Tezi'' kavramıyla uyumlu Irak işgali ve Ortadoğu operasyonlarına ön koşul olabilecek bir kavram olarak belirmektedir.

Nato'nun Ortadoğu'ya yönelik geliştirdiği iki proje ise Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği Girişimi olmuştur. 1995'de açıklanan Akdeniz Diyaloğu, Fas, Moritanya, Tunus, Mısır, İsrail, Ürdün, Cezayir'i kapsamaktadır. Ayrıca 1997'den itibaren bu ülkelerde irtibat ofisleri açılmıştır. 2004 yılında düzenlenen Nato İstanbul zirvesinde ise İstanbul İşbirliği Girişimi açıklanmış ve bu kapsamda Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt yer almıştır. Akdeniz Diyaloğu ile İstanbul İşbirliği Girişimi'nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkeleri Nato ile entegre stratejisinin parçalarıdır. Henüz bu ülkeler Nato'ya resmi üye olmamakla birlikte barış gücü ve Nato ile ortak tatbikat gibi unsurlara değinilmesi Nato'nun Rusya yayılmacılığı ile sınırlı bir konsept belirlemediğinin Afrika kıtasında bile faaliyet göstermesi, herhangi bir coğrafik dilimde güç boşluğunun başka ülkeler tarafından değerlendirilmek istenebileceği girişimine karşı aynı zamanda önleyici tedbiri içermektedir.

Türkiye'nin Yeni Arayışları

Rusya’nın St. Petersburg şehrinde 2013 yılında düzenlenen Üst Düzey İşbirliği Konseyi (ÜDİK) toplantısı sonrası Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, açıklamada bulunmuşlar Erdoğan ''Şanghay Beşlisine alın Ab'yi unutalım'' diyerek rota değişikliği imasında bulunmuştu.
Erdoğan, Avrasya ülkeleri ile serbest ticaret anlaşması yapmaya da hazır olduklarını kaydederek, “ŞİÖ’ye üyelik talebimizi daha önce de sayın Putin’e ifade etmiştim. Bunu önemsiyoruz…” dedi. Bu diyalogdan kısa süre önce ise Türkiye, Şanghay'ın gözlemci üyesi olmuştu.

Şanghay, istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir.

Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye'nin Rusya ile yakınlaşması 24 Kasım 2015 yılında bir Rus uçağının düşürülmesiyle durmuş Türkiye politik manevra sahasını oldukça daraltmıştır. Fakat daha sonra ikili ilişkiler yeniden başlayacaktır. Türkiye nezdinde Abd müttefikliğinin ve Nato'nun sorgulanmasının en somut iki gerekçesi mevcuttur bunlardan birincisi 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasının Abd ve Nato tarafından desteklendiği inancı ikincisi ise Türkiye'nin Milli Güvenlik Kurulu nezdince terör örgütü kabul ettiği Suriye Pyd'sinin Amerika tarafından silahlandırılma adımlarıdır.


15 Temmuz 2016

ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı General Joseph Votel 15 Temmuz'daki darbe girişiminin başarısız olmasının ardından ikili ilişkiler adına 'endişeli' olduklarını belirterek, ABD'nin bölgedeki operasyonlarının zayıflayacağını söyledi.

Colorado eyaletinde gerçekleşen bir programda konuşan Votel, darbe girişimi sonrası tutuklanan cuntacıların, "ABD ordusunun yakın müttefikleri" olduğunu ifade etmişti. Abd ordu yapılanması içerisinde Merkez Komutanlığı Ortadoğu operasyonlarının yürütüldüğü birimdir ve Nato ile yakın ilişkilidir. Bu sebeple Abd'li General'in açıklaması Nato ile paralel görülmüştür. Ayrıca çağırıldığı halde Türkiye'ye dönmeyen ve bulundukları ülkelerden iltica talep eden Nato'da görevli Türk subayların olduğuda açıktı. Anayasal Düzene Karşı Suçları Soruşturma Bürosu Başsavcıvekili Necip Cem İşçimen koordinesinde Savcı Mustafa Gökçe'nin NATO'cu subaylara ilişkin yürüttüğü soruşturmada önemli detaylara ulaşılmıştı. Birçok ülkede faaliyet yürüten NATO karargahlarında 462 Türk subayın görev yaptığı, bunlardan aralarında generallerin de bulunduğu 237'si hakkında FETÖ'den adli ve idari işlem yapıldığı medyada yer buldu. Bu orana göre Nato'da görevli Türk subaylarından yarısı iltica talebinde bulunmuş yani kalkışmaya destek vermişti. İncirlik üs komutanı Tuğgeneral Bekir Ercan Van'ın ise yine Nato'ya sığınmak istemesi tepkileri Nato'ya yöneltmişti. Washington Post gazetesi ise, dönemin Abd Dışişleri Bakanı Kerry’nin, “Türkiye’nin NATO üyeliği tehlikeye girebilir” dediğini yazmıştı. Financial Times gazetesinin haberinde ABD ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye’de toplu tasfiyelerin yaşanmasından endişe duyduğu ve Ankara’yı uyardıkları aktarıldı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, darbe girişimiyle ilgili olarak, Türkiye hükümetine demokratik değerlere bağlı kalması konusunda uyarıda bulunduğu gündeme gelmişti.

Türk siyasi tarihinde ilk kez Abd karşıtlığı Nato karşıtlığı ile doğru orantılı bir seyir izleme rotasına girmişti. Irak'ın Abd tarafından işgali, 4 Temmuz 2003 Türk askerinin başına Abd askerlerince çuval geçirme hadisesinin yaşandığı dönemde bile Türkiye'de yükselen Abd karşıtlığına rağmen Nato üyeliği geniç çapta ve yüksek perdeden sorgulanma gereği duyulmamıştı.

15 Temmuz'dan sonra Türkiye'nin Nato üyeliğinin sorgulanması resmi raporlarada yansımıştır. Türk Ordusu Fetö/Paralel Devlet Yapılanması ile ilgili hazırladığı resmi raporda ilk kez Abd ve Nato'yu hedef gösterdi:

''Pkk'nın liderinin yakalanarak ülkemize getirilişi ile Fethullah Gülen'in Abd'ye gidiş tarihleri arasında çok kısa bir zaman dilimi vardır. Fetö/Pdy'nin lideri yıllardan beri Abd'de yaşamaktadır. Son 15 yılda Abd'ye yüksek lisans ve doktora maksatlı eğitime veya bu ülkedeki milli veya Nato daimi görevlerine gönderilenlerin sayısı sürekli artmıştır. Bu personelden darbe girişimine fiilen iştirak eden Feö/Pdy ile iltisaklı olduğu tespit edilenlerin oranı dikkat çekecek boyutta yüksektir.''

Nato karşıtlığı ya da temkinli bakışı ile alakalı bir diğer gelişmede 3. Kolordu Komutanı Korgeneral Erdal Öztürk'ün tutuklanması olmuştur. Nato konsepti meydana gelebilecek ani terör olaylarıyla ilgili 48 saat içerisinde müdahale stratejisini belirlemiş ve bunu Almanya, Fransa, İtalya ile Türkiye'nin aralarında bulunduğu altı adet kolordu komutanlığı üstlenmişti.
Bu görevi ifa edecek Türkiye kuvveti ise 3.Kolordu Komutanlığı olduğundan bu komutanlık halk nezdinde Nato komutanlığı olarak anılmıştır. 3.Kolordu Komutanı'nın tutuklanması devletin Nato veya Nato ile ilişkili bir kuvvete müsamaha göstermeyeceği anlaışını ifade etmiştir.

Pyd'nin Abd Tarafından Silahlandırılması

Abd Ortadoğu stratejisinin önemli bir ayağını Suriye ile alakalı uygulamaya koymak istediği planlar oluşturmaktadır. Suriye ve Lübnan'ın tasfiyeleri, Ortadoğu'da yeni bir iç savaş düzenini başlatmakla kalmayacak jeopolitik etki alanını kaybetmeye yüz tutacak İran'ın farklı arayışlara girmesiyle Türkiye ve İran'ı karşı karşıya getirebilecek programa zemin hazırlayacaktır. Lübnan Başbakaını Saad Hariri'nin, Riyad'a gerçerek Lübnan Hizbullah'ını hedef göstermesi, İran'ın Rakka tahliyesine müdahil olma beyanından sonra Devrim Muhafızlarına saldırı düzenlenmesi Suriye'de Pyd'nin ordulaştırılma çalışmalarına ağırlık verilmesini hızlandırıcı bir sürece işaret etmektedir. Türkiye Milli Güvenlik Kurulu nezdinde Pyd'yi terör örgütü sınıflandırmasına almış, Abd'nin bu yapıyı silahlandırmasını resmi makamlarca eleştirdiği gibi Mgk toplantılarıylada dikkat çekmiştir. Mgk toplantılarında Pyd ile Nato'nun direkt ilişkisi üzerinde durulmamasına rağmen özellikle 15 Temmuz sürecinden sonra Abd Nato ile denk bir tanımlamaya tabi tutulduğu için Mgk açıklamaları aynı zamanda Nato eleştirisi olarak okunabilir. Kasım 2016 tarihli toplantıda şu ifadelere yer verilmiştir:

''BAZI ÜLKELERİN, PKK/PYD-YPG VE FETÖ/PDY LEHİNE ÇİFTE STANDART UYGULADIKLARI, MENSUP VE DESTEKÇİLERİNE KOL KANAT GERDİKLERİ, BUNLARI MAKSATLI OLARAK FARKLI ŞEKİLDE TANIMLADIKLARI VURGULANARAK, BU ÜLKELER TUTUMLARINI DEĞİŞTİRMEYE DAVET EDİLMİŞTİR. ''

Abd adı açıkça telaffuz edilmemekle birlikte bu ülkenin kastedildiği açıklamadan oldukça net anlaşılmaktadır.

Mayıs 2017 MGK toplantısında ise:

"Türkiye'nin beklentisi gözardı edilerek Suriye Demokratik Güçleri kisvesi altında faaliyet gösteren PKK/PYD-YPG terör örgütüne uygulanan destek politikasının dostluk ve müttefiklikle bağdaşmayacağı vurgulanmıştır"

açıklamasına yer verilerek yine Abd işaret edilmiştir. Hulasa, artık Abd'yi Nato ile aynı kabul eden bu sistemin ise Türkiye'ye yönelik yıkıcı ve zedeleyici faaliyetleri koordine eden bir yapı olduğu resmi kurum ve belgelerce ifade edilmekteydi.


Norveç Nato Tatbikatında Skandal

Norveç’te 8-17 Kasım tarihleri arasında düzenlenen ‘Trident Javelin’ adlı dijital NATO tatbikatı sırasında, bir teknisyen Atatürk büstünü ‘Düşman Liderler Biyografisi’ne ekledi. Türkiye asıllı Norveçli bir ordu çalışanı da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan adına açılan bir hesaptan “Büyük mutlulukla duyurmak isterim ki SAA 20 NG füzelerinin teslimi konusunda Türkiye Cumhuriyeti ile FOS (tatbikatta varsayılan düşman ülke) arasında anlaşmaya varıldı. Teşekkürler başkan Blixen (düşman ülke lideri, Putin olarak yorumlanıyor)” mesajını attı. Bu olayın TSK mensubu bir binbaşı tarafından fark edilmesi sonrası Türkiye askerlerini tatbikattan çekti.

Cumhurbaşkanı bu olayı şu keilde izah ediyordu:

"Bu tabloda Atatürk'ün resmi ve bir tarafta da şahsımın ismi var. Hedefte bunlar. Bu haber gelince Genelkurmay Başkanımız ve AB'den sorumlu Bakanımız, onlar da Kanada yolundaydı, bizi aradılar. 'Böyle böyle bir durum var. Bu tatbikat da Nato tatbikatı. 40 tane askerimiz var, biz şimdi bu askerimizi çekme kararı verdik, çekiyoruz.' dediler. Dedik ki 'Tabii, hiç durmayın hemen. Velev ki o hedefler kaldırılsa dahi 40 askerimizi süratle oradan çekin.' Böyle bir ittifak, böyle bir müttefiklik olamaz."
Nato tatbikatında yaşanan bu skandal ile ilgili en sert tepki Vatan Partisi'nden gelmiş ve Nato'ya Hayır haftası başlattıklarını duyurmuşlardı.

Adalet ve Kalkınma Partisi'ni pek çok konuda eleştiren Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:

''Biz güçlü, itibarı olan bir devletiz. Biz, demokrasiyi, insan haklarını savunan bir devletiz. Türkiye'ye yönelik eleştiriler olabilir, buna itirazımız yok ama hiç kimse Türkiye'nin yöneticilerine ve tarihine hakaret edemez. Bunu şiddetle kınıyoruz"

sözleriyle olayın devlet meselesi durumunda bulunduğunu ve kabul edilemeyeceğini belirtmişti.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Twitter adresinden yaptığı açıklamada :

"NATO'nun, maksatlı ve marazi çürümüşlerin eylemlerini pardonla örtemeyeceği bellidir, yanlış anladınız, sorumluları işten attık ucuz yaklaşımlarıyla dibe oturmuş art niyetliliğini tedavi ve telafi edemeyeceği nettir... Yarım asrı geçen süreden beri ayağımıza dolaşan, faydasından çok zararını çektiğimiz askeri veya sivil küresel organizasyonların milli gerçeklere uygun, milletimizin beklentilerine müzahir şekilde tekrar yorumlanması kaçınılmazdır.
NATO yokken biz vardık, şayet ve gerekirse biz bu yapının içinde olmazsak da dünyanın sonu değildir.'' ifadeleriyle Ak Parti ve Chp'den daha radikal bir öneri getiriyor ve Türkiye'nin Nato'dan ayrılma ihtimaline karşı olmadıklarını belirtiyordu. Aslında bu durum Türk siyasi tarihindeki dengelerin ne derece değiştiriğinin göstergesidir. Yıllar boyunca Mhp, Türkiye'de ki sol çevrelerce Nato Milliyetçiliği yapmakla itham edilmiş, 27 Mayıs 1960 askeri girişiminin popüler aktörlerinden ve ihtilâl bildirisini radyodan okuyarak ''Nato'ya Bağlıyız'' ifadesini duyuran Alparslan Türkeş'in Nato çizgisinin takipçisi olduğu yönünde teorilere yer vermiştir. Özellikle Aydınlık grubunun ''Kontrgerilla'' kitap serileri Mhp'yi Nato'nun Türk siyasi sitemindeki aparatı olarak yorumlayan tazleri içermekteydi. Oysa gelinen noktada Türk Güvenlik Sistemiyle ilgili bir durumda Mhp, Vatan Partisi, Ak Parti ve Chp en azından açıklamalarıyla aynı eksende bulunabileceklerini göstermişlerdir. Bu fikir ve beyan birlikteliği yakın dönem Türk siyasi tarihinde 15 Temmuz 2016 kalkışmasından sonra ve Eylül ayında Türk askerine sınır ötesi operasyon tezkeresi oylamasında görülmüştür.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yalçın Topçu:
''Bütün darbelerin ve savunma sanayinde bağımlılığın arkasında NATO vardır. NATO üyeliğimizi gözden geçirmemizin zamanı gelmiştir. Üyesine her türlü düşmanca tavır içinde olan bu kurum bizim için olmazsa olmaz değildir"
diyerek yıllardır tartışılan Nato- Askeri Darbeler ilişkisini yeniden gündeme taşımıştı. Esasen Nato karargahında planlanan bir Türk askeri darbesi bulunmamakla birlikte her darbenin Abd nezdinde tanındığı bir gerçekti. Bunun temel sebebi, askeri yönetimlerin Uluslararası alanda meşruiyet kazanmak istemesi sebebiyle Abd ve Nato ile yakın ilişkilere yakınlaşması, Abd'nin ise yeni yönetimden yeni tavizler sağlayabilme gayesi bulunmaktadır. Yani indirgemeci olarak Türk darbelerini yalnızca dış odaklı bir güce bağlamak ya da tamamiyle içsel potansiyelden kaynaklı bir girişimin neticesi olarak nitelendirmek gerçekçi değildir. Darbelerin yüzlerce faktörü bulunmakla birlikte bir sonuç olduğu unutulmamalıdır.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'ın Türkiye Nato'dan ayrılmayı düşünmüyor beyanı ve gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Bekir Bozdağ'ın ''Türkiye Nato'ya katkı yapmayı sürdürecek'' ifadeleri Türkiye'nin kısa vadede Nato'dan ayrılma stratejisinin olmadığını göstermekteydi.


Türkiye Nato İlişkilerinin Geleceği

Nato karşıtlığının ilk kez bu denli yüksek olduğu Türkiye'de Nato eleştirilmesine, hedef gösterilmesine, karşıt kampanyalara mağruz kalmasına rağmen Türk güvenlik sisteminde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Türkiye'nin Nato'dan ayrılma stratejilerini inceleyen emekli Binbaşı Erol Bilbilik iki model üzerinde durmaktadır:
Fransa Modeli Nato'dan Çekilme:General De Gaulle, Fransa'yı Nato'nun askeri kanadından çıkararak Nato'dan çekilmeyi gerçekleştirmiştir. Nato'nun diğer organlarında faaliyete devam etmiştir.
İsveç Modeli Nato'dan Çekilme: İsveç Başbakanı Göran Persson, İsveç'i geleneksel tarafsızlıktan, ttifaksızlığa geçirerek Nato'ya girişini önlemiştir. Buna karşın İsveç Silahlı Kuvvetleri'nin Nato güçleri ile ortak tatbikatlara ve BM Başkanlığında oluşturulacak Barış Gücü Kuvvetleri'ne katılmalarına olanak tanımıştır.(Bilbilik, 2008:152)
Bilbilik'in önerdiği modeller incelenmeye değerdir fakat Uluslar arası güvenlik konseptinin güncelliğine uygun değildir. Öncelikle Nato'nun askeri kanadından çekilen Fransa 2009 yılında yeniden Nato'nun askeri kanadına dönmüştür. Bir diğer husus ise İskandinav ülkesi olması sebebiyle neredeyse ordusu bile bulunmayan İsveç örneğinin Türkiye jeopolitik gerçekliğiyle uyumlu olmadığıdır.
Son dönemde artan Nato karşıtlığını belirli gruplar altında tasnif etmek mümkündür:

a)Aydınlıkçıların başını çektiği Nato ile ortak tatbikatlar dahil olmak üzere bütün ilişkilerin kesilmesi bölge ülkeleriyle ve sonrasında Rusya ile eşgüdümlü bir güvenlik yapılanmasının takibi

b)Bilbilik modelini paylaşan ulusalcıların görüşlerine göre Nato'dan çıkılması fakat gerekirse ortak çaba ve çalışmalarda bulunulması

c)İktidar partisini destekleyen muhafazakârların tezlerine göre Nato'dan çıkılması ve bunun yerine bölge ülkeleriyle ya da İslam ülkeleriyle yeni bir ittifak modelinin hayata geçirilmesi

d)Siyasi milliyetçiler ve Türkçüklere göre Nato'dan çıkılması ve Türkiye'nin Asya merkezli politik bir perspektif oluşturması

e)Nato'nun hataları olduğunun kabul edilmesiyle birlikte şu anda Nato'dan ayrılmanın pratik bir fayda sağlamayacağı Türkiye'nin Nato üyesi olarak fakat dengeli bir dış politika dahilinde stratejiler belirlemesi görüşünü paylaşanlar

f)Nato'dan çıkılması bunun yerine Türkiye'nin hiçbir yere bağlı kalmadan kendi güvenlik pakt mekanizmasını uygulamaya koymasını savunanlar

g)Nato'dan çıkılması ve aktif tarafsızlık ilkesi gereği hiçbir pakta dahil olunmaması gerektiğini savunanlar

h)Nato ve Abd ile ilişkilerin eskisi gibi aynı şekilde devam ettirilmesinde ittifak edenler

Nato hususunda kamuoyu parçalı bir model sergilemekle beraber Türkiye Nato birlikteliğini sorgulayıcı bir kapsamda değerlendirme skalasına sahip olmuştur.

Bize göre ise Nato karşıtlığı ve Türkiye Nato ilişkilerini sonlandırmanın meclisteki hiçbir parti programında yer almaması Nato'ya karşı sahip olunan tepkisel davranışların, siyasi ve pratik uygulamalarının bulunmadığını göstermektedir.
Türkiye Nato ayrılığı Türk askeri sisteminin talimnamelerinden, ordu yapılanmasına, tekonolojisinden, teçhizat sistemine kadar 10 yıl ve ötesini kapsayan bir değişimi kapsayacağı unutulmamalıdır. Bu durum ise neredeyse yeni bir ordu kurmakla eşdeğerdir ve Türkiye şu anda bu girişimin altından kalkabilecek mahiyette değildir.

1826'da yeni bir ordu kuran Türk Devleti, 1827'de donanmasının yakılmasını izlemiş, 1830 yılında ise Yunanistan'ın bağımsızlığını askeri açıdan hiçbir şekilde önleyememişti.

Paktlar üzerinde yükselen bir dünya sisteminde Türkiye'ye Kuzey Kore şablonu modelleri sunmak asla gerçekleşemeyecek bir durum olduğu gibi Türk Rus ya da Türk Avrasya yakınlaşmasının Rusya tarafından ne şekilde okunduğuda izaha muhtaç bir analizdir. Buna göre Rusya'nın Abd stratejisinden oldukça ayrı kaldığı düşünülemez zira Suudi Arabistan tasfiyelerinden zonra Brent Petrolünün varil fiyatının 65 dolara yükseltilmesi, ihracatının üçte ikisi enerji kaynakları tarafından karşılanan Rusya'ya yapılmış jestten başka bir şey değildi.


Kurduğu Savunma Üniversitesi'nin enstitülerini bile faaliyete geçirememiş, Harp Akademisi-Savunma Üniversitesi dönüşümünü tabela değişimi ve garnizondaki 'Kravatlı' sayısının arttırılmasından ibaret yorumlamış Türkiye'nin hiçbir Uluslar arası savunma stratejisinin bulunmayışı, Türkiye'nin Nato üyeliğinden çok daha vahim bir tabloyu ortaya koymaktadır. 



http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/11/turkiyede-yukselen-nato-karsitligi-ve.html?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed:+UlusalGvenlikVeStrateji+(Ulusal+G%C3%BCvenlik+ve+Strateji)


**